• Sonuç bulunamadı

Kitabımı yazarken editörlüğümü yapan kızım Reyhan a, Beni sonuna kadar destekleyen aziz kardeşim Orhan a, Ve ailemin bütün fertlerine saygılarımla

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Kitabımı yazarken editörlüğümü yapan kızım Reyhan a, Beni sonuna kadar destekleyen aziz kardeşim Orhan a, Ve ailemin bütün fertlerine saygılarımla"

Copied!
99
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

ÖZET

Bilimsel verilere göre milyarlarca yıl önce büyük bir enerji yoğunluğu patlayarak kütlelere dönüşmüş ve bu kütleler uzay boşluğuna dağılmıştır. Bu olay Evrenin başlangıcıdır. Üyesi olduğumuz güneş sistemi 4,6 milyar yıl önce ortaya çıkmıştır. Dünyamızda hayat 3,8 milyar yıl önce başladı. Önce sadece tek hücreliler vardı. Bu tek hücreliler birleşerek ve Evrim geçirerek denizlerde çok hücrelileri meydana getirdiler. Daha sonra omurgalılar karaya çıktılar.

Memeliler dünyaya yayıldı. Nihayet 1 milyon yıl önce İnsan dünyada yerini aldı.

İnsan başlangıçta zor şartlardaydı. Doğa ile karşı karşıya kalmıştı. Doğayı kutsallaştırdı ve ona tapmaya başladı. Şamanlar göçebe hayatın din adamlarıydı. Yerleşik düzende Ana Tanrıçalar ortaya çıktı. Daha sonra toplumlar arasında çatışmalarda Erkek Tanrılar etkili olmaya başladı.

Bu dönemde İonia önemli bir gelişme geçirerek bilimsel konularda ilerlemeler sağladı.

İonia’daki Doğa bilimciler Tek Tanrı konusunda birleşmeye başladılar. Bu felsefe içinde insan ruhu evrensel ruhun bir parçası olarak görünüyordu.

Orta Çağ’da Yunan kültüründen faydalanan Tasavvufi İslam düşüncesinde bütün Evreni Tanrı’nın yarattığı ve sonuna her şeyin Tanrı’ya döneceği görüşleri ana felsefedir. Tasavvuf, insanın Tanrı’yı dolaysız olarak bilmesini sağlayan ve Tanrı’ya ulaşmayı vaat eden inançlar sistemidir. Orta çağ kültürü sadece mutasavvıflar dünyası değildir, aynı zamanda İonia bilimsel kültürünün de devamıdır. Bu kültür çok sayıda bilim insanının yetişmesini

sağlamıştır. Orta Çağ’da İslam dünyasındaki bilimsel değişmeler Endülüs ve Sicilya yolları ile Avrupa’da başlayan Rönesans döneminin itici gücü olmuştur. Böylece insanlık Evrenin sırlarını çözmeye başlar. Çözülen her sır, yeni bir sırrın ele alınmasını sağlamıştır. En son varılan nokta Kuantum fiziğidir. Buna göre bütün enerji ışınımları hem madde, hem dalga özelliğini taşır. Tanrısal Enerji de aynı özellikleri taşır diyebiliriz. Bu bir mucizedir. Evrendeki düzenin şuurlu bir bilinç bütünlüğünü içerdiğinin hissedilmesini sağlar. Doğadaki her sır adım adım çözülecektir. Ancak her sırda ‘neden’ diye bir son soru ile karşılaşabiliriz. Cevabı ‘Doğa böyle istiyor’ veya ‘Tanrısal irade budur’ olabilir. Burada dinî çözümle bilimsel çözüm aynı noktada birleşmiştir. Bu noktaya varmak Bilimsel araştırmaların değerini azaltmaz.

Bu arada bir konuyu açığa kavuşturmak istiyorum. Kitabın içinde birçok yerde ‘Vahdet-i Vücud’ felsefesi sözcükleri yer almaktadır. Vücud kelimesi Türkçemize Vücut olarak geçmiştir.

Kullanılış şekli ‘beden’ anlamını taşır. IX. Yüzyıldan beri bütün İslam Dünyasında ‘Vahdet-i Vücud’ Tanrının Birliğini ifade eder. Bu nedenle bu sözcüğü ve ilgili terimleri titizlikle korudum.

(2)

2 Kitabımı yazarken editörlüğümü yapan kızım Reyhan’a,

Beni sonuna kadar destekleyen aziz kardeşim Orhan’a,

Ve ailemin bütün fertlerine saygılarımla teşekkürlerimi sunarım.

(3)

3

İ ç i n d e k i l e r

Önsöz ………..…….………..5

Giriş………..…….…………6

Şamanlar……….…….………….9

Ana Tanrıçalar.……….…….………..10

Yaradılış Efsaneleri ve Dinler….……..…….………….14

Helenlerde Yaradılış Efsaneleri.…………..…………..15

Mezopotamya Efsaneleri………….………..17

Mısır Efsaneleri……….……….18

Eski İran Dinleri……….……….…19

Uzak Doğu Dinleri……….………19

Afrika Dinleri……….………..22

Tek Tanrılı Dinler……….……….23

Yahudilik……….………23

Hristiyanlık………..……….24

Müslümanlık………..……….26

Müslümanlıkta Mezhepler.………28

Ehli Sünnet Mezhepler……….……….29

Şiiler……….………..30

Hariciler……….………..31

Aleviler……….……….32

Tasavvuf ve Tarikatlar.….………. 34

Vahdet-i Vücud İnancının Tarihçesi..……… 41

Müslümanlıkta Vahdet-i Vücud………..……….48

Vahdet-i Vücud Mutasavvıfları…………..………..51

Hallac-ı Mansur……….……….…….51

Melâmiler……….…………..52

Muhiddin Arabî……….…………..52

Mevlâna Celâleddin-i Rumî……….………...53

(4)

4

Şeyh Bedrettin………..53

Batıda Rönesans’tan günümüze felsefe…………..55

Çağdaş Dönemde Felsefi Gelişmeler………..59

Bilimsel Gelişmeler ve Evrendeki Sırlar……….60

Evrenin En Büyük Sırrı………63

Çekim Kanunu……….65

Dünya ekseninin yörünge düzlemine belirli açıda olması…66 Hidrojen, Oksijen, Karbon ve Azot………66

Klorofil……….67

Topraktaki Mucize………..68

Yaşama Arzusu………..…………68

Gelişme Arzusu………..70

Üremedeki Sır………..72

İnsan Yaratıcılığı ………..……….72

Hücredeki Sır……….…….. 73

İnsan Ruhu………..75

Elektrik Mucizesi……….76

Elektronik Mucizesi……….….77

Elektromanyetik Dalgalar……….…………78

Kuantum Fiziği……….….80

İnsan Bilincinde Tanrı’ya Ulaşmak……….….….. 82

Vahdet-i Vücud’dan Süzülen Bal Damlaları……....94

KAYNAKÇA…..………98

(5)

5

Ö n s ö z

Bu yeni kitabımın amacı, bilimsel düşünceler zemininden uzaklaşmadan, insanlığın çok eskilerden beri oluşturduğu derin bir düşünsel sistem olan Vahdet-i Vücud felsefesini daha iyi tanımak; din ve bilim arasında bir sonuç bağı oluşturmak, böylece Tanrı inancında bütünleştirici bir bakış açısı sunabilmektir.

2012 yılında yayınlanan Din Bilim İnsan adlı kitabımda günümüz toplumlarında ortaya çıkan çelişkilerin en derini olan Din ve Bilim arasındaki çelişkiyi konu alarak, bu çelişkinin Vahdet-i Vücud inancı içinde çözüme ulaşabileceği görüşünde olduğumu belirtmiştim. Bu çözümde kabul ettiğim öneri Tanrı ve Evrenin tek bir bütün olduğu görüşüydü. Bunun sonucu olarak Evrenin kanunları Tanrısal irade ile aynı anlamı taşımaktaydı. Böylece Evrenin kanunlarını araştıran bilimsel düşüncede kabul görebilecek ‘Tanrı’ inancının, bütün dinlerde Vahdet-i Vücud inancı içinde bir araya gelebileceği sonucuna varmıştım.

En eski dönemlerden beri din kültürünün insan yaşamında önemli bir yer tuttuğu çok açık bir gerçektir. Yaradılıştan sonra insan varlığı başlangıçta doğayla baş başa kalmıştır. Bu nedenle ilk sezdiği güçler doğa güçleridir. Doğayla uyum arzusunda olan insan, ilk önce Doğaya tapmaya başlamıştır. Doğayı kutsal gören bu görüşlerin yer aldığı inanç sistemleri Şamanlık adıyla dünya tarihinde yerini almıştır. Bu nedenle, insanlığın çok eskilerden beri oluşturduğu bu derin felsefeyi, Vahdet-i Vücud felsefesini, daha iyi anlamaya çalışırken önce Şamanlıktan başlayarak zaman içinde çeşitli dinlerde ve felsefi görüşlerde yer aldığı izlerin taranmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.

Bu kitapla varılmak istenen sonuç, herhangi bir görüşe üstünlük tanımadan Tanrı birliğinde bütün insanlığın bir araya gelebilmesidir. Bütün dinler Tanrıya ulaşma çabası içindedir.

Aralarındaki farklar sosyal düzenlemeler ve törensel ayinlerdeki çeşitliklerden ibarettir. İnanç yönünden Vahdet-i Vücud hiçbir dine ters düşmez. Çünkü bütün dinlerin hedefi, Yaratıcıya ulaşmaktır. Vahdet-i Vücud bütün varlıkların Yaradan’ın bir parçası olduğunu ifade eder. Yani buna göre aslında hepimiz ulaşılacak hedefin içinde bulunuyoruz. Bütün sorun bu gerçeği hissedebilmektir. Ayrıca bilimsel gelişmelerle, dinî söylemler arasındaki uzaklaşma Vahdet-i Vücud görüşleri ile önlenebilir. Çünkü bilim sonuçta Evrenin sırlarını çözmeye çalışır. Tanrı bütün Evreni kapsadığına göre bilimsel çabalarla ulaşılan sırlar Tanrının sırlarından başka bir şey değildir. Huzuru arayan bir dünyanın bu görüşlere ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Bu bir barış kitabıdır. Ayrılıkları ortadan kaldırmayı hedefliyor, insanlığı barışa yönlendirmeyi arzuluyor. Barışın insanlık için her şeyden önemli olduğunu tarih boyunca yaşadık, yaşıyoruz.

Bu duyguyu yaşam boyunca korumak zorundayız.

