• Sonuç bulunamadı

Eserde: “şiddet temasının çıkış noktasını Fatih Sultan Mehmet’in kişiliği ve İstanbul’un Fethi, bu fethin öncesi ve sonrası yaşanan olaylar oluşturur” (Çeri, 2001: 47) şeklindeki ifadelere yer verilir. Boğazkesen’de Nicolo’nun, Sultan Mehmet’in iç oğlanı olarak getirildiği şehre nefret beslediğini söylemek mümkündür. İçinde bulunulan durumda kente

bağlanan kahramanın, yansıtma yöntemiyle suçluluk duygularının hafifletilmeye çalışıldığına tanık olunur. Şehrin Türkler tarafından fethedilmesiyle birlikte ondan öç alacağını düşünür. Nicolo’daki bu kaçma arzusunun, ölümle son bulması da diğer bir ayrıntıdır.

Hâkimiyet ve otorite duygularıyla dünyaya kök salma isteği Fatih’i şiddet girdabına sürükler. Fatih Camii’nin minaresini Ayasofya’dan daha kısa yaptığı gerekçesi ile Mimar Yusuf Sinan’ın ellerini bile kestirmekten çekinmez. Doruklara ulaştığı görülen şiddetin yazarın müdahalesiyle bir ölçüde yumuşatıldığını da belirtmek gerekir: “Peki gerçekten suçluluk duymuş mudur Mehmet? Elbette duymuştur, ben duyduğunu yazdım çünkü” (BGZK, 131).

Bu cümlelerle beraber yazarın, karakterlerin üzerindeki hâkimiyetini hissettirmeye çalıştığını söylemek mümkündür. Ancak Fatih, bazen şiddet eğiliminin yönünü değiştirir ve yasak olan cinsel arzulara doğru yönelir. Selim takma isimli Nicolo’ya duymuş olduğu cinsel yakınlığın da bunun göstergesi olduğu görülür.

Nicolo’nın da Fatih için sıradan tutku kaynakları gibi bir kurban olduğunu buradaki satırlardan anlamak mümkündür:

“Neden sonra, çoğu kez sabaha karşı, ayak sesleri yaklaşır, kapı gıcırdayarak, açılırdı. Saç baş darmadağın Mehmed girerdi içeri. Sinirli, yorgun bir el önce ensemde sonra sırtımda gezinmeye başlar… Elin okşayışları sertleşirdi birden, tenimin acıdığını hissederdim. El… dövüşürmüş gibi sahip olmak isterdi bana” (BGZK, 166).

Nicolo’nın gözünde Fatih, etrafına tedirginlik ve korku saçan bir hükümrandır.

Giriştiği her eylem içinde ciddi öfkelerin egemen olduğu görülür. Konstantiniyye’nin fethinin gecikmesiyle yüzünün aldığı şekil şöyle ifade edilir: “Kavuğun hemen altından başlayan alnı kırış kırış, bakışları yorgundu. Alevlerin gölgesinde sürekli yer değiştiriyordu gözlerinin altındaki halkalar. Ağzı iyice küçülmüş, burnu sanki daha da uzamıştı” (BGZK, 184).

Kuşatmada yaşanan gecikmenin onu yormasının yanında şiddet duygusunu arttırdığı belirtilir. Oysa, kahramanın tek amacının kafa esenliğine kavuşmak olması gerekir. Âşık olduğu görülen Galatalı cariyeyi de öldürmesinin nedeni budur. Romanın entrik kurgusunu meydana getiren bu hedefe o da başkişi kadar hizmet eder. Avni mahlası ile dizelere döktüğü düşünceleriyle dünyaya bağlılığını şöyle aktarır:

“Kurtarmasın Allah beni bu derdi hevâdan / Derdin ile dil dağlamayan zevkini bilmez / Dindirmesün Allah gözümün yaşını zirâ / Âşkın ile kan ağlamayan zevkini bilmez” (BGZK, 229).

