• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: KURAMSAL VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.2. Toplumsal Yapı Kavramı

1.2.3. Toplumsal Yapıyı Oluşturan Unsurlar

1.2.3.3. Aile

Aile, toplum hayatının devamını sağlayan en temel ve en önemli sosyal kurumdur. Hem geleneksel hem de modern toplumlarda kurumsal anlamda var olan aile, evlilik veya kan bağı ile oluşan (Hançerlioğlu, 1996: 13) ve toplumu meydana getiren en küçük birim olarak kabul edilir. Bir toplumla ilgili yapılacak sosyolojik araştırmaların başında aile kurumu gelir. Toplumdaki ailelerin evlilik biçimleri, aile tipleri, çocuk sayıları, toplumsal gelenek ve görenekler, aile sorunları, dini ve ahlaki değerler bu tür araştırmalarda en çok ele alınan konulardır. Burada aile kurumunun toplumsal yapıdaki önemine ve araştırma konumuz olan Diyarbakır’ın toplumsal yapısında ailenin durumuna ana hatlarıyla ele alınacaktır.

Bir toplumda aile kurumunun sağlıklı olması, toplumun da sağlıklı olmasıyla eş değerdir. Aile kurumunun devamı, her şeyden önce kadın ile erkeğin toplum tarafından uygun görülen usule göre evlenmesine, ortak hayat yaşamalarına ve insan neslinin devamına bağlıdır. Belli şartları yerine getirmiş kadın ve erkek, belli bir törenle birlikte yaşamaya başlarlar. Evlilikten doğan çocuklar, o evlilik birliğini kuran kişilerin sorumluluğundadır. Evlilik için gereken şartların neler olduğunu, kadın ve erkeğin karşılıklı hak ve vazifelerini, evlilik törenin şeklini her toplumun kendi kültürü belirler (Güngör, 1995: 206).

Bir toplumdaki değişim ve dönüşümleri en iyi yansıtan kurumların başında aile gelir. Ailenin ihtiyaçları ile toplumun ihtiyaçları arasında nitelik olarak bir farklılık söz konusu değildir. Bir ailenin devamı için hangi temel ihtiyaçlar gerekli ise, toplumun devamı için de aynı ihtiyaçlar gereklidir. İnsanın biyolojik, psikolojik, sosyal ve kültürel anlamda ihtiyaç duyduğu her şey, toplumun varlığı için de geçerlidir. Bu yönü ile ailenin sahip olduğu özellikler, toplum hakkında genel geçer ifadelerde bulunmaya, birtakım sonuçlar çıkarmaya da öncülük etmeye imkan tanır. Aslında aile yapılarının tanınması, bireysel ilişkilerin bilinmesi ve araştırılması, bir toplumun yakından tanınmasıyla doğrudan ilişkilidir.

Diğer toplumsal kurumlar gibi aile kurumunun da kendine özgü işlevleri bulunmaktadır. Sosyolojik açıdan bakıldığında toplumsal yapıdaki her bir kurum, birey ve toplumun biyolojik, psikolojik, sosyo-kültürel ve ekonomik anlamda çeşitli ihtiyaçlarını karşılama noktasında birtakım işlevlere sahiptir. Aile kurumunun en önemli işlevleri arasında

36

çocukların bakımı, yetiştirilmeleri ve toplum hayatına hazırlanmaları gelir. Çocuğun dünyaya getirilmesinde, fizyolojik ve ruhsal yönden korunmasında ailenin önemli görevleri bulunduğu gibi, bireylerin topluma uyumlu olmasında büyük katkıları bulunmaktadır (Gökçe, 1996: 155; Ozankaya,1997: 215).