(6)

6

G i r i ş

Vahdet-i Vücud; Varlığın birliği, Yaradan’la yaratılanın bütünlüğü veya Yaradan’da bütünleşmek. Konunun büyüklüğü karşısında nasıl başlamalıyım diye düşünüyorum. İslam dünyasında Orta Çağda tasavvuf denilen felsefî akımlar içinde doğan Tanrı’yı dolaysız olarak bilmek ve Tanrı’ya ulaşmak anlamıyla mı söze başlamalı, yoksa insanlığın çok daha eski geçmişinden yola çıkmak mı daha doğru olur? Tanrı, din, Evren, Evrenin sırları, felsefe ve bilim, bunların hepsi insan tarafından dile getirilmiştir. O halde insanlığın ortaya koyduğu kültürel birikimi algılayabilmek için konuya mümkün olduğunca insanlığın bilebildiğimiz en eski geçmişinden başlamalıyız.

Yaradılışı başlangıcından itibaren şöyle inceleyebiliriz: Bilimsel verilere göre milyarlarca yıl önce var olan büyük bir enerji yoğunluğu patlayarak kütlelere dönüşmüş ve uzay boşluğuna dağılmıştır. Bu Evrenin başlangıcıdır. Evrene dağılan kütleler kümeleşerek yıldız gruplarını, galaksileri meydana getirmişlerdi. Güneş sistemimiz, Samanyolu galaksisi içinde, 4,6 milyar yıl önce ortaya çıktı.

Dünyamızda hayat ise 3,8 milyar yıl önce başladı. Başlangıçta ilk hayat izlerinde sadece tek hücreliler vardı. Bu tek hücreliler birleşerek bitkilerin ve ilkel canlıların temellerini attılar. İlk omurgalılar 500-240 milyon yıl önce denizlerde ortaya çıktı. Balık olarak adlandırdığımız bu omurgalılar evrim geçirerek Amfibyumlara dönüşerek karalara çıktılar. Sürüngenler 290 milyon yıl önce ortaya çıkarak dev boyutlara ulaştılar. Uzun seneler bu dev sürüngenler (dinozorlar) dünyanın hâkimleri oldular. Ta ki dünya iklimindeki büyük değişiklikler bu dev hayvanları ortadan kaldırıncaya kadar. Dünyadaki bu büyük değişiklik memelilerin dünyaya yayılması için bir fırsat yarattı. 30 milyon yıl önce maymun türleri ortaya çıktı. Nihayet bir milyon yıl önce insan dünyada yerini aldı. İnsan denen bu canlı diğer birçok hayvandan daha güçsüzdü. Doğurganlığı azdı ve doğan yavruların erişkin hale gelmesi için uzun zaman bakıma ihtiyaç gösteriyordu. Ancak bir özelliği vardı ki, bütün bu dezavantajları yenmesini sağladı.

Beyni çok iyi gelişmişti, zekiydi ve toplumsallığın önemini kavramıştı. Gırtlağından çıkan sesleri çeşitlendirerek soydaşları ile konuşmayı keşfetti ve konuşma kabiliyetini geliştirerek sosyalleşmeyi becerebildi.

İnsanlık başlangıçta çok zor şartlardaydı. Saldırılardan korunmak için mağaralarda saklanıyorlardı. Gündüz doğan güneşle yiyecek aramaya çıkıyor, başka hayvanların saldırılarına uğruyor, kaçıyor, ağaçlara tırmanıyor, mağaralarına sığınıyorlardı. Tehlikeyi atlatınca tekrar yiyecek arıyor, karınlarını doyurduklarında, yavrularına yiyecek götürdüklerinde mutlu oluyorlardı. Böylece ilk insanlar iyi ve kötü mefhumlarını öğrendi. Mutlu olmak için iyiliklere sığınmak, kötülüklerden korunmak istedi. Bu iyilikleri ve kötülükleri idare eden, çevresindeki bütün varlıklardan daha güçlü, bir varlığa inanmak istedi. Etrafında oluşan düzen, soğuk gecelerden sonra ılık bir gündüzün başlaması, korkunç bir kıştan sonra güzel baharın ve sıcak bir yazın gelmesi, bu inancını kuvvetlendirdi. Demek ki doğada bir düzen vardı. Sabah uyandığında içinde bir yaşam sevinci doğuyordu. Kendine bu sevinci veren bir güç olmalıydı bu doğada. Bu güce şükran duygularını sunmak istiyordu. Bu inanç ilk din duygusunun doğması idi. İnsana bütün iyilikler ve kötülükler doğadan geliyordu. Böylece insan doğayı kutsallaştırdı

(7)

7 ve ona tapmaya başladı. Ortaya çıkan bu dinde kabilelerin bilge kişileri, bilgi ve yorumlarıyla etkin bir dinî lider konumuna geldiler. Bu bilge kişiler hem rahip, hem doktor, hem büyücü, hem de öğretmen vasıflarını taşıyorlardı. Bu başlangıçtaki din kültürünün izlerini Orta Asya’da yaşanmış olan Şamanlık inancı, Amerika Kızılderilileri ve geleneksel Afrika dinleri zamanımıza kadar taşımışlardır.

Din olgusu insan hayatında ortaya çıktığından beri, dünya düzeninin izah edilmesi ve yaratılış olayı insan merakının en önemli konuları olmuştur. Anadolu ve Mezopotamya’da Ana Tanrıça dinlerinde, Mısır dininde, Hellas’ta Olympos Tanrıları dinlerinde önce yaratılış destanları ve efsaneler yer almış, sonra bunlar inanç sistemlerine dönüşmüştür. Eski İran dinlerinde Avestalar’da, Hindistan’da Vedalar’da, Brahma dinlerinde, Budizm’de, Çin’de Taoizm ve Konfüçyüs dinlerinde yaradılış konusu ve insanın bu konu içinde aldığı yer açıklanmıştır.

Din duygusunun doğaya ve dışımızdaki güçlere karşı insanda merak duygusunu uyandırması, bilgi ve araştırmaya, yani bilim konusunun doğmasına neden olmuştur. Yazının bulunmasıyla insanlar ilk çağda Mezopotamya’da ve Mısır’da bilgi dağarcığındaki toplanan bilgileri tabletlere yazarak kayıtlara geçirmeye başladılar. Bu eylem bilgi dünyasının hızla gelişmesine neden oldu.

Ancak bilim dünyasındaki en büyük gelişme ilkçağın son 1000 yılında batı Anadolu’da İonia’da ortaya çıktı. Bu sırada Hellas’tan (Yunanistan’dan) gelen koloniciler Çanakkale’den Rodos’a kadar uzanan bölgeyi hâkimiyetleri altına alarak burada şehir devletleri kurmuşlardı. Bunların arasında Rodos’tan Foça’ya kadar uzanan bölgeye İonia denir. Koloniciler geldiğinde bu bölgenin halkı Luviler’di. Luviler o sırada bütün Anadolu halkları gibi Ana Tanrıçaya tapıyorlardı. Hellas’tan gelenler ise Olympos Tanrılarına inanıyorlardı. Daha önce kendi özgün kültürüne ve dinî inançlarına sahip olan bölge halkı, Hellas’tan gelenlerin etkisiyle önceki kültürlerini sorgulamaya ve doğruyu bulmak için tartışmaya başladılar. Bu olgu bölgede çok hızlı bir kültürel yükselmenin nedeni oldu.

Diğer taraftan İonia’da bu dönemde sesli harfleri de içeren bir İonia alfabesi yapılmıştı. Bu alfabeyle yazının kolaylaşması ve yaygınlaşması kültürel gelişmenin hızlanmasını sağladı. Bu kültürel gelişmeler Din ve Evreni yorumlayan büyük düşünürlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Thales, Pythagoras, Aneksimenos, Herakleitos, Parmenides, Elea’lı Zenon, Demokritos gibi felsefeciler doğa kanunlarını inceleyerek evrenin akıl yoluyla araştırılmasının kapılarını açtılar. Aslında bu bilginlere doğa bilimci anlamında ‘’Fusiologoslar’’ denir. Bu düşünürler daha sonra ortaya çıkan fizikçilerin atalarıdır. Bu felsefecilerin arasında bulunan Herakleitos, Parmenides ve Elea’lı Zenon Vahdet-i Vücud’a benzer söylemlerle Evreni yorumlayan ilk düşünürlerdir.

Düşüncede doğan bu yeni görüşler İonia ile kültür alışverişinde olan karşı kıyıdaki Atina’ya da yayıldı. Dünya’da aydınlık düşüncenin başı kabul edilen Sokrates ve öğrencisi Platon buradan görüşlerini dünyaya yaydılar. Sokrates’in ‘öğretilerin akıl yolu ile tartılması, doğruya ancak bu şekilde varılabileceği’ görüşü toplumda hızla yayılmaya başlayınca, Atinalı yöneticiler bu öğretilerin düzeni tehdit ettiğini düşünerek Sokrates’i ölüme mahkûm ettiler.

Öğrencisi Platon (Eflatun) önce hocası Sokrates’in söyleşilerini kaleme alarak hocasının görüşlerinin bütün dünyaya yayılmasını sağladı. Ayrıca bütün hayatı boyunca hocası Sokrates’i düşüncelerinden dolayı mahkûm etmemesi gereken adaletli bir devletin kurulması için

(8)

8 mücadele etti. Ayrıca İonialı Vahdet-i Vücudçuların görüşlerinden etkilenerek bu Dünyanın Yaradılışın özünde bulunan bir İdea dünyasının bozulmuş bir şekli olduğunu ileri sürdü. Her kişinin doğuştan bu özü içinde taşıdığını, yani iyilik dolu olduğunu, daha sonra ortaya çıkan kötülüklerin bencillikten ve bilgisizlikten ileri geldiğini, bu bilgisizliği yenerek, insanlığın bilgilerini düşünceleriyle irdeleyerek doğrulara varabileceğini söylemiştir. Doğru bilgi ise, Platonun önerdiği, İdea’ya uyan bilgidir. Platon’un en önem verdiği İdea, Adalet İdeasıdır.

Platon’a göre Adalet İdeası yoksa devlet düzeni kurulamaz. Platon’un felsefesinde ruhun bedendeki yozlaşmadan kurtulabilmesi için görüntüden hakikate, saf olmayandan saf olana, ahlaksızlıktan erdeme, kötülükten iyiliğe geçilmesi gerekir. Bu eylemleri yaptırabilecek güç, gönülde doğacak şiddetli istek yani aşktır. Bu felsefe, insanlığın kendi özünü fark ederek erdeme ulaşmasını sağlayan birçok dinî görüşü etkilemiş, bu arada İslam Tasavvufunda da çok önemli bir yer almıştır.

