• Sonuç bulunamadı

SÜNÛHÂT. Editör Seyit N. ERKAL. Kapak Ýhsan DEMÝRHAN. Mizanpaj Mehmet Süm ISBN X. Yayýn Numarasý 48

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "SÜNÛHÂT. Editör Seyit N. ERKAL. Kapak Ýhsan DEMÝRHAN. Mizanpaj Mehmet Süm ISBN X. Yayýn Numarasý 48"

Copied!
91
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)
(4)
(5)

Copyright © Þahdamar Yayýnlarý, 2006

Bu kitaptaki metin ve resimlerin, tamamýnýn ya da bir kýsmýnýn, kitabý yayýmlayan þirketin önceden yazýlý izni olmaksýzýn elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayýt

sistemi ile çoðaltýlmasý, yayýmlanmasý ve depolanmasý yasaktýr.

Editör Seyit N. ERKAL

Kapak Ýhsan DEMÝRHAN

Mizanpaj Mehmet Süm 975-9090-52-XISBN

Yayýn Numarasý 48 Basým Yeri ve Yýlý

Çaðlayan Matbaasý / ÝZMÝR Tel: (0232) 252 20 96 Nisan 2006

Genel Daðýtým Gökkuþaðý Pazarlama ve Daðýtým Alayköþkü Cad. No: 12Caðaloðlu/ÝSTANBUL Tel: (0212) 519 39 33 Faks: (0212) 519 39 01

Þahdamar Yayýnlarý Emniyet Mahallesi Huzur Sokak No: 5

34676 Üsküdar/ÝSTANBUL Tel: (0216) 318 42 88 Faks: (0216) 318 52 20

www.sahdamaryayinlari.com

(6)

Takdim 7

Sünûhât Üzerine 13

Sünûhât 15

Ýfâde-i Meram 15

Bismillahirahmanirrahim 17

Kur’ân’ýn Hâkimiyet-i Mutlakasý 47

Rüyada Bir Hitabe 59

Rüyanýn Zeyli 73

Birkaç Vecize 77

Deva-ül Ye’s 83

(7)
(8)

B

ediüzzaman Hazretleri, 31 Mart hadisesinden sonra tekrar Van’a dönmüþ ve talebelerini okutmaya baþlamýþtýr. Fakat bir hiss-i kablel-vuku (önsezi) ile büyük bir hâdisenin yaklaþmak- ta olduðunu hissetmiþtir. Bir yandan talebelerine ve çevresine “Büyük ve umumî bir zelzele yaklaþýyor, hazýrlanýnýz!” derken, bir yandan da milis gönüllüleri toplayýp hazýrlýk yapýyordu. Hatta, talim için Sübhan Daðýna çýkardýðý talebelerinden hedefe diktiði yumurtayý vuran kiþiye bir mecidiye mükâfat veriyordu. Zaten, Bediüzzaman daða çýkýnca, Ermeni Taþnak komitesi onlardan korkuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulmuþtu. Medresesi asker kýþlasý gibiydi. Silahlar ki- taplarla beraber bulunuyordu.

Savaþ patlayýnca, talebeleriyle beraber gönüllü milisler olarak har- be katýldýlar. Zaten, kendisinden okumaya gelen talebelerden tâ baþtan

“Benimle baþlayan artýk bir daha geri dönmez. Hayatýnýn sonuna ka- dar benimle beraber olur. Kabul ediyor musun?” diye söz alýrdý.

Milis Teþkilatýný, Enver Paþa, Bediüzzaman’a teklif etmiþti. Talebe- leri çekirdeði teþkil ediyordu. Katýlanlarla dört- beþ bin kiþi olmuþlardý.

Bir taraftan da, bazen avcý hattýnda bazen at üzerinde bazen de si- pere girdikleri zaman, Bediüzzaman söylüyor, Molla Habib de Ýþârâtü’l-Ý’caz’ý yazýyordu.

Tarihçe-i Hayat’ta anlatýldýðý gibi, çok büyük fedâkarlýk ve yarar- lýlýk gösteren Bediüzzaman’ýn yaptýklarýna bütün ordumuz ve Enver Paþa þahitti. Onun için esaretten döndükten sonra, Harbiye Bakanlý-

(9)

ðýnda, Bediüzzaman’ý ordu mensuplarýna takdim ederken Enver Paþa

“Bu Hocayý görüyor musunuz? Þarktaki savaþta Rus Kazaklarýna karþý koyan, bu Hoca’dýr.” demiþti. Yazdýðý Ýþârâtü’l- Ý’caz tefsiri için de,

“Hocam, benim de hizmetim olsun, bu kýymetli eserinizi müsâde ederseniz, ben bastýrayým.” demiþti. Üstad da Enver Paþa’ya “Madem hizmet etmek istiyorsun, o halde kaðýdýný sen al.” diye karþýlýk vermiþ- ti. Kaðýdýný Enver Paþa’nýn verdiði Ýþârâtü’l- Ý’caz, o zaman basýlmýþ ve müftülerin çoðuna gönderilmiþti.

Bediüzzaman 3 Mart 1916’da yaralanýp esir düþünce, Van’dan Ýran’ýn Hoy þehrine, oradan trenle Sibirya’ya sevk edildi. 1916’nýn Aðustos, Eylül aylarýnda Tiflis Hastanesinde de tedavi görmüþtü...

Kosturma’da esir kampýnda kalan Bediüzzaman’ýn baþýndan çok olaylar geçmiþtir.

Abdülvâhit Tabakçý’nýn Üstad Hazretlerinden aktardýðýna göre, Kosturma’da, esaret sýrasýnda Tatarlar izin alýp kendisini camilerinde misafir etmiþlerdir. Tatar hanýmlar, Üstad’a yemek yapýp götürmüþler ve elbiselerini yýkamýþlardýr. Onlara çok dua etmiþtir. Hatta, “Bugün Risale-i Nurlarýn iman kurtarma davasýndaki bu cihanþümûl hizmetle- rinde, esarette yardýmýma koþan Tatar hanýmlarýn da hissesi vardýr. Ben onlara dua ediyorum.” demiþtir.

Üstad, bir gün Tatarlarýn camiinde bulunurken, nasýl firar edece- ðini düþünüyormuþ. Camii imamý, “Yâ Saîd! Þimdi zamaný deðil. Þim- dilik o düþündüðünden vazgeç!” demiþtir. Üstad, kendi kalbinden ge- çenleri hissedip kendisini ikaz eden böyle bir zâtýn ümmet-i Muham- med içinde bulunmasýndan dolayý Allah’a hamdetmiþtir. Bu zat, bir müddet sonra Üstad’a “Yâ Said! Þimdi vakti geldi, o düþündüðünü he- men yap!” diyerek yol göstermiþtir. Daha sonra da o imam, Tatar ca- miinde bir daha görülmemiþtir.

Üstad’ýn talebelerinden Molla Hamid’in hatýralarýnda ise firar hâdisesi þöyle anlatýlmaktadýr:

“Üstad’ýmýz Van eski müftüsü Ömer Efendiye anlatmýþ. O da bi- ze nakletmiþti:

‘Ruslar, fýrýnlara canlý domuzlarý atarlar ve piþirirlerdi. Sonra da o fýrýnlarda ekmek yapýyorlardý. Domuz yaðý ekmeklere karýþýyordu. Ne-

(10)

cis kokuyordu. Onun için yemiyordum. Ayrýca; un ve buðday alýp el deðirmeni ile öðütüp saçta kendim ekmek yapar, patates veya yumur- ta alýp piþirirdim. Benim bu halimi gören Ruslar, “Bu delidir.” diyor- lardý. Rusya’da iken bazý ýssýz yerlerde dolaþýrdým. Düþünüyor, ‘Ya Rabbi bana bir kapý aç!’ diye dua ediyordum. Kaldýðým yere doðru gi- derken, Arap kýyafetli, entarili, önündeki üç- dört merkebi götüren bi- risini gördüm. Yanýmdan geçerken bana; ‘Esselâmü aleyküm’ diye sor- du. Selâmýný aldým. ‘Seni buradan çýkarsam, Türkiye’ye gider misin?’

dedi. ‘Giderim. Fakat buradan nasýl çýkacaðým, dört kapýsý kapalý... Di- yarbakýr Kalesi gibi bir yerde bulunuyoruz. Kapýlarda bizim resimleri- miz var. Nöbetçiler bizi tanýrlar, kapýdan nasýl geçerim?’ dedim. O þa- hýs: ‘Benim elbisemi giy, merkepleri sür, sen ileriden git, ben sana ye- tiþirim.’ dedi. ‘Bu adam, boþ adama benzemiyor.’ diye düþündüm ken- di kendime. Onun elbisesini giydim ve merkepleri sürdüm gittim. Ka- pýdan geçtim, nöbetçiler birþey demedi. Kapýdan çýkýnca, ekmek aklý- ma geldi. Baktým torbada ayný benim ekmeðim gibi dört beþ ekmek var. O þahýsla yirmi dört saat beraber gittik. Benim ayaklarým þiþmiþti.

Ondan ayrýldýktan sonra, ben düþündüm: ‘Doðru yoldan gidersem Er- meniler, Ruslar onlarýn dillerini bilmediðimden geri çevirirler.’ Onun için, ayrýca ince bir yol vardý; o ince yoldan yürüdüm. Akþam oldu, yol bir daða çýktý. Orada yol falan yoktu, þaþýrdým. Baktým, orada daðda bir inek var. ‘Onu sürersem bir þenliðe rastlarým’. dedim. Ýneði sür- düm, inek bir maðaranýn önünde durdu. ‘Bre hayvan, niye duruyor- sun?’ derken, baktým maðaradan bir pîr-i fânî, âbid bir zât çýktý. Beni ismen, cismen biliyordu. Bana, ‘Hoþgeldin, ehlen ve sehlen.’ dedi ve

‘Sen yorulmuþsun, açsýn.’ diyerek beni içeriye aldý. ‘Benim ekmeðim falan yok. Bu ineði yaz-kýþ saðar, sütünü içerim.’ dedi. Bana süt saðýp getirdi. Daha öyle lezzetli süt içmemiþtim. O gece orada kaldým. Bana dedi ki: ‘Sen Türkiye’ye gidersin. Türk kardeþlerine selâm edersin. Baþ- larýnda çok musibetler var. Üç þeye riayet etsinler:

1- Kur’an derslerine.

2- Ezân-ý Muhammed’iyi daima yüksek sesle okusunlar.

3- Cemaatten ayrýlmasýnlar.’

