• Sonuç bulunamadı

A - ZEKAT a- MökeUef

Belgede Sosyal Güvenlik Açısından (sayfa 47-61)

Gerek zekâtın, gerek fitrenin mükellef­

leri, eğer şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar yanlış değilse, en azından İslâm hukukuna aykı­

rı değilse; çizmeğe çalışuğımız asgarî hayat stan-dardı çizgisinin üstünde kalarüardır.

Bilhassa zekât için böyle bir çizginin çi­

zilmiş olduğu, daha önce de belirttiğimiz gibi pek çok hadisle sabittir. Bu çizginin üstünde ka­

lanların bir çeşit sosyal güvenlik vergisi mükel­

lefi olmaları, gerek vergileme prensipleri

4 6 Prof. D r . T U R A N T A Z G A N

açısından, gerekse sosyal güvenlik prensipleri açısından son derece uygundur. Modern deni­

len vergileme prensipleri içinde de daima bir ÎSTÎSNA haddi söz konusudur. Bu had, gelir ver­

gisinde asgarî geçim indirimi şeklinde uygulan­

maktadır. Diğar vergüer içinde çeşitli asgarî seviyeler çizilmiştü:^^. Asgarî geçim indirimi se­

viyesi ile fitre ve zekâttaki asgarî hayat standar­

dı çizgisi birbirinden çok farklıdır. Burada önemli olan herkesin mükellef olması değil, be­

lirli bir ekonomik güce ulaşmış olanların vergi mükellefi olmasıdır ki, bu bakımdan, fitre ve ze­

kâtta çizilen çizgiyi çok daha modern -çok daha makul- saymamız gerekir. Çünkü hiç bir mal var­

lığı olmayan asgarî ücretli bir kimseyi vergi öde­

meye mecbur tutan bu günkü sistemimiz, bu insanın ilelebet değil bir dikili ağaç, evine bir halı bile almasına imkân vermez. Zira asgarî üc­

ret -aileyi de dikkate almadan-insanm sadece tü­

ketim ihtiyaçlanm karşılamaya yeter asgarî geliri belirlemektedir. Bunun tamamen vergiden müs­

tesna tutulması da maksadı sağlamaya yetmez.

İnsandan vergiyi, belirli bir varlık birikimine /as­

garî/ sahip olduktan sonra ve belirli bir geliri aş­

mak şartıyla almak gerekir. İşte bu nokta ancak İslâmiyet'in ruhu içinde çizilen asgarî hayat standardı çizgisirün üstüne çıkabilenleri

mükel-26- M. Orhan D i k m e n ; M a l i y e D e r s l e r i ; İstanbul, 1958, S.231-249.

lef saymak suretiyle gerçekleştirilmiş ol­

maktadır.

Vergide iktidar pr .nsibi bakımından ele aldığımız zaman, gerçekten vergi ödeme iktidarı kanaatimizce, ancak ferdin gelir ve varlığım bir­

likte mütalâa etmekle çizilebilir. Hele bu vergi bir sosyal güvenlik vergisi ise mutlaka varlık ve gelirin beraber ele alınması gerekir. Sahibi bu­

lunduğu sosyal meskeni yanan bir aile reisinin, ancak ortalama bir kirayı içine aldığı kabul ve farz edilen bir asgarî ücretle yeniden ev sahibi olması mümkün olmadığı gibi, aym ücrete sahip fckkat ev sahibi olan diğer b ü kimseyle aynı ver­

gi ödeme gücüne sahip olduğu da iddia edüe-mez. İşte modern vergüeme prensibi içinde düşünülememiş veya tatbik edüememiş olan bu husus, zekâtta çizüen asgarî ile tam olarak ger-çekleştirilmiştk.

Hangi seviyede ekonomik gücü olarüa-rın vergi mükellefi sayüması gerektiği hususu, günümüzde, bühassa Türkiye'de çok tartışümak-tadır. İslâmî düşünceıün getüdiği VARLIK da as­

gariyi dikkate almadan yapılacak vergi reformlarımn MODERN olamayacağı açıktır. Bü­

hassa MODERNlik uğruna yüzünü hemen Batı'-ya çevirenlerin bunu kavramaları gerekmektedü.

4 8 P r o f . Dr. T U R A N T A Z G A N

b - Mevzu:

Bilindiği gibi zekât, başta hadis-i şerifler olmak üzere pek çok kaynağa göre şu değerler üzerinden aimmaktadır.

- Gümüş - altm,

- Deve, koyun-keçi, sığır, atlar ve diğer hayvanlar,

- Toprak mahsûlleri (arpa, buğday, mısır...)