Toplumdaki kurumların birden fazla işlevleri bulunabilir. Bir sosyal grup, yalnızca bir kurumun davranış biçimlerini kullanmadığından birbirinden farklı fonksiyonları olan kurumsal yapıların birey ve gruplar üzerinde farklı düzeylerde etkileri söz konusu olmaktadır. Aynı şekilde, bir kurumun sadece tek bir işlevi söz konusu olmayıp birden fazla işleve de sahip olabilir. Örneğin bir dinî grup, öncelikle din kurumunun işlevini yerine getirir. Ama bu grup aynı zamanda aile içi ilişkiler, çocukların eğitimi, dinlenme, para toplama ve harcama gibi diğer kurumsallaşmış işlevlerini de yerine getirir. Aynı biçimde devlet de bir yandan siyaset kurumu olarak işlevde bulunurken, bir yandan da aile, ekonomi, eğitim vb. kurumların gelişimiyle ilgili işlevlerde bulunur. Bu iki grup arasında amaç, metot ve yöntem bakımından farklılıklar çözülmelere yol açar. Dolayısıyla uyum halinde bir toplumun oluşabilmesi için toplumun bütünleşmesi esastır (Bilgin, 2009: 175-176).

Aile kurumu, bir taraftan insanların bir arada yaşamalarına imkân sağlarken, diğer taraftan ekonomik ihtiyaçlar; sevgi, dayanışma, korunma, güvenme ihtiyacı, çocukların yetiştirilmesi, yakın ilişkilerin kurulması vb. temel beşeri ihtiyaçlarının karşılanmasına katkı sağlar. Bireyin biyolojik, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik anlamda sağlıklı şekilde var olması ve varlığını sürdürebilmesi, büyük ölçüde aile müessesesi aracılığıyla sağlanmaktadır (Güngör, 1995: 206-8).

Aile, toplum içindeki bireylerin yaşam tarzlarını düzenleyen birtakım roller ve statüler üreten dinamik bir mekanizmadır. Yaşanan hızlı değişim sürecinin etkileri nedeniyle, aile yapılarının sarsıldığı durumlarda, aile bu temel işlevlerini gereği gibi yerine getiremez ve çeşitli toplumsal sorunlar ortaya çıkar (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 2011: 31). Aile kurumunda ortaya çıkan bu sorunlar, yalnızca aileyi ilgilendirmekle kalmayıp bütün toplumsal yapıyı etkilemektedir.

Her toplumun norm ve değerleri, kendi geleneksel yapılarına göre farklılık göstermektedir. Bu farklılık aynı toplum içindeki farklı aile yapılarında da kendini gösterir. Bu sebeple toplumun genel değerleriyle çatışmadığı sürece aynı din, millet ve

37

çevredeki aileler arasında bir takım farklı anlayışların olması son derece doğaldır. Ayrıca, küçük grupların kendine has iletişim ilişkileri sebebiyle bazı özel ilke ve normlar benimsemesi de olağan karşılanmalıdır. Toplumu var eden ortak inanç, değer ve normların soyut bir bütünü olan kollektif bilinç, aileyi de içine alır ve bireyleri etkileyerek küçük grupları da şekillendirir (Şatıroğlu, 2010: 75).

Her kültürün aile tipleri ve aileden beklentileri farklı olmakla birlikte, genel anlamda ailenin değişmeyen bir takım temel fonksiyonları vardır. Bunlardan ilki topluma yeni üyeler kazandırmaktır. Yani bir insanın doğuşu ancak aile içinde olursa meşru sayılır. Aile kendi çocuklarını kendi hayatını sürdürecek çağa gelinceye kadar yetiştirmek zorundadır. Çocuk, ailesi sayesinde toplumda bir mevki kazanır ve toplumun temel değerlerini de o vasıtayla öğrenir (Güngör, 1995: 208).

