• Sonuç bulunamadı

1.6. Avrupa Birliği Bankacılık Sistemi

1.6.2. AB Bankacılık Sistemi’nin Sorunları

Avrupa Merkez Bankaları Sistemi Bankacılık Denetim Komitesi tarafından, önemli sınır ötesi faaliyetler gerçekleştiren AB bankacılık gruplarının bir haritalandırma çalışması yürütülmüş olup, buna göre toplam AB banka aktiflerinin yaklaşık yüzde 68’inin 46 sınır ötesi finans kuruluşu tarafından sahip olunduğu ortaya çıkmıştır. Bunlar arasından en önemli 16 sınır ötesi finans kuruluşu AB banka aktiflerinin üçte birine sahiptir ve AB banka aktiflerinin ortalama yüzde 38’ini kendi ülkeleri dışında tutmaktadırlar ve AB ülkelerinin yarısında faaliyetlerde bulunmaktadırlar (bkz. AMB 2005 ve 2006). Yasal, düzenleyici ve denetleyici çerçevenin özellikle hazinenin merkezileştirilmesi ve risk yönetimi fonksiyonları ile bu hızla büyüyen sınır ötesi varlığın hızına yetişmesi mümkün olmamıştır. IMF finansal istikrarın sağlanması açısından AB’nin daha bütüncül bir yaklaşıma ihtiyacı olduğunu dile getirmektedir. Nitekim 2007 yılı sonunda başlayan küresel krizle birlikte AB bankalarının büyük oranda etkilenmiş olması bu gerçeğin varlığını onaylamıştır (Poghasyan ve Cihak, 2009: 32).

1957 yılındaki Roma Antlaşması’ndan bu yana, AB tek bir finansal pazar kurmak için çabalamaktadır. Bu amaca yönelik önemli bir ilerleme kaydetmiştir; ancak sürecin tamamlanması ve ilgili risklerin yönetimi, finansal istikrara ulaşmak için bütüncül bir

25 Avrupa Parasal Birliği’nin ilk üyeleri on bir ülkedir. 1 Ocak 2001’de Yunanistan katılmıştır. Danimarka ve

yaklaşımı gerektirmektedir. Siyasi tercihlerin yanı sıra yasal ve kurumsal düşünceler, sınır ötesi finansal istikrar düzenlemeleri konusunda bugüne kadar ilerleme kaydedilmesinde sınır oluşturmuşlardır (Poghasyan ve Cihak, 2009: 32).

Temel sorun, ulusal denetçilerin vekâlet sorumluluklarının ulusal hükümetlere ve parlamentolara karşı olmasıdır. Bu onların ortak AB hedefleri doğrultusunda çalışma isteklerini kısıtlamaktadır.IMF çoğu zaman finansal istikrar için AB’nin ortak sorumluluğa ve hesap verebilirliğe ihtiyacı olduğunu vurgulamakta ve bunların daha eksiksiz bilgi paylaşımı (aynı zamanda AMB ile) ve daha iyi kriz önleme, kriz yönetimi ve çözümleme çerçeveleri ile desteklenmesinin gerektiğini söylemektedir (Poghasyan ve Cihak, 2009: 32).

