• Sonuç bulunamadı

Anlatıcı, Bakış Açısı ve Anlatım Teknikleri:

2. VEDAT ÖRFİ BENGÜ’NÜN ROMANCILIĞI VE ROMANLARI 1 ROMANCILIĞI VE ROMAN ANLAYIŞ

2.2.1. BİR YUVA BÖYLE YIKILDI 1 Romanın Kimliği:

2.2.1.5. Anlatıcı, Bakış Açısı ve Anlatım Teknikleri:

Bir Yuva Böyle Yıkıldı otobiyografik türe dâhil bir romandır. Romanda Sedat Fazıl adında

bir gencin hayatı anlatılmaktadır. Kahraman anlatıcı olarak da adlandırdığımız Sedat Fazıl, hem anlatıcı hem anlatılan konumundadır. Okuyucu onun bakış açısından olaylara bakar. Onun bilgisi ve kültürü nispetinde olaylara vakıf olur. Onun bilmediği görmediği olaylar hakkında bilgi sahibi olamaz.

Romanda olaylar belirli bir yaşa ve kültür seviyesine gelmiş bir adamın bakış açısından aktarılmaktadır. Kendi hakkında verdiği bilgiler sayesinde onun yapısını anlarız: “Saadeti nerde

ve kimde arıyordum, bunu kendim de bilmiyordum. En kuvvetli göz, tecrübedir derler. Bu hakikati henüz kavrayamamıştım. En zeki bir insan bile hakikatleri hakkıyla görebilmek için tecrübe okulunda hayli zaman talebelik etmeli. Eğer herkes, hayata atıldığı gün bu hakikati görebilseydi, yeryüzünün tarihi felaketler serisini muhakkaktır ki çok cılızlaşmış bulurdu. …

Arkadaşlardan bazılarının tertipledikleri eğlencelerden, şölenlerden, kotra gezintilerinden veya plaj sefalarından ara sıra hissemi almasaydım, hayatım belki de tahammülü çok güç bir azap haline girerdi. Bunu itiraf etmekle beraber bugün, bu eğlencelerden titreyerek bahsediyorum. Hepsine karşı müthiş bir kinim var. Haksız mıyım? Hayır! Yalnızlık içinde bulunan hayatımın oyalandığını bu âlemlerde gördüm. Buna mukabil şerefli bir hayatın bin bir azaplı bir cehennem halini aldığına da yine bu âlemler yüzünden şahit oldum. Beni çok defa oyalayan bu eğlenceler, sonraları ruhumu, varlığımı, şerefimi zehirleyen bir akrep yarattı. Bu akrebin damarlarıma soktuğu zehrin verdiği acıları ise, ne haftalar, ne aylar, ne de yıllar söndüremedi.” (s.9)

Romanın genelinde Sedat’ın gözlemci bir şekilde yaşadıklarını anlattıklarını görürüz. Romana başka bir kişinin dahi bakış açısı katılmamıştır. Zira roman saatlerce Sedat’ın mahkemede verdiği ifadeden ibarettir. Sadece romanın ilk iki bölümünde ve son bölümde yazarı

anlatıcı olarak görürüz. Bu bölümlerden ilk ikisinde yazar bize Sedat Fazıl’ın cinayeti işledikten sonra karakola götürülmesini ve mahkemeye çıkarılmasını anlatır. Son bölümünde ise Sedat Fazıl’ın başından geçenleri anlattıktan sonra ölmesini anlatır:

“Salon kalabalıktı. Günlerden beri dedikodusu süren “Rumelihisarı Cinayeti”nin faili,

teessürden örümceklenmiş gözlerini dört yanında gezdirir gibi oldu. Ayakta durabilmek için bile büyük bir gayret harcadığı anlaşılıyordu. Tıraşsızlığın kirlettiği yüzünde acılarla dolu bir hayatın çizgileri okunuyordu. O hiç de korkunç bir adam değildi. Yıllarını fena işlerin sır dolu karanlıklarında geçirmiş bir serseriye de benzemiyordu. Giyiminin kötülüğü onun bir vakitler en iyi giyinenlerden olduğunu da saklamıyordu. Belli idi: o, hadiselerin düşürdüğü bir adamdı.” (s.

