• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 4: 19. YÜZYIL ISLAHAT HAREKETLERİ

4.3. Abdülmecit Dönemi ve Tanzimat Ordusu

Padişah II. Mahmut’un 1839 yılında ölümünden sonra yerine Sultan Abdülmecit geçmişti. Yeni Padişah da babası gibi reformcu bir hükümdardı. Ancak bu seferki reformların çoğu siyasal alanda yapılmıştır. Şüphesiz ki bu döneme damgasını vuran olay, Tanzimat Fermanı olarak bilinen Gülhane hattı Hümayunu’nun ilan edilmesidir. 9 Kasım 1839’da Reşit Paşa tarafından hazırlanarak ilan edilen Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devletinde o güne kadarki askeri reform çalışmalarının aksine siyasi ve toplumsal alanlarda yapılmaya çalışılmış ilk reform teşebbüsüdür. Yapılan reformların çoğu adalet ve maliye alanlarında olmakla birlikte, kanunların uygulamasında gayri müslimlerle müslümanların eşit tutulacağının beyan edilmesi fermandaki en dikkat çekici maddedir.

Topkapı Sarayı’nın Gülhane bahçesinde, Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan Gülhane Hattı Hümayunu’nun ilan törenine, Padişah Abdülmecit’in yanısıra askeri, mülki ve ilmiyeye mensup kişiler, Hristiyan cemaatinin liderleri ile yabancı elçiler de katılmıştı. Ayrıca başka bir törenle Sultan Abdülmecit, Hattı Hümayun’un ilkelerine bağlı kalacağına dair and içmişti. Bu and, çeşitli sorumlu görevlerde bulunan devlet adamları tarafından da yapılmıştı. Gerek Hattı Hümayunun içeriği ve gerekse ilan ediliş şeklinin, bununla ilgili yapılan diğer törenlerin Hattı Hümayuna bir anayasa özelliği verdiği konusunda da değerlendirmeler yapılmaktadır (Haksun, 2004:247).

Tanzimat Fermanı’nın anayasa özelliği taşıdığına dair ileri sürülen fikirlerin aksine Niyazi Berkes ve Mümtaz Turhan bu görüşe katılmamaktadır. Berkes’e göre;

“Bizim kesin olarak söyleyebileceğimiz, Tanzimat hattının bir anayasa, hatta bir kanun olmadığıdır. Avrupa’da hükümdarların kendi yetkileriyle halkın hakları arasındaki ilişkilerde değişiklikler yapılacağını vaadeden, charte (senet, latince carta) türünden bir belgedir. Bu belgeye dayanılarak ya bir yazılı anayasa yapılması yoluna gidilebilir ya da bir dizi yeni kanun hazırlanır. Tanzimatta seçilen yön ikincisi olmuştur” (Berkes, 2004: 214).

Turhan’a göre de;

“Padişahın, bütün vükela ve ümeranın, ecnebi devletlerin İstanbul’daki mümessillerinin huzurunda, büyük bir debdebe ile 3 Kasım 1839’da, Gülhane’de Reşit Paşa tarafından okunan Hatt-ı Hümayun, haddi zatında muayyen noktalarda toplanlanan bir ıslahat programı olmaktan ziyade Osmanlı İmparatorluğunun esas teşkilatını, amme hukukunu değiştirmek isteyen bir “Charter” di. Bu ferman ile padişah bizzat kendi rızasıyla salahiyetlerinin bir kısmından feragat ettiğini, buna mukabil tebasına bazı haklar verdiğini ilan ediyor ve bu taahhütlerine sadık kalacağına dair yeminle teminat veriyordu” (Turhan, 1988: 167).

Tanzimat Fermanının askerlik alanında getirdiği en önemli yenilik ise sınırsız olan askerlik süresinin, bir esasa bağlanarak vatan borcu haline getirilmesidir. Tanzimata kadar yapılan askerlik düzeninde ocak şeklinin dışına çıkılamamıştı. Nizam-ı Cedit ordusu batılı asker ve eğitime göre kurulmasına rağmen, yapısı ve kadroları bakımından bir ocak şeklinde teşkil edildiği için doğulu bir karakter taşımaya devam etmişti. II. Mahmut devrinde kurulan, Asakir-i Mansure Ordusu da tıpkı Nizam-ı Cedit gibi yapı ve kadro bakımından doğulu, silah ve eğitim yönünden Batılı bir ordu olmuştu. Devletin savaş meydanlarında arka arkaya uğradığı yenilgiler ve ekonomik durum orduya asker almayı son derece güçleştirmişti. Evli veya bekâr gençler, vilayetlerde yakalanıp elleri kelepçeleniyor ve en yakın deniz kıyısındaki kasabalara götürülüyorlardı. Orada başkalarının kendilerine katılmalarını beklerken, pislik içinde bir hapis hayatı geçiriyorlardı. Gemilerle İstanbul’a götürülen gençler, buradan da hayatları müddetince hizmet etmek üzere, ordu alaylarına ve harp gemilerine gönderiliyorlardı. Bu şekliyle askerlik hizmeti, bir dereceye kadar kürek mahkûmiyetini andırmaktaydı (Karal, 1983:178).