AB, bir dizi sınır ötesi kriz yönetimi ilkesi ve bunları destekleyen bir Mutabakat Bildirisi kabul etmiştir. Ekim 2007’de Ekonomik ve Mali İlişkiler Konseyi (ECOFIN) tarafından kabul edilen bu ilkeler ile üye devletleri, kriz zamanlarında olası kötü ekonomik etkileri en düşük toplam kolektif maliyetleri düzeyine indirmek için hareket etme taahhüdü vermektedir. Maliyetlerin minimizasyonu çözümüne ulaşmak için kamu kaynaklarına gereksinim varsa, o zaman doğrudan bütçe net maliyetleri üye ülkeleri arasında eşit ve dengeli kıstaslara dayanarak paylaştırılmalıdır. Üzerinde anlaşmaya varılan son Mutakabat Bildirisi bu ilkeleri uygulamak istemektedir. Finansal istikrar sorunlarını yönetmek amacıyla üye devletler, ulusal ve sınır ötesi düzenlemeler koymayı, kriz yönetimi için bir dizi ortak kural ve bir krizin sistemik doğasını belirlemek için ortak bir değerlendirme çerçevesi oluşturmayı taahhüt etmektedirler.Sınır ötesi bankaların ödeme gücü sorunlarıyla başa çıkmak için yasal çerçeveyi iyileştirme süreci halen devam etmektedir. Bununla birlikte, mevduat garanti planlarında iyileştirilmeler, erken müdahale ve yeniden yapılanma yöntemleri için bir çerçeve oluşturulması ve sınır ötesi aktif aktarım engelleriyle ilgili bir değerlendirme yapılması konularında çalışmalar gerçekleştirilmektedir (Poghasyan ve Cihak, 2009: 32-33).

Düzenleyici ve denetleyici yakınlaşmasını sağlamayı amaç edinen Lamfalussy çerçevesi de güçlendirilmektedir.Çerçeve, AB düzeyinde mali sektör kural oluşturma sürecini kolaylaştırmak ve bu kuralların ulusal düzeyde daha tutarlı uygulanmasını sağlamak için kurulmuştur. Bu çerçevenin “Seviye 3 Komiteleri” olarak adlandırılan birimi, ulusal denetleyicileri bir araya getirirken arzu edilen yakınlaşmayı sağlamak üzere görevlendirilmişlerdir. Aralık 2007 ECOFIN’i bu komiteleri güçlendirmek için, kuralların bağlayıcı olmayan doğasını korumak koşuluyla onlara daha fazla kaynak vererek nitelikli çoğunluk oylaması için etki alanını tanıtan ve bu komiteler tarafından yayınlanan kuralların ulusal uygulama alanını güçlendirmeye yönelik, reformlarla ilgili bir yol haritası başlatmıştır (Poghasyan ve Cihak, 2009: 33).

Kriz yönetimi ilkeleri, kolektif bir sorumluluk ve maliyetleri paylaşmak ile ilgili gerekliliği ortaya koymaktadır. Buna karşın, ciddi bir krizin varlığı durumunda, ulusal çıkarlar bu ilkelerin ve bağlayıcı olmayan Mutabakat Bildirisi’nin içinde gömülü olan iyi niyetlerin önüne geçebilmektedir. Dahası, Mutabakat Bildirisi sınır ötesi finansal istikrarın kurulması için karmaşıklık ekleyerek ilkelerin uygulanmasını zorlaştırmaktadır. Sonuçta, zamanında ve kolektif maliyet minimizasyonu çözümleri hala ulaşılabilecek uzaklıktadır. Buradaki temel zorluklar, demirlenmiş ulusal mali istikrar çerçevelerinin yasal açıdan desteklenmesi ve üzerinde anlaşmaya varılmış ortak ilkelerin ilgili taraflar tarafından uygulanması isteği olmaktadır (Poghasyan ve Cihak, 2009: 33).

2007 yılında A.B.D.’de başlayan finansal ve ekonomik kriz ile ardından 2009 yılında gelen borç krizi Avrupa çapındaki bankaları da olumsuz yönde etkilemiştir. İlk olarak finans sektöründe bir patlama olmuş, daha sonra ekonomik düşüş yaşanmış, bunun sonucunda ülkelerin borç krizi ortaya çıkmış ve bu zincirleme reaksiyon bankaların ciddi sorunlardan etkilenmesine sebep olmuştur (ABF, 2010: 10). 2007 yılında patlak veren finansal krizin ortaya çıkış süreci incelendiğinde krizin başlangıcının 2000’li yıllara dayandığı görülmektedir. Bilindiği gibi 2000’li yılların başında internet/teknoloji şirketlerinin hızla yükselişe geçmesi ile birlikte piyasalarda yeni ekonomi modelinden bahsedilmeye başlanmış, bu modelin merkezindeki teknoloji firmaları yatırımcılara büyük kazançlar sağlar hale gelmişlerdir. Yeni kurulan bu şirketlerin hisse senetlerinin değeri hızla artmıştır. Ancak, hisse senedi fiyatlarındaki bu artış herhangi bir nesnel temele dayanmamış, yani “balon” özelliği taşımıştır (Özcan vd., 2009: 224-225).