(11)

Bediüzzaman Hazretlerinin bu sözlerine ilaveten ve bunlara baðlý olarak, Molla Hamit Ekinci diyor ki: “Onun için Üstad’ýmýz yanýna gelen köylülere, ziyaretçilere daima, ‘Köyünüzde hoca var mý? Câmi var mý?’ diye sorardý. ‘Yok’ derlerse, kýzar, ‘Camisiz ve hocasýz yerde nasýl duruyorsunuz?” diyerek, hiddet ederdi.”

Üstad, Rus esaretinden bizim kanaatimize göre, Allah’ýn inâyeti ile ve Hýzýr Aleyhisselamýn rehberliðiyle kurtulmuþtur. Bu firarý sýra- sýnda, esârete geldiði yolu kullanmamýþ, bizzat komünizm yangýnýn ve fitnesinin çýktýðý yer olan Petersburg’dan geçmiþti. Bu mânâlý hareket, enteresandýr. Böylece, Üstad komünizmin menbaýný görüyor ve tes- pitlerini yapýyordu.

Leningrad’dan Almanya sýnýrýna gelen Bediüzzaman’ý, Alman as- kerler karþýlamýþtýr. Almanlara, kendisinin Türk subayý (Milis Albay) olduðunu ve esaretten döndüðünü söylemiþ, askerler de derhal esas duruþa geçerek kendisini selamlamýþlar ve Üstad’ý karargâha, kuman- danlarýnýn yanýna götürmüþlerdir. Kumandanlar da, kendisine ihtiram göstermiþlerdir. Almanya’da iki ay kalan Bediüzzaman’ýn Almanlar da resmini çekmiþlerdir. Hekimoðlu Ýsmail Aðabeyin ifadesiyle, orada Al- man edip ve düþünürlerine bir konuþma yaparak: “Türk-Alman, Al- man-Türk tarih boyunca, kadim dostturlar. Türkler, Alman dostluðuna sadakatte çok hassasiyet gösterirler.” demiþtir.

Üstad, daha sonra Viyana-Sofya yolu ile Ýstanbul’a gelmiþtir. Bu geliþ, çeþitli gazetelerde ve 25 Haziran 1918 tarihli Tanin gazetesinde haber olarak verilmiþtir. 19 Þubat 1916’da baþlayan esaret, iki sene dört ay dört gün sürerek 25 Haziran 1918’de sona ermiþtir...

Ýstanbul’a geldikten sonra, Enver Paþa tarafýndan Harbiye Neza- retine davet edilen Bediüzzaman Hazretlerine bir harp madalyasý veril- miþtir. Kendisine haber verilmeden, yine Ordu-yu Humâyün’ün tavsi- yesi ile, 13 Aðustos 1918’de açýlan Darü’l- Hikmeti’l- Ýslamiye’ye üye olarak tayin edilmiþtir. Bizzat Sadrazam Talat Paþa “Bediüzzaman Da- rü’l- Hikmeti’l- Ýslâmiye’ye namzettir. O büyük bir vatanperver, kahra- man bir fedâidir. Millet ve memleket uðrunda fî sebîlillah hayatýný vak- fetmiþtir.” demiþtir.

(12)

Esaretten sonra Üstad, 1889’dan itibaren hep yanýnda taþýdýðý hançerini, Askerî Müzenin ikinci kurucusu ve koruyucusu büyük âlim ve tarihçi Ahmed Muhtar Paþa’ya hediye etmiþtir. Bediüzzaman’a ilmin- den dolayý, çok hürmet gösteren Ahmed Muhtar Paþa da, bir yâdigâr ola- rak bu hançeri Askeri Müzeye almýþ, numaralandýrmýþ ve saklatmýþtýr.

5 Mart 1920’de, o acý mütareke günlerinde, Avrupa ve Ameri- ka’dan fýçýlarla alkollü içkiler geliyordu. Onun için Mazhar Osman, Fahreddin Kerim, Þeyhül-islâm gibi zatlarla beraber Bediüzzaman Hazretleri de Hilal-i Ahdar (Yeþilay) Cemiyetini kurdular.

16 Mart 1920’de, Ýstanbul Ýngilizler tarafýndan iþgal edilmiþti. Be- diüzzaman Hazretleri, Ýngiliz iþgaline karþý Hutuvat-ý Sitte Risalesini yazmýþtý. Onun için Ýngilizler de onu yakalamak istiyordu. Talebesi Molla Süleyman diyor ki: “Üstad gazetelerde de Ýngilizlere hücum edi- yordu. Tanin gazetesinde ‘Tükürün Ýngiliz mel’ununun hayasýz yüzü- ne!’ diye yazmýþtý. Bir gün Ayasofya meydanýnda iþgal kuvvetlerinin as- kerleri bekliyorlardý. Üstad’ý yakalamak üzere idiler. Ben çok korktum.

Bana ‘Süleyman sen arkamdan gel. Peþimi býrakma.’ dedi. Bu arada Yâsin Sûresinden, ‘Biz hem önlerinden bir sed, hem arkalarýndan bir sed çektik. Böylece onlarý sarýverdik. Artýk görmezler’ meâlindeki âyeti okuyordu. Onlar bizi göremediler, hemen yanlarýndan geçip eve gel- dik.”

Üstad’ýn Darü’l-Hikmet’teki resmi vazifesi, bu müessesenin 1922’de kapanmasýyla sona ermiþtir.

Bediüzzaman Hazretleri 1922’de Sünûhât Risâlesini yazmýþ ve Ýs- tanbul’da Evkâf-ý Ýslâmiye Matbaasýnda bastýrmýþtýr.

(13)
(14)

1970’li yýllarýn baþýnda, Risale-i Nur Külliyatýnýn bütün kitaplarý lâtin harfleriyle henüz neþredilmiþti. Elime “Sünûhât” Risalesi geçti.

Üzerinde çalýþmaya baþladým. Fakat, bir kelimeyi tam okuyamýyor- dum. Yabancý bir siyaset adamýnýn ismi olduðu anlaþýlýyordu... Orayý boþ býrakýp devam ettim.

Ýzmir Yüksek Ýslâm Enstitüsünde öðrenciydim. Okula geldim.

Edebiyat dersi vardý. Hocamýz, Fuat Edip Baksý idi. Merhum, þairdi ve bazý þiirleri þarký olarak bestelenmiþti. Dersleri çok hoþ geçerdi. Sý- kýcýlýðý hatýralarla ve fýkralarla aþar geçerdi. Hatta Mevlid konusu iþle- nirken, “Haydi içinizde hafýzlar, mevlidhanlar var... Geleneðe uygun þekilde bir mevlid okuyun... Þerbetler benden...” dedi. Sesi güzel olan arkadaþlarýmýz, çok güzel bir mevlid okudular, hocamýz da cidden çok hislendi. Þu anda çehresi gözlerimin önünde...

Ýþte; o rahmetli hocamýz, konunun bir yerinde hocalara saygý için Almanya’dan bir örnek veriyordu. Dedi ki: “Alman devlet adamý Hin- denburg, bir köyün yanýndan geçiyormuþ. Köy okulunu ziyaret etmek istemiþ. Öðretmen derste imiþ. Doðru sýnýfa girmiþ. Öðretmen, sanki içeri hiç kimse girmemiþ gibi, dersine devam etmiþ. Dersi bitirmiþ. Ço- cuklar sýnýftan çýktýktan sonra, en derin hürmet hissiyle Hinden- burg’un önünde eðilip onu selamlamýþ. Gururlu bir siyasî olan Hin- denburg, ilgisizlikten çok caný sýkýldýðý halde baþtan hiçbir þey söyle- memiþ; patlamak üzereyken böyle bir hürmet onu frenlemiþ... Ama de- miþ ki: ‘Sen, benim kim olduðumu çok iyi bildiðin halde niçin sýnýfa

(15)

ilk girdiðimde bu saygýyý göstermedin de dersin sonuna býraktýn?’ Öð- retmen de, ‘Efendim, biz çocuklara, en büyük Tanrý’dýr; ondan sonra öðretmenler gelir, diye telkin ediyoruz. Eðer onlarýn yanýnda, böyle yaptýðým gibi huzurunuzda eðilsem, Tanrý ile aramýza girer, büyük öð- retmenler deðil, devlet adamlarý olurdu. Çocuklarýn da öðretmene ve öðretmenliðe saygýlarý kalmazdý.’ demiþ. Hindenburg, öðretmenin bu tavrýný takdir etmiþ.”

Konuþmasý bitince, “Hocam, þu Alman devlet adamýnýn ismini tah- taya yazar mýsýnýz? Osmanlýca bir metinde benzer bir kelime vardý oku- yamadým.” dedim. Allah rahmet eylesin. O da, kalkýp tahtaya “Hinden- burg” diye yazdý...

Sonra, Birinci Dünya Savaþý ile ilgili Sünûhât’taki o bölümü bul- dum ve tekrar gözden geçirdim:

“Denildi: ‘Maðlûbiyet malûmdu, biz bilirdik, bilerek bizi belâya attýlar.’ Dedim: ‘Acaba, Hindenburg gibi dehþetli insanlar nazarýnda nazarî kalmýþ olan gaye-i harp, sizin gibi acemilere nasýl malûm ve be- dihî olabilir.”

Burada boþ býraktýðým yere Hindenburg kelimesini yazdým...

Sünûhât Risalesi, bir “Ýfade-i Meram” ile baþlýyor.

(16)

Ýfâde-i Meram

B

azý âyetleri düþünürken, bazý nükteler kalbime gelerek nota su- retinde kaydettim. Elfazca zengin deðilim, israfý da sevmem.

Teþrifatçý elfâzý beðenmem. Kýsa ve öz ifademden darýlma.

“Herþeyden, en iyisini al” kâidesiyle, sana hoþ gelen þeyleri al. Sana hoþ görünmeyeni bana býrak, iliþme!...

Said Burada ifade edildiði gibi Sünûhât, Üstad’ýn bazý âyetlerden anladý- ðý mânâlarý veciz þekilde yazmasýndan meydana gelmiþtir. Onun için her konunun baþýnda, onlarla ilgili âyetler kaydedilmiþtir. As- lýnda Risale-i Nur Külliyatý incelendiðinde, kullandýðý dilin renkli- liði ve zenginliði hemen göze çarpacaktýr. Burada “Elfazca zengin deðilim.” sözü bir tevazu olsa gerektir. Herþeyde iktisadý esas alan Bediüzzaman Hazretleri, elbette israf-ý kelâma yer vermeyecektir.

Bu eserinde de veciz olarak, yani az ve öz kelimeyle güzel bir üslû- pla meramýný çok güzel anlatmýþtýr. Zaten kimseye de minneti yok- tur...

(17)
(18)

Bismillahirrahmanirrahim

“Ancak iman eden ve sâlih (makbul ve güzel) iþler yapanlar müs- tesna...” 1(Asr, 3)

Kur’an “sâlihât”ý mutlak, müphem (kapalý) býrakýyor. Çünkü ah- lak ve faziletler, hüsün ve hayýr çoðu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtik- çe deðiþir. Sýnýftan sýnýfa indikçe ayrýlýr. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe baþkalaþýr. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, þahýstan millete çýktýkça mâhiyeti deðiþir.