İskender İmparatorluğu döneminde İonia’da ve Hellas’ta ortaya çıkan bu görüşler Anadolu, Mezopotamya, Mısır, İran ve Hindistan’a kadar geniş bir alana ulaştı. Bu bölgelerde mevcut olan din kültürleriyle etkileşerek yeni şekiller aldı. Takip eden dönemde Kıbrıslı Zenon tarafından kurulan Stoacılar okulu, Evreni bütün düzeni sağlayan tek bir Tanrısal varlık olarak görüyor ve insanlığın bu Evrenin bir parçası olarak mutlu olabileceğini ifade ediyordu.

Bunun yanında bu geniş coğrafyada doğu mistisizminden etkilenen bir felsefe de gelişmeye başlamıştı. Buna göre insanların duygusal dünyası ruhun düşmanı olan dış güçlerin etkili olduğu bir alan olarak kabul ediliyor ve insanın mutluluğa ermesi için sadece iç kurtuluşunun yeterli olmadığı düşünülüyordu. İnsanı saran dış kuvvetlerden, büyü ve mistik güçlerden kurtulunması gereğiyle büyüleri bozma ve şerlerden korunma ayinleri dinî hayatta yer almaya başladı.

Roma İmparatorluğunun başlangıç dönemlerinde de mistik törenler ve büyücülük yaygınlaşmaya başlamıştı. Buna tepki olarak Yunan felsefesinde Platon felsefesini kaynak alan yeni bir akım doğdu. Neo Platonizm adını taşıyan bu felsefe okulunun kurucusu İskenderiyeli Plotinus’tur. Bu yeni felsefe de evreni dolduran tek bir varlığa dayanır. Bu varlık hem logosla (üstün akıl, söz ve kararla) donanmış Tanrısallığı, hem de iyiliği içerir. Başlangıçtan beri varlığın içinde yer alan ruh, kendini yaratan kaynağı tanıyabildiği takdirde huzura kavuşur. Ruh bu birliğe tekrar kavuşma özlemini taşır. Ruhun bunu başarabilmesi için düşünceyi aşarak aşk ile Tanrıya ulaşabilmesi gerekir. Bu felsefe içinde yer alan insan ruhunun, evrensel ruhun bir parçası olduğu görüşü, tek Tanrılı dinleri de destekleyen temel bir felsefe oldu. Yeni Eflatunculuk bu haliyle ortaçağ ve yeniçağda tek Tanrılı dinlerin desteği ve metafizik düşüncenin esin kaynağı olmuştur. İslam düşüncesinde Tanrının yetkinliği, bütün evrenin ve yaratılanların Tanrının özünden fışkırdığı, ruhun ölümsüzlüğü ve sonunda her şeyin Tanrı’ya döneceği görüşleri bu felsefeye uygundur.

Böylece Vahdet-i Vücud felsefesinin temeli İonia’da atıldı. En büyük gelişmeyi ise İslam dünyasında sufîler arasında sağladı. Bunun yanında Akdeniz dışında İran’da, Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da yaşanan din kültürlerinde de önemli ölçüde bu görüşün izleriyle karşılaşılır.

Bu nedenle Evrensel olan bu konuyu, insanlığın ilk dini olan Şamanlıktan başlayarak izlemeye devam etmemiz gerekir.

(9)

9

Ş a m a n l a r

Şamanlık yoğun olarak Orta Asya halklarında yaşanmış olan bir din kültürüdür. İnsanlığın başlangıçta yaşadığı ilkel dinlerin izlerini taşır. Şaman inancına göre Evren; gök, yeryüzü ve yeraltı kısımlarından meydana gelir. Aydınlıklar âlemi olan gökte en büyük kutsal ruh Ülgen ve ailesi ile ona bağlı olan iyi ruhlar yaşar. Yeryüzü, insanların ve canlıların bulunduğu yerdir.

Yeraltı ayrı katlar halindedir. Burada korkunç, güçlü Erlik ile çocukları ve kötü ruhlar otururlar.

Bütün âlem bu iyi ve kötü ruhların etkisi altındadır. Ülgen insanı balçıktan yaratmış, kendi ruhundan üfleyerek ona can vermiştir.

Şamanlar ruhlarla ilişki kurabilirler ve insanlara aracılık yaparak doğru yolu gösterirler. Böylece insanlara iyilikler sağlar, kötülüklerden korur, topluluklara yaralı olurlar. Şamanlar ruhlara ulaşmak için yaptıkları dini törenlerde cezbeye gelerek kendilerinden geçerler. Göğe yükseldiklerine Ülgen’e, iyi ruhlara ulaştıklarına, evrensel enerjiyle etkileşime geçtiklerine inanılır. Cezbe halinde bilgi edinme akıl yoluyla değil, kendiliğinden oluşur. Bu yükselişi temsil eden Kartal, Doğan, Atmaca, Tuğrul gibi kuşlar kutsal sayılır. Şamanların başları ve giysileri bu kuşların tüyleriyle süslenir. Bu, Şaman’ın göğe yükselebilirliğini simgeler. Şamanlar, cezbe hali son bulup, ayıldıklarında ruhlarla yaptıkları görüşmeleri veya mücadeleleri anlatırlar ve insanlara tavsiyelerde bulunurlar. Bu eylem sözlerden çok şarkı ve danslarla oluşur. Şaman törenine içtenlikle katılanlar olayda anlatılanları duygularıyla anlarlar. Bu olay şamanla bir enerji alışverişidir. Şamanlıkta doğaya saygı çok önemlidir. Doğa yaratıcı olarak kabul edilir.

Evreni bütünüyle kutsal kabul edip insanın bu bütünlüğün bir parçası olduğuna inanmak, yani Vahdet-i Vücud, Şamanlığın doğaya gösterdiği saygının izlerini taşır. Bu nedenle Orta Asya kültüründe gök, güneş, ay, deniz, dağlar, ormanlar ve akarsular kutsal sayılır.

Şamanlık tarih içinde birçok kültürler üzerinde etkili olduğu gibi, bugün de Türk, Moğol ve Tunguz halklarının yanı sıra, Laponlar, Yakutlar, Sibirler ve Uzak Doğu halklarında, Eskimolarda ve Amerika Kızılderililerinde izlerini hâlâ sürdürmektedir. Eski bir Türk geleneği olan müzikle tedavi de kökünü Şamanlıktan alır. Davul, kopuz, ney gibi müzik aletleri ve su sesi ile tedavi Orta Asya şamanlığının miraslarındandır. Şaman kültüründe göklerdeki iyi ruhlar, Orta Asya Türklerinde Gök Tanrı ‘Kayra’ koruyuculuğuna dönüşmüş ve kitabî dinlerle karşılaşmadan önce Türklerde Tanrı inancına varılmasını sağlamıştır.

Şamanlığı, zamanımıza en yakın tanıma imkânını, bize Amerika Kızılderilileri üzerinde yapılan araştırmalar vermiştir. İsviçreli psikiyatr C. Gustav Jung bilinçaltının niteliğini ve algılamalarını araştırdığı, Amerika’da Arizona ve Teksas eyaletlerinde yaşayan Pueblo Kızılderililerini şöyle anlatır: ‘Bu yerliler Güneş’in çocukları olduklarına inanırlar. Her gün yaptıkları bir ibadet eylemi ile babalarının gökte doğudan batıya doğru yer değiştirmesine yardımcı olurlar. Bu görev onlar için çok önemli bir sorumluluktur. Bunu yaparak bütün dünyaya faydalı olduklarına inanırlar.

O zaman bu yerlilerin neden o kadar ağırbaşlı, sakin ve ılımlı olduklarını anladım. Bu onların Güneş’in çocuğu olmalarından kaynaklanıyor. Tüm yaşamın koruyucusu olan babalarına yardım etmek, yaşamlarına büyük bir anlam ve yaşam sevinci kazandırıyordu.’

(10)

10 Perulu toplumbilimci Carlos Castaneda ise Meksika’da Şaman kültürü hakkında yaptığı araştırmaları 12 kitapta anlatmıştır. Bu kültürde Şaman (Büyücü) şifacı ve savaşçı bilge kişi olarak tanımlanmaktadır. Castaneda, Yaqui Kızılderilileri arasında böyle bir savaşçı bilgeyle karşılaşır. Bilge savaşçı yaşamdaki kutsal sırlara ulaşmak için harekete geçmiştir. Bu bilgilere ulaşmak için savaşa gider gibi hazırlanır. Korkusuzdur, saygılıdır, sırlara ulaşacağına inançlıdır.

Bu eylemde vazgeçmek yoktur. Başarısız olursa üzülmez, pişman olmaz, tekrar yoluna devam eder. Sırlar dünyası gizemlerle doludur. Her an tehlikelerle karşılaşmayı göze almak gerekir. Bu yolda korkuya yer yoktur. Şaman’ın en büyük düşmanı kendi korkusudur. Şaman için en önemli yeti görme özelliğidir. Şaman bakma ile yetinmez hakikati görmek, öğrenmek ister. Bu istek gücü de çok önemlidir. Şamanlar öğrenmek istediklerini duyularının üstünde, istek gücü ile kavrarlar. Onların aradığı bilgi hakikat bilgisidir.

Yukardaki bilgiler Asya Şamanlığını daha iyi tanıyabilmek için anlatılmıştır. Davul sesiyle trans haline geçen Şaman üst bilincinde sırlar dünyasına ulaşır. Bu noktaya ulaşabilen Şaman insanlara faydalı olmaya hazırdır. Şamanın, daha sonraki dinlerde rastlanan ruhban sınıfları gibi bir konumu yoktur. Şamanlık bir yaşam tarzıdır. Şamanın yaşamında önemli olan insanlara destek olmak, hastaları iyileşeceklerine inandırmak, insanlarla ruhsal bağlantılar kurmak, kutsal varlıklarla da bağlantılar kurarak geleceği tahmin etmektir. Diğer taraftan Tanrısal katlara ulaşarak Doğa olaylarının düzenlenmesini sağlamak, insanlarla ruhsal etkileşim kurarak istemeden istemeyi öğretmek, böylece onlara hayatta faydalı olmak ve evrenin sırlarını anlatmak da önemli görevleridir. Şaman bu eylemleri kendi hayatının gereği olarak yapar, böylece yaşamın anlamına ulaşarak doğadaki yerini algılar. Şaman bunu egosunu aşarak bütün benliğiyle (ruhuyla) evrensel enerjiyle birleşerek onu kendi enerjisinde duyabilir. Böylece hissettiği duyguları insanlara aktarabilir.

