‘Başkalarının bakışı benim için çok önemli. Tek istediğim beni yakışıklı ve akıllı bulmaları. İnsanlardan sürekli sevgi ve takdir bekliyorum. Bu yolla kendimi tanımaktan iyice uzaklaştı
ğımın farkındayım ama...’ Bu şekilde başkalarının yargılarına, eleştirilerine hatta tavsiyelerine çok fazla kulak verdiğimizde ar
tık ne kim olduğumuzu ne de gerçekten ne istediğimizi bilebili
riz. Bize ait olmayan bir düşünceye bağımlıyızdır ve ona hiç de hak etmediği bir önem vermekteyizdir.
‘Sanki ne yapmam gerektiğini başkaları benden daha iyi bi
lirmiş gibi hissediyor ve sürekli onların fikrini alıyorum. Ve
so-70
nuçta insanlar bana tepeden bakarak, kendi deneyimlerinden, sözüm ona başarılarından bahsedip sanki küçük bir çocukmu
şum gibi benim davranışlarımı eleştirmeye başlıyorlar. Ama bu benim hatam, sanki kendi başıma düşünmekten acizmişim gibi davranıyorum.’ Bazıları bilgi ve sorumluluk dünyası olan yetiş
kinler dünyasına geçmemek için kendi sorumluluklarını ele al
ma ve hayatlarında tek başına önemli seçimler yapma kararını hep sonraya ertelerler. Onlar için diğerleriyle eşit olduklarını ka
bul etmek küçüklerin faydalandıkları ayrıcalıklardan ve kollanı
yor olmanın o tatlı yararlarından vazgeçmek anlamına gelir.
Oysa kendi kararlarının doğruluğundan şüphe eden biri için bu dış destek kuşkularını daha da artırmaktan başka bir işe yara
maz -kuşkusuz, başarısızlıklarından kendisi sorumlu değildir...
ancak başarılarından da. Ve bu durumda kendi kişisel kararları
nın olumlu etkilerini gözlemleyecek durumda değildir. Objektif başarı ölçüleri sayesinde, eksik olan güven duygusunu yavaş ya
vaş kazanma imkanı vermemektedir kendisine.
Oysa “diğerleri”, hayran olup, söylediklerinin doğruluğun
dan şüphe bile etmeden saygı duyduğumuz istisnasız herkes, as
lında başkaları tarafından aktarılmış olan ve çoğu zaman kendi
lerinin bile hazmetmemiş oldukları düşünceleri tekrar etmekte
dir. Her konuda söyleyecek bir sözleri vardır, ancak bu fikirleri uzun düşünceler ve deneyimler sonucu mu elde etmişlerdir, yoksa farkında olmadan gençliklerinde duydukları konuşmalar
dan ödünç mü almışlardır? Çok iyi bildiklerini sandıkları o ger
çekleri hiç sorgulamışlar mıdır? Yoksa zamanla kendilerini ola
sı bir değişiklik yapmaya itebilecek her şeye karşı gerçek bir du
var mı örmüşlerdir? En ufak bir kuşkuda yıkılacağını çok iyi bil
dikleri için değil mi görüşlerini bu kadar kuvvetle savunmaları?
Yapmak isteyip de yapamadıklarını ya da iyi yaptıklarını zan
nettikleri şeyleri yansıtmıyorlar mı karşılarındaki insana?
Gerek kendilerinden önceki kuşaklar, gerekse içinde
yaşa-dıkları toplum tarafından konulan kurallara uymayaşa-dıkları an ken
dilerini suçlu hissetmeye hazırdırlar. Körü körüne inandıkları bütün bu hazır fikirler sadece görünüşte sağlamdır; kişisel dü
şünce ve deneyim yoluyla kazanılan fikirlerin oturmuşluğu ve derinliği yoktur bunlarda. Derin fikirleri olan kişilerin aksine,
“hazır görüşlere” sahip kişiler, karşılarındakini ikna etmeye ça
lışırlar. İnançlarını böyle dile getirme ihtiyacı aslında kendileri
nin buna inanmaya ne kadar ihtiyaçları olduğunu gösterir ve ıs
rarları gizlemeye çalıştıkları zayıflıkları oranındadır. “Bilen söylemez” der Lao Tseu.