Meselâ, cesaret, sehâvet, erkekte gayret, hamiyet ve muâvenete se- beptir. Kadýnda, nüþûza (iffetsizliðe, itaatsizliðe) vakahata (hayasýzlý- ða), koca hakkýna tecâvüze sebep olabilir.

Meselâ, zayýfýn kuvvetliye karþý izzet-i nefsî, kuvvetli de tekebbür (kibirlenme) olur. Kavînin zayýfa karþý tevazu zayýfta tezellül (zillete düþme) olur.

Mesela, bir ulu’l-emr (idareci, âmir), makamýndaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevâzudur.

Meselâ, tertib-i mukaddematta tefviz (iþin baþýnda yapýlmasý gere- kenleri yapmadan, sebepleri hazýrlamadan tevekkül etmek), tembellik- tir. Terettüb-ü neticede (gerekenleri yaptýktan sonra neticeyi Allah’tan bekleyip râzý olmak) tevekküldür. Çalýþmanýn semeresine, kýsmetine rý-

1 Sâlihat kelimesinin mutlak býrakýlmasýnýn sadece bu yönünü beyan eder.

(19)

za kanaattýr; çalýþma meylini kuvvetlendirir. (Çalýþmadan) mevcut ile iktifa etmek, dûn-himmetliktir (gayretsizliktir).

Meselâ, ferd, tek baþýna, kendi adýna olsa müsamahasý, fedâkarlýðý sâlih bir ameldir. Baþkalarý adýna olsa, hýyânet olur.

Meselâ, bir þahýs kendi namýna hazm-ý nefis eder (nefsini kýrýp te- vâzu gösterir), tefâhur edemez (övünemez). Millet nâmýna tefâhur eder, hazm-ý nefs edemez.

Herbirinden birer misal gördün; istinbat et (benzerleri için ken- din bunlara bakýp misaller çýkar).

Madem ki Kur’an, bütün tabakalara, bütün asýrlarda, bütün haller- de þumüllü ezelî bir hitaptýr. Hem nisbî hüsn ve hayýr çoktur. Sâliha- týn ýtlaký (mutlak býrakýlýp herhangi birþeyle kayýtlanmamasý), belîðâne bir îcâz-ý mutnebtir (mânayý çoðaltýp uzatan veciz ifadedir). Beyanda sükûtu, geniþ bir sözdür.

Âyette geçen sâlihat kelimesi, “Þu, þu ibadet, zikir ve tutum ve dav- ranýþlardan ibarettir.” diye kayýtlanmadan mutlak býrakýlýp iyi iþler, yararlý ameller mânâsýna öylece býrakýlmýþtýr. Çünkü namaz, oruç, hac, zekat gibi güzel amellerin, yanýnda, duruma göre çok deðiþik, hal, tutum, davranýþ ve hareketler de nisbî ve izafî mânâda sâlihatýn içine girer. Binlerce sâlihatý ifade etmek için sayfalar yetmez. Ama herkes de, Bediüzzaman Hazretleri gibi ayetlerin tazammun ettik- leri derin ve ince mânâlarý hemen kavrayýp alamaz. Onun için mânâ gavvaslarý, irþadýn kutup ve gavslarý Guam çukuru gibi derinliklere dalarlar; inci ve mercandan daha kýymetli ilahî maksad ve muradla- rý asýrlarýnýn sofralarýna sererler... Ne mutlu onlardan istifade etme- sini bilenlere!.. Hâlâ, önümüze serilen bu semavî mâidelerden isti- fade edemiyorsak, kendimize yazýk etmiþ oluruz. Üstad’ýn sâdýk ta- lebesi Zübeyr Gündüzalp Aðabeyimizin dediði gibi “Evliyaullahýn bir sözünde, yetmiþ mânâ bulunabilir. Onlarý düþüne düþüne ve tekrar tekrar okumamýz lâzýmdýr.”

Þimdi mesela, siz bir valisiniz, valilik makamýnda nasýl davranma- nýz gerekiyor? Vali olduðunuz halde evinize geldiniz. Hanenizde bir misafir var. Nasýl davranacaksýnýz? Evinizde tevazu içinde; vali- likte vakarla hareket etmek zorundasýnýz.

(20)

Fedakârlýk, müsâmaha kendiniz adýna güzel bir davranýþtýr.

Bununla beraber, bir yerde bir toplumu, hatta bir millet ve devleti temsil ediyorsanýz orada nasýl davranacaksýnýz?

Tevekkülle tembellik; onur ve vakar, tevazu ve zillet nasýl birbirin- den ayrýlýr? Ýþte burada sâlih amelin ne olduðu belirtilmiþ.

Daha sonra sâlihat ve tâlihat olarak, “Lemaat” ismindeki Risalede, hem de manzum þekilde bu mesele geniþçe ele alýnmýþtýr.

“Muhakkak ki, fâcirler (günahkârlar) cahîmde (cehenneminde) dir.” (Ýnfitar, 14)

Âkýbet, ikâba (ceza ve azaba) delildir; hadsen (sezmekle) onu gös- teriyor. Masiyetin (isyan ve günahýn) ekseriya dünyada olan âkýbeti, bir hads (sezgi) emâresidir ki, cezâsýnda bir ikab vardýr. Çünkü herkes husûsî bir tecrübe ile görüyor ki, hiçbir tabii münasebeti olmadýðý hal- de, masiyet kötü bir neticeye varýp dayanýyor. Bu kadar çokluk ve bol- lukla olmasý tesadüf olamaz.

Eðer þu umum muhtelif husûsî tecrübeler nazara alýnýrsa, görünür ki, ortak noktalarý yalnýz mâsiyetin tabiatýdýr ki, cezayý gerektiriyor.

Demek ceza, mâsiyetin zâtî lâzýmý (ondan ayrýlmayan bir özelliði)dir.

Mâdem dünyada filcümle (çoðu zaman da olsa) bu lâzým, sýrf mâsiyetin tabiatý için terettüp ediyor. Elbette, bu dünyada terettüp et- meyen, âhirette terettüp edecektir. Acaba küçük bir tecrübe geçirmemiþ ve: “Filan adam fenalýk etti, belâsýný da buldu.” dememiþ kim vardýr?

Bu âyetin tefsiri mâhiyetinde, Bediüzzaman Hazretleri, günahkâr- larýn âhirette ceza göreceklerine dair hayat tecrübelerinden alýnmýþ bir gerçeði ortaya koyuyor.

Ben, bu bölümü okurken merhum Yusuf Yaman dedemin anlattýðý bir olayý hatýrlarým:

“Çocukluðumda seferberlik kargaþalarý içinde, bazý eþkiyalar türe- miþti. Bunlar asker kaçaðý zâlimlerdi. Köyde kalmýþ yaþlýlarýn evle- rini basýyor, koltuklarýnýn altýna kaynamýþ yumurta koyarak iþken- ce ediyor, nerede paralarý, altýnlarý varsa alýyorlardý. Babam Molla

(21)

Abdullah harpte þehit olmuþtu. Amcalarým savaþta idi. Bir gece, bir çalgý sesiyle uyandým. Pencereden baktýðýmda, gördüm ki; arka- da bahçeliðin içinde büyük bir ateþ yakýlmýþ, içki-iþret için eþkýyalar etrafýna toplanmýþtý. Alnýnda ve yüzünde kocaman bir yara izi bu- lunan baþlarýndaki çete reisini iyi gördüm. Ama harp bitti, bir þe- kilde bu herif kurtuldu. Hacýbekir ve Çavdarhisar pazarlarýnda ben onu görür, ‘Adamýn yaptýklarý yanýna kâr kaldý.’ diye üzülürdüm.

Ama seneler sonra karlý bir gün, köpeðimiz gece yarýsý evimizin bahçesinin dört bir yanýna koþarak havlayýp duruyordu. Kalktým, gittim. Baktým; kocaman bir adam, zor yürüyor: ‘Ah, ölemedim kaldým... Sürünüyorum...’ diyordu. Yüzünün yarasý ile o!.. Evlatla- rý, yakýnlarý bakmamýþlar, o yaþta onu atmýþlar. O da, bizim köyün mahallelerinin odalarýnda kalmaya baþlamýþ. Gece tuvalete çýkmýþ, fakat yolu kaybetmiþ. Ýþte böyle inleyip duruyordu.” dedi.

Ben kendim de, Sarýgöl kazasýnda, Kur’an kursunda okurken “Ah Allah’ým!” diye diye inleyen ve ölmeyi temenni eden bir zavallý gör- müþtüm. Onun için de, benzer günahlarýndan bahsetmiþlerdi...

“Sizleri tanýþasýnýz diye kabile (milletlere) ve þubelere (sülâlelere) ayýrdýk” (Hucurat, 13)

Evet, kabile kabile, þube þube bu yaratýþýmýzýn sebebi, tanýþasýnýz, yardýmlaþasýnýz ve aranýzda muhabbet baðlarý kurasýnýz diyedir. Yoksa, karþýlýklý yabancýlaþarak inatlaþýp birbirinize düþmanlýk yapasýnýz diye deðildir... Bir neferin takýmda, bölükte, taburda, fýrkada birer râbýtasý birer vazifesi olduðu gibi, herkesin ictimaî heyette, zincirleme (silsile-i merâtibe uygun þekilde) irtibatlarý ve vazifeleri vardýr. Halîta þeklinde (karýþýk halde) belirsiz olsa, tanýþma ve yardýmlaþma olmaz.

Unsuriyetin (milliyetçi düþüncelerin) uyanmasý ya müsbettir ki, kendi milletine þefkat ile canlanarak harekete gelir ki, tanýþma ile yar- dýmlaþmaya sebeptir. Veya menfîdir ki, ýrkçýlýk hýrsý ile uyanýþa geçer ki, tenakür (yabancýlaþma, antipati duyma) ile inatlaþmanýn sebebidir.

Ýslamiyet bunu reddeder.

Üstad, bu hususta daha sonra yazdýðý Mektubat Risalesinde þöyle demektedir: “Nasýl ki bir ordu fýrkalara (tümenlere), fýrkalar alayla-

(22)

ra, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takýmlara kadar ayrýlýr. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebetleri ve o münasebetlere göre vazifeleri tanýnsýn, bilinsin- tâ o ordunun efradlarý, yardýmlaþ- ma düsturu altýnda, hakiki bir vazife-i umumiye görsün ve içtimâi hayatlarý düþmanlarýn hücumundan korunsun. Yoksa, böyle bölü- nüp ayrýlma, bir bölük bir bölüðe karþý rekabet etsin, bir tabur bir tabura karþý hasýmca davranýp düþmanlýk etsin, bir fýrka bir fýrkanýn aksine hareket etsin diye deðildir.