20. yüzyılda özellikle aile yapısında çözülme ve değişmelerin iyice belirginleşmiştir. Sanayileşmenin etkisiyle şehirleşme ve yeni çalışma hayatının etkileri, ailelerde yapısal değişime sebep olmuştur. Kentleşme, ekonomik zorunluluklar, her yönden yeni bir insan tipinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sanayi toplumlarında geleneksel aile yapısının yerini çekirdek aile almış, geniş aileler küçülmüştür. Ekonomik zorunluluklardan dolayı kadınların iş hayatına atılmaları, ailelerin çözülmesini daha da hızlandırmıştır. Günümüzde aile, dış etkilere karşı bir sığınak ve dayanışma imkânı olmaktan uzaklaşmıştır. Aile kurumunda yaşanan bu çözülme, karşılıklı bağımlılık ilişkileri çerçevesinde diğer kurumları da etkilemeye başlamıştır (Bilgin, 2009: 175).

Diğer kurumlarda olduğu gibi aile yapısında da değişmenin olması normal karşılanabilir. Ancak, geleneksel geniş aile yapısının çözülmesi, çekirdek aile modelinin yaygınlaşması, ailenin tümden yok olacağı anlamını taşımaz. Ayrıca, geleneksel geniş aile yapısının modern çekirdek aile yapısına dönüşmesi, ideal ve mükemmel bir yapıya kavuştuğu anlamını taşımaz. Bu yüzden, meydana gelen değişimin hangi yönde gerçekleştiğine, birey ve toplum açısından ne tür sonuçlara yol açtığına bakılmalıdır. Bununla birlikte her kurumun kendi döneminin koşulları içerisinde değerlendirilmesi daha uygun olacaktır (Duman, 2012: 21). Türkiye’de özellikle son yıllardaki boşanma oranlarındaki artış, boşanmanın toplum için sosyal problem olabilecek bir düzeye ulaştığını göstermektedir. 1990’lı yıllarda yavaş yavaş artış gösteren boşanma oranı, 2000 ile 2013 tarihleri arasında düzenli olarak artış göstermiş ve aileyi tehdit edecek

38

seviyelere ulaşmıştır. 2001–2013 yılları arasındaki evlenme ve boşanma ile evlenme ve boşanma hızları şöyledir:

Tablo 4: 2001-2013 Yılları Arasında Türkiye’de Evlilik ve Boşanma Oranları

Yıllar Evlenmeler Boşanmalar Evlenme Hızı (‰)

Boşanma Hızı (‰) 2001 544,322 91,994 7,96 1,35 2002 510,155 95,323 7,36 1,38 2003 565,468 92,637 8,05 1,32 2004 615,357 91,022 8,65 1,28 2005 641,241 95,895 8,90 1,33 2006 636,121 93,489 8,72 1,28 2007 638,311 94,219 9,09 1,34 2008 641,973 99,663 9,03 1,40 2009 591,742 114,162 8,21 1,58 2010 582,715 118,568 7,98 1,62 2011 592,775 120,117 8,02 1.62 2012 603,751 123,325 8,03 1,64 2013 600,138 125,305 7,89 1,65 Kaynak: TÜİK, 2014

Tablo 4’te görüldüğü gibi 2001-2013 yılları arasında evlenme oranlarıyla birlikte boşanma oranları da artmıştır. Boşanma oranlarındaki artışlar aile kurumunu sarsacak düzeye gelmiştir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının tarafından yapılan “Türkiye’de Aile Yapısı” araştırmasına göre, toplumsal yapıdaki değişim süreciyle birlikte, 2010 yılı itibariyle erkeklerde 26,5 ve kadınlarda ise 23,2 olarak görülen ortalama evlenme yaşında dikkate değer bir farklılık görülmemektedir. Aynı durum evli kişilerin toplam nüfusa oranı için de söz konusudur. 1935 yılı için tahminler yüzde 68,7’si gösterirken, 2011 yılına ait hesaplamalara göre toplam nüfusun yüzde 68,2’si evlidir. Buna karşılık boşanmalar giderek artmıştır. 1930 yılları için kaba boşanma oranı tahmini binde 0,2 iken 1990 ve 2003 yılları arasındaki donemde bu oran binde 1’in üstüne çıkarak binde 1,3 olmuş ve 2010 yılında da binde 1,6’ya yükselmiştir (2011:34-35).