İslam’da Alevi dedeleri, Bektaşi babaları, sema yapan Mevleviler bu Orta Asya şamanlarının izlerini taşırlar. Hindistan ve Tibet dinlerinde de ortaya çıkan ve günümüze de yansıyan Meditasyon ve Yoga uygulamaları da Şamanların cezbe haline benzerlikler taşıyan evrensel enerjiye ulaşma halleridir.

A n a T a n r ı ç a l a r

Şaman kültüründen sonra ortaya çıkan din kültürü Ana Tanrıça inancıdır. Bunda kadınların doğaya daha yakın olmaları, bu nedenle Evrensel enerjiyle daha kolay iletişim kurabilmeleri etkili olmuştur. Kadında doğum olayı kendindeki enerji bütünlüğünden yeni bir yaşam enerjisi doğmasını sağlar. Kadın bunu yaşar ve bu mutluluğu duyar. Bu mucizeyi fark etmek evrensel enerjiyi hissetmenin en dolaysız yoludur. Toplum bu olaya saygı duyar. Bu saygı Ana Tanrıça inancına bir hazırlıktır. Bu hazırlık safhasında önce, şamanların arasında kadın şamanlar da çoğalmaya başlamıştır. Daha sonra da din kültürü Anadolu’da, Mezopotamya’da, Mısır’da ve İndüs vadisinde Ana Tanrıça inancına dönüşmüştür.

Ana Tanrıça kültürü taş devrinin sonlarında toprağın işlenmesiyle Orta Doğu’da başlamış, maden devri boyunca sürmüş, ilk çağda M.Ö. 1000 yıllarına kadar devam etmiştir. Bunu arkeolojik araştırmalarda bulunan Ana Tanrıça heykelciklerinden görüyoruz. En eski tarihlileri Anadolu’da Çatalhöyük ve Hacılar kazılarında gün ışığına çıkarıldı. Bu heykelcikler Anadolu’da

(11)

11 bulunduğu gibi, Girit’te, Mezopotamya’da ve Hindistan’da İndüs vadisinde de bulunmuştur.

Yazı bulunduktan sonra bu Tanrıçaların adlarını öğreniyoruz. Sümer Tanrıçası İştar (Astarte), Mısır Tanrıçası İsis (Esi) gibi. Bu tanrıçaları gösteren kabartmalarda tanrıçalar genellikle kanatlıdır. Bu kanatlar Şamanların göğe yükselmesini hatırlatır. Anadolu Tanrıçalarına gelince Hatti kökenli Arinna, Luvilerde Ama (Ma, Ada), Hititlerde Hepat→ Kupaba, Friglerde Kipebe→Kybele, Hurrilerde Khepat, Batı Anadolu’da Leto, Ardamis; Batı Anadolu Luvi kültürünün devamı olan Hellas (Yunan) Tanrıçaları Rhea, Kivele, Hera, Demeter, Athena, Artemis, Aphrodite. Anadolu dışında İran’da bahar, aşk ve bereket Tanrıçası Anahita, Altaylarda Ana ve Çocuk Tanrıçası Umay, Hindu Bereket Tanrıçası Bahuchara Mata ve Sanat Tanrıçası Sarasvati diye anılırlar. Gerek Hellas tanrıçalarının gerekse Roma uygarlığında tapılan Ana Tanrıça Kibele’nin menşei de Anadolu’dur. Aslında Ana Tanrıça kültürü Anadolu’dan bütün Akdeniz’e yayılmıştır. Anadolu efsanelerinde Ana Tanrıçalar yanında Amazon adıyla bilinen kadın atlı savaşçılar da yer alır. Homeros İlyada destanında Amazon savaşçılarının Sinuwa’dan (Sinop’tan) Truva’ya gelerek şehri savunanlara katıldıklarından bahseder. Bu savaşçı kadınlar efsanelere göre kendilerini Ana Tanrıçaya adamış, tapınaklardaki rahibeleri koruyan gönüllüler ordusuydu. Ephesos’taki bir Ana Tanrıça tapınağı olan Artemis tapınağını da Amazonlar inşa etmişti. Tarihçi Bodrumlu Herodot da bu savaşçılardan anlatılarında defalarca söz etmiştir.

Yukardaki coğrafi bölgeler göz önüne alındığında Ana Tanrıça kültürünün insanlığın yerleşik düzene geçtiği zaman diliminde ve ilk yerleşim yerlerinde başladığı anlaşılmaktadır. Doğaya saygılı Şaman kültürüne sahip toplumlar yerleşik düzende bu saygıyı devam ettirerek yaratıcı bir Ana Tanrıça’ya tapmayı daha uygun görmüştür. Bu seçimde toprağı ıslah etme, işleme, ürün alma gibi faaliyetlerin daha çok kadınlar tarafından sürdürülmesinin ve bu olgunun kadınlara statü kazandırmasının rolü olduğu düşünülebilir. Ayrıca kan bağının kadın üzerinden devam etmesinin daha anlaşılır olması ananın daha saygın bir konumda olmasını sağlar.

Ana Tanrıça ‘yaşamı, yaratıcılığı, bereketi, cinselliği, doğumu, anneliği, beslemeyi, çocuk büyütmeyi, gelişmeyi’ temsil eder. Koruyuculuk ve şifa vericilik özellikleri taşır. Sevgi dolu bir anne gibidir. Ancak gerektiğinde haksızlık yapanlara ve kötülüklere karşı öfkeli, kızgın yüzünü göstermekten de kaçınmaz. Doğanın anası olarak yaşamı sunduğu gibi geri almasını da bilir.

Doğanın düzeni, döngüsü Tanrıçanın iradesi altındadır. Bu düzenin bozulmasına hiçbir şekilde müsaade etmez.

Anadolu halkı Luviler, Ana Tanrıça Kybele’nin batı Anadolu’da İda dağında bulunduğuna inanır.

Ana Tanrıça diğer Tanrıları bu dağdaki mağaralarda doğurmuştur. Halk bu dağı kutsal sayar, ziyaret ederek Tanrıçaya burada kurbanlar sunulur. Anadolu’dan Kriti’ye (Girit’e) geçen denizciler Luvi uygarlığını bu adaya da aktardılar. Girit’teki en yüksek dağa Truva yakınlarındaki İda dağının adını verdiler. Böylece bu dağ Girit’te Ana Tanrıça inancının kutsal bir merkezi oldu.

Denizcilerin Ana Tanrıça kültürünü yaydıkları yerler sadece Girit’le kalmadı. Hellas, İtalia, Galya, Hesperia (İspanya) gibi bütün Akdeniz kıyıları ve adaları bu kültürü tanıdı. Yunanistan’da kurulan Miken uygarlığında da başlangıçta Ana Tanrıça adına tapınaklar yapılmıştı. Daha sonra kuzeyden gelen savaşçı kavimler olan Akalar ve Dorlar bölgeye girince, savaşçı yapılarına uymayan yaratıcı Kivele yerine savaşçı erkek tanrıları kutsamak kendilerine daha uygun geldi.

Bu toplumda baş tanrı, Gök Tanrısı Zeus’tu. Tanrılar büyük bir aileydi. Olympos dağında yaşarlardı. Zeus bu ailenin babasıydı. Hellen uygarlığında Anadolu kökenli Ana Tanrıça’nın

(12)

12 yerini beş Tanrıça almıştı. Hera, Athena, Demeter, Artemis ve Aphrodite. Bu Tanrıçalar Zeus’un altındadırlar ancak etki alanları çok daha geniştir. Helen kültüründen büyük ölçüde etkilenen Roma kültüründe de benzer tarzda bir Tanrılar ailesi olmasına rağmen, Anadolu kültürünün etkisi unutulmamış, Ana Tanrıça Kybele, Hristiyanlık dönemi başlayıncaya kadar Roma’da önemini korumuş, hatta Hristiyanlıkta bile Meryem Ana kutsallığında varlığını devam ettirmiştir.

Olympos Tanrıçalarının hepsi Anadolu Ana Tanrıçasının izlerini taşırlar. Fakat bu izler en belirgin olarak Ardamis’te (Artemis’te) görülür. Ephesos’taki Artemis tapınağı en ünlü ve en eski mabetlerin başında gelir. Ön Hellenler olan Lelegler ve Pelasgoslar Hellas’a geçmeden önce Anadolu’da bu mabet vardı. Önceleri bu mabet bölgede Ana Tanrıça Leto’nun adıyla anılıyordu. Bu söz Karia ve Lykia dillerinde Ana Tanrıçaya hitaben ‘Hanımefendi’ anlamında kullanılır. Miletos’un kuzeyindeki Latmos körfezi ve Lada adası da Ana Tanrıçanın hatıralarını taşır. Tapınağın bulunduğu yere başlangıçta Ladauwa derlerdi. Bu Lada’ya tapılan yer demektir. Daha sonra Olympos Tanrıları ortaya çıkarken yeni dinde sorun yaratmamak için mitolojiyle ayarlanarak, Helenler Leto’nun Tanrıça değil, Apollon’la Artemis’in anaları olduğunu kabul etmişlerdir. Yapabilecekleri ancak bu kadardı. Aslında bu tapınaktaki Artemis heykeli, daha sonra yapılan bütün heykellerinden çok farklıdır. Daha sonra yapılan bütün heykellerinde etekleri yukarı kıvrılmış, yanında bir geyik ve köpekle koşan genç Artemis, Ephesos’taki en eski heykelinde etekleri ayağına kadar uzanmış, çok sayıda memeleri bulunan ağırbaşlı, yaratıcı, besleyici ve koruyucu Ana Tanrıça’ya saygı göstermektedir. Luvi dilinde Arda-Mis pınarların Tanrıçası demektir. Ana Tanrıça’ya yapılan tapınaklar subaşlarına yapılırdı.

Seçilen bu ad Artemis’in Ana Tanrıça’yı temsil ettiğini açıkça gösterir.

Bir diğer husus da Artemis’in ve Ana Tanrıçanın simgeleri olan hilâldir. Ana Tanrıçayı tasvir eden kabartmalarda hilâli elinde tuttuğu görülür. Bu, ayın gökteki serüveni ile doğurganlık döngüsü ve yaşamın doğuşu, gelişmesi, olgunluk, yaşlılık dönemlerinden sonra yaşamın son bulması, daha sonra yeni bir hayata tekrardan başlaması şeklinde yorumlanır. Anadolu’nun hilâlle olan aşkı çok eskilerde başlamıştı. Ana Tanrıçanın diğer bir simgesi de aslandır. Bu simge ise kudret, irade, adalet ilkeleriyle Tanrıçanın niteliklerini ifade eder.