Bizim için anlamının önemini hiç dikkate almadan, yalnızca bizi ilgilendiren konularda başkalarının tavsiyelerini mi dinleye
ceğiz? Bize kendi duygularımızı ve düşüncelerimizi söyleme
menin öğretildiği eğitimimiz, kendimize güvenmeyişimiz, di
ğerlerinden farklı olup dışlanmaktan korkmamız, kim olduğu
muzu bilememe ve dolayısıyla kendimizde kişisel bir fikre sahip olma hakkını görememe duygusu... bu ve benzeri faktörler ger
çek düşüncemize kulak vermemize engel oldukları gibi, gerçeği sadece başkalarının bildiğine inanmamıza da neden olurlar. ‘Ki
minle konuşursam ona hak veriyorum, bukalemun gibiyim. O kadar ki, gerçekten ne düşündüğümü bile bilmiyorum.’
Kendimizi Dinlemek
Bizim için neyin iyi ve neyin kötü olduğunu anlamak için
“en gerçek duygumuzu” dinleme hakkına sahip olduğumuzu unutmamamız gerekir. Ailemiz tarafından seçilmiş olan yolu iz
lediğimizde hiçbir kişisel yaratıcılık şansımız yoktur. Arzudan, coşkudan ve ruhtan yoksun, neye benzediği belli olmayan bir yaşamı sürdürür ve gitgide kendi doğamızdan uzaklaşırız ki bu, ölümcül sonuçlar doğurabilir. Sadece kendimizi korumak adına verdiğimiz tepkiler dışında, kendi arzularımızı ve kendi düşün
celerimizi gerçekleştirmek imkansızdır. Ve başkalarının
isteme-72
yerek de olsa düşüncelerimiz üzerinde estirdikleri bu terör bede
nimizin hareketlerini engellemeye kadar gider zira kendi coşku
larım yaşayamayan bedenimiz sonunda yaşamayı reddeder.
Kansere yakalanan Fritz Zorn, Mars* adlı kitabında “ölüme nasıl eğitildiğinden” bahseder: “Çocukluğumu anlatmam gere
kirse, öncelikle belirteyim ki olabilecek en mükemmel bir dün
yada büyüdüm... Sanırım kötü olan da buydu, her şeyin her za
man çok iyi olması. Eğer çocukluğumun dünyası öyle iddia et
tiği gibi sadece mutlu ve uyumlu bir dünya idiyse, ta temelinden sahte ve yalancı olması gerekir. Ve bir şey gerçekten yalancıysa felaket çok bekletmeden geliveriyor... Her şeye evet demek sı
kıcı bir mecburiyet veya baskı olarak algılanmadığı gibi bu, te
ninize ve kanınıza işlemiş bir ihtiyaçtı. O zamanlar kendime ait bir düşüncem, kişisel tercihlerim ve zevklerim yoktu, aksine, o tek kurtarıcı fikrin peşinden gidiyordum, o, düşüncelerini kabul
lendiğim ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen insanların fikrinin peşinden.”
Ve ölmeden önce şöyle yazar: “Artık yaşamayı istemediği
mizde bedenimiz hayatı kendiliğinden yok ediyor... Kanser as
lında ruhun hastalığı, tümörler ise akıtılmamış olan gözyaşları.”
Bu farkındalık, ailenin ve toplumun isteklerine çok fazla uyma
nın tehlikelerini görmek açısından önemlidir. Kendi arzumuzun yadsınması ve nasıl davranmamız veya düşünmemiz gerektiği
nin bize başkaları tarafından empoze edilmesi sağlığımız üzerin
de yıkıcı etkiler yaratır.
İnsanın ruh halinin habis tümörlerin oluşumundaki rolü üze
rinde araştırmalar yapan kanser uzmanı profesör Simon Schra- ub, habis tümörlerin büyük çoğunluğunun organik nedenli oldu
ğunu, ancak bu tümörlerin ortaya çıkmasını sağlayan biyolojik süreç boyunca psikolojik faktörlerin etkili olduğunu açıklıyor.