- Meyveler, - Ziynet eşyası, - Madenler, - Defineler, - Ticarî mallar

Bu değerler. Kurân'da geçen "mal" ke­

limesinin yorumu ile, zamanla gruplanmışlardır.

Mal kelimesi ise "mal-mülk ve servet" manası­

na gelmektedir. Buna göre zekâtta verginin mev-zusu "varlık"tu. Ancak İslâm hukuku bazı varlık unsurlarının üretimini vergiye tâbi tutmuştur:

Toprak mahsûlleri, meyveler..., gibi. Ashnda bu tür üretimden alınan ve "öşür" denilen vergiyi ve bu verginin üretimin teksifi olması halinde, nisbetirün onda birden yirmide bire düşmesini dikkate alarak, üretim faktörü olarak sahip olu­

nan sermaye mallarının zekât dışında bırakıldı­

ğını ve bunların en ü r e t k e n şekilde kullanılmasının teşvik edildiğini düşünmek

S O S T A L O Ü V E N L t K A Ç I S I N D A N Z E K A T 49

mümkündür. Diğer taraftan, aynî ekonominin hâ­

kim olduğu bir devirde ziraat sektörünün ana sektör olduğu ve hayvancüık ve ziraî üretim ya­

pan iş gücünün vergisini aynî olarak ödenmesi-Tün daha kolay olacağı dikkate alınarak, sermaye malı yerine üretimden bir payın (hayvancılıkta ana üretim gene hayvandır) verilmesinin kabul edilmesi, mevzuda bir değişiklikten çok, öde­

mede bir kolaylık olarak da düşünülebilir. Züa-atten hareket ederek, sınaî üretimin de teşvik edilmesi gerektiği sanayide kullanılan sermaye mallarının da (makine, teçhizat dahil) kendüeri-nin değü, üretimin vergüendüileceği kabul edi-lebüir. Bir başka görüş olarak, üretimde kullanılan sermaye faktörünün, diğer servet un­

surlarından ayn tutulduğu böylece modern ver­

güeme prensiplerinden büi olarak kabul edilen AYIRMA prensibinin zekâtta da geçerli olduğu iddia edüebüü. Buna göre, üretimde kullanılan servet unsurlarıyla, tüketimde kullanılan servet unsurlarının farklı vergilendirmeye tâbi olduk­

tan başka, teksifi üretim (veya fazla girdi kulla­

nımı veya sermaye yoğun teknik) de kullanılan servet unsurları arasında da farklı vergilendüme söz konusu olmaktadır. O halde AYIRMA pren­

sibini MODERN vergileme prensibi olarak tak-tim eden maliyecüerimiz ZEKATı da bu prensÜDe

uygun bir vergi olarak kabul etmiş olmuyorlar mı?

f . 4

9 0 P r o f . D r . T V İ U I N T A Z G A N

Belirli bir tavaıu aşan servet unsurları e ğ e r üretimde kullanılmıyorlarsa kendileri üze­

rinden, üretimde kullaıulıyorlarsa üretimleri üze­

rinden vergiye mevzu teşkil etmektedirler.

Ancak burada, üretimin gayn safî üretim oldu­

ğu anlaşılmaktadır. Dış girdilerin kullanılması net tiretime geçerek vergilendirmeyi değil daha dü­

şük luspette vergilendirmeyi gerektirmektedir (% lO'dan % 5'e). Günümüzde, dış girdiler mü­

temadiyen artmaktadır. Gerek ziratta gerekse sa­

nayide devam eden bu gelişme, zekâtta vergi mevzusunun yeniden yorumlanması ihtiyacıda doğurabilir.Gerçekte Kurân'da verginin mevzu-su ve nispeti açıkça belirlenmemiş olduğuna gö­

re, İslâm hukuku zaman ve zemine göre bu kai­

deleri geliştirmiştir. Bu gün ana esaslar (ayırma prensibi, girdi kullanılmasının teşviki...)sabit tu­

tularak vergi mevzusunun ve nispetinin yeniden ele alınması düşünülebilir.