İşte bu nedenle Gülhane Hattı Hümayunun’da askerlik hizmetinin düzenlenmesinin gerekliliği aşağıdaki satırlarla açıklanmıştı:

“Vatanın korunması için ahalinin asker vermesi kutsal bir borçtur. Ancak şimdiye kadar olduğu gibi memleketin türlü bölgelerinin mevcut nüfusuna bakılmayarak, kimisinden kaldırabileceğinden fazla, kimisinden ise az asker istenmiştir ki, bu ise hem düzensizliğe sebep olmakta, hem de ziraat ve ticaret gibi işleri aksatmaktadır. Kaldı ki askerliğe gelenlerin, hayatlarının sonuna kadar askerlik yapmak zorunda olmaları, kendilerinde ruhi yorgunluk doğurmakta ve ailesiz bırakmaktadır. Bu zararları önlemek için, İmparatorluğun her bölgesinden gerektiği vakit istenecek asker için bazı iyi usuller kabul edilmesi ve askerlik müddetinin dört beş sene olarak bağlanması gereklidir” (Karal, 1983: 179).

İşte bu satırlarla, yeniden düzenlenmesinin gerekliliği açıklanan askerlik hizmeti, gayri müslimler de dâhil, bütün Osmanlı tebasını da kapsayacak şekilde bir vatandaşlık ödevi haline getirilmişti. 1843 yılında çıkarılan bir yasayla da Osmanlı Ordusu, Fransız ve Prusya ordularının teşkilatları göz önünde tutularak yeniden düzenlenmeye başlamıştı. Serasker Rıza Paşa, Abdülkerim Nadir Paşa ve Mütercim Rüştü Paşa gibi önemli devlet adamlarının katkılarıyla hazırlanan yeni teşkilata göre Osmanlı Ordusu dört bölüme ayrılıyordu. Bunlar; Muvazzaf Kuvvetler, Yedek Kuvvetler, Yardımcı Kuvvetler ve Başıbozuk Kuvvetlerdir (TSK Tarihi 3/5, 1978:201).

Ordunun esas muharebe gücünü teşkil eden ve birbirinden ayrı merkezlerde bulunan Muvazzaf Kuvvetler beş orduya ayrılmıştı:

Birinci Ordu: Hassa Ordusu, Merkezi İstanbul İkinci Ordu: Dersaadet Ordusu, Merkezi Üsküdar Üçüncü Ordu: Rumeli Ordusu, Merkezi Manastır

Dördüncü Ordu: Anadolu Ordusu, Merkezi Harput (Elazığ) Beşinci Ordu: Arabistan Ordusu, Merkezi Şam idi.

1848 yılında teşkilatta yeni bir değişiklik yapılmış ve ordu adedi de altıya çıkarılmıştı. 1 nci Hassa Ordusu, merkezi İstanbul, bölgesi İstanbul ve Batı Anadolu

2 nci Ordu, merkezi Şumnu, bölgesi Tuna havzası

3 ncü Ordu, merkezi Manastır, bölgesi Makedonya, Bosna-Hersek 4 ncü Ordu, merkezi Erzincan, bölgesi Doğu Anadolu

5 nci Ordu, merkezi Şam, bölgesi Şam ve Halep illeri 6 ncı Ordu, merkezi Bağdat, bölgesi Irak.