4)

Yukarıdaki metinden de anlaşılacağı gibi yazar çok kısa anlatıcı olarak görev almasına rağmen taraflı bir anlatım sergilemiştir. Okuyucunun adeta romanın kahramanına acımasını istemiştir. Romanda anlatma yöntemi en fazla kullanılan yöntemdir. Bazı bölümlerde birkaç cümlelik tasvirler vardır. Bunun dışında belirgin bir tekniğe rastlamayız.

2.2.1.6. Zaman:

İncelediğimiz eserde vak’a zamanı ile ilgili bir çıkarımda bulunamayız. Yazarın romanlarında belki de en zayıf noktalardan biri budur. Olayların geçtiği yıllara dair ne şahısların yaşları, doğum tarihleri ile ilgili bilgi ne de sosyal hayata dair ipuçlarına yer vermiştir. Öyle ki, romanın başkahramanları Sedat Fazıl’ın ve Selma’nın evlendiklerindeki yaşı bilmeyiz. Öldüklerinde kaç yaşında olduklarını tahmin edemeyiz.

Sedat Fazıl’ın başından geçen olayların anlatıldığı eserde olaylar, yine onun tarafından saatlerce süren bir ifade verme şeklinde nakledilir. “Saatlerden beri konuşan müttehem, bitkin

iskemlesine düştü.” (s. 101) Sedat Fazıl ifadesini bitirdikten sonra, oturduğu iskemlede can verir.

Bunu da bize yazar aktarır.

Otobiyografik tarzda yazılmış olan romanda vaka zincirleri zamanda sıçrama tekniği ile geniş bir zaman dilimine yayılmıştır. Asıl vaka romanın kahramanının üniversiteyi bitirip, iyi bir işe başladıktan sonra bir yuva kurmak istemesi ile başlar. Bu esnada kahramanın kaç yaşında olduğunu bilmeyiz. İki yıla yakın süren evliliği vardır. Cinayetten sonra on yılını hapiste geçirir. Hapisten çıktıktan sonra ne kadar zaman geçer, onu da tam olarak belirleyemeyiz. Yazar genellikle; “Böylelikle günler, haftalar geçiyordu.” ifadesini kullanır. Romanın başında çocukluk yıllarından da bahseder. Bu zamanı da ilave edersek 35–40 yıllık bir hayat hikâyesi karşımıza çıkar. Zira üniversiteyi bitirdikten sonra yirmi beş yaşında evlendiğini düşünsek, evliliği, hapis yaşantısı, hapisten sonraki hayatı da eklenince 35 ile 40 yıl arasında değişir.

Eserde anlatı zamanı ile vaka zamanı arsındaki fark bellidir. Kahraman anlatıcının aktardığı olaylar önce yaşanmış, sonra yine onun bakış açısıyla okuyucuya aktarılmıştır.

Eserde zamanın ilerleyişi daima belirsiz ifade kalıplarıyla verilmiştir. “Günlerden beri”, “bir bahar gecesi”, “ertesi gece”, “on beş gün sonra”, “bir yılı aşkın”, “böylelikle günler haftalar geçiyordu”, gibi ifadeler eserde kullanılmıştır.

2.2.1.7. Mekân:

Bir Yuva Böyle Yıkıldı romanında açık ve geniş mekân İstanbul’dur. Eserde yazıldığı

dönemin İstanbul’u olarak düşündüğümüz İstanbul vardır. Zira balolar, kotra gezintileri, Beyoğlu’ndaki revüler vs. 1920’li yıllardan itibaren sosyal hayatımızda görülmeye başlar. Biz burada romanın yazıldığı tarihe de bakarak 1930’lu 1940’lı yıllar olduğunu düşünebiliriz.

Eserde karşımıza çıkan ilk mekân Rumelihisarı Mezarlığıdır. Bu mekân eserde cinayetin işlendiği yer olarak geçiyor. Bunun akabinde bir mahkeme salonuyla karşılaşıyoruz Diğer mekânlar ise ifade sırasında kahramanın kısaca üzerinde durduğu, sadece adını söyleyerek geçtiği mekânlardır. Bu mekânlar genellikle kahramanın yaşadığı olayların geçtiği semtlerdir. Kalamış kıyıları(s. 10), Moda(s. 12), Fenerbahçe(s. 12), Kınalı, Burgaz, Heybeli (s. 14) Beyoğlu(s. 32), Şişli(s. 33), Boğaziçi(s. 62), Haliç(s. 76), Kasımpaşa(s. 76), Galata(s. 82), adı geçen semt isimleridir.