Aslında Olympos Tanrıçalarının her biri Anadolu’nun Ana Tanrıçasının izlerini taşırlar. Bu Tanrıçaları Ana Tanrıça’nın kızları olarak tanımlamak gerçekçi bir söylemdir. Örneğin Ana Tanrıçanın dünyalar güzeli kızı Aphrodite de anasına benzer özellikler taşır. Aphrodite de Ana Tanrıça gibi bütün doğaya, bütün canlılara yaşama güzelliğini ve yaşama sevincini aktarır.

Toprak onunla coşar, çiçekler onunla açar, tohumlar onunla olgunlaşır. Bütün canlılar ve insanlar onun verdiği sevinçle yaşarlar, çoğalırlar. Ana Tanrıça gibi Mayıs ayında açılan çiçeklerle Aphrodite’nin ortaya çıkışı da kutlanır.

Ana Tanrıça Kybele ile Aphrodite arasında çok benzerlik taşıyan bir de mitolojik öykü anlatılır.

Bu öyküde Kybele’nin âşık olduğu ilkbahar Tanrısı Attis çiçekler arasından ortaya çıkar. Bu sırada Sangaria (Sakarya) ırmağının perisi de Attisle buluşur. Kybele olanlardan memnun değildir. Sevgililerin bir araya gelmesini engeller. Buna çok üzülen Attis kendini hadım etmek ister. Kybele bu olaydan pişmanlık duyar, genç Attis’in başına gelenlerden çok üzgündür. Onu bir çam ağacına dönüştürerek, sürekli yeşillikler içinde yaşamasını sağlar.

(13)

13 Bahar ve yaz aylarında yaşanan bu olayın bir benzerini de Aphrodite yaşar. Aphrodite’nin Adonis adında çok güzel bir oğlu varmış. İlkbaharda ağaçlara su yürüdüğünde, Adonis saklandığı ağacın kabuğunu çatlatarak çıkar, çiçeklerden daha hızlı boy atarak neşeli güzel bir genç olurdu. Yaz sonuna doğru güneş sıcağıyla yanan bitkiler, çiçekler boyunlarını bükerek solmaya başladıklarında Adonis de ortadan kaybolurdu. Her ilkbahar Adonis hasretle beklenirdi. Adonis bir yaz günü koşup oynarken bir domuzun peşine takıldı. Domuz aniden döndü ve Adonis’i yaraladı. Aphrodite oğlunun feryadını duyunca sandallarını giyemeden dışarı fırladı. Koşarken bir gül dalına basınca, gülün dikeni ayağını kanattı. Güller kırmızıya dönüştü. Tanrıça oğluna ulaştığında ölüsü ile karşılaştı. Adonis’ten yere dökülen kanlar, Anasının gözyaşlarına karıştı, toprakta Anemonlara (dağ lalelerine) dönüştü.

Adonis’in vakitsiz ölümü bir matem törenine yol açtı. Her yıl onun vakitsiz ölümünü anmak isteyen kadınlar, genç kızlar toplanarak, ağlaşarak, kızıllara boyanmış bir yatağın içine Adonis’i temsil eden bir genci yatırırlar, gencin üzerine çiçekler atarlardı. Gün batarken yatağın etrafına güzel kokulu çiçeklerle dolu vazolar dizilirdi. Gece boyunca meşalelerle yatağın etrafında dönen kadınlar ilahiler, ağıtlar söylerlerdi. Bazıları duydukları acılardan göğüslerini, yüzlerini döverler, saçlarını başlarını yolarlar, kendilerini kan içinde bırakırlardı. Sabaha karşı şafak Tanrıçası Eos da gelir, gözyaşları içinde yatağı aydınlatırdı. Eos göğün kapılarını açmaya başladığında, törene katılan kadınlar yataktaki genci ayağa kaldırırlar, yataktaki bütün çiçekleri toplayarak Adonis yerine denize atarlardı. Onlar dalgaların arasında kaybolurken, hayatın devamlılığının sevincini duyarlar, gelecek yağmurlarla Adonis’in tekrar hayata döneceğine inanırlardı.

Ana Toprak’ta (Anadolu’da) tek başına yaratıcı olarak Ana Tanrıça varken, Olympos Tanrıçalarının ortaya çıkması ile bu tanrıçalarda Ana Tanrıçayı anımsatan birçok izlerin olduğunu görmekteyiz. Hera, Ana Tanrıça gibi Tanrıların anasıydı, ancak Ana Tanrıçanın aksine Zeus’un yanında ikinci sıradaydı. Ancak bu duruma razı olamadığı Zeus’la durmadan çekişmesinden belliydi. Savaş Tanrısı Ares’i ve Ateş Tanrısı Hephaistos’u, Zeus’a öfkesinden dolayı kendi kendine doğurmuştur. Hera Zeus’un göklerdeki iktidarını paylaşır. Ancak karabulutlarla kaplı, gök gürültülü kavga günleri Hera’nın bu evlilikte ne kadar mutlu olabileceğini gösterir. Böylece bu kızının durumu, güçlü, mutlu ve sevgi dolu Ana Tanrıçayı anlatmaktan çok uzaktır.

Demeter’i de Hellas’a getirenler Anadolu’dan göç eden ön Hellen’lerdir. Yerleştikleri bölge olan Argos’ta ilk olarak Demeter tapınağını kurmuşlardır. Aslında Demeter Luvi inancını kapsayan Ana Tanrıça’dan başkası değildir. Başlangıçta Adameter olarak anılmıştır. Ada, Anadolu’nun birçok bölgesinde Ana Tanrıça anlamındadır. Hellas mitolojisinde Hera gibi Demeter de Kronos’un kızıydı. Doğadaki canlılığın, bereketin tanrıçasıydı. Başında buğday başaklarından bir taç vardı. Bir elinde buğday demeti, diğerinde bir orak vardı. Saçları güneş ışıltısında buğday başakları gibi parlardı. Doğa gibi güzel ve vakurdu. Bütün Hellas’a tarla sürmeyi, ekin ekmeyi, harman dövmeyi, ekmek yapmayı o öğretti. Bütün kışı, yer altı tanrısı Hades’le evli olan, kızı Persephone’nin hasreti ile geçirir. İlkbaharda sabırsızlıkla onu bekler, kızına kavuştuğunda Demeter sevinçle canlanır, onunla beraber bütün doğa da canlanırdı.

Tarlalar yeşerir, ağaçlar, bitkiler çiçeklerle donanırdı. Demeter kızının bahar ve yaz aylarında yanında kalmasını şart koşmuştu. Sonbahar kızının ayrılması demekti. Demeter’i derin bir

(14)

14 keder kaplamaya başlardı. Doğa da sararıp solmaya meyvelerini dökmeye başlardı. En sonunda narlar da dökülmeye başladığında Persephone’nin süresi dolar, anne kız gözyaşları içinde birbirine sarılarak vedalaşırlardı. Sonra da hasretle gelecek baharı beklerlerdi.

Artemis ve Aphrodite ile başladığımız Olympos Tanrıçalarında sıra Athena’ya geldi. Bu Tanrıçayı da Hellas’a Anadolu’dan taşıyanlar Pelasglar’dır. Athena adı Kilikya’daki Adana şehri ile aynı kökenden gelir. Bu kök Ana Tanrıça Ada’dır. Netice olarak Athena da Demeter gibi Hellas’a Anadolu’dan Ana Tanrıça olarak gelmiş, Olympos’ta değişime uğrayarak Zekâ ve Savaş Tanrıçası olmuştur. Olympos, Tanrıçalarından hiçbirinin Ana Tanrıça diye anılmasını istemez.

Bu nedenle Athena’nın ortaya çıkışını da bir efsane ile anlatır. Athena, Olympos söylemlerine göre Zeus ile Hikmet Tanrıçası Metis’in kızıdır. Zeus, Metis ile bir araya geldikten sonra başında bir ağrı başlar. Zeus bu ağrının Metis’den doğacak çocuktan geldiğini anlar. Ağrılar dayanılmaz hale gelince Demirciler tanrısı Hephaistos’u çağırır. ‘Dayanamıyorum, keskin baltanla başıma vur, alnımı yar’ diye bağırır. Hephaistos şaşkınlıkla bakakalır. Zeus bağırır. ’Korkma, ben başıma ne geleceğini biliyorum, ne söylüyorsam hemen yap’ der. Yarılan yerden zafer çığlıkları atan bir kız fırlar. Zeus sevinçle rahatlar. Athena doğuştan zırhlı, miğferli ve silahlı bir savaşçı olarak doğmuştur. Savaşçılığını babasından, fazilet ve zekâsını annesi Metis’ten almıştır. Simgesi kalkan ve zeytin dalıdır. Hem savaşı, hem barışı temsil eder. Athena zekâ ve hikmetle donanmış bir savaş tanrıçasıydı. Gösteriş ve gürültü koparmayı sevmezdi. Zalimlikten uzak dururdu.

Dürüst ve iyi kalpliydi, adaletten yanaydı. Athena iyilerin, kahramanların yanında savaşa katılırdı. Koruduğu, savunduğu şehirlerin kalelerinde saldırganlara karşı halkla yan yana savaşırdı. Savaşı severdi, ancak barışı daha çok severdi. Savaşta galip gelenlere yendiklerine karşı barışçı duygularla davranmalarını isterdi. Medeniyetin koruyucusuydu. Bu nedenle terzilerin, dokuyanların, örücülerin ve çömlekçilerin piriydi. Marangozlar, gemi ve araba ustaları onun yardımıyla işlerini başarırlardı. Netice olarak insan zekâsına ihtiyaç duyulan her konuda Athena’nın izleri vardı.

Y A R A D I L I Ş E F S A N E L E R İ V E D İ N L E R

Anadolu’da varoluş, belirttiğimiz gibi Ana Tanrıça ile başlar. Ana Tanrıça önce göğü, daha sonra suları, yeryüzünü, dağları, tepeleri yarattı. Oğulları Erkek Tanrı Adra’yı, Gök ve Fırtına Tanrısı Tarkhun’u, Deniz Tanrısı Poseidon’u, Kırlar Tanrısı Pan’ı, Savaş Tanrısı Ares’i ve kızları Ay ve Pınarlar Tanrıçası Ardamis’i, Aşk ve Güzellik Tanrıçası Aphrodite’yi doğurarak çocukları ile birlikte dünyayı şekillendirdi. Hep birlikte yeryüzünü, dağlarla, ırmaklarla ve denizlerle süsleyerek dünyayı güzelleştirdiler. Bitkileri ve hayvanları yarattılar; Ana Tanrıça kendi cevherinden onlara hayat verdi. En sonunda Ana Tanrıça kendi benzeri olan dişi insanı ve ona destek olsun, arkadaşlık yapsın diye erkek insanı yarattı. Onlara akıl verdi ve konuşmayı öğretti.