♦Gallimard, 1982
Kanserin ortaya çıkmasından hemen önce hastaların özel du
rumlarla karşılaştıklarını saplıyor. Alman psikiyatr Baltrush’un araştırmalarına göre ise, ölüm, iş kaybı veya büyük bir hayal kı
rıklığı gibi nedenlerden doğan psikolojik şoklar, çevreleriyle iyi ilişkiler kurmakta zorlanan ve her şeye boğun eğen kişilerde ola
yın kendisinden daha ağır sonuçlar doğurur. Art arda tekrarla
nan duygusal şokların neden olduğu psikolojik bozukluklar ba
ğışıklık sisteminde değişikliklere neden olur. Ve doğal savunma sistemimiz zayıfladığında hastalıkların patlak vermesine elve
rişli bir zemin ortaya çıkar.
Doktor Schraub ayrıca Amerikalı doktor Le Shan’nın pek çok kanser hastası üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu, bütün hastalardaki ortak noktanın aynı umutsuzluk ve aynı yetersizlik duygusu olduğunu ve hepsinin duygularını içine atan kişiler ol
duklarını saptadığından bahseder. Bu insanların hepsi de tek ve çok önemli bir ilişkiye yatırım yapmışlardı ve sevdikleri kişinin sevgisini kaybettiklerinde, çocukları evden gittiğinde veya işle
rini yitirdiklerinde hayatlarındaki her şeyi kaybetmişlerdi. Bir
den yaşamanın hiçbir anlamı kalmamıştı.
Le Shan, ruh halinin hastalığın gelişimindeki rolü üzerine ör
nekler de veriyor. Müzisyen olmayı hayal eden John, ailesiyle ters düşmemek adına bu isteğini gerçekleştiremediği gibi bun
dan bahsetmeye bile asla cesaret edememişti. Ve bir gün bey
ninde bir tümör olduğunu ve ameliyat olmasının mümkün olma
dığını ve sadece birkaç ay daha yaşayabileceğini öğrenir. Ve ölümün bu yakınlığı garip bir biçimde ona güç verir. Hem, son safhadaki kanser hastaları için özel bir metot geliştirmiş olan doktor Le Shan’la bir terapiye, hem de ciddi bir şekilde müzik çalışmalarına başlar. Bugün sağlığı çok iyi ve bir senfoni orkest
rasında profesyonel müzisyen olarak çalışıyor.
Kanserin son safhasındaki, rahmi ve bir göğsü alınmış ve doktorların sadece birkaç ay ömür biçtikleri bir hasta ise nihayet
74
ailesine karşı çıkarak ve eşinden ayrılarak kendi isteklerini ger
çekleştirmeye başladıktan sonra yıllarca sağlıklı bir şekilde ya
şamaya devam ediyordu. Yarım bırakmış olduğu eğitimini ta
mamlayarak bağımsız olmasını sağlayacak bir iş bulmuştu ve kendisini hiç olmadığı kadar iyi hissediyordu. Bir başka hasta ise, psikoterapi sayesinde iş hayatında büyük doyumlar yaşama
ya başladıktan sonra hastalığının seyrinin yavaşladığını görme
ye başladı. Doktor Le Shan’ın söylediğine göre “Yeni yaşamını sevdiğinden onu kaybetmemek için savaşacak gücü bulmuştu kendisinde.”*
Bu örnekler gösteriyor ki, kaçınılmaz olan ve maalesef sağ
lığımız üzerinde olumsuz etkiler yaratan dramlar dışında, haya
tımızda bizi hasta edebilecek bazı durumları ortadan kaldırma
mız ya da en azından değiştirmemiz gerekir. Seçenekler dahilin
de -ilk bakışta pek belli olmasa da seçme özgürlüğü en önemli şeydir- neye ihtiyacımız varsa ona göre davranmalı, mümkün olduğunca gerçekten yapmayı istediğimiz şeyleri yapmalı ve ha
yatımızda bizim için yararlı olacağına inandığımız ilişkileri ve bağlantıları ön planda tutmalıyız.