Başka bir açıdan, ihtiyaçların pek çok çeşitlendiği günümüzde, zekâtm aynî olarak ve-rilmesirün de mümkün ve makûl olmadığı rahat­

lıkla söylenebilir. Tehlikeye uğrayan insanlara, tehlikerün zararından kurtarılması için, arpa, ko­

yun ve kumaşın verilmesi artık bunları zarardan kurtarma manasına gelmez. Devletin bu türlü bir vergi tahsili mümkün değildir. O halde ödeme­

lerin para ile yapılması gerekecektir. Hesabın

S O S T A L G Ü V E N L İ K A Ç I S I N D A N Z E K A T ^ 1

aynî olarak yapılması, para değrerindeki değiş­

melerin bertaraf edilmesine yol açması gibi son derece önemli bir fayda sağlamaktadır. Başka bir ifade ile zekât sabit değerli bir ödemedir. Ni­

sabı aşan 40 koyuna sahip bir çiftçi, bir koyun yerine bunun carî bedelini ödeyecektir. İslâm hukuku içinde gehşttrilen hangi koyun sorusu­

nun cevabı ise artık toplam nisap fazlası varlık değerinin 1 /40'ı veya ihtiyaca göre tespit edile­

cek yeni nispeti şeklinde olabilir. Tabiî bu ce­

vap bizim bu satırlarla verebileceğimiz bir husus değildir.

Burada asıl önemli olan, devletten ferde transfer edilecek ivazın (zekât aynı zamanda bir ivazdır) da sabit değerli olmasıdır. Başka bir ifa­

de ile her yıl çizilecek olan her tehlikeye uğra­

yanın mutlaka bu seviyeye çıkartılmasıdır. Bu otomatik olarak sosyal güvenlik gelirlerinin sa­

tın alma gücünün sabit tutulması demektü. Şu ve­

ya bu ş e k i l d e k i ayarlamalara r a ğ m e n emeklüerimizin feryadını başka şekilde ortadan kaldırmaya imkân yoktur. Bu noktamn fitrede da­

ha bariz olduğunu şimdiden hatırlamakta yarar var dur.

Zekât açısından dikkati çeken diğer bir husus, şüphesiz zekâtın sabü oranlı bü ödeme oluşudur. Vergüeme prensipleri içinde yer alan MÜTERAKKILÎK, zekâtta ük baİcışta yer

alma-52 Prof. D r . T U R A N T A Z G A N

maktadır.Genel olarak 1/40 veya % 2.5'luk nis­

pet, hadislere dayah cılarak günümüze kadar geçerliliğini korumuştur. Bununla birlikte servet unsurlannm bazılarmda bu nispetin % 20 olarak uygulandığı da bilinmektedir. Meselâ ister son­

radan insan eliyle konulmuş olsun, isterse zaten tabiatta mevcut olsun, bulunan defineler ve ma­

denler; başka bir ifade üe yer altı kaynaklan, ko­

layca çıkartıldığı ve doğrudan değer ifade ettiği taktirde bunların zekâtı % 2.5 değil % 20'dir. An­

cak girdi kullanarak bir üretim faaliyeti sonucu değer ifade etmeleri hcüinde bu nispet % 2.5'a düşmektedir. Bu husus, bir taraftan üretimi teş­

vik sayılabileceği gibi, bir taraftan da varhğın çe­

şidine göre vergi oramnın yükseltilebileceğini göstermektedir. Aym zamanda hazıra konma ile üretim faaliyetirü birbirinden vergi nispeti ile AYIRMA da söz konusudur.

Varbk vergileriıün, umumiyetle müterak­

ki olmadığı dikkate alınırsa, bu bakımdan zekâ­

tın modern vergileme prensipleriyle çeliştiği söylenemez. Gerçekten, varlık vergilerinden maksat varlığı yok etmek değil, törpülemek ve yaymaktır (malî maksat ayrı bir konudur). Varlı­

ğı yok etmek, ekonomik açıdan tasarrufu da bir­

likte yok etmek manasına gelir. Bu ise insanların hayvanlar gibi buldukları ile hayatlarını sürdür­

meğe mecbur olmaları demektir. Tasarrufu

dev-s v ^ » ı AJU UUVENLIK JLÇIStNDAM Z E K A T B3

lete aktaran ve çok sııurlayan sosyalist rejimlerle varlığı sadece torpilleyip yaygınlaştırmak iste­

yen Islâmiyeti birbirine karıştıranlar için bu nok­

tanın önemi büyüktür. Ancak Müslüman, VARLIKtan VAZ GEÇEN değü, öbür dünyaya götüremeyeceği şeylerden ibaret olan varlığa KÖLE OLMAYAN, ona bu dünyada bekçilüc ve onu arttırma görevi yüklenmiş insandır. Hem de

"biç ölmeyecekmiş gibi" çalışma ve tasarruf et­

mek suretiyle... Görülüyor ki İslâmiyet, İstihsâl faktörü de dahU hiç b ü varlık unsuruna sahip ol­

mayı engellememiş, aksine bühassa üretim - ta­

sarruf yoluyla bunların arttırümasım teşvik etnüş, fakat bunların kölesi olmadan b ü kısmım daima tehlikeye uğrayan insarüara veya bunlara akta­

rılmak üzere devlete devredilmesini ibadet say­

mıştır. Düşünmek gerekir ki. bu sadece b ü İBADET değil, İslâm'ın b e ş şartından büidü.