Her ordu bir müşirin komutasına verilmişti. Ancak Hassa Ordusu, Seraskerin komutasında bulunuyordu. (TSK Tarihi 3/5, 1978: 202)

1834 yılında Prusya sistemi örnek alınarak teşkil edilen Redif birlikleri, Osmanlı ordusunun Yedek Kuvvetlerini oluşturuyordu. 1843 yılında yapılan yeni düzenlemeyle mevcut redif askerleri muvazzaflığa nakledilmiş, beş yıl olarak kabul edilen muvazzaflık süresini bitirenlerin, yedi yıl da memleketlerinde redif olarak bulunmalarına karar verilmişti. Bu yeni düzenlemede her ordu bölgesi, muvazzaf alayların adedi kadar redif bölgelerine ayrılarak, her redif bölgesinde, dört taburlu bir redif alayı kurulmuştu. Muvazzaflık süresini bitirerek redife geçen erler, yılda bir kez bağlı oldukları tabur merkezlerinde bir ay eğitim yapacaklar ve bu süre içinde muvazzaf askerler gibi maaş ve tayin alacaklardı (TSK Tarihi 3/5, 1978:203).

1848 yılında yapılan teşkilata göre oluşturulan redif birlikleri şunlardır:

Hassa Ordusu Redif Alayları: Merkezleri sıra ile İzmit, Bursa, İzmir, Aydın Afyon ve Isparta’da bulunan altı piyade alayı ve Bursa, Aydın ve Isparta’da üç süvari alayı ve yine Isparta’da bir topçu alayı.

Dersaadet (İstanbul) Ordusu Redif Alayları: Merkezleri Edirne, Bolu, Ankara, Çorum, Konya ve Kayseri’de altı piyade alayı ve Bursa, Aydın ve Isparta’da üç süvari alayı ve yine Isparta’da bir topçu alayı

Rumeli Ordusu Redif Alayları: Merkezleri Manastır, Selanik, Yanya, Üsküp, Sofya ve Şumnu’da altı piyade alayı.

Anadolu Ordusu Redif Alayları: Merkezleri Sivas, Tokat, Harput (Elazığ), Erzurum, Diyarbakır ve Kars’ta altı piyade alayından oluşmaktaydı.

Her ordudaki redif piyade alayları da dörder taburdan oluşmaktaydı (TSK Tarihi 3/5, 1978:203-204).

Osmanlı ordusunda muvazzaf ve Yedek Kuvvetlerin yanısıra Yardımcı Kuvvetler olarak nitelendirilen askerlerde bulunmaktaydı. 1843 yılında kabul edilmiş olan askeri usüllerin ve teşkilatın, özerk ve yarı özerk durumda bulunan eyaletlere uygulanmasına imkân yoktu. Bu nedenle, söz konusu eyaletlerin Osmanlı Devletinin herhangi bir devletle savaşması durumunda, yardımcı askeri birlikler göndermeleri zorunlu hale getirilmiştir. Buna göre gerektiğinde çeşitli eyaletlerden orduya katılacak kuvvetler şöyleydi: Sırbistan’dan 20.000 kişi, Arnavutluk’tan 30.000 kişi, Mısır’dan 40.000 kişi, Bosna ve Hersek’ten 30.000 kişi Trablusgarp ve Tunus’tan 10.000 kişi olmak üzere toplam 110.000 kişilik bir yardımcı kuvvetler oluşturulacaktı (Şevket, 1983:12).

Bir savaş halinde, yukarıda sayılan kuvvetlerden başka, gönüllü olarak orduya 40– 50.000 kişinin katılacağı, bundan başka Jandarma ve bekçilik görevi için Dobruca bölgesinden ve Tuna Kazaklarından yararlanılabileceği düşünülüyordu. İşte bütün bunlar düzenli ordunun dışında kaldığı için, kendilerine Başıbozuk Kuvvetler deniliyordu (Karal, 1983).

Osmanlı Devletinin yukarıda açıkladığımız teşkilata dayanarak bir savaş halinde çıkarabileceği kuvvetler; 138.680’i muvazzaf ordu, 138.680’i redif ordu, 110.000’i yardımcı kuvvetler, 61.500’ü başıbozuk kuvvetler olmak üzere 448.860’ı bulacağı kabul edilmekteydi. Ancak bu kuvvetler içinde yardımcı kuvvetlere fazla güvenilemezdi. Hristiyan olan askerlerin her zaman taraf değiştirme ihtimali bulunuyordu. Başıbozuk kuvvetlerin de, savaşta pek yararlı olamayacakları açıkça görülüyordu. Bu nedenle, Osmanlı Ordusunun savaştaki gerçek gücünün 200.000 civarında olabileceği kabul ediliyordu. Aslında iyi eğitim gördüğü ve donatıldığı takdirde bu da, küçümsenecek bir kuvvet değildi.