Aynen öyle de, Ýslâmî heyet-i ictimâiye büyük bir ordudur; kabîle- lere ve tâifelere ayrýlmýþtýr. Fakat binbir bir birler adedince birlik ci- hetleri var; Hâlýklarý bir, Râzýklarý bir, Peygamberleri bir, kýbleleri bir, kitaplarý bir, vatanlarý bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir... Ýþ- te bu kadar bir birler kardeþliði, muhabbeti, birlik ve beraberliði ge- rektiriyor. Demek kabilelere ve tâifelere ayrýlmak, þu âyetin ilan et- tiði gibi, tanýþýp kaynaþma ve yardýmlaþma içindir; birbirine antipa- ti duyma ve düþmanca davranma için deðildir.

Milliyet fikri, þu asýrda çok ileri gitmiþ. Bilhassa hilekâr ve sinsi Av- rupa zâlimleri, bunu (ýrkçýlýðý) Müslümanlar içinde menfî bir þekil- de uyandýrýyorlar; tâ ki parçalayýp onlarý yutsunlar. Onun için þu zamanda ictimâî hayat ile meþgûl olanlara, ‘Milliyet fikrini býraký- nýz!’ denilmez. Fakat milliyetçilik iki kýsýmdýr. Bir kýsmý menfîdir, uðursuzdur, zararlýdýr. Baþkasýný yutmakla beslenir, diðerlerine düþ- manlýkla devam eder, uyanýk davranýr. Þu ise düþmanlýða ve keþme- keþe sebeptir. Onun içindir ki, hadis-i þerifte ferman etmiþ: ‘Ýslâmi- yet, câhiliyetten kalma ýrkçýlýðý kaldýrmýþtýr.’ Kur’an da ferman et- miþ: ‘Kâfirler, kalplerine câhiliyet taasubundan ibaret olan o gayre- ti yerleþtirdiklerinde, Allah, Peygamberinin ve müminlerin üzerine sükûnet ve emniyeti indirdi ve onlara takvada ve sözlerine baðlýlýk- ta sebat verdi. Zâten onlar buna lâyýk ve ehil kimselerdi. Allah ise herþeyi hakkýyla bilir.’ (Fetih, 26)

Ýþte þu hadis-i þerif, þu âyet-i kerime, kati bir sûrette menfî bir mil- liyeti ve unsuriyet (ýrkçýlýk) fikrini kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes Ýslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç býrakmýyor.

(23)

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon (þimdi bir buçuk milyar) vardýr? Ve Ýslâmiyet yerine o ýrkçýlýk fikri, fikir sâhibine o kadar kardeþleri, hem ebedî kardeþleri kazandýrsýn!” (26. Mektup, 3. Mebhas)

“Arzda (hareket eden) hiçbir canlý yoktur ki, onun rýzký Allah’a ait olmasýn.” (Hud, 6)

Rýzýk, hayat kadar, kudret nazarýnda ehemmiyetlidir. Kudret çýka- rýyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Allah’ýn ezelî kudreti dehþetli bir faaliyetle, kesif (katý, karanlýk) âlemi, lâtîf âleme kalbediyor. Kâina- týn zerrelerini hayattan hissedar etmek için, ednâ (küçük, basit) bir se- bep ile, bir bahâne ile çok büyük ehemmiyet vererek hayatý verdiði gi- bi, ayný derece ehemmiyetle doðru orantýlý olarak, rýzký da hazýrlýyor.

Hayat; muhassal-ý mazbuttur (belirli þekilde, derli toplu vaziyet- te meydana gelmiþtir), görünür. Rýzýk ise gayr-ý muhassal (daha mey- dana gelmemiþ); tedrîci (yavaþ yavaþ, parça parça) münteþirdir, düþün- dürür.

Bir nokta-i nazardan denilebilir ki, “Açlýktan ölmek yoktur.” Zira iç yaðý vesâir surette depolanan gýda bitmeden evvel ölüyor.

Demek (çok yeme, aþýrý beslenme) âdetini terketmekten meydana gelen hastalýk öldürür. Rýzýksýzlýk deðil.

Cenab-ý Hak, kudretiyle hayatý yarattýðý gibi rýzký da o önemde var ediyor. Ýlâhî inayet ve itina ile besliyor. Hummalý bir faaliyetle san- ki, karanlýk ve katý taþlar, topraklar, inceltiliyor, þeffaf ve lâtif hâle getirilerek hayata mazhar kýlýnýyor.

Hayatlý vücut ile, onun rýzký arasýndaki durum; sanki muvazzaf olup silah altýnda bulunan askerlerle, henüz askere gelmemiþ, ama askerlik þubelerinde hangi birliðe gidecekleri belli olan asker aday- larýnýn vaziyetine benziyor. Çünkü herkesin rýzký bellidir. Kader ka- lemiyle sanki rýzýklarýn alýnlarýna kimin rýzký olacaklarý yazýmýþtýr.

Fakat havada, suda, yerin derinliklerinde ve dünyanýn her tarafýnda daðýnýk bir vaziyette olduklarý için, insanlar “Acaba aç mý kalaca- ðým!” diye endiþe duyarlar.

(24)

Halbuki, yavrular anne karnýnda a’cez (çok âciz) olduklarý için du- daklarýný bile kýpýrtdatmalarýna gerek kalmadan göbeklerinden bes- lenirler. Doðunca a’cezlikten normal âcizliðe yükselirler. Onun için memeler musluðuna sadece aðýzlarýný yapýþtýracak kadar bir iþ yap- malarý yeterlidir. Ama güçlendikçe, memelerden süt de kesilmeye baþlar. Büyüdükçe rýzýk artýk ayaðýna gelmez, bilâkis, “Sen ey rýzka muhtaç adam, gel beni bul.” der. Canlýlarýn güç, kuvvet ve iktidar- larý ile rýzýk arasýnda ters orantýlý bir münasebet vardýr. En güçsüze en büyük yardým yapýlýr. Meyve kurtlarý gibi...

Bu bakýmdan açlýktan ölme yoktur, denilebilir. Çünkü hücrelerde depolanmýþ besinler bitmeden önce ölümler gerçekleþiyor. Yani si- zin kilerinizde yiyecek maddesi var, ama yemek yapma alýþkanlýðý- nýz olmadýðý için, onlar orada beklerken siz aç kalabiliyorsunuz. Ay- ný þekilde, oruç tutmayan ve az yeme alýþkanlýðý olmayan insanlar, hücrelerindeki besinleri kullanma alýþkanlýðý kazanamayan, aþýrý beslenmeyle tembel hale gelmiþ iç mekânizmalar sebebiyle, açlýða dayanamayarak ölebilirler. Buna da, açlýktan ölme denmez.

Ayrýca, bile bile silah vesaire ile insanlarýn öldürülmesi gibi, yer al- tý ve yer üstü kaynaklarýnýn gasp edilmesi, yaðmalanmasý, mazlum ve maðdur topluluklarýn açlýða ve ölüme mahkûm edilmeleri de her halde böyle mütaala edilmelidir.

Bu hususta, Risale-i Nur Külliyatýnýn deðiþik yerlerinde geniþ ma- lûmat vardýr.

“Âhiret hayatýna gelince, gerçek hayattarlýk odur.” 2(Ankebût, 64) Küremiz hayvana benziyor. Hayat eserleri gösteriyor. Acaba yu- murta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mýdýr? Veya mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek midir?

Hayatý varsa, ruhu da vardýr. Büyük insan olan âlemin, içine aldý- ðý kâinat sistemi o derece hassasiyet ve hayat eserleri gösteriyor ki; bir ceseddeki organlarýn, zerrelerin izhar ettikleri tesânüt, birbirlerine kar-

2 Hakiki hayat ancak âhiret âleminin hayatýdýr. Hem o âlem hayatýn ta kendisidir. Hiç- bir zerresi ölü deðildir. Demek dünyamýz da bir hayvandýr.

(25)

þý alâka ve yardýmlaþmadan daha ziyade muntazam, uyumlu, mükem- mel eserleri gösteriyorlar.

Acaba âlem insan kadar küçülse, yýldýzlarý (o vücudun) zerreleri ve atomlarý hükmüne geçse, o da (þu âlem) þuurlu bir canlý olmayacak mý- dýr? Þu âyet dehþetli bir sýrrý telvîh eder (açýða çýkarýr).

Kesretin mebdei vahdettir, müntehasý da vahdettir. Bu bir fýtrat düsturudur.

Ezelî kudretin feyz-i tecellisi ve ibda (hiçten, modelsiz olarak ya- ratma) eseri olan kâinattaki kuvvetten bütün zerrelere, her bir atoma birer câzibe (çekim) zerresi yaratýp ihsan ederek ve ondan da kâinâtýn râbýtasý olan birleþmiþ, müstakil, muhassal câzibe-i umûmiyeyi (genel çekim kanununu, Cenab-ý Hak) inþâ ve icad etmiþtir.

Nasýl ki, zerrelerde kuvvetin reþehâtý (sýzýntýlarý) olan câzibelerden meydana getirilmiþ bir câzibe-i umumiye vardýr. O da kuvvetin ziyasý- dýr. Ýzâbesinden (eritilmesinden) doðan lâtif bir istihâlesidir. Ayný þe- kilde, kâinata serpilmiþ damlalarýn ve hayat parýltýlarýnýn da muhassalý (hepsinden var edilmiþ) bir hayât-ý umumî olmak gerektir. Hayat var- sa ruh da vardýr. Öteki gibi müntehâ-i ruh bir mebde-i ruhun feyzinin cilvesidir. O mebde-i ruh da Ezelî Hayatýn tecellisidir ki, tasavvuf di- linde “hayat-ý sâriye” diye isimlendirilir.

Ýþte, ehl-i istiðrakýn iþtibahýnýn (gerçeði karýþtýrmasýnýn) sebebi ve þatahatýn (manevi sekir ve istiðrakla söylenen ölçüsüz, dengesiz sözle- rin) kaynaðý, þu zýlli (gölgeyi), asýl ile karýþtýrmalarýdýr.

Âhiret âleminin taþý, topraðý ve aðacý da hayattardýr. Bir taþa, ehl-i cennet “Gel!” deyince gelecektir...

Aslýna bakarsak; semavat âlemi, ruhlar âlemini, melekut âlemini, cenneti de ihtiva ettiði gibi, bir cihette perde altýnda bu içinde bu- lunduðumuz þehâdet âlemini de kuþatmýþtýr. Evet, kâinat büyük bir insan vücudu gibi, iç içe girmiþ daireler gibi binlerce âlemi içine al- maktadýr...