Diyarbakır’ın toplumsal yapısına bakıldığında, geleneksel ve modern değerlerin bir arada yaşandığı geçiş toplumu özelliklerinin görüldüğü söylenebilir. Bir taraftan geleneksel değerler yaşatılmaya çalışılırken, diğer taraftan modern yaşam biçiminin aile yapılarında etkisi görülmektedir. Aile yapılarında geleneksel ve modern yaşam kodları

39

iç içe geçmiş durumdadır. Bu anlamda toplumsal olarak aileler arasında yaşam biçimi bakımından ‘geleneksel’ ve ‘modern aileler’ şeklinde kesin bir ayrım yapmak imkansız gibidir.

GAP idaresinin 1995 yılı araştırmasına göre, Diyarbakır’da kırsal alanda yaşayan ailelerin %62,6’sının, kentte oturanların %65,5’inin çekirdek aileye sahip olduğu tespit edilmiştir. GAP Bölge illerindeki aile tipine bakıldığında ise, bölge illerinin %63,2’sinin çekirdek, %33,6’sının ise geniş aile yapısına sahip olduğu belirtilmiştir. Beklenenin aksine bölge illerinde hem kırsal alanda, hem de kentlerde çekirdek aile yapısının hakim olduğu görülmektedir. Bunda bölgede yaşanan göçün önemli etkisi olmuştur (Erkan, 2005: 120).

Ailelerin yaşadıkları yerleşim yerleri, önemli ölçüde aile modellerini de göstermektedir. Geleneksel geniş aile yapıları, yerleşim yeri olarak daha çok sanayileşmenin olmadığı kırsal alanlarda daha yaygındır. Türkiye’de kır/kent nüfusun toplam nüfusa oranına bakıldığında; 1923 yılında kır nüfusu % 85 ve kent nüfusu %15 iken, tarımda makineleşme ve sanayileşmeyle birlikte 1950’lerde başlayan kırdan kente göçlerle bu oran 1980 yılında tersine dönmüş, kentleşme hızı ile bağlantılı olarak kentsel nüfus artarak devam etmiş, 2010 yılına gelindiğinde kent nüfusunun toplam nüfustaki payı %73, kır nüfusun payı ise %27 olmuştur (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 2011: 34). Sanayileşmeyle birlikte kent nüfusu artmaya başlamış, böylece geleneksel ailenin yerini çekirdek aile almıştır.

Toplum yapısı olarak muhafazakârlığı ile bilinen Diyarbakır’da son yıllarda geleneksel aile yapılarının yerini çekirdek aile modeline bıraktığı görülmektedir. Geleneksel aile tipinde din, gelenek ve görenekler hayatın her alanında kendini yoğun bir şekilde hissettirmekteydi. Eş seçiminden çocukların yetiştirilmesine, kadın erkek ilişkilerinden karı-koca ilişkilerine, evlilik törenlerinden nikâh kıyılmasına kadar dinin ve geleneğin etkisi görülmekteydi. Geleneksel ailede çocukların sayısı konusunda bir sınırlama olmadığı, erkek çocuk ailenin devamı ve ekonomik açıdan önemli görüldüğü gözlenirken, çekirdek ailede çocuk sayısının sınırlı olduğu ve çocuğun cinsiyeti konusunda fazla ayırımın olmadığı görülmektedir. Geleneksel ailede çocukların denetiminde babanın hâkimiyeti söz konusu iken, çekirdek ailede babanın otoritesinin

40

yanında diğer aile bireylerinin görüşleri, sosyal çevre, TV, internet, sosyal medya vb. iletişim araçları da etkin bir rol oynamaktadır (Ünal, 2013: 591).

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki aile yapısı incelendiğinde diğer bölgelere oranla ailelerin çocuk sayısının yüksek olduğu görülür. Diyarbakır ili, doğurganlık oranı ve ailelerin sahip olduğu çocuk sayısı bakımından yüksek oranlı olduğu illerin başında gelmektedir.