Vergüer genel bütçe gelüleri içinde kaybolacağı gibi, belirli bir gaye için belürli bür verginin de tahsil edilmesi mümkündür. Eğer bir vergi, münhasıran sosyal güverüüc gayesine tah­

sis ediliyorsa bu tahsisî b ü vergidür. Zekât, işte bu tür, tahsisî b ü sosyal güvenlik vergisi mahi­

yetindedir. Daha önce zekâtın sadece sosyal gü­

venlik tehlücesine uğrayanlara tahsis edümesüün zarurî olduğunu tespit etmiştik. Bir verginin tah­

sisî oluşu, onu sosyal sigorta primine çok

yak-34 Prof, D r . T U R A N T A Z G A N

laştırmaktadır. Diğer taraftarı bazı ülkelerde, prim dışmda, sosyal güvenliğe tahsis edilen ver­

giler de vardır. Bu tip vergilerin en büyük avan­

tajları yüküne katlanılmasının kolay oluşu, halka kolayca benimsetilmesi, aşurı ivaz taleplerini tah­

dit etmesi ve nihayet müstakil bir hazine teşkili­

ne, dolayısıyla fon birikimine imkân vermesidir.

Fon birikimi ise kalkınmakta olan ülkeler için ye­

ni bir yatırım kaynağı yaratması bakımından önem arzetmektedir.

B - FİTRE

Fitrenin sosyal güvenlik bakımından ze­

kâttan farkı olmadığını tespit etmiştik. Vergi ve­

ya prim olarak değerlendirdiğimiz zaman ise, belli başlı şu özelliklerini belirtmek mümkündür.

Fitrede mükellef, tıpkı zekâtta olduğu gi­

bi belirli bir asgarî hayat standardı çizgisinin üs­

tünde kalandır. Bu standart İslâm hukuku içinde umumiyetle zekât standardı olarak kabul edil­

miştir.

Ancak fitre, aile içinde -hatta daha doğ­

ru manası ile hane halkı içinde- bir fert için baş başına ödenir. Fitrerün zekâttan bu farklılığı onu baç vergilerine yaklaştırmaktadur. Hane halkı içinde küçük büyük herkes için fitre borcunun doğması ise bu günkü sosyal sigorta tatpikatın-dan ayrılmaktadır. Fakat hane halkı reisine

ve-SOSTAL OOVENLtK AÇISINDAN Z E K A T S 3

ya aile reisine transfer edilen (fertten veya devletten) fitrenin neticede bütün aüe için önem taşıdığı düşünülürse, baş başına prim veya ver­

gi kabul görebüü. Ne var ki, günümüzde eski­

sinden çok farklı olarak kalabalık aileler değil, dar aüeler daha zengin, daha müıeffehtüler. Bu bakımdan fitre yükünün aüelere dağüışında ge­

lir ve varlık yönünden b ü terslik söz konusudur.

ÇizUmiş olem asgari hayat standardı eğer aüe ve­

ya hane halkı geıüşliğiıü dikkate abyorsa -ki al­

ması gerektiği açıktır- bu mahzur ortadan kalkmış olur.

Fitrede trernsfer, asgarî hayat standardı çizgisinin üstündeküerden altındakilere doğru (araya devlet girsin gümesin)dur. Bu bakımdan da zekâttan farkı yoktur. Bu özelliği fitreıün de tam bir sosyal güvenlik müessesesi olması sonu­

cunu doğurmaktadır.

Fitre luspî olarak değü, mutlak miktarlar­

la beUrlenen bir ödemedir. Bu zekâttan farkıdır.

Aym zamanda fitreyi mutlak -kademeli- bü: sos­

yal sigorta primine yaklaştırmaktadır. BiUndiği gibi İngiltere'de sosyal sigorta primleri mutlak miktar olarak tahsil edüür. Bizdeki ise ruspîdür.

Belürli bir miktar olarak ve kazanca göre deği­

şen seviyelerde prim ödemesi veya fitre, nispî primlere nazaran daha âdildür. Gerçekten ka­

zanç seviyesi ne olursa olsun herkesten meselâ

56 P t o f . D r . T U R A N T A Z U A N

%10 prim tahsil ettiğimiz zaman, prim yükü nis­

pî olarak zengine de fakire de aym ölçüde yan­

sımış olur. Halbuki alt gelir grubundan bir kimsenin kazancının % lO'u kendisi için çok ma­

na ifade ederken, üst gelir grubundakiler için pek mana ifade etmeyebUir.