Sedat Fazıl ile Selma Can’ın ilk karşılaştıkları mekân Kalamış kıyılarıdır. Evleri Şişli’de bir apartman dairesidir. Selma ile sevgilisi Murat’ı Boğaziçi’nde bir otelde öldürür. Sedat Fazıl hapisten çıktıktan sonra Haliç’teki bir fabrikada iş bulur, Kasımpaşa’da bir oda kiralar. Selma’yı Rumelihisarı civarında köhne bir evde bulur, öldürür.

Eserde geçen yerler şahısların yaşadıkları şartlar değiştikçe değişir. Başlangıçta çok güzel bir hayat süren Selma ile Sedat Beyoğlu’nda tanışırlar, Şişli’de yaşarlar; ancak Selma’nın Sedat’ı aldatmasıyla başlayan olaylar, Galata’da, Haliç’te, Kasımpaşa’da, Rumelihisarı Mezarlığı’nda yaşanmıştır.

Romanda adı geçen yerlerle ilgili nerdeyse hiç tasvir yoktur. Şişli’deki apartman dairesinin içini bilmediğimiz gibi, Rumelihisarı’ndaki evin ahşap olması dışında bilgimiz yoktur. Sadece Şişli’deki evin salonuna asılı bir tablonun varlığından haberdarız. Bu tablo Selma’nın sahne hayatında olduğu zamanlara ait bir tablodur. Bu tablo Sedat’ın içinde bulunduğu ruh halini anlatmak için kullanılır. Sedat karısından şüphelenmek istemez; ancak onu içten içe kemiren bir duygu vardır. Selma’nın evde olmadığı bir gün tablo karşısındaki şu düşünceleri bize bunu verir:

“Bu ne kadar da büyük bir sanat eseri idi. Sanat, bu muvaffakiyetini acaba kendi

kuşlarının bin bir renk yarattığı ağaçlarla öpüşen mermer bir havuzun başında kendini mermer sütuna vermiş, çıplaklığını ince bir tülle tütsülemiş Selma, sanki bir rakkase değil, bir kadın değil, bir ilahtı. Ben onu işte bu ilahî rakkaseler âleminde bu yarı çıplaklığıyla, bu tülleriyle, bu sanat buhurdanında onu bütün sihirleriyle, işveleriyle tanımıştım. Bu ağaçlar, bu havuz, bu mermer sütun yabancım değildi. Hepsini tahta bir sahnenin kulisleri arasında, mukavvadan yapılmış birer dekor olarak ilk defa olarak tanımıştım. Hatta seyrettiğim güzelin füsunu karşısında kadar kendimden geçmişim ki, dekorların bu sahteliğini bile bir an için unutmuş, kendimi gerçek bu mermer sarayın billur havuzları başında, bu muhabbet kuşlarının dalları altında sanmıştım ve… bu sahte dekorlar arsında sahte olmayan tek şeyle çıkmıştım:Selma’nın ilk dakikalar bir türlü inanamadığı bana karşı olan aşkıyla!...

Hayatımın bu unutulmaz sahifesini gözlerimde canlandıran bir tabloyu yerinden indirmeye elim nasıl varabilirdi! Bugünkü dünyamda bu sanat ilahesinden bir eser de artık kalmamıştı. Bugünkü kadınım, yuvamın kadını, çocuk analığının kadını idi. Güzellikleri herkes için değil, yalnız yuvasındakiler içindi. Vakıa bu kadın o kadındı; fakat ben onun hayatında görünen iki şahsiyete de aynı çılgınlıkla tapmak istiyordum. Ne sanat âlemlerinin ilahi rakkasesi, yarı çıplak vücudundan füsunlar taşan kadını hatıramdan uzaklaştırmak fedakârlığına katlanmak ne de yuvamın yalnız bana ait eşsiz güzellikteki kadınını o işve âlemlerinin bir vakitki sultanı gibi görmek istiyordum. O hatıralara bu günkü saadetim kadar aynı sıcaklıkla aynı ürpermelerle tapıyordum.