Ýþte Bediüzzaman Hazretleri, bu gerçeklere ve mânevi müþâhedele- rine dayanarak âlemin bir insan vücudu gibi olduðunu, onun haya-

(26)

týnýn bulunduðunu söylüyor. Öyle ki, “Evet, nasýl ki, insanýn unsur ve elementleri kâinatýn unsurlarýndan; kemikleri taþ ve kayalarýn- dan; saçlarý nebatat ve aðaçlarýndan; bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulaðýndan, burnundan ve aðzýndan akan ayrý ayrý sularý arzýn çeþmelerinden ve madeni sularýndan haber veriyorlar, delâlet edip onlara iþaret ediyorlar. Aynen öyle de; insanýn ruhu ruhlar âleminden; hâfýzasý, levh-i Mahfuz’dan; hayal duygusu misâl âleminden... Ýþte bunlar gibi her bir cihazý bir âlemden haber veri- yor ve onlarýn varlýklarýna kat’î þehâdet ediyor.” diyor.

Ayrýca, her bir atom zerresindeki çekim gücünün kâinattaki bütün çekim güçleriyle birleþerek bütün hâlinde “genel çekim gücünü”

meydana getirmesi gibi, kâinata yayýlmýþ hayat damla ve parýltýla- rýndan da bütün hâlinde bir “genel hayat”ýn meydana getirileceðini ifade ediyor. Evet nasýl ki, insan ölü kitlelerden meydana gelmiþ bir canlý deðil; bilâkis her biri tek baþýna bir canlý olan yüz trilyon can- lý hücreden meydana gelmiþ bir hayat sahibidir. Trilyonlarla canlý- dan meydana gelmiþ olan insanýn bir ruhu olduðu gibi, bütün can- lýlarýn hayatýnýn toplamý olan bu tek “umumî hayatýn” da elbette bir ruhu vardýr. Buna, tasavvuf dilinde “hayat-ý sâriye” denilir. Bu ha- yat-ý sâriyeyi yaratan da Allah’týr. Ama istiðrak halinde, þatahat ne- vinden aðýzlarýndan yanlýþ sözler zuhur eden bazý mutasavvýflar, hâþâ bu hayat-ý sâriye’yi Cenab-ý Hakk’ýn Hayat-ý Ezeliyesi ile ka- rýþtýrmýþlardýr. Hatta bazýlarý da “Biz, Allah’tan bir parçayýz.” diye- cek kadar bir yanlýþa saplanmýþlardýr. Bunlarýn yanlýþýnýn kaynaðý, iþte burada anlatýlan meselede izah edilmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de þöyle demektedir:

“Aziz kardeþim bil ki: Þu âlemi ziyalandýran güneþin, bir sineðin gö- züne tecelli ile girip ýþýklandýrmasý mümkündür. Ama ateþten bir ký- výlcýmýn o sineðin gözüne girip aydýnlatmasý imkân hâricidir. Çün- kü gözü patlatýr. Ayný þekilde, bir zerre, Ezelî Güneþ’in (Cenab-ý Hakk’ýn) tecellisine mazhar olur. Fakat Müessir-i Hakikiye (Cenab-ý Hakk’a) zarf olmaz.”

Sonradan yaratýlmýþ, mümkinattan olup ârýzý bir vücuda sahip olan insan, nasýl olur da kendisinin, ezelî, ebedî, parçasý olduðunu iddia eder? Allah, doðurmamýþtýr, doðmamýþtýr, yani bölünmez, parça-

(27)

lanmaz eþi ve benzeri yoktur. Herþey ona muhtaç olup kendisi hiç- bir þeye muhtaç deðildir.

“Allah yolunda katlolunanlara ölü demeyin. Onlar diridirler. Fa- kat siz bunun farkýnda deðilsiniz.” (Bakara, 154)

Yani onlar kendilerinin hayatta olduklarýnýn ve ölmediklerinin þuurundadýrlar.

Þehid kendini hayatta bilir.3Fedâ ettiði hayatý sekeratý (ölüm anýn- daki ölüm hâlini) tatmadýðýndan, kesintisiz ve devamlý görüyor. Yalnýz daha nezih olarak buluyor. Diðer meyyitlere nisbeti þuna benzer ki; iki adam rüyada çeþitli lezzetleri içinde toplayan bir bahçede geziyorlar.

Biri rüyada olduðunu bilir, (nasýl olsa rüyadayým diye o lezzetlere) ehemmiyet vermez. Diðeri ise, kendisini (rüyada deðil) uyanýk bilir, o lezzetlerden hakiki olarak istifade eder.

Rüya âlemi, misâl âleminin gölgesi, misâl âlemi de berzah âlemi- nin gölgesi olduðundan düsturlarý birbirine benzemektedir.

Üstad, bu hususu daha sonra Mektubat Risalesinde daha geniþ ele olarak, beþ tabaka hayattan dördüncü hayat tabakasýný þehitlerin hayat tabakasý olarak izah etmiþtir. Bu hayat tabakasý dünya haya- týna benzer, fakat ondan çok yüksek ve nezihtir. O tabakada bulu- nan þehitlerin efendisi Hz. Hamza, kendisine iltica edenleri himâye etmektedir.

Ziya amcamýn oðlu Hüseyin’le beraber askere gitmiþtik. Ben, dört ay sonra döndüðümde onun þehit olduðunu öðrendim. Hüseyin, namazlarýný kýlan, kimseye karýþmayan güzel huylu birisiydi... Ziya amcam dedi ki: “Sýrrý nedir bilmiyorum, ama ben Hüseyin’i rü- yamda hep yüzbaþý olarak, çok mutlu görüyorum.” Ona bu mese- leyi anlattým ve “O, askerde bir er iken, birden þehitlik vasýtasýyla öyle güzel bir makama çýktý ki, hâlinden çok memnun ve mesut bir þekilde senin rüyalarýna giriyor. Sen de onu bu rütbede görüyor- sun.” dedim.

3 Acip bir vâkýa þu mânâya bana kati kanaat vermiþtir.

(28)

“Kim bir katil olmayan ve yeryüzünde fesad çýkarmayan bir insa- ný öldürürse, sanki bütün insanlarý öldürmüþ gibi olur. Kim de bir in- saný ihyâ ederse bütün insanlarý ihyâ etmiþ gibi olur.” (Mâide, 32)

Þu âyet haktýr, akla aykýrý deðildir, hakikattir. Ýçinde mücâzefe (ka- rýþtýrma, doldurma) ve mübâlaða yoktur. Halbuki âyetin zâhiri düþün- dürüyor.

Bu âyet iki cümle, yani bölüm hâlinde izah edilmektedir.

Birinci Cümle

Adâlet-i mahzânýn en büyük düsturunu koyuyor. Diyor ki: Bir mâsumun hayatý, kaný, hatta bütün insanlýk için bile olsa, heder edile- mez. Ýkisi (yani terazinin bir kefesinde bir masum, öbür kefesinde bü- tün insanlar bulunsa) Allah’ýn kudretine göre bir olduðu gibi (yani bir ol emriyle bir insaný bir anda yarattýðý gibi bütün insanlarý da ayný emirle bir anda yaratýr), bu ikisi Allah’ýn adâletine göre de birdir. (Bü- tün insanlýðýn menfaati için bile olsa, masum bir insanýn kaný akýtýla- maz). Cüz’iyatýn küllîye nisbeti bir olduðu gibi, hak ve hukukun dahi adâlet terazisine karþý nisbeti birdir. O nokta-i nazardan, hakkýn küçü- ðü büyüðü olamaz.

Lâkin, adâlet-i izâfiye, parçayý bütüne feda eder. Fakat irade sahi- bi parçanýn, açýkça ve net biçimde veya zýmnen iradesiyle rýza göster- mesi þartýyle... Eneler (benler) nahnüye (bize) inkýlap edip mezcî (bi- leþim hale gelmiþ), cemaat ruhu doðarak, bütüne fedâ olmak için ferd zýmnen razý olmuþ olabilir.

Bazen nur, nar (ateþ) göründüðü gibi belagatýn þiddeti de mübâla- ða görünür.

Þu noktada belagat nüktesi üç noktadan meydana geliyor:

Birincisi: Ýnsan fýtratýndaki isyan ve tehevvür istidadýnýn, sýnýrsýz olduðunu göstermektir. Hayra olduðu gibi, þerre dahi insanýn kabili- yeti sonsuz gibidir. Bencillikle öyle insan olur ki, heves ve ihtirasýna mâni herþeyi, hatta elinden gelirse, dünyayý harap ve insan nevini mah- vetmek ister.

(29)

Ýkincisi: Fýtrî istidadýn hâriçte kuvvetinin derecesini ortaya koy- makla, imkân dairesinde olabilecek birþeyi olmuþ gibi göstererek, nef- si kötülükten vazgeçirmeye çalýþýr. Demek ki, o gadr damarý ve isyan çekirdeði güya potansiyel güç durumundan bilfiil icra durumuna çýk- mýþ gibi, imkânatý vukuata çevirerek, kabiliyetli bulunduðu meyveleri verip, bir zakkum sûretinde hayalin gözü önüne koyar. Tâ ki, istenilen nefret ve vazgeçirme iþi, nefsin dibine kadar iþletilsin...

Ýrþâdî belagat böyle olur.

Üçüncüsü: Kaziye-i mutlaka (kuþattýðý alan, zaruret gibi kayýtlar- la sýnýrlandýrýlmamýþ þümullü hüküm), bazen külliye ve kaziye-i vakti- ye-i münteþire (muayyen bir zamana mahsus olmayýp, zamanlar için- de daðýlýp herhangi bir zamanda meydana gelen hüküm) bazen daime gibi görünür. Halbuki bir ferd, bir zamanda hükme mazhar olsa, kazi- yenin mantýk açýsýndan doðruluðu için kâfidir. Ehemmiyetli bir kem- miyet olsa, örfen dahi doðrudur. Nasýl ki, her mâhiyette bazý hâri- kulâde ferdler veya o nevin nihayet derecede tekemmül etmiþ bir ferd veya her ferd için acib þartlarý içinde toplayan hârika bir zaman bulu- nur ki, diðer fertler ve zamanlar o ferde veya o zamana nisbeten zerre- ler kadar, küçücük balýklarýn, balina balýðýna nisbeti gibi kalýr.

Bu sýrra binâen birinci cümle gerçi zâhiren külliye ise de, dâime deðildir. Fakat beþere kâtlin zaman cihetiyle en müthiþ ferdini nazara vazediyor (göz önüne getiriyor).

Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batýrýr; bir gülle otuz milyonun mahvýna sebep olur. Nasýl ki oldu da... Öyle þartlar altýnda olur ki, küçük bir hareket insaný, âlâ-yý illiyyîne çýkarýr. Öyle hâl olur ki, küçük bir fiil, insaný esfel-i sâfiline indirir.