Bireysel hak ve ödevler açısından Tanzimat Fermanına dayanarak 6 Eylül 1843’te çıkarılan bu kanun, Osmanlı tarihinde askerlik alanındaki en önemli yenilikleri de beraberinde getirmiş oluyordu. Ocak usulündeki zorunlu askerlik kaldırılıyor, yerine kur’a usulü getiriliyordu. Avrupa ordularının silah ve eğitim usullerinin yanısıra kuruluş kadroları da alınıyordu. Piyade, süvari ve istihkâm birlikleri için Fransız talimnameleri

alınırken, Topçu birlikleri ise Prusya subayları tarafından yetiştirilmeye başlanmıştı (Karal, 1983:179).

1844 yılından itibaren her bölgeden genişliğine ve nüfusuna göre orantılı bir sayıda asker alınmasına başlandı. Her aileden bir kişinin askere alınması kural olarak kabul edilmekle beraber tek çocuklu ailelerden de asker alınmıyordu. Bütün bu yeniliklerin şüphesiz ki halkta büyük memnuniyet uyandırması bekleniyordu. Üstelik Tanzimat Fermanını hazırlayanların diğer bir hedefi de gayrimüslim tebaa ile müslüman halkı kaynaştırmaktı. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu tarihten beri “cizye” vererek askerlikten muaf olan hristiyan tebaa, artık kanun önünde müslümanlarla eşit olmakla birlikte askerlik açısından da aynı sorumlulukları taşıyorlardı. Ancak hristiyan tebaa, gelişmelerden memnun kalmamıştı. Yüzyıllardır askerlik yapmadıkları için, yapılan bu yeniliği istemiyorlardı. Rumlar da devlet içindeki ayrıcalıklı statülerinin kaybolacağını düşünerek, Tanzimat Fermanına başından beri karşıydı. Müslüman halktan da göçebe halde yaşayanların bir kısmı askerlik ödevini kabul etmek istemiyordu. Hatta bu nedenle Anadolu ve Rumelinin bazı dağlık bölgeleri ile Lübnan’da ayaklanmalar bile olmuştu. Ayaklanmaları bastıran hükümet, hristiyanlardan gelen taleplere de direnemeyerek, hristiyan tebaa’nın askerlik yapmasıyla ilgili kanunun ertelenmesinin daha uygun olacağına karar verdi. Böylece Tanzimat Fermanının eşitlik prensibi, askerlik açısından kâğıt üzerinde kalmış oluyordu (Karal, 1983:180 ; Berkes, 2004:245).

4.4. Polonyalı Mülteci Subayların Çalışmaları:

15. yüzyılda Avrupa’nın büyük devletlerinden birisi olan Polonya, bu nedenle Varna ve Niğbolu’da Osmanlılarla çatışmak zorunda kalmış, ancak bir süre sonra Osmanlı devleti ile canlı bir ticari ve kültürel alışverişin içine girmişti. Osmanlı devlet adamları, daha o yıllardan itibaren Polonya’nın varolması ve güçlü kalmasının kendileri için de hayati önemi olduğunu kavramışlardı. Ancak Polonya hükümdarları önceleri bunu kavrayamamış olacaklar ki, 1683 II. Viyana kuşatmasında Osmanlı ordusuna saldırıda bulunmuşlardı. Polonya Kralı Jan Sobleski,1683 Viyana kuşatmasında Kahmenberg tepelerinden Osmanlı ordusuna saldırarak, kuşatmanın ve ordunun çözülmesini sağlamıştı. Zafer kazandığını düşünen Polonya Kralı, ülkesinin başına ileride açılacak dertlerin farkında değildi. Nitekim bu tarihten sonra hızla güç kaybeden Osmanlı