Teknoloji firmalarının hisse senetlerinde görülen balonun patlaması kısa sürede gayrimenkul piyasalarına olan ilginin artmasına sebep olmuştur. Hisse senedi piyasalarında büyük zarara uğrayan yatırımcılar güvenli bir liman olarak gördükleri için gayrimenkul piyasasına yönelerek gayrimenkul fiyatlarının şişmesini hızlandırmıştır. Bu süreçte hızla azalan faiz oranları ve gevşek maliye politikaları da insanları kredi kullanmak konusunda teşvik etmiştir. Faizlerin bu kadar düşmüş olması da bankaları geleneksel müşteri gruplarından arzu ettikleri kâr oranlarına ulaşamamaları sonucunu doğurmuştur. Bu durumda bankalar daha fazla risk alma ve normal şartlar altında kredi kullanması mümkün olmayan kesimleri de kredi piyasasına dâhil etme yarışına girmişlerdir. Düzenli geliri olmayan ve kredi geçmişi iflaslarla dolu olan sub-prime (eşik altı) tabir edilen kesim ön plana çıkmıştır. Normal faizlerin 2 ila 4 puan üstünde faiz oranı uygulanan bu kesim bankaların en gözde müşterileri haline gelmiş ve A.B.D.’de riskli kredilerin toplam konut kredileri içindeki payı % 20 oranına kadar yükselmiştir. Yani reel gelirlerin neredeyse sabit kaldığı ve yaratılan yeni iş imkânlarının sınırlı olduğu bir sistemde büyük kredi riskleri birikmeye başlamıştır. Özetle,

verilen bu kredilerin riskli kesimlere dağıtılması ve yeterli yasal takibin yapılamaması, sonuç olarak ahlaki çöküntü (moral hazard) problemlerini ortaya çıkarmıştır (Özcan vd., 2009: 227- 228).

Bu süreçte ev fiyatları da kaçınılmaz olarak astronomik rakamlara ulaşmış, özellikle 2001 sonrası dönemde, dramatik artışlar sergilemiştir. Örneğin, The Economist’in ev fiyatları endeksine göre 1997-2006 arasında A.B.D.’de ev fiyatları % 120 oranında artmıştır. Bu durum tüketicileri daha da iştahlandırmış ve daha fazla kredi kullanmak için teşvik etmiştir. Bankalar da kârlarını arttırabilmek adına eksik belgelendirmelere, yanlış beyanlara ve daha da kötüsü ev fiyatlarını olduğundan yüksek gösteren değerleme uzmanlarına göz yummuşlardır. İşleri daha da karmaşıklaştıran ise ev kredisi kullananların değişken faiz oranları üzerinden borçlanmaları olmuştur. Piyasada faizler yükselince, riskli kesimin ödediği bu faiz oranları da yükselmeye başlamıştır. Böylece, insanlar borçlarını ödeyemez hale gelmişler, haciz işlemleri hızla artmaya başlamıştır. Bir süre sonra ev fiyatları düşmeye başlayınca, evlerinin değeri kullanılan kredinin altında kalması nedeniyle insanlar borçlarını ödemekten vazgeçmiştir. Bu durum bankalar açısından batık kredilerin artması anlamına gelmiş ve zaten haciz sürecine girmiş olan piyasada insanların talep ettiğinden çok daha fazla konut birikmeye başlamıştır. Bu durumda ev fiyatlarının daha da düşmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Kredi krizi bankalar açısından bir süre sonra “iflas krizine” dönüşmeye başlamış ve çok önemli kuruluşlar peşi sıra iflaslarını ilan etmişlerdir (Özcan vd., 2009: 228-230).