Böyle kazýye-i mutlakada veya münteþire-i zamaniyede böyle hal- ler, büyük bir nükte için nazara alýnýr. Böyle acip ferdler ve acip zaman- lar ve haller mutlak, müphem býrakýlýr.

Mesela: Ýnsanlarda veli, cumada dualara icabet edilen dakika, Ra- mazanda leyle-i Kadir, Esmâü’l Hüsnâda Ýsm-i Azam, ömürde ecel meçhul kaldýkça, sair ferdler dahi kýymetli kalýr, ehemmiyet verilir. Ta- ayyün ettikçe (muayyen ve belli oldukça, diðerleri raðbetten düþer.

(30)

Yirmi sene müphem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye ter- cih edilir. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiðinden, müphemde nef- si kandýrýr. Muayyende ise, yarýsý geçtikten sonra, daraðacýna yavaþ ya- vaþ yaklaþma gibidir.

Bediüzzaman Hazretleri bu âyetin önce birinci cümlesini, yani

“Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çýkarmayan bir kiþiyi öldü- rürse, sanki bütün insanlarý öldürmüþ gibi olur.” ifadesini ele alýyor ve bundan çýkan adalet-i mahza prensibini izah ediyor. Adâlet-i mahzaya göre, bütün insanlýðýn faydasý için bile olsa tek bir insanýn hukukuna tecavüz edilemeyeceði ifade ediliyor. Allah’ýn ezelî ve sonsuz kudretine göre, bütün insanlarýn yaratýlýþý “kün” emriyle, tek bir insanýn yaratýlýþý da yine “kün” emriyledir. Bir ile milyar fark etmez. Ayný þekilde, Allah’ýn adaleti karþýsýnda bir kiþinin hakký, bütün insanlýk için feda edilemez. Adalet-i izafîye ise farklýdýr. ba- zen, bütün için parça feda edilebilir. Ama yine de bütün bir insan- lýk için feda edilecek ferdin buna râzý olmasý þarttýr. Yoksa zulüm olur. Zaten adalet-i mahzayý uygulamak imkân dâhilinde ise, ada- let-i izafîyeye gidilemez.

Bu cümle, insanda bulunan isyan ve zulüm damarýnýn sýnýrsýzlýðýný da gösteriyor. Yani bir insan, günahsýz bir insaný öldürebiliyorsa;

hýrs ve arzularýna engel ise, bütün insanlýðý bile öldürebilir. Dünya- yý ateþe vermeye kalkan Neronlarýn tavýrlarý da, âyetin iþaretini tas- dik etmektedirler. Bir zaman bir katil, kendini müdafaa eden avu- katýna: “Ýmkân olsa bütün insanlar tek bir insan olup onlardan meydana gelen boyun bana uzatýlsa da hepsini birden kessem...”

demiþtir. Bazý katiller “Ýlk cinayet mühim, artýk arkasý geliyor. En güzeli cinayete elin hiç uzanmamasý...” demiþlerdir. Terörist ve kat- liamcýlarýn bir kýsmý yetiþtirilirken önce, toplu halde hayvan öldürt- mekle iþe baþlatýlýyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri iþi bitmiþ bir ampülü (lambayý) yere vur- mak için elini kaldýran bir talebesine, “Onu yavaþça yere koy. Bu kýymetsiz bir þey, kýrsan ne olur, ama eðer onu yere çarparsan, sen- deki tahrip etme duygusu uyanýr da bu sefer parçalayacak, kýrýp dö-

(31)

kecek baþka þeyler aramaya baþlarsýn!” diyerek onu bu hususta ikaz eder ve ona nasihatta bulunur.

Ýþte bu ayetin birinci cümlesiyle, insan fýtratýnda patlayabilecek za- rarlý madenler gibi bekleyen isyan, tehevvür, gadr ve zulüm damar- larýnýn neler yapabileceði tasvir edilmiþtir. Bütün insanlýða karþý iþ- lenen cinayet resmedilerek, insan kötülükten vazgeçirilmiþ, cinayet- ten uzak tutulmuþ olmaktadýr ve insanda böyle çirkinliklere nefret- le bakma hissi geliþtirilmektedir.

Yine âyetin bu birinci cümlesiyle, bazen bir cinayetin, bütün insan- lýðýn hayatýna mal olacak neticeler verebileceði ifade edilmektedir.

Nitekim, bir Sýrp teröristinin Avusturya Veliahdýna attýðý bir bom- ba, Birinci Dünya Savaþý’nýn çýkmasýna sebep olmuþ ve bu savaþta milyonlarca insan ölmüþtür. Ýþte, bir nevi, “Masum bir insan öldü- ren, bütün insanlarý öldürmüþ gibidir.” hükmünü tasdik etmiþtir...

Tenbih

Bazý âyetler ve hadisler vardýr ki, mutlakadýr; külliye telakki edil- miþ. Hem öyleler vardýr ki, münteþire-i muvakkatedir, daime zannedil- miþ. Hem mukayyed var, âmm hesap edilmiþ.

Meselâ, demiþ: “Bu þey küfürdür.” Yani, o sýfat imandan doðma- mýþ, o sýfat kâfirdir. O haysiyetle, “O zât, küfür etti” denilir. Fakat mev- sufu ise, (daha baþka) masum ve imandan doðduklarý gibi, imanýn sý- zýntýlarýna da hâiz olan baþka masum sýfatlara mâlik olduðundan, “o zât kâfirdir,” denilmez. Ýllâ ki, o sýfat küfürden doðduðu yakînen biline. Zi- ra baþka sebepten de doðabilir. Sýfatýn delâletinde “þüphe” var; imanýn varlýðýnda da “yakîn” var. Þüphe ise yakînin hükmünü gidermez.

Tekfire cüret edenler (ona buna kâfir diyenler) düþünsünler...

Ýkinci Cümle

“Kim bir insaný ihya ederse, bütün insanlarý ihya etmiþ olur.”

(Mâide, 32)

Ýhyâ, zâhirî mecâzî mânâ itibariyle, hasenenin (yapýlan iyiliðin) sa- yýsýz þekilde katlanma düstûrunu gösterir. Aslî mâna itibariyle yaratma ve icadda þirk ve iþtirâki, esasý ile yýkýp atan bir bürhana (kesin delile)

(32)

remiz (rumuzlu iþaret)tir. Zira bu cümle ile beraber, “Hepinizi yarat- mak ve hepinizi öldükten sonra diriltmek sadece bir tek insaný yarat- mak ve diriltmek gibidir.” (Lokman, 28) Ýki taraftaki teþbihin (benzet- menin), iktidar mânâsýný da anlattýðý nazara alýnsa, mantýken aks-i nakîz (doðruluk ve keyfiyetini muhafaza etmek þartiyle, hükmün birin- ci tarafýnýn zýddýný, ikinci taraf yapmak ve ikinci tarafýn zýddýný da bi- rinci taraf yapmak) kaidesiyle gerektiriyor ki: “Bütün insanlarý ihya et- meye gücü yetmeyenin, tek bir insaný bile ihyâ etmeye gücü yetmez.”

demeye iþareten delâlet ediyor.

Madem ki insanýn, mümkünatýn kudreti, apaçýk þekilde, gökleri ve küre-i arzý yaratmaya muktedir deðildir. Bir taþý ve hiçbir þeyi yaratmaya da muktedir olamaz. Demek, arzý ve bütün yýldýzlarý ve güneþleri tesbih taneleri gibi kaldýracak, çevirecek bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta yaratma davasýnda bulunamaz ve icad etme iddiasýna da giriþemez.

Ýnsanlarýn sunî tasarruflarý ise, fýtratta cereyan eden Ýlahî nâmus- larýn (kanunlarýn) sereyanlarýný (geçip daðýlma ve yayýlmalarýný) keþfe- derek, uygun hareket edip, lehinde kullanmaktýr...

Ýþte bu derece bürhanda vuzuh, parlaklýk, Kur’an’ýn mucizeliðinin rumuzundandýr. Gelecek âyet bunu isbat etmektedir: “Sizin yaratýlma- nýz ve öldükten sonra diriltilmeniz, sadece tek bir insanýn yaratýlmasý ve diriltilmesi gibidir.” (Lokman, 28)

Zira, Allah’ýn kudreti zâtidir (ârýzî deðildir). Acz tahallül edemez (içine âcizlik giremez). Melekûtiyete taalluk eder. (Eþyanýn iç yüzüne, melekûtî yönüne taalluk eder; yoksa sebeblerin temas ettiði dýþ yüzü- ne deðil.) (Onun için) mânî ve engeller müdâhale edemez. Nisbeti ka- nunîdir. Cüz ve kül, cüz’î ve küllî hükmüne geçer.

Birinci Nokta: Ezelî kudret, Allah için zatýnda bulunan zarûrî bir lâzimedir (yani olmazsa olmazlardandýr). Âcizlik, bu ezelî kudretin zýddý olduðu için, mecburen, zâtî zarûre ile zýddýnýn gerektirdiði þey o zâta ârýz olmaz. Yani Allah’ýn âciz olmasý düþünülemez bile. Mâdem âcizlik o ezeli kudrete ârýz olamaz, o kudretin içine bu zaruretten do- layý da giremez. Mademki giremez, o kudrette mertebeler de olamaz.

(Yani þuna gücü yeter de buna yetemez gibi bir durum asla vârid de- ðildir.) Zira mertebelerin varlýðý, zýtlarýn birbirine müdâhâlesinden do-

(33)

layýdýr. Meselâ, harâretteki mertebeler, soðukluðun müdâhalesiyledir.

Güzellikteki dereceler, çirkinliðin müdahalesiyledir. Bunu sen var kýyas et... Artýk gittikçe gider, uzadýkça uzar.

Mümkinatta (yaratýlmýþ varlýklarda) hakikî tabiî zâti lüzum olma- dýðýndan, kâinatta zýtlar birbirine girebilmiþ. Mertebeler meydana ge- lip, ihtilâflarla deðiþmeler hâsýl olmuþtur.

Mâdem ki, Ýlahî kudrette mertebeler olamaz; makrudatýn (Ýlahî kudretin taalluk ettiði, büyük- küçük bütün eþya ve varlýklarýn) da zo- runlu olarak kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüðe müsavî;

zerreler yýldýzlara emsal olur.