‘Sizlerden aklınızı kullanarak yaşamınızı sürdürmenizi, çalışmanızı, hayatınız boyunca birbirinizle yardımlaşmanızı ve kötülüklerden uzak durmanızı istiyorum’ dedi. İnsanlar çoğaldılar, toplumsallaştılar ve bütün dünyaya yayıldılar. Akıllarını kullandılar, yaşamlarını kolaylaştırdılar.

Toprak, Ana Tanrıçanın özelliklerini gösteren en büyük mucizedir. Toprak yaşamı kucaklar ve besler. Hayat ilkbaharda topraktan fışkırır, her yer çiçeklerle bezenir, ilkbahar bir doğum

(15)

15 mevsimidir, yazın gelişmeyi ve büyümeyi görürüz, sonbaharda olgunluk ve durgun yaşlılık başlar, kışın ölenleri düşenleri toprak içine alır, yeni bir hayata hazırlar. Bu döngü ile toprak canlıları yaşatan, çoğaltan, doyuran güçlerin kaynağıdır. İlkbaharda toprakta canlılığın başlaması insanlar arasında şenliklerle karşılanır (Hıdrellez şenlikleri muhtemelen bu kaynaktan gelmektedir). Ana Tanrıçanın tekrardan dönüşü olarak algılanır. Bu nedenle birçok dilde Mayıs ayı Ana Tanrıçanın adıyla (Ma ile) anılır.

Ana Tanrıça kültüründe Evren ve bütün yaşam Tanrıçanın kendi cevherinden doğmuştur. Gök, Yer, Su, Güneş, Ay, Dağ, Deniz ve Fırtına tanrıları onun çocuklarıdır. Ana Tanrıça dünyaya hayat verdi, dişi ve erkek insanı da kendi cevherinden yarattı. Ana Tanrıça koruyucu ve merhametli bir tanrıydı. İnsanlara yardım ederek dünyada çoğalmalarını sağladı. Oğulları gökten inen sağanaklarla yıldırımlarla, yeraltından oynayan topraklarla insanları sık sık tehdit etmekten büyük keyif alsalar da Ana Tanrıça insanların yanında yer alırdı. Oğullarını durdurur, insanları tehlikelerden korurdu.

HELENLERDE YARADILIŞ EFSANESİ

Hellen inancında ise her şeyden önce Khaos denen karışık ve şekil almamış sonsuz bir boşluk ve karanlık vardı. Khaos’dan, önce her şeyin dayanağı Gaia ’Yer’ ortaya çıktı. Sonra her şeyi birbirine çeken, birleştiren, hayatı kuran, sevginin temeli Eros ‘Aşk’ doğdu. Daha sonra Khaos’dan Erebos ‘Yeraltı karanlığı’ ve Nyks ‘Yer üstü karanlığı- Gece’ oluşmuştur. Onlardan sonra yerin üstündeki hava tabakalarını kuşatan Aither=Esir aydınlığı ve yeryüzünü aydınlatan Hemera ‘Gün ışığı’ ortaya çıktı. Gaia bu ışığın altında ölümsüzlerin yeri olan Göğü ‘Uranüs’ü’

doğurdu. Kendini tamamen kaplasın diye Uranüs’e kendi büyüklüğünü verdi. Uranüs’ün altında dağları, denizleri şekillendirdi. Böyle şekillenen evrende yaşamı ortaya çıkarmak için Gaia oğlu Uranüs’le birleşti. Daha sonra önce Titanlar ‘Devler’ ve Kiklopslar ‘Tepegözler’

doğdu. Bu Titanlardan Kronos ‘Zaman’ ve Rhea birleşerek tanrıları doğurdular. Fakat Kronos daha önce babası Uranüs’ün hâkimiyetine son verdiği için kendi de çocuklarından korkuyordu.

Bu yüzden doğan çocuklarını yutarak içinde saklıyordu. Fakat Rhea oğlu Zeus’u, doğar doğmaz babasından sakladı. Onun yerine kundağa sardığı bir taş parçasını Kronos’a gösterdi. Zeus Girit’te ormanların içinde büyüdü, güçlendi, olgunlaştı. Ortaya çıkarak kardeşlerini kurtardı.

Babası Kronos’u yerin dibine gönderdi. Bu aynı zamanda Ana Tanrıça Rhea’nın zaferiydi.

Bundan sonra kendi soyundan gelen tanrılar yaşama şekil vereceklerdi. Zeus kardeşleri ve karısıyla Olympos’a yerleşti. Fakat daha önce dünyaya gelmiş olan Titanlar, bu yeni tanrıların dünya yönetimini ele geçirmelerini istemiyorlardı. Zeus Titanların harekete geçmek üzere olduklarını haber alınca, Tanrıları işbirliğine davet etti. Oğlu Herakles’in de bu savaşa katılmasını sağladı. Titanların güçlü saldırıları Zeus’un yıldırımları ile baş edemiyordu. Herakles ve Apollon’un okları da birçok Titan’ı savaş dışı bıraktı.

Savaşın sonunda çok zorlu ve dayanıklı bir dev olan Typhon’la Zeus karşı karşıya geldi. Zeus’un yıldırımları onu etkilemiyordu. Sonunda Typhon elindeki orakla Zeus’u yaraladı. Sürükleyerek Pernassus dağına getirdi. Zeus’un ölümsüzlüğünü bildiğinden dağın içinde bir mağaraya hapsetti. Bir süre sonra Hermes ve Aegipian mağaraya ulaştılar. Zeus’u kurtararak Olympos’ta iyileşmesini sağladılar. Zeus için hazırlanan yıldırımları Hephaistos çok sertleştirdi. Zeus tekrar Typhon’un karşısına çıktı. Zeus hiç yaklaşmadan yıldırımları ile uzaktan onu bunaltıyordu.

Sonunda Typhon yere düşerek bayıldı. Zeus sürükleyerek onu Etna dağının yakınlarına

(16)

16 götürdü. Dağı Typhon’un üzerine çekti. Böylece Titanlar Tanrılar karşısında yenilgiye uğradılar.

Evrende Tanrısal düzen kurulmuş oldu.

Diğer taraftan Kronos’un kardeşi İapetos’un dört oğlu vardı. Bunlardan Atlas ve Meneotios Tanrılara saldıran Titanlar arasındaydı. Bu yüzden Atlas gök kubbeyi sırtında taşımakla cezalandırılmıştı. Meneotios ise, Erebros’a (yeraltı dünyasına) sürülmüştü. Savaşa katılmayan, tarafsızlığını koruyan Prometheus, zekâ ve öngörü yeteneklerinden dolayı, tanrılardan saygı görerek Olympos’a kabul edilmişti. Aslında Prometheus soyunu perişan eden tanrılara için kin besliyordu. Sonunda Olympos Tanrılarının yok olacaklarına ve kendi yaratacağı insanın dünyaya hâkim olacağına inanıyordu. Bu duygularla Prometheus insanı çamurdan yarattı.

Fakat bu canlı hayatta kalabilmek için yeterince güçlü değildi. Prometheus onu korumaya kararlıydı. Önce kendi zekâsını insana aktardı. Doğayı anlamasını ve öğrenmesini sağladı. İki ayağının üstünde durmasını becererek ellerini kullanmasını öğretti. Kendini koruyabilmek için silah yapmayı ve kullanmayı öğretti. Konuşmayı, yazı yazıp okumayı ve birlikte yaşamayı öğretti. Sonunda onlara tanrısal ateşten bir kıvılcımı rezene dalı içine saklayarak insanlara ulaştırdı. Böylece insanlar soğukta ısınabiliyorlar, yemeklerini pişirebiliyorlar, ateşi silah olarak ve aydınlanmada kullanabiliyorlardı. Zeus, insanları bu kadar şımartan Prometheus’a çok kızdı, onu Kaf dağlarının tepesine gönderdi. Madenlerin ve yanardağların Tanrısı Hephaistos’a emir vererek kayalara çakılı zincirlere bağlattı. Cezası bununla bitmedi. Her sabah büyük bir kartal geliyor, Prometheus’un ciğerini gagalıyordu. Kartal ayrıldığında, yediği ciğer yeniden tamamlanarak ertesi sabah eski haline dönüyordu. Bu işkence senelerce sürdü.

Prometheus’un haykırışları bütün Pontos’da yankılanıyordu. Oğlu Deucallion bütün Anadolu’yu, Hellas’ı dolaşıyor, tanrılara adaklar adayarak babası için yalvarıyordu. Bu arada Herakles’le karşılaştı. Babasına yardım etmesi için yalvardı. Herakles olayı biliyordu. Babası Zeus ile karşı karşıya gelmemek için tereddüt ediyordu. Sonra bu kadar zorda olan birine, babasına karşı bile olsa, yardım etmeye karar verdi. Deucallion’la birlikte Pontos’ta Kafkasya kıyılarına ulaştılar. Kartal sabah yiyeceğini yemiş, Prometheus’un yanından ayrılmıştı.

Deucallion ve annesi Pyrrha hemen yamaca tırmanarak Prometheus’un yaralarına merhem sürmeye, su verip bir şeyler yedirmeye uğraşıyorlardı. Herakles Prometheus’un yanına yaklaştı, böyle bir acıya seyirci kalamayacağını, Zeus’a rağmen kendisine yardım etmeye kararlı olduğunu söyledi. Prometheus o geceyi ümitle geçirdi. En çok da kendi eseri olan bir insanın bu cesareti göstermesinden sevinç duyuyordu.

O geceyi yamacın yakınlarında bir ağaçlıkta geçirdiler. Ertesi sabah kartal göründüğünde Pyrrha ve oğlu uzun sırıklarla Prometheus’un yanına koştular. Kartalı kovalamaya çalışıyorlardı.

Bu sırada Herakles yayına zehirli bir ok koydu ve kartalı vurarak öldürdü. Sonra Prometheus’un yanına tırmanarak zincirlerini söktü. Pyrrha ve oğlu sevinç içinde Herakles’e teşekkür ettiler ve babalarına sarıldılar.