Hanehalklarının kredi borçları 2000 yılından itibaren adeta sıçrama yapmış ve 2000- 2007 yılları arasında kredi borçlarının harcanabilir kişisel gelirin içindeki payı % 98’den % 136’ya yükselmiştir. Aynı dönemde bu oran İngiltere’de % 120’den % 180’e, Euro bölgesinde ise % 71’den % 91’e çıkmıştır. İngiltere’de ev fiyatlarının benzeri görülmemiş derecede artması ise birçok gelişmekte olan ülkede benzer patlamaların olmasına yol açmıştır (Erdönmez, 2009: 86).

14 Eylül 2008 tarihinde A.B.D.’nin en büyük dördüncü yatırım bankası Lehman

Brothers’ın arkasında 683 milyar dolarlık bir borç bırakarak iflas başvurusunda bulunması ve

akabinde bir diğer büyük banka Merrill Lynch’in Bank of America’ya 50 milyar dolara apar topar satılması, krizin tüm dünya piyasalarını etkileyeceğinin habercisi olmuştur (Özcan vd., 2009: 232).

AB Bankacılık Sistemi de Ekim 2008’den itibaren A.B.D.’deki krizden ciddi şekilde etkilenmeye başlamış, A.B.D. ve Avrupa’da birçok finansal merkezde tahvil ve kredi piyasaları çökmüş, ticari tahvil fonlaması daralmış, hisse senedi fiyatları ciddi şekilde düşmüştür. Ekonomideki belirsizlikler ödemelerin ağırlığını artırmıştır. Bu durum Avrupa bankalarının hükümetler tarafından kurtarılmasını gerektirmiştir. AB ülkeleri ilk aşamada

ulusal şirketlerini kurtarmaya çalışmışlardır. Kurtarma süreci ilk olarak İngiltere’de Northern

Rock’ın ulusallaşmasıyla başlamıştır. Belçika, Hollanda ve Lüksemburg hükümetleri Fortis Bank’ta kısmi kamulaştırmaya gitmiştir. Almanya’da hükümet ve bankalar arası

konsorsiyumun ortak çabaları ile Hypo Real Estate bankası son anda kurtarılabilmiş, akabinde Fransa, Lüksemburg ve Belçika hükümetleri 6,4 milyar avroluk kaynak sağlayıp Dexia’yı kurtarmıştır. İzlanda hükümeti ülkenin üçüncü büyük bankası Glitnir Bankası’nın % 75’ini almıştır. Avrupa hükümetleri 2,5 trilyon dolar tutarında kurtarma paketleri açıklamıştır. Kurtarma paketleri bankacılık sektörünün yeniden sermayelendirilmesi, interbank ve doğrudan kredilere garanti verilmesini içermektedir (Erdönmez, 2009: 86-96).

Tüm dünyayı etkisi altına alan bu finansal kriz ile baş edebilmek için AB ülkeleri tarafından finansal hizmetler mevzuatı alanında düzenleyici reformlar geliştirilmeye çalışılmıştır. En önemli reformlar, sermaye ve likidite gereksinimlerini artırarak bankaların dayanıklılığını ve istikrarını geliştirmek, AB kriz yönetimi ve çözümleme çerçevesi oluşturmak ve büyümeyi desteklemek için bankacılık sektörünün kapasitesine ağırlık veren diğer düzenlemeler geliştirmek olmuştur. AB liderleri bu çok boyutlu kriz ile baş edebilmek adına üç hayati önlem kararı almıştır: (1) Kurtarma fonu (Avrupa Finansal İstikrar Fonu) oluşturmak, (2) AB içinde iktisadi politika koordinasyonunu güçlendirmek, (3) AB İstikrar ve Büyüme Paktı’na uyulmasını sağlamak için yaptırımlar getirerek kuralları katılaştırmak (ABF, 2010: 10-11).