Ýkinci Nokta: Kâinatýn iki ciheti var, aynanýn iki yüzü gibi. Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti zýtlarýn dolaþtýðý yerdir. Güzellik – çirkinlik, hayýr- þer, küçük- büyük gibi durumlarýn, birbiri peþi sýra gelip bulunduðu mahaldir. Onun için vasýtalar ve sebepler konulmuþ, tâ Kud- ret Eli zâhiren hasis (deðersiz) þeylerle temas etmiþ olmasýn. Azamet ve izzet öyle ister. Hakiki tesir (onlara) verilmemiþ; vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka þeffaftýr. Teþahhusat (þahýslara var- lýklara ait küçüklük, büyüklük gibi özellikler) karýþmaz. O cihet (me- lekût yönü) vâsýtasýz Yaradan’a yöneliktir. Terettüp (sýrayla dizili olma- nýn neticeleri), teselsül (zincirleme birbirini takip etme) yoktur. Ýlliyet (birþeye sebep teþkil etme), malûliyet (bir sebebin netice olma) gibi þeyler ortaya giremez. Eðriliði, büðrülüðü yoktur. Engeller müdâhale edemez. Zerre, güneþe kardeþ olur.

Kudret, hem basit (yalýn, sade), hem sonsuz, hem zâtî; kudretin taalluk mahalli, hem vâsýtasýz, hem lekesiz, hem isyansýzdýr. Büyüðün küçüðe kibirlenmesi, cemaatin ferde üstünlüðü, küllün cüz’e nisbeten kudrete karþý fazla nazlanmasý olamaz.

Üçüncü Nokta: “Onun, misli, benzeri yoktur” (Þûra, 11) “En gü- zel mesel ve temsiller, Allah’a aittir.” (Nahl, 60)

Temsil, tasviri kolaylaþtýrdýðýndan, temsillerle bu derin ve gizli noktayý anlatmaya çalýþacaðým.

Mesela; güneþin tecellisinin feyzi olan timsâli; deniz sathýnda, de- nizin bir damla suyunda ayný hüviyeti gösteriyor. Meselâ, kâinat, per- desiz ve engelsiz güneþe yönelmiþ olmak þartýyla, çeþitli cam parçala-

(34)

rýndan farz edilse, güneþin timsali zerrede, yeryüzünde, umumda bir- birini sýkýþtýrmadan, bölünüp parçalanmadan, eksik noksan kalmadan bir olur. Ýþte þeffâfiyet sýrrý.

Meselâ, noktalardan meydana gelen büyük bir dairenin merkezi noktasýnda bulunan kiþinin elinde bir mum ve çevredeki noktalarda bulunanlarýn ellerinde birer ayna farz edilse, merkezî noktanýn verdiði feyiz, birbirine engel olmadan, parçalanmadan, eksik kalmadan nisbe- ti birdir. Ýþte mukabele sýrrý.

Meselâ; hakikî bir terâzinin iki gözünde iki güneþ, iki yýldýz, iki dað, iki yumurta, iki atom, hangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak ayný kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyya’ya (ülker takým yýldýz- larýna), bir kefesi serâya (yere) inebilir. Ýþte muvâzene sýrrý.

Meselâ, en büyük bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncaðýný çevirdiði gibi çevirir. Ýþte intizamýn sýrrý.

Meselâ, mücerret (soyut) bir mâhiyet bütün cüz’iyatýna, en küçü- ðünden en büyüðüne yorulmadan, eksilmeden, bölünüp parçalanma- dan bir bakar. Mülk cihetindeki teþahhusat (somut durumlar), hususî vaziyetler müdâhale edip deðiþtirmez. Ýþte tecerrüd sýrrý.

Meselâ, bir kumandan arþ emri ile bir neferi harekete geçirdiði gi- bi, bir orduyu da harekete geçirir. Ýþte itaat sýrrý.

Zira her þeyin bir kemâl noktasý ve o noktaya bir meyli var. Kat- merli meyil ihtiyaç, katmerli ihtiyaç aþk, katmerli aþk, incizaptýr. Müm- kinatýn mâhiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Husûsî kema- li istidadlarýný bilfiile çýkaran has vücuddur.

Bütün kâinatýn “Kün” (yani “ol”) emrine itaatý, bir zerre neferin itaatý gibidir. “Kün” ezeli emrine mümkünün itaat ve imtisâlinde, me- yil ve ihtiyaç ve þevk ve inzicap mümteziç, mündemiçtir.

Üç nokta, bilhassa üçüncü noktadaki altý sýr ile, mülk ve mümkin tarafýndan deðil, melekûtiyet ve kudret-i ezeliye cihetinde nazar edilse, inkârý netice veren akýldan uzak görme giderilmiþ olur ve nefis itmina- na kavuþur. Þöyle:

Mâdem ki, ezelî kudret sonsuzdur, zâtîdir, zarûridir. Herþeyin le- kesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti ona müteveccihtir, ona mukabildir.

Ýmkân itibariyle eþit, iki tarafý da birbirine denktir. Büyük fýtrî þeriat

(35)

olan nizama itaatlidir. Engeller ve çeþitli hususî durumlardan melekûti- yet ciheti mücerreddir. En büyük küll, en küçük cüz’e nisbeten, kudre- te karþý ziyâde nazlanmaz, mukavemet etmez. Haþirde bütün ruh sa- hiplerinin ihyâsý, ölüm gibi bir uyku ile kýþta uyuþmuþ bir sineði bahar- da ihya edip yaþatmaktan kudrete daha aðýr olamaz.

Yukarýda geçen üç nokta dikkat-i nazara alýnsa görünür ki, “Sizin hepinizi yaratmak veya hepinizi öldükten sonra diriltmek, bir tek ki- þiyi diriltmek gibidir.” (Lokman, 28) âyeti mübâlaðasýz, katýþýksýz doð- rudur, haktýr, hakikattýr.

Bu âyetin ikinci cümlesi ise, “Kim bir kiþiyi ihyâ ederse bütün in- sanlarý ihyâ etmiþ gibidir.” ifadesidir. Bu cümle, mecâzî, zâhirî mânâsý itibariyle, yapýlan hayýr, hasenat ve iyiliklerin sevabýnýn kat kat ve sýnýrsýz olduðunu göstermektedir. Evet, sevaplar en az on kat verilmekte; bazen yüz, bazen yedi yüze, bazen bin, bazen (Berât Gecesinde olduðu gibi) yirmi bin; bazen da (Kadir Gecesindeki gi- bi) otuz bin kat olabilmektedir.

Bir de, bir insanýn elinden tutup onu çamurdan çýkararak mânen, ruhen ihyâ eden insanýn, aslýnda niyetiyle elinden gelse bütün in- sanlýðý böyle ihyâ etme arzusunda olduðu ve ona göre de ecir ve se- vaplara mazhar olacaðý anlatýlmaktadýr.

Ama bu ikinci cümlenin aslî mânâsýna dikkat edilecek olursa, Al- lah’ýn yaratma sýfatýnýn sadece kendisine ait olduðu, halk ve icat ko- nusunda asla eþinin ve ortaðýnýn bulunmadýðý ifade edilmektedir.

Yani bütün insanlarý, hatta kâinatý yaratamayanýn tek bir insaný ya- ratamasý mümkün deðildir.

Evet, Allah’ýn kudretine göre az-çok, büyük-küçük fark etmez. Al- lah her þeye kâdirdir. Hiçbir þey Ona aðýr gelmez. Bir baharý yarat- mak bir çiçeði yaratmak kadar O’na kolaydýr. Cenneti yaratmak, bir baharý yaratmak kadar O’na rahattýr.

Bu gerçeði izah etmek için, Bediüzzaman Hazretleri üç nokta üze- rinde durmuþtur. Zaten daha sonra yazdýðý Sözler Risalesinin Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz bölümlerinde ve Mektubat

(36)

Risalesinin Yirminci Mektup’unun “Ve Hüve alâ külli þey’in Kadîr”

kýsmýnda, geniþ biçimde tafsilat vermiþtir.

Biz, sadece “Üçüncü Nokta” üzerinde biraz duralým...

Birinci temsil; Þeffâfiyet sýrrýný anlatýyor. Yani; deniz yüzü þeffaf ol- duðu için güneþin akseden ýþýklarýný alýr, yedi rengiyle ve sýcaklýðý ile belki de mesafesi ile yansýtýr. Deniz yüzünün büyük bir ölçüde gös- terdiði bu tecellileri, denizin küçücük bir su damlasý da yedi ren- giyle, ýsýsý ile ve mesafesiyle yansýtýr. Aslýnda küçücük bir cam par- çasý da þeffaf olduðu için güneþin ziyasýndaki özellikleri ayný þekil- de yansýtýr. Yani, deniz büyük olduðu için güneþi kendisiyle meþgûl edip, bir damla su veya cam parçasýna güneþin tecelli etmesine en- gel olamaz. Az-çok, büyük-küçük fark etmez. Çünkü güneþ nûrani- dir ve karþýsýndakiler de þeffaftýr.

Ayný þekilde, Cenab-ý Hakk’ýn esmâ-i hüsnâsý nûranidir ve bütün mahlûkatýn melekûtiyet yönleri de þeffaftýr. O’nun isimleri küçücük bir amipte de tecelli edip onda canlýlýðýn her çeþit cilvesini gösterir;

ayný þekilde koskocaman bir gergedanda da tecelli eder. Hem ayný anda, çeþit çeþit varlýkta da tecelli ederek onlarýn hepsinde de cilve- lerini gösterirler.

Mukâbele sýrrý: Büyük bir daire düþünelim. Tam orta yerdeki mer- kezde, elinde ýþýk veren bir mum tutan birisi bulunsun. Çevresinde de, tam dairenin üzerinde bulunan ve ellerinde birer ayna olan in- sanlar olsun. Þekil, üçgen veya dörtgen gibi olmayýp tam bir daire olduðundan, ayna tutan kiþilerin hepsinin de muma uzaklýk ve ya- kýnlýklarý eþit mesafededir. Yani birbirlerinin önüne geçip birbirleri- nin ýþýðýna engel olacak bir durum yoktur.

Ýþte; temsilde olduðu gibi, bütün mahlûkat Mabudiyetten (Al- lah’tan) uzaklýkta birbirlerine eþit olduðu gibi, mahlûkiyette (yani hepsi de mahlûk olma cihetinde) de birbirlerine eþittir. Cenab-ý Hakk’ýn isimlerinden istifadede birbirlerine engel olabilecek hiçbir durumlarý yoktur. Yani onlarý yaratmakta, isimlerini tecelli ettir- mekte az- çok, büyük-küçük fark etmez...

(37)

Muvâzene sýrrý: Bir terâzi düþünelim ki, hem çok hassas, yani en küçük bir aðýrlýðý bile fark edecek durumda, hem de güneþleri tar- tacak kadar büyük olsun. Ýki gözüne, ayný aðýrlýkta olmak þartýyla ister birer ceviz, ister birer yumurta, isterse birer güneþ koyalým.