Tablo 5: Diyarbakır ve çevre illerdeki ortalama çocuk sayısı Yıllara göre çocuk sayısı

2009 2010 2011 2012 Gaziantep 3,13 3,05 3,00 3,10 Adıyaman 2,75 2,78 2,76 2,76 Kilis 2,90 2,96 2,78 2,89 Şanlıurfa 4,53 4,53 4,39 4,39 Diyarbakır 3,21 3,21 3,16 3,19 Kaynak: TUİK, 2013

2009-2012 yılları arasında Marmara Bölgesinde çocuk sayısı 1,52-1,78; Ege Bölgesinde 1,64-1,72; Akdeniz Bölgesinde 2,11-2,19; Karadeniz 1,73-1,84; Orta ve Doğu Anadolu Bölgesinde 2,77-2,93; Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ise 3,43-3,57 arasındadır. Güneydoğu Anadolu bölgesindeki ailelerin çocuk sayısı, diğer bölgelerdeki ailelere oranla daha yüksek görülmektedir. Bölgede ise, Şanlıurfa’dan sonra ailelerin en çok çocuk sahip olduğu il Diyarbakır’dır.

Diyarbakır’da, sanayileşmenin yol açtığı çözülmelerin yanı sıra, bölgede yaşanan etnik ve dini terör, göç, etnik milliyetçilik, aşiret kültürü, yanlış töre ve namus algısı, cehalet ve yoksulluk gibi sorunlar birlikte düşünüldüğünde aile kurumunda ortaya çıkan travmalar daha iyi anlaşılabilecektir. Bölgenin kendine has sorunlarının aile üzerindeki etkilerini kısaca şu şekilde ele alabiliriz:

Bölgedeki etnik ve dini motifli terör hadiseleri tüm bölgede olduğu gibi, Diyarbakır’ın aile ve toplumsal yapısı üzerinde de önemli ölçüde etkili olmuştur. Bilgesam (2009: 40) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, terörün yaşandığı illerin başında Batman, Bingöl, Diyarbakır gelmektedir. Güneydoğuda göç etme nedenlerinde etkili olan faktörlere bakıldığında; %47,92 ile ekonomik nedenler, %20,44 ile eğitim imkanları,

41

%9,01 ile PKK/Hizbullah terör olaylarının en önemli göç etme nedenleri olarak belirtildiği görülmektedir.

Tablo 6: Göçe Neden Olan Faktörler

Yüzde (%)

Ekonomik nedenler (işsizlik-fakirlik) 47,92

Çocukların eğitimi ve daha iyi bir gelecek 20,44

Diğer nedenler 15,94

Yeni sosyal imkânlar ve fırsatlar 14,03

Güvenlik nedeniyle köy boşaltma 12,12

PKK/ Hizbullah / terör 9,01

Kan davası 5,89

Kaynak: Bilgesam, 2009:30

Tablo 6’da görüldüğü gibi göçe etki eden en önemli faktörler arasında, ekonomik nedenler (işsizlik-fakirlik) ile çocukların eğitimi ve daha iyi bir gelecek kaygısı yer almaktadır. Tabloda göç nedenleri asında belirtilen güvenlik nedeniyle köy boşaltma ve PKK/Hizbullah/Terör nedeniyle göç etme maddeleri birbiriyle yakından ilişkilidir. Bu iki madde birlikte düşünüldüğünde terör sebebiyle yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalanların oranı %21,13’e yükselmektedir.

Günümüzde her ne kadar PKK ve Hizbullah terörü eskisi kadar toplumsal hayatın üzerinde etkili olmasa da, bölgede psikolojik, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla bir sorun olmaya devam etmektedir. Ancak, siyasi ve ekonomik problemlerin yanı sıra, uzun süredir devam eden terörden kaynaklanan bireysel ve toplumsal travmalar yaşanmaya devam etmektedir.