Olympos’tan olanları izleyen Zeus oğluna fazla kızmadı, hatta bu cesareti gösterdiği için sevindi bile, babalık duygusu baskın gelmişti. Yalnız kararının bozulmasını önlemek için, zincirlerin tekrardan kayalara bağlanmasını ve Prometheus’un o günden sonra üzerinde Kaf dağının bir taşı bulunan bir yüzüğü takmasını istedi.

Bunun sonrasında Zeus, bu defa Prometheus’un fazla şımarttığını düşündüğü insanlara döndü.

Onları cezalandırmak için Hephaistos’dan Aphrodite’yi örnek alarak çok güzel bir kadın

(17)

17 yapmasını istedi. Hephaistos çamurdan çok güzel bir kadın yaptı. Kalbine de yaşam kıvılcımı koyarak onu canlandırdı. Onu süslemek için bütün Tanrılar ve Tanrıçalar harekete geçtiler ve kendisine ‘bütün Tanrıların armağanı’ anlamında Pandora adını verdiler. Athena güzel bir kemer taktı; Aphrodite aşk ve cinsellikle donattı. Zarafet perileri boynuna altın gerdanlıklar taktılar. Hermes meraklılığı ve kurnazlığı aşıladı. Zeus da kadına çok güzel bir çeyiz kutusu verdi.

‘Sakın bu kutuyu açma, bu kutuda senin mutluluğun saklı, açarsan uzaklara kaçar, mutluluğu bir daha hiç bulamazsın.’ dedi. Zeus aslında Pandora’nın merakından kutuyu mutlaka açacağını biliyordu.

Zeus kadını yeryüzüne indirdi ve Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a gönderdi. Prometheus kardeşine Zeus’tan hiçbir armağan kabul etmemesini sıkı sıkıya tembih etmişti. Ancak Pandora’nın güzelliğine hayran kalan Epimetheus bu öğüde aldırmadı ve onunla evlendi. Yeni gelin Pandora merakına yenilerek kutuyu açtı. Kutunun içi yıkımlar, afetler, hastalıklar, savaşlar, ıstırap ve yalanlar, korkular, yani insanlığın baş belası kötülüklerle doluydu. Bütün kötülükler etrafa yayıldıktan sonra kutunun dibinde Zeus’un yanlışlıkla veya belki de bilebile koyduğu ‘umut’ kalmıştı. Böylece Zeus insanları hizaya sokmak için güçlü bir mesaj göndermişti. Belki ’bütün bu sorunlardan ders alın, ama ümidinizi kaybetmeyin’ diyordu.

Prometheus’a gelince insanlığa sunduğu Zekâ ve Ateşle medeniyetin ışığını yakan bir öncüydü.

O bütün acılara insanlar için katlandı. İnsanlar da uygarlık yolunu açan bu can dostlarını unutmadılar. Onu anmak için yapılan fener alayları ona gösterilen şükran duygularının izlerini taşır.

Mezopotamya Efsaneleri

Anadolu’ya komşu olan Mezopotamya’ya bakarsak Sümer efsanelerinde, başlangıçta evrende her yer sadece suyla kaplıydı. Bu suyun Nammu adında bir Tanrıçası vardı. Bu Tanrıça gök ve yeri kaplayan evreni doğurdu. Evren dağlarının tepesi gök, alt kısmı yerdi. Başlangıçta Sümerlerde Anaerkil bir yapı vardı. Bunun etkisiyle Tanrılardan ziyade Tanrıçalar önemliydi.

Nammu’nun çocukları Gök Tanrısı Anu ve Yer Tanrıçası Ki'nin birleşmesinden oğulları Hava Tanrısı Enlil doğdu. Enlil gök ile yeri birbirinden ayırdı. Anu göğü, Ki de oğlu Enlil ile birlikte yeri idare ediyordu.

Enlil ile Bilgelik ve Suların Tanrısı Enki, yeryüzünü bitkiler, ağaçlar, sular ve hayvanlarla donattılar. Tanrı Enlil ile Tanrıça Ninlil'den Ay Tanrısı Nanna oldu. Ay Tanrısı Nanna ile eşi Tanrıça Ningal'den de Güneş Tanrısı Utu ve Bereket Tanrıçası Venüs yıldızını simgeleyen İnanna doğdu. İnanna daha sonraları İştar-> Aştar-> Astarte adlarını alarak Mezopotamya’nın birçok yerinde bereket, aşk ve güzellik Tanrıçası olarak saygı görmüş, adına tapınaklar yapılmıştır. Bu Tanrıça Hellen kültüründeki Aphrodite’nin de öncüsüdür. Tanrılar çoğalınca birbirleri ile uğraşmaktan kendi işlerini yapamaz oldular ve baş tanrılara durumlarından yakınarak kendilerine yardımcı yaratmalarını istediler. Bilgelik Tanrısı Enki çamurdan kendilerine benzer şekilde insanı yarattı. Ana Tanrıça Nammu da ona can verdi ve böylece insan yaratılmış oldu.

Bu efsane daha sonraları ortaya çıkan yaradılış efsanelerinin de başlangıcı olmuştur.

Babil’deki yaratılış efsanesinde ise, evrende ilk önce üç türlü su vardı. Biri tuzlu su Tiyamat (deniz tanrıçası), ikincisi tatlı su Apsu, üçüncüsü ise bunların dışında kalan diğer sular, o da Mummu idi. Tiyamat ile kocası Apsu’dan genç tanrılar üredi. Bunların başında Gök Tanrısı

(18)

18 Anu ve Bilgelik Tanrısı Ea geliyordu. Mummu ile Apsu, Bilgelik Tanrısı Ea’nın yaverleriydiler, ondan bilgi ve hikmet alıyorlardı.

Tanrılar çoğaldıkça işleri ve dolayısıyla gürültüleri de artıyordu. Bu da Tiyamat ve Apsu'yu rahatsız ediyordu. Apsu ve Mummu, Tiyamat'a bu yeni tanrıların yok edilmesini önerdiler. Ea bunu duyunca çok güçlü bir Tanrı olan Marduk’u ve karısı Tunika'yı yarattı ve onların

yardımıyla Apsu'yu zararsız hale getirdi. Tanrılar ikiye ayrılıp savaşa hazırlandılar. Ea ile onun taraftarları Tiyamat'a karşı duramadılar. Bu sırada Tarım Tanrısı Marduk ortaya atıldı.

Tiyamat ve yandaşlarını yenerse tanrıların başı olmak koşuluyla savaşacağını söyledi. Tanrılar bunu kabul edip ona çeşitli güçler verdiler. Onu rüzgâr ve şimşekle donattılar.

Tiyamat Marduk'u yutmak üzere ağzını açtığında Marduk rüzgârları üfürerek onun içini doldurdu ve üzerine bir ağ attı. Şimşekten oklarıyla kalbini parçalayarak ve vücudunu ikiye böldü. Tyamat’ın yarısı gök, diğer yarısı yer olarak ayrıldı. Böylece başlangıçta su olan Tiyamat yeryüzünü ve göğü oluşturdu. Marduk bundan sonra göğe, güneşi, ay ve yıldızları yerleştirdi. Tiyamat ile birlikte öldürdüğü deniz ejderi Kingu'nun kanı ve damarlarından da insanı yarattı. Böylece Marduk göğün ve yerin hâkimi oldu. Bundan çok memnun olan Tanrılar, Marduk'a gökte Esagila mabedini, yerde Babil'de de bunun bir benzerini yaptılar.

Ayrıca Marduk'a 50 kutsal ad verdiler.

Babil krallığında Marduk büyük saygı görmüş, kral Buhtunnasr döneminde tek Tanrı ilan edilmiştir. Bu Tanrı için yapılan Babil kulesi için şu efsane anlatılır. Babil kulesi Tanrıya ulaşabilmek arzusu ile göğe doğru inşa edilmektedir. Tanrı bu isteği küstahlık olarak görür.

İnşaattaki binlerce çalışanı yetmiş iki millete ayırır ve her birine ayrı bir dil verir. Artık çalışanlar birbirleriyle anlaşamamaktadırlar. Bu kargaşadan inşaat durur, artık kule sonsuza kadar yapılabildiği yükseklikte kalır. Ayrıca Sus şehrinde bir dikilitaş üzerinde yazılı olan

‘Hammurabi Yasalarının’ bu Tanrı’nın emirlerine göre hazırlandığı ileri sürülmüştür. Bu yasalar M.Ö. XII. Yüzyılda Musa peygamberin Tanrı Yehova’nın emriyle hazırladığı ‘Yahudilik Yasaları’ olan ‘On Emir’i anımsatır. Bu kültür, Babil’den sonra Ortadoğu’da ortaya çıkan Asur ve Pers toplumlarında ve bütün Ortadoğu dinlerinde de saygı görmüş, hatta daha sonra ortaya çıkan tek tanrılı dinleri de etkilemiştir. Ayrıca Tanrı Marduk Hellen kültüründe Zeus’un ve Roma kültüründe Jüpiter’in de öncüsüdür.

Mısır efsaneleri

Sıra Mısır’a geldi. Mısır’da yaşam denildiğinde Nil baskınlarıyla sulanan toprak akla gelir ki bu büyük bir mucizedir. Mısır inancında hayat Toprak Ana’dan doğar. Bu nedenle en büyük saygı toprak Tanrıçası Esi’ye (İsis’e) gösterilir. Ancak Toprağın hayat sunabilmesi için Nil’in sulanmasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle İsis’in eşi Nil Tanrısı User (Osiris) de çok önemlidir. Bu tanrısal çift daima birlikte saygı görür. Birbirlerini tamamladıkları düşünülür. İsis topraktaki ve canlılardaki bereketi temsil eder. Aynı zamanda ailelerin, anaların ve çocukların koruyucusudur. Osiris kendi kardeşi Seth tarafından haince öldürülünce İsis onu yaşatmak için oğlu Horus’u doğurur. İsis bu sırada kocası Osiris’in de yerini alarak doğayı temsil eden tek tanrıça haline geldi. Denizciler yoluyla ünü Ege adalarına, Hellas’a, Anadolu’ya ve Batı Akdeniz’e doğru yayılır. Roma döneminde lejyonerler yoluyla Galya’ya, İspanya’ya, Ren ve Tuna kıyılarına kadar ulaşır. İlkbahar’da İsis’i karşılama âyini, İsis’in gemisi denize indirilerek gerçekleştirilir, sonbaharda ise İsis’in acısını temsil eden Osiris’in parçalarının bulunup

(19)

19 birleştirilmesini temsil eden ayinler yapılırdı. Osiris’in tekrardan yaşama dönüşü, toprağa gömülen tohumun ilkbaharda tekrardan yeşermesiyle can bulmasını temsil eder. Bu döngü yaşamın sonsuzluğunu ifade eder.