O herkesin taptığı bir mabuttu.

Bu, yalnız benim secde ettiğim bir saadet tanrısıydı.

O, dört yana saçtığı işvelerle perestişkâr toplayan bir sihirbazdı belki.

Bu, yuvasının âlemlerinde kocasından ve yavrusundan başka hiç kimseden perestiş beklemeyen bir kendi halinde idi.

O, sihrini bin bir boya ile belki koyulaştırmayı adet edinendi. Bu, güzelliğini boyasız teninde gören bir sadelikti.

O, belki çok kişiyi birden aldatabilecek bir şeytandı.

Bu, kalbinin bütün duygularını ortaya sermiş bir masumdu.

O… ve Bu… Tablonun başında gördüğüm rüya, baştanbaşa bununla dolu idi. Ne “o” “bu”nu unutturmuş; ne “bu” “o”nun füsun dolu hatıralarını gömebilmişti.” (s. 46–47)

Sedat bu duygularla karısını beklerken, Selma tablodakini canlandırırcasına, evlendiklerinden beri makyaj yapmazken, yüzünde makyajla eve gelir. Zaten bundan sonra da Selma, Sedat’ın evde olmamasına rağmen gece dışarı da çıkar. Adeta yeniden “o” kadın olmuştur.

İstanbul dışında eserde sadece Sedat Fazıl, hapisten çıktıktan sonra karşılaştığı bir arkadaşının uzun yıllar Balıkesir’de olduğunu duyar. O da görevi gereğidir.

Romandaki kapalı mekânlar; Fenerbahçe’deki Belvü otelinin salonu, Selma Can’ın villası, Şişli’deki apartman dairesi, Boğaziçi’ndeki otel odasıdır. Son bölümde de Rumelihisarı’ndaki ahşap evdir.

Romanda üzerinde özellikle durulan tek mekân Rumelihisarı Mezarlığı’dır. Burası romanın başında karşımıza çıkan ilk mekândır. Cinayet orada işlenir: “Evinden fırlayan kadın,

ardından gelen ancak kırk elli metre kadar kaçabilmiş. Evin karşısı mezarlık. Kadın kurşunu yer yemez, yanı başındaki bir mezar taşının üstüne yıkılıvermiş.” (s. 4)

Yine Sedat Fazıl karısının kendisini aldattığını öğrenince, sevgilisini ve karısını vurduktan sonra kendine geldiğinde bir mezarlıktadır: “Gözlerimi açtığım vakit, bir mezar

başına idim. Dört yanı zifiri karanlıktı. Yüzüm yaştı. Elledim, parmaklarım kana boyandı. Yaralı olduğumu anladım. Bununla beraber küçük bir ıstırap bile duymuyordum. Yavaşça doğruldum. Rumelihisarı’nın köhne mezarlığında bulunduğumu fark ettim.” (s. 65)

Eserin devamında Sedat Fazıl hapisten çıktıktan sonra, kızını bulmak arzusuyla Selma’yı ararken onun Rumelihisarı Mezarlığı civarında oturduğunu öğrenir: “Kokain Selma mı? Kokainci

Rıza’ya sormalı. Bir ara Rumelihisarı Mezarlığı taraflarında biri ile kokain kaçakçılarından biri ile bir evde yaşadığı kulağıma çalınmıştı. Ama…(s. 86)

Bu mekânla ilgili Sedat Fazıl şunları söyler: “Ne tuhaf tesadüftür ki, Rumelihisarı

Mezarlığı ıstırap tarihimin en acı bir sahifesini yaşadığım yerin ta kendisi idi. Karınca öldüremeyen merhametli adam, iki insan üstüne ateş ettikten, birini öldürdükten sonra yüzünde kan, alnında katil damgası, varlığında ebedi utanç, kâbus gecesini bu mezarlığın hazin taşları arasında geçirmişti.” (s. 92)

Bir Yuva Böyle Yıkıldı adlı romanda mekân için son olarak diyebiliriz ki, mekânlarla ilgili

ayrıntılı bilgi verilmemiş olup, birkaç unsur da roman kahramanının ruh hallerini yansıtmak için kullanılmıştır.

2.2.2. ÖKSE