Fatih’in, gönül fethetmenin kale fethetmekten daha zor olduğunun farkında olduğu anlaşılır. Bütün Osmanlı mülkünü tutku ile sevdiği dilbere harcamaya hazır görünür. Bu durumu da: “Tanrı aşkıyla pek alışverişi yoktu Avnî’nin. Avnî dizelerinde yeryüzü nimetlerinin türküsünü çağırıyordu aşk illetine tutulup acı çektiğini söyleyerek” (BGZK, 229)

cümlelerinden anlamak mümkündür.Hayatı süresince yaşanıp yaşatılan şiddetin ölümle sonuçlandığı görülür. Eser: “ölüm, insana şahdamarından da yakın demek!” (BGZK, 240)

sözleriyle biter. Bunun nedeni de Fatih Sultan Mehmet’in yaşamının da zehirlenerek son bulmasıdır.

Ayrıca, İtalyan kentlerinin birbirlerinden nefret etmesi, aralarındaki kavgalar ve gerektiği zaman birbirlerini diğerlerine karşı kullanma maharetlerini gösterirler.

Nedim Gürsel’in de bu durumu eserde vurguladığı görülür:

“Cenevizli komutan Giustiniani Hıristiyanlığı kurtarmak ve şöhret kazanmak için imparatora başvurmuştur…Cenevizliler salt şöhret için parmaklarını oynatmazlar çünkü.

Giustiniani’ye imparator Limni Adası’nı vaat etmiş diyorlar. Pis Cenevizli! Venedik’in can düşmanı olduğunu unuttum mu sanıyorsun?(BGZK, 147).

İlk Kadın’da uzakta olduğu kendinden başka herkesin ulaşmasının mümkün olduğu kente büyük bir özlem duyan anlatıcının, bu uzaklığı mecazi olarak kendisini öldürdüğünden bahsedip yeniden doğduğunu aktarır. Mecazi anlamda da olsa anlatıcının ölümüne sürüklenmesine neden olan kent özleminin, aynı zamanda yeni hayatının başlangıcını oluşturduğu görülür. Kentin hem öldüren hem yeni bir hayatı başlatan durumuyla yazarın karşıtlıkların üzerine kurmuş olduğu özgün bir tema olduğu söylenebilir.

İnsanın beyninde sürekli tekrar eden ölümün, öldürmeye dönüşme durumuna İlk Kadın romanında rastlanır. Üst kurmaca tekniğiyle de paralel bir şekilde aktarılan Korsanlar Padişah’ının Kızı’nın öyküsü kapsamında intikam duygularından ortaya çıkan öldürme eylemi bir masal atmosferi içinde aktarılır:

“Nilüfer’in dişi bir örümceğe dönüştüğünü, saçlarını kestikten sonra onu kulede yalnız bırakan sevgilisinden öç almak için seviştiği bütün erkekleri öldürdüğünü bilmiyor.

Kuytu, ıslak yerlerde ağını kuran dişi örümceğin gerçekte Nilüfer olduğunu, ipek gibi yumuşak, uzun, upuzun saçlarıyla erkeğini sarıp öldürmek için pusuda beklediğini nereden bilecek(İKDN, 100).

Boğazkesen’e bakıldığında sevdiğini öldürmenin gerekçesi kafa esenliğidir. İlk Kadın’da ise intikam duygusudur. Romanda kahramanın sanrı ve düşlerle geçirdiği çocukluğuna sıkışmış olan Nilüfer’in öyküsünün, romanlarda ortak temalara genel olarak masal üslubuyla uyum sağlaması bakımından önem arz eder. Hayatın beklenmedik bir zamanında ve trajik bir ölümle sonuçlanan Resimli Dünya’da Uzman’la karşılaşılır. İlerleyen yaşı cinsel arzularına engel olmaz. Bu yaşamı hayatını yönlendirir.