devletinin aksine, büyük bir hızla güçlenen Rusya devleti, Polonya’yı tehdit etmeye başlamıştı. İşte bu durum nedeniyle, Osmanlı-Polonya ittifakı oluşturulmuş, hatta Rusya ve Avusturya’ya karşı hayati bir birliktelik meydana getirilmişti (Ortaylı, 2000:186). 1711 yılında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında meydana gelen Prut Meydan savaşında iki devletin müttefik olarak bulunduğu görülmektedir. Yine 1768 yılındaki Osmanlı-Rus savaşının ortaya çıkış nedeni de Rus Çariçesi II. Katerina’nın Polonya devletinin iç işlerine karışması olmuştur. Bu savaşta, Osmanlı Devleti ağır bir yenilgiye uğramış ve Rusya tarafından Polonya’nın parçalanmasına engel olamamıştır. Ancak Polonya’nın parçalanmasını kesinlikle kabul etmeyen Osmanlı Devleti, yapılan bu taksimi hiçbir zaman tanımadı. Hatta Osmanlı sarayının protokolündeki en önemli yere namevcud durumdaki Lehistan elçisi sahip bulunmaktaydı. Güya resmi törenlerde Çavuşbaşının “Lehistan elçisi” diye seslenip, sonra “henüz yoldadır” diye bildirimde bulunması, bu dönemle ilgili politikayı gösteren bir söylentidir (Ortaylı,2000:187).

19.Yüzyılda Rusya ve Avusturya’dan kaçmak zorunda kalan Macar ve Polonyalı yurtseverlerin Osmanlı devletine sığınması, iki devletin ilişkilerinde yeni bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı Devletinin 19. yüzyıl ortalarındaki zor durumu göz önüne alındığında, bu devletin Polonyalı ve Macar mültecilerin yaşam hakkını Rusya ve Avusturya’ya karşı savunması bu gün bile Polonya tarafından takdirle anılmaktadır. Osmanlı Devleti, sadece mültecilerin haklarını savunmakla kalmamış, aynı zamanda 1831 Polonya ihtilalinden sonra, sürgünde kurulan bir hükümet sayılabilecek “Polonya Milli Komitesi”ni de tanımış ve komitenin İstanbul’daki temsilcisine adeta bir elçi muamelesi yapmıştır. 1831 yılında Polonya’daki ayaklanmadan sonra, bazı mültecilerin de İstanbul’a gelerek Osmanlı hizmetine girdiğini görmekteyiz.

Osmanlı Devleti’nin hizmetine ilk giren Polonyalı, Chrzanowski Wojcieh isimli bir generaldir. Chrzanowski, Polonya ayaklanmasına katılmış, ayaklanma bastırılınca da, önce Avusturya Galiçya’sına gitmiş sonra Belçika’ya, oradan da İngiltere’ye geçmiştir. Burada İngiliz uyruğunu kabul eden Chrzanowski, Prens Adam Czartoryski’nin kısa sürede gözüne girerek güvenini kazanmıştır. Bu sayede İngiliz hükümeti tarafından askeri reform çalışmalarına katılmak üzere İstanbul’a gönderilmiştir(Ortaylı, 2000:187). 1838 yılında İstanbul’a üçüncü defa geldiğinde, yanında Zablowski ve Kovalsk isimli iki Polonyalı subay daha bulunmaktaydı. Tam da bu sıralarda, Osmanlı Devleti bir

taraftan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa isyanıyla uğraşırken diğer taraftan da ordusunu modernleştirmeye çalışıyordu. Bu şartlar altında, yetenekli bir general olan Chrzanowski, Osmanlı yöneticileri tarafından memnuniyetle kabul edildi ve hemen işe girişmesi için talimat verildi.

Serasker Hüsrev Paşa, Chrzanowski’yi Anadolu ordusu komutanı Hafız Paşa’nın yanına müsteşar olarak tayin etti. Mehmet Ali Paşa’ya karşı, başarılı bir savunma için gerekli kıtaların reformu üzerinde çalışacak olan General Chrzanowski, maiyetindeki Zablowski ve Kovalski ile beraber Diyarbakır’a gitti. Bu tayin üzerine Prusya elçisi Konigömark, Avusturya Maslahatgüzarı Von Klezi ve Rus maslahatgüzarı Boutinev protestoları ardı ardına sıraladılar. Buna karşılık İngiltere büyükelçisi Ponsolay, Chrzanowski’nin İngiliz tebası olduğunu belirterek, bu protestolara karşı, Osmanlı hükümetinin yanında yer aldı. Her üç devlet de Polonyalı generalin tayinini engellemeye çalıştılar, hatta Prusya elçisi Konigömark Osmanlı hükümetine “Bundan böyle kendilerinden reform çalışmaları için hiçbir Prusyalı subayın talep edilemeyeceğini “tehdit yollu bildirmişti. Bütün bunlara rağmen Diyarbakır’a gönderilen Chrzanowski, mahiyetindeki diğer personelle birlikte ordu merkezinde Hafız Paşa tarafından törenle karşılandı. Burada bulunduğu süre boyunca, oldukça yararlı çalışmalarda bulunmuş hatta Bağdat’ta bir süvari bölüğü bile teşkil etmişti (Ortaylı, 2000:188).