Bunlar dengede iken, hepsinin de dengesini, bir gözlerine birer çe- kirdek ilave ederek bozabiliriz. Hatta bu kadarcýk bir ilave ile, tera- zinin bir gözünü yere düþürebilir; öbürünü göklere çýkarabiliriz.

Yani muvâzene (denge) halindeki gözlerden tercih ettiðimizi, ayný aðýrlýk kuvvetiyle aþaðý indirip yukarý kaldýrabiliriz...

Bu meseleyi tam anlamak için þöyle bir bilgiye de ihtiyacýmýz var- dýr. Varlýklarý üç þekilde düþünürüz: a) Vâcibü’l-vücud yani varlýðý vacip, zarurî olan. Allah’ýn varlýðý vâcibü’l- vücuddur. b) Ýmtinâ’ül- vücud, yani yokluðu zaruri olan... Birden fazla ilahýn varlýðý müm- teni, yani imkânsýzdýr. Kur’an-ý Kerim’de de buyurulduðu gibi, eðer Allah’tan baþka ilâhlar olsaydý yerin ve göklerin nizam, inti- zam, âhenk ve düzeni bozulup fesada giderdi. (Enbiyâ, 22) c) Ým- kânü’l- vücud, yani ne varlýðý, zarurî ne de yokluðu zarurî varlýklar- dýr. Bütün yaratýklarý imkân’ül-vücud, yani varlýðý mümkün yaratýk- lardýr. Bunlar kendiliðinden var olamazlar ve kendiliðinden yok ola- mazlar; tercih edici bir kudretle (Allah’ýn kudretiyle) var olur veya yok olurlar. Ýþte, bunlar terazinin gözlerinin eþit seviyede olduðu gibi, varlýk ve yokluklarý eþit olan þeylerdir. Temsilde anlatýldýðý gi- bi, küçücük bir atom da, bir yumurta da, bir güneþ de olsalar var- lýklarý ve yokluklarý eþit olduðu için tercih edici kudret hepsini de ayný güçle var veya yok eder; az- çok, büyük-küçük fark etmez.

Ýntizam sýrrý: En büyük bir gemiyi bile, bir çocuk dahi dümenin- den tutup oyuncaðýyla oynadýðý gibi kullanabilir. Ýntizama sokulup, kullanýlmaya hazýr hale getirildiði için bazen çok büyük þeyler daha rahat idare edilebilir. Biz, kâinatta atomdan yýldýzlara ve samanyol- larýna kadar müthiþ ve muntazam bir nizam ve intizam görüyoruz.

Ýntizam içinde olduklarý için atomlar nasýl dönüyorsa, akýl almaz büyüklükteki sistemler de ayný þekilde dönüp durmaktadýr.

Tecerrüd sýrrý: Ýðne kadar bir balýkla, balina arasýnda balýklýk mâhi- yeti bakýmýndan hiçbir fark yoktur. Çünkü mücerred (soyut) mânâ- da bir mâhiyet, varlýklarýn büyüðüne de küçüðüne de eksilmeden

(38)

bölünmeden bir bakar. Fark teþahhusatta (somutluklarda)dýr. Ama büyüklük-küçüklük mâhiyetlerine müdahale edip deðiþtirmez.

Aslýnda, çekirdekle aðaç, mâhiyet bakýmýndan bir olduðu gibi, mik- rop ile gergedan canlýlýk mahiyeti yönünden birdir. Ýnsan da kâina- týn küçücük bir fihriste ve örneði gibidir. Kâinattaki bu mâhiyet birliði, yaratma konusunda Allah’ýn kudreti açýsýndan az-çok, bü- yük-küçük hiçbir þeyin fark etmeyeceðini göstermektedir.

Ýtaat sýrrý: Bir komutan “Marþ” emriyle bir askeri harekete geçirdi- ði gibi, koca bir orduyu da ayný emir ve komuta ile harekete geçi- rir. Yani az-çok fark etmez. Burada, emrin geçerli olmasý için emri verenin durumu mühimdir. Bir orduya, içlerinden sýradan bir nefer emir verse diðer erler dinlemez. En azýndan emir verenin onbaþý ol- masý, hiç olmazsa kýdemli bir er olmasý, yani diðerlerinden farklý ve üstün bir tarafýnýn olmasý gerekir. Nasýl ki, kubbeyi yapmak için taþlar üzerinde hâkim, onlardan farklý, yani taþ cinsinden olmayan bir usta gerekiyorsa, kâinattaki her þeyi yaratan Yaradan’ýn da mah- lûkat cinsinden olmayan (muhalefetin lil havâdis, yani sonradan ya- ratýlanlara muhalif bir mâhiyeti bulunan Vâcibü’l-Vücud) bir zat olmasý gerekir. Ýþte Cenab-ý Hak da böyledir. Onun için onun emir- leri karþýsýnda mahlûkatýn az veya çok olmasýnýn, büyük veya küçük olmasýnýn hiç önemi yoktur.

“Bazýmýz bazýmýzý Allah’ýn yanýnda rab edinmesin.” (Âl-i Ýmran, 64) Binler nüktesinden bir nükte:

Sofiye meþrebinden kat-ý nazar, Ýslâmiyet vâsýtayý red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamý isbat eder. Baþka din, vâsýtayý kabul eder. Bu sýrra binâendir ki; Hýristiyanlarda servet ve rütbece yüksek olanlar, ziyâde dindardýr. Ýslâmiyette avâm ise, servet ve rütbece yüksek olan- lardan ziyade dine baðlýdýr.

Zîra, rütbe sahibi enaniyetli bir Hýristiyan, ne derece dinde katý ve katmerli ise, o derece mevkiini muhafaza ve enaniyeti okþar, kibrinde imtiyâzýndan fedâkârlýk etmez. Belki kazanýr.

Bir Müslüman ne derece dine sarýlmýþ ise, o derece kibrinden, gu- rurundan hatta rütbece izzetinden fedâkârlýk etmek gerektir.

(39)

Öyle ise, kendini havas zanneden zâlimlere mazlumlar ve avâmýn hücumu ile, Hýristiyanlýk havas tabakasýnýn tahakkümüne yardým etti- ðinden parçalanabilir. Ýslâmiyet ise, dünyevî havastan ziyâde avâmýn malý olduðundan esâslar itibariyle müteessir olmamak gerektir.

Bediüzzaman Hazretleri “Lemaat”ýn ilk baskýsýnda, “Ýslamiyet’in Evliyalara, Hýristiyanlýðýn Azizlerine Bakýþ Tarzlarýný Muvâzene”

baþlýðý altýnda þöyle diyor:

“Ýslâmiyet, þiar olarak ‘Allah’tan baþka Yaratýcý yoktur.’ esasý ile vasýta- larýn ve sebeplerin hakiki tesirini kabul etmez, tanýmaz. Ýslamiyet va- sýtaya harfî bir nazarla bakýyor. Tevhid akîdesi ona öyle göstermiþ.

Teslim vazifesi onu öyle sevk etmiþ. Tevekkül mertebesi o dersini veriyor. Ýhlâs, ubûdiyet ona öyle nur vermiþ. Hýristiyanlýk ise vasý- talara ve sebeplere hakiki bir tesir veriyor, hem ona ism-î mânâ ile bakýyor. Zâtýnda tesiri var zanneder de sapýyor. Velediyet mezhebi, tevellüd akîdesi (Hz. Ýsa’yý Allah’ýn oðlu ve tanrý görme anlayýþý) öyle de gösteriyor. Ruhbanlýk vazifesi, Ruhbanîyet mesleði onu öy- le sevk etmiþ. Tabiat felsefesi, o dini maðlûp etmiþ, iþine karýþýyor.

Ona öyle ders vermiþ. Hýristiyanlýk, ismî bir mânâ ile kendi azizle- rine bir lamba gibi bakýp görüyor. Bir fikre göre lamba, nuru gü- neþten almýþ, fakat temellük etmiþ (tamamen mâlik olarak sahip çýkmýþ). Demek, azizlerin her biri onlarýn nazarýnda feyiz kaynaðý oluyor. Bizzat (her biri) birer nur madeni... Bu bakýþ açýsýndan bir þirkin (Allah’a ortak koþmanýn) sýzýntýsý açýktýr. Ýslâm, velilerini bir harf-i mâna ile nazar edip görüyor. Yani, müstazî (baþkasýndan ýþýk alan) bilir, müstear (âriyeten, emaneten) aynaya benzer bir nesne gibi tanýr. Nurunun güneþten geldiðini, aslýnda tabiatýnda yok ol- duðunu, Ezel Güneþinden ziyasýný alýp neþrettiðini kabul eder. De- mek ki Ýslâmiyet, peygamberlere ve velilere, tecellînin birer akis (yansýma) yeri olarak görünüyor; feyzin birer aynasý, þuhûd (müþa- hede) balýnýn arýsý nazarýyla bakýyor. Nakþýbendîlerin râbýtasý bu sýr üzerine kurulmuþtur. Þeyh’te teþahhus (þahsýný öne çýkarma) yoksa, zararý yoktur. Eðer varsa da mürit onu fâni bilmelidir. Bu sýrdandýr ki, tarikatýn seyr-i sülûku, bizde tevazudan baþlýyor, mahviyetten geçiyor. Gitgide, tâ fenafillâh makamýný buluyor. Sonra, nihayetsiz mertebelere seyr-i sülûk baþlýyor (devam ediyor). Bu sýrdandýr ki;

Referanslar

Benzer Belgeler

Sonuç itibari ile şuur sahibi bir varlık olarak var olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilmemek için her beşerin önün- de duran en büyük engel yine insanın kendi

Her ne kadar adamın neden böyle bir şey söylediğini düşünmek istesem de aklım daha çok baygın olan kadının bana nereden ta- nıdık geldiğini çıkarmaya

Tümenini oluĢturan Amiral Guebratte komutasındaki filo, (Suffren, Bouvet, Gaulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisi ile Triumph ve Prince George adlı iki Ġngiliz

İşte buna dayanamadılar ve anneme benim hangi meslekten olduğumu sordular: “Yani bu kızımız Fransızca, galiba biraz da İngilizce biliyor, bir de sanki çok seyahat ediyor,

Seyit Mehmet Kayacan, Sezai Vatansever, Vakur Azmi Akkaya, Osman Erk, Bülent Saka, Kültigin Türkmen,Fatih Yakar,Kerim Güler, Yayın Yeri: Chin Med J, 2008 Uluslararası

bana ne yaptın sevdam nereye sakladın beni kaybettim kalbimi bulamadım

Hatice’nin vefat ettiği zaman elli yaşında olduğunu söyleyenler varsa da altmış beş yaşında olduğu görüşü genel kabul görmektedir.. Muhammed Devrinde

aşk herşeye değer, seni seviyorum.... aşkınla büyülenip,