Bir sanat tarihî profesörünün, sevgilisi olan Lucia tarafından terk edilmesi ve bitmeyen kadın tutkusu nedeniyle eve aldığı sokak kadınının korumaları tarafından öldürüldüğü görülür:

Açık sokak kapısından içeriye sessizce süzülen iki izbandut üzerine saldırdıklarında hâlâ şaşkındır. Her biri bir kolundan tutup çarmıha gerer gibi gerdiler.

Kadın da yataktan fırlamış, çantasından çıkardığı sustasıyla çırılçıplak karşısına dikilmişti.

Paranın yerini sordu. Kâmil’in dili tutulmuş konuşamıyordu. Sustalı mum alevinde parlamadı, hayır. Kaburgaların arasına dalmasıyla çıkması bir oldu”(RSMD, 317).

Gürsel’in eserlerinde ön planda olduğu görülen kadın tutkusunun, ölüme neden olan başlıca faktör olarak değerlendirildiği görülür. Kahramanların bir türlü vazgeçemediği kadınların, özgürlükleri kısıtladığı için öldürülmesi ya da Resimli Dünya’daki gibi trajik bir son yaşaması söz konusudur. Uzman ölümü kendine uzak sayarak ölümsüzlüğü arzular ve ölümü hayatındaki kadınlarla yenmeye çalışır:

“Kâmil hiç sergi açmamış da olsa, peyzajları sanat değeri taşımasa da bu ırmağın bir parçası olduğunu, onunla denize kavuşup ölümsüzlüğe erişeceğini biliyor.

Ölümsüzlük, “Sevişmek… Hayat suyunu fışkırtmak bir karanlığın içine, ölümü çığlık çığlığa orada yenme” (RSMD, 152).

Yazarın hayatında yavaş yavaş bütün sevdiklerini kaybetmesi, gerçekte anlatılarına ölümü taşımasının kaynağıdır. Ancak şüphe duyduğunu da aktaran yazarın, Allah’ın Kızlar’ında ölümü din, inanç ve şiddet düzleminde sorunsallaştırdığı görülür.

Dedesi, baba ve annesi, anneannesi ve çocukluk arkadaşının ölmesi, Türk askerlerinin şehitliği düzleminde barış ve savaş olgularının sorgulandığını da belirtmek gerekir.

Tarihî geri düzlemde ise, Hz. Muhammed’in ölümü hayatın gerçeğidir ve mutlak sevgiliye, yaşama geri dönme şeklinde verilir. O, öldüğünde Hz. Ebubekir: “Hayatın gibi ölümün de güzel ya Resulullah” (ALHK, 229) der ve alnından öper.

Gürsel, yakın tarihteki olayları anlatırken nesnel tutumunu sürdürür. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların yanında savaşa girmesi, Balkanlarda Sırp ve Yunanlarla, Kafkasya’da Ruslar, Ortadoğu’daki cephelerde Arap ve İngilizlere karşı olan savaşları aktarılır. Eserde, Rahmi Bey, Darülfünun’u bitirir ve yargıç olur.

1914’de Birinci Dünya savaşı da bu dönem başlar. Osmanlı Devleti’ne ait olan topraklarda, Almanya’yla beraber Rumeli ve Kafkaslarda sonra da Ortadoğu’da savaşır (ALHK, 40). O: “Cemal Paşa’nın Dördüncü Ordusu’nu takviye amacıyla Şam’a, oradan da Filistin’e” (ALHK, 40) zabit göreviyle gönderilir. Mekke Şerifi olan Hüseyin’in oğlu Emir Faysal İngilizlerle beraber Bedevileri Osmanlılara karşı ayaklandırdığında, onların karşısında yerini alır. Yaralanarak, tutsak düşer. Tek kolunu kaybetmiş vaziyette geri gelir (Tilbe, 2008). Yazarın, tarihsel öyküleme düzlemi içinde Hz. Muhammed’in öyküsü ile örtüştürebilmek için, Rahmi Bey’i Medine savunmasına katılan ve kolunu yitiren bir gazi şeklinde sunduğu görülür.