1849 yılında, Macar ihtilalinin Rusya’nın müdahalesi nedeniyle başarısız olması sonucunda, Macar ve Polonyalı savaşçıların bir kısmının da Osmanlı Devleti’ne sığındıkları görülmektedir. Polonyalı mülteciler arasında General Bem, Dembinsky, Wisocki ve Bulharin gibi isimler bulunmaktaydı. General Bem, bir süre sonra din değiştirerek Murat Paşa ismini almıştır. Vidin Kalesi Komutanı Ziya Paşa tarafından törenle karşılanan Murat Paşa’nın yanında çok sayıda subay ve asker de müslümanlığı kabul etmişti. Dinini değiştirmeyenler için de Vidin Kalesinde bir kilise tahsis edilmişti. Yurarıda saydığımız generallerden başka, üç albay ve on kadar binbaşıyla birlikte, Eylül 1849’da sadece Vidin Kalesinde 6778 mülteci savaşçı bulunmakta olup, bunların 1200 kadarı da Polonyalıydı.

Bütün baskılara rağmen geri verilmeyen Macar mültecilerin hemen hemen tamamı, bir süre sonra ülkelerine dönerken, Polonyalı mülteci subayların çok büyük bir kısmı

Türkiye’de kalmayı seçtiler. Görev ve rütbelerine göre, eşit olarak Osmanlı ordusundaki yeni görevlerine tayin edilen subayların bir kısmı da müslümanlığı kabul etti. General Bem, Murat Paşa ismini alırken, Szarzcinski Osman Bey, Tabatsinski Ali Bey, Kont Kossielski de Sefer Paşa isimlerini almışlardı. Ayrıca, Ömer Paşa ismini alan Kont Kossielski 1849 yılında Rumeli orduları komutanı, Kırım savaşında da Serdar-ı Ekrem olmuştu. 19.yüzyılda Osmanlı ordusunda yapılan reformlarda büyük rol oynayan subaylardan Mustafa Celaleddin Paşa’da müslümanlığı kabul etmiş olan Polonyalı Kont Konstantin Borzecki’dir. Mustafa Celaleddin Paşa Osmanlı hizmetinde bulunduğu sırada topçuluk konusunda yeni metodlar geliştirmiş, haritacılık alanında çalışmış, hatta Türk ulusçuluğunun ilk öncü eseri sayılabilecek bir de kitap yazmıştır. Karadağ muharebesinde, mirliva rütbesiyle savaş alanında şehit düşen Mustafa Celaleddin Paşa’nın Osmanlı Devletini, uğruna canını verecek kadar benimsediğini söyleyebiliriz (Ortaylı, 2000:190).

Osmanlı ordusunda yapılan reformların öncü kişiliklerinden Saadettin Nüzhet Paşa (General Bilinski) ve Sadık Rıfat Paşa’(General Michael Czaikowski) nın yanı sıra, Mahmut Hamdi Paşa’nın da müslümanlığı kabul eden Polonyalı subaylar olduğu görülmektedir. General Zamowinski, Sobieszcanski, Wilkoszevski ve diğer 17 subay ise dinlerini değiştirmeden Osmanlı ordusunda hizmet etmeye devam etmişlerdir. Din değiştirmeyen Polonyalı subaylardan Yüzbaşı Stanislas Ostrarog’un da sadece askeri hizmetleriyle değil, İstanbul’un kültür hayatına yapmış olduğu büyük katkılarla da tanındığını görmekteyiz (Ortaylı, 2000:190).

Osmanlı Devletinin, mültecileri geri vermeyerek onlara sahip çıkması, Paris ve Londra gibi Avrupa başkentlerinde büyük memnuniyet yaratmış ve Avrupa kamuoyunun, Osmanlılar lehine dönmesini sağlamıştır. Osmanlı devletine büyük yararlılıkları dokunan Polonyalı mülteci subaylar, diğer yabancı subaylardan farklı olarak burayı vatanları gibi benimsemiş ve bu sayede başarılı olmuşlardır. Bugün itibariyle İstanbul’da bulunan Polonezköy o zamanki mültecilerin yerleşmesiyle kurulmuş ve hala bazı Polonyalı vatandaşlarımızın da yaşadığı bir yerleşim birimidir.