Fitre, kazanç gruplarına göre, kademeli bir mutlak primdir.Başka bir ifade ile fitre,nis­

pî olmamakla birlikte müterakkidir. Modern vergileme prensipleri içinde müterakkîlik pren­

sibinin çok önemli bir yer tuttuğu ve teoride da­

ima müdafaa edildiği ise açık bir gerçektir.

Böylece herkesten gücü ölçüsünde ödemesi sağlanmakta, buna karşılık tehlikeye uğrayanlar belirli bir asgarî hayat standardı çizgisine ulaşın­

caya kadar veya bu çizgiye ulaşması için trans­

fer yapılmaktadır. Böylece bu metot sosyal dayanışma için en geçerli ve güçlü bir yoldur.

Müterakkîliğin tespitinde çeşitli mal tür­

leri dikkate alınmaktadır. Arpa, buğday, kuru üzüm, hurma... gibi... Bunlar kanaatimizce iki ba­

kımdan önem taşımaktadır:

Birincisi, gelir gruplarının tayininde, temsil edici tüketim maddeleridir. Türekim kom pozisyonu ise gelire bağlı olarak ve zamana gö­

re; mekâna göre değişmektedir. Bu sebeple bu maddeler değişmez maddeler değildir. Meselâ Türkiye'de temsil edici tüketim maddeleri.

Ara-bistan için geçerli olmayabildiği gibi, 100 yıl ev­

vel geçerli olan tüketim maddeleri bu gün için önemini kaybetmiş olabilir. Fert kendi vicdanın­

da kendi gelir grubunu temsil eden maddeyi kendisi seçmektedir. Bunu seçerken ödeme gü­

cüne göre en yüksek veya en düşük ödeme yap­

maya vesile olacak maddeye bakmaktadır.

İkincisi, fıtrerun sabit değerli bir ödeme olmasını sağlamaktadu:. Fitre üe İslâm sosyal gü-verüik nizamına getirilen sabit değer esası son derece önemlidir. Gerçekten 50 yıl evvel nakdî olarak verilen fitre ile ne kadar, meselâ buğday alınabilmişse, bu gün de nakdî olarak verilecek fitre ile o kadar buğday satın cilınabilecektir. Bu­

na göre tabir caizse fitrede yılda bir defa uygu­

lanan bir ayarlama -eşel mobil- sistemi mevcuttur. Üstelik, bütçe kanunu ile kat sayı ile parlamento iradesine bağlı olarak yapılan keyfî ayarlama yerine burada gerçek bir ayarlama -fiyatlara göre- söz konusudur. Bu gün ülkemiz­

de üzerinde durulan bu konunun, çağ dışı denilen süre içinde çağ ötesi için halledümiş ol­

masına dikkat etmek gerekir.

Gerek fitrenin, gerekse zekâtın müşte­

rek özelliği olarak zikretmemiz gereken bir hu­

sus da her ikisinin BEYAN usûlüne tâbi olmasıdır. Fitrede bu husus çok açık bir şekil­

de bellidir. Zira her mükellef kendi ödeme

gü-5 8 P r o f . D r . TUftJIN T A Z G A N

cünü kendisi tayin etmektedir ve belirli bir tüketim maddesmi esas alarak fitresini ödemek-tedür. Zekâtta açüc servet unsurları üe gizli ser­

vet unsurları arasında büaz fark varsa da bu fark beyan usûlünü ortadan kaldumamakta, hâlen bu prensibin birlürte getüdiği b ü yol olarak kont­

role baş vurulmasını mümkün kılmaktadır.

ıV

"Yeniden gelir dağılımı" dediğimiz za­

man, ashnda bir gelirin, yaratabileceği belirli bir faydanm, belirli bir tatminin matematik olarak katlandırılması, arttırılması ifade edilmiş olur. Bi­

liyorsunuz, bir ülkede üretime katılan faktörler belirli bir üretim meydana getirirler. Buna top­

lam olarak "Millî Gelir" diyoruz. Biz üretim fak­

törlerinin, üretimden aldıkları payı, eğer sadece kendilerine kuHandırma imkânı versek o taktir­

de bu millî gelir diyelim ki (A) kadar bir fayda, (A) kadar bir tatmin yaratmış olur. Fakat faktör sahiplerinin elde ettikleri, kendüerine düşen üretim payını (kendilerine düşen geliri), şu ve­

ya bu şeküde dağıtıma tâbi tuttuğumuz zaman.

Belgede Sosyal Güvenlik Açısından (sayfa 47-61)

Benzer Belgeler