Eski İran Dinleri

Akdeniz’de ve Ortadoğu’da bu gelişmeler olurken İranlılar Gök ve Işık Tanrısı olan Ahura Mazda’ya (Hürmüz’e) tapmaktaydılar. Diğer bütün tanrılar ve doğa güçleri bu Bilgilerin Efendisi’nin buyruğundaydılar. Ahura Mazda önce göğü, sonra suları, daha sonra sırayla dünyayı, bitkileri, hayvanları ve insanı yarattı. Bu inançta gök bir yere dayanmıyor, bir yumurta gibi dünyayı sarıyordu. Dünya yumurtanın sarısı gibi onun ortasında yer alıyordu. En yüce dağ olan Albruz dağının göğe ulaşmasıyla göğün özünden sular süzülüyor, biriken sular büyük bir denizi meydana getiriyor, bu denizin ortasından yer, dağlar, ovalar ortaya çıkıyordu. Şekillenen dünyada yerden bitkiler fışkırdı, önce hayvanlar yaratıldı ve sonra göğün ışığından insan yaratıldı. Yaratılan bu ilk insan Gayomart, kötülüklerin efendisi (şeytan) Angra Mainyu tarafından öldürüldü. Gayomart’ın toprağa saçılan tohumları 40 yıl toprağın altında kaldı.

Sonra bitkiler gibi bu tohumlar yeşerdi, topraktan kadınlar ve erkekler fışkırdı. Böylece insanlar dünyaya yerleştiler. Diğer taraftan Angra Mainyu (Ehriman) ise karanlıklar ülkesinin ve kötülüklerin efendisi olmaya devam etti ve Ahura Mazda’nın iyilik güçleri ile sürekli mücadele halinde kaldı. İnsanlar, ışıkla karanlık arasındaki bu mücadeleden etkilendiler, tanrılara kurbanlar sundular ve doğaya saygı gösterdiler. Bu haliyle bu din çok tanrılı bir din şeklini

almıştı.

Bu ortamda İran’da M.Ö. VI yüzyılda Zarathustra (Zerdüşt) adında bir bilge ortaya çıktı. Ahura Mazda’nın tek Tanrı olduğunu ve ondan başka bir Tanrı bulunmadığını söyledi. Buna göre bütün doğa bu Tanrının görüntüleriydi. Ahura Mazda iyilik ve kötülük meleklerini yaratmıştı.

Bu melekler insanı yönlendirmeye çalışırdı. Ancak bu öğretiye göre İnsan, iyi ve kötü arasında seçimini yapmaktan kendi sorumluydu. Bu yüzden yaptıklarının hesabını verecekti. Zerdüşt öğretisinde yer alan kıyamet ve hesap günü, insanın yaptıklarından yargılanacağı gündür. Bu görüşler daha sonra bütün tek tanrılı dinlerde de yer almıştır. Avesta adını taşıyan kutsal metinler Zerdüşt inancının ana kitabı sayılır.

Uzak Doğu Dinleri

Uzak doğu dinlerine gelince, bu dinler daha çok felsefî ağırlıklı çözümler üretmişlerdir. Asya’nın doğu ve güneydoğusunda yayılan Brahmanizm, Budizm, Konfüçyüs inancı, Taoizm ve Şintoizm gibi dinlerin doğum kaynağı Hindistan’dır. Hindistan’da din kültürünün bu yoğunlaşması, batıdan Anadolu Ari kültürünün ve Mezopotamya kültürünün, kuzeyden Orta Asya Şaman kültürünün bu bölgeye ulaşmasının izlerini taşır. Şaman dini kuzey Hindistan’ı etkilemiştir. Bu bölgede doğa güçlerini temsil eden simgelere tapılır. Ganj nehri vadisinde ve ovalarda kurulan sitelerin dinleri Mezopotamya dinlerine benzer. Güney Hindistan’da ise Ana Tanrıça kültürü hüküm sürer, bu bölgedeki inançlarda yaratıcılık ve cinsellik yüceltilir. Hindistan’da yazının kullanılması ile dini alt yapılar Veda adı verilen yazıtlarda yer almıştır. Vedalar şiirsel bir dille

(20)

20 evrenin yaradılışını, tanrısallığı ve gizli güçlerle iletişim kurmak için yapılan dinî törenleri anlatan kitaplardır. En eski Vedalarda dünyayı saran Pruşa adlı bir devden bahsedilir. Bu dev parçalanarak Agni, Vayu ve İndra adlı Tanrıçalara dönüşür ve dünyadaki bütün varlıkları meydana getirir. Sonunda Hindu toplumunda rahipler, savaşçılar, halk ve hizmetçiler olarak dört kast halinde insanlar doğar. Vedalarda insan hayatındaki bütün duyguları ve yaşamsal özellikleri etkileyen çok sayıda tanrı anlatılmaktadır.

Bu çok sayıda tanrı arasında bir düzen kurulması gereğinin düşünülmesi ile her şeyin kaynağı olan ilk ve yaratıcı bir tanrının varlığı inancını ortaya çıkarmıştı. Bu Tanrı’ya sır, kaynak, kural anlamında ‘Brahma’ adı verilmiştir. Bu varlık insanın kurtuluşunu gerçekleştirmesi için varmayı özlediği ilahî varlıktır. Brahmanizm’de bu başlangıçtaki sır çeşitli yorumlara ve düşüncelere yol açmıştır. Bu yorumlar iki grupta toplanır. Gelenekçi grup çok tanrılı inancı muhafaza eder, ancak bütün tanrıların kaynağı bu sırdır, Brahma’nın yanında Vişnu koruyan, Şiva yok eden bir tanrıdır. Bu üç tanrı yaşam döngüsünde sürekliliği sağlar. Diğer yorumlarda ise Brahma tekdir, diğer tanrılara gerek yoktur. Bu görüşle doğrudan tek Tanrı inancına ulaşılmıştır.

Budizm Brahmanizm içinde gelişmiş bir din felsefesidir. Hindu tanrılarını ve kutsal kitap Vedaları tanımaz. Budizm inancına göre Tanrı nesne değildir. Bütünlüktür. Her şeyi içerir.

Tanrı’yı fark edebilmek her şeye ilgi göstermekle olur. Uyanmış (aydınlanmış) her insan Buddha’nın öğütlerine dayanarak kendi varlığında tanrısallığı keşfedebilir. Budizm’deki hedef evrendeki bilince ulaşabilmek, onunla birlik sağlayabilmektir. Bu birliğe ulaşma eylemi

Nirvana’ya ulaşmak diye tanımlanır. Budizm’de açıkça ifade edilmese de Evren Tanrıyla aynı cevherdir. Bütün varlıkların temelidir. Her canlı içinde bu cevherden bir parça taşır. Bu nedenle Nirvana’ya ulaşmak kolaydır. Bütün sorun bu cevheri fark edebilmektir. Bu yetiye sahip olabilmek için daha önce bu yollarda ilerlemiş olan ustaların yanında manastırlarda eğitim görürler. Bu eğitimde vücuduna hâkim olmanın yanında zihinlerini açmayı,

düşüncelerini düzene sokmayı öğrenirler. Olgunlaşıp sırları kavrayabildiklerinde manastırdan ayrılıp halkın arasına karışırlar. Halkı bilgilendirerek aydınlatma yoluna girerler. Bu ustaların metotlarına göre çeşitli ibadet şekilleri ortaya çıkmıştır. Meditasyon ve Yoga da Budizm ustalarının eseridir. Din kültürünün dışına taşmış, sosyal hayatta, sağlık sektörlerinde uygulama alanları bulmuşlardır. Meditasyon insanın kendi içindeki kutsallığa ulaşma ibadetidir. Yoga ise nefesin kutsallığına ve yaşam sevincine dayanır. Zen rahipleri ise toplantılarında sebepli sebepsiz kahkahalarla gülerek sessizliği çözerler ve yaşam sevincini yansıtırlar. Hüzün duygusu bir yanlışlıktır. Sahip olduğu yaşam sevincini unutup, ters giden ayrıntılara takılmaktır.

Budizm’in kaynağı Buddha’nın vaazlarına ve yaşantısı ile ilgili geniş bir mitolojiye dayanır.

İnsana kendi seçimi ile kutsallık ve dinginlik kazandıran bu inanç, Hindistan’dan bütün uzak doğuya yayılmıştır. Tibet, Çin, Kore, Japonya ve Güney Doğu Asya’da Budizm inancında olan halklar büyük bir çoğunluğu teşkil ederler. Tibet Budizm’inde Ruh ölümsüzdür, gerçek olan ruhsal yaşamdır. Bu inanç reenkarnasyonun (ölümden sonra tekrar doğuşun) yani ruhun başka bir bedende devam etmesinin Budizm’de yer almasını geliştirmiştir. Dalay Lama’ların da reenkarnasyon yoluyla başka bedenlerde yine Dalay Lama olarak dünyaya geleceği kabul edilir.

Referanslar

Benzer Belgeler

60 Khan, Kur’an’ın dilsel sembollerinin manalarını tesis etmek için etimolojik inceleme, esbâb- ı nüzûl (Kur’an vahyinin nüzûl sebepleri) kullanımı, nâsih-mensûh

Ancak Hint topraklarında Müslüman Türklerin ve onlar eliyle İslam kültürünün gittikçe güçlenmesi, Hindu toplumuna yön veren kesimi rahatsız

TAYLAN, Muhammet, (1999), Kehf Suresinde Anlatılan Kıssaların Tarihi Edebi ve Dini Açıdan Değerlendirilmesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal

Limak taraf ından organize edildiği çok belli olan haberlere göre, leyleklerin 3 yavru ile birlikte kaldıkları yuvalarının, Peri Çay ı üzerindeki Tatar HES Baraj

Bu noktadan hareketle hırsızlık suçu ile ilgili Tevrat hükümleri ile Kur’ân ahkâmı mukayese edildiğinde Tevrat’ın suçluya vermiş olduğu ceza- ların Kur’ân’a göre daha

Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2009, c. Müellif bu yorumun hemen ardından İbn Ebi’d-Dünya’nın “et-Tefkîr ve’l-İ’tibâr”

[r]

İsa bölgeye gelir gelmez mezarlık mağaralarında yaşayan, cine tutuldukları için kendilerine ve başkalarına zarar veren, zincirlerle bile zapt etmenin mümkün olmadığı