• Sonuç bulunamadı

Bize, yani sosyalistlere gelince: bütün mesele önce bu projeyi geri çevirmek ve “hay

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bize, yani sosyalistlere gelince: bütün mesele önce bu projeyi geri çevirmek ve “hay"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Bize, yani sosyalistlere gelince: bütün mesele önce bu projeyi geri çevirmek ve “hayır”la birlikte ve “hayır”dan sonra kendi dilimizi, projemizi üretecek araçları bulmak, çözüm sunmak. Elde ettiğimiz birikim, 12 Eylül’den sonrası için görevi bitirmiyor, asıl görev şimdi başlıyor.

Referandum tartışmaları gündemin merkezine oturmuş durumda. Tartışmalar sürüyor, sol içi tartışmalar genel olarak evet/hayır/boykot fay hatlarında bölünerek, Türkiye siyasetinin halihazırdaki bölünmelerini kısmen kendi içinde yeniden üretiyor.

Öncelikle referandum paketine ilişkin önemli bir saptamayla başlamakta yarar var. Paket, demokratikleşme tartışmalarının 12 Eylül rejimine kilitlendiği bir ortamda üç temel yönüyle dikkat çekiyor.

Her şeyden önce pakette 12 Eylül darbesi sonrası yaratılan kurumların özüne dokunulmuyor. Bu kurumlar içerisinde YÖK en can alıcı örneklerden birisi. Diğer yandan Cumhurbaşkanının yetkileri azaltılmıyor, aksine, Erdoğan’ın da açıkladığı üzere, 2011’den itibaren Türkiye’yi başkanlık sistemi tartışmaları bekliyor. Yani güçlü ve merkezileşmiş bir yürütme aygıtına geçişin yargısal yolları döşeniyor. Bu bakımdan mevcut paket, yürütmenin gücünü daha da tahkim edip merkezileştiren otoriter devletçi yönelimi yeniden üretiyor.

Bir başka belirtilmesi gereken nokta ise, özellikle burjuva ekonomi-siyaset ayrılığını yeniden üreten mekanizmaların Anayasa paketi eliyle kurumsallaştırılması. Ekonomik-Sosyal Konsey’in anayasaya girmesi, otoriter devletçi

çerçevede, öncelikle üst kurullar eliyle kurumsallaştırılan ve bağımlı sınıf kesimlerinin kendi yaşamlarını ilgilendiren konularda karar süreçlerini etkilemesinin önünü tamamen kapatan yürütme içindeki uzmanlaşmış aygıtın pozisyonunu tahkim ederek egemen sınıflara karar süreçlerini doğrudan denetleme ve belirleme yetkisinin devredilmesinden başka bir anlam taşımıyor.(i) Bu bakımdan bir yandan seçim barajlarının korunduğu, diğer yandan da yasamanın gücünün Poulantzas’ın haklı analizinde olduğu üzere yürütme lehine, yürütmenin gücünün de uzmanlaşmış bir ekonomik aygıt lehine pekiştiği bir ortamda, halkın karar ve katılım süreçlerinin önünün nasıl açıldığı sorusunu sormak anlamlı hale geliyor.

Pakete ilişkin ele alınması gereken diğer yan da, özellikle yargının yürütmenin denetimine ve etkisine daha açık hale getirilmesi yoluyla, emekçi sınıfların ekonomik karar süreçlerini siyasal iktidarın dolayımı olmaksızın, yargı

üzerinden etkilemesine yol açan kısmi çatlakları (Tekel ve 4/C örneği), egemen sınıflar lehine sıvamaya çalışması olsa gerek. Erdoğan’ın sürekli olarak Danıştay kararlarını eleştirmesi buna örnek. Zira bunun, sermayeyle pazarlıkta önemli bir koz olduğu da açık. AKP’nin Neden Evet kitapçığında 40. sayfada yer alan, özelleştirmeyi iptal kararları, uluslararası sermayeyi ürkütmektedir, tespiti tam da bunu anlatıyor. Sermaye lehine pakete konulan önemli

değişikliklerden birisi, bu çatlakların önünü kapatacak şekilde “kamu yararı” ilkesine göre karar verilmesini engellemek.

O halde soralım: 12 Eylül rejimini birçok açıdan tahkim eden bu restorasyon paketi, yürütmenin gücünü pekiştiriyor ve yürütme içinde de egemen sınıfların ayrıcalıklı bir ekonomik aygıt eliyle karar süreçlerinde doğrudan yer almasını destekliyorsa (halkın yürütmeden dışlanması), anayasal düzeyde 12 Eylül rejimi tarafından oluşturulan yasakları, sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri ve seçimlerde baraj sistemini yeniden üreterek siyasal alanın program düzeyinde aynılaşmış karakterini hukuki zor yoluyla muhafaza etmenin kanallarını açık tutuyorsa (halkın yasama aygıtından dışlanması) ve yargı süreçlerini alt sınıflar ın etkilerine kapatıp iktidarın doğrudan denetimi altına sokarak

otoriter/sermaye yanlısı hamleleri daha da ileri götürüyorsa (hukukun emekçi sınıfların etkilerine kapalı hale getirilmesi), bunun neresi “demokratikleşme” ve yine o halde AKP’nin egemen siyasal dili etrafında temsil olunan “demokratikleşme” projesi kendisini nasıl yeniden üretiyor ve hangi stratejileri izliyor? Şimdi, Gramsci’nin kavram cephaneliğinden yararlanarak bu meşrulaştırma süreçlerini ele alalım.

Bu sorunun yanıtını verirken üzerinde durmamız gereken önemli unsurlardan birisi, değişiklik paketinde farklı sınıf kesimlerine kısmi maddi tavizler verilerek bir bakıma geniş bir rıza koalisyonu oluşturulmasının amaçlanması. Grev hakkı olmadan kamu emekçilerine toplu sözleşme hakkının tanınması (ki bunun bazı sendikalarca nasıl karşılandığı net biçimde görüldü), büyük sermayeye Ekonomik-Sosyal Konsey eliyle karar süreçlerine doğrudan müdahale hakkının anayasal olarak güvence altına alınması, birçok açıdan uzlaşmaz sınıf kesimleri arasında organik bir bütünlük yaratarak paketi kabul edilebilir kılmanın, geniş bir rıza cephesi örmenin yollarının arandığının göstergesi.

(2)

Marks anayasa metinleri sözkonusu olduğunda bu çelişkiyi ne güzel saptamıştı: “Anayasanın her maddesi kendi antitezini, kendi lordlar ve avam kamarasını içerir genel lafzında özgürlük vardır, şerhinde ise özgürlüğün ilgası.”(ii) Bu çelişkili ruhu saptamak neden önemli? çünkü birçok açıdan AKP’de siyasal olarak temsil olunan bloğun ve onun organik aydınlarının, paketin 12 Eylül’ün 30. yılında halkoyuna sunulacak olmasının da sağladığı imkanla,

kampanyadaki kutuplaşma eksenini 12 Eylül rejiminin tasfiyesi olarak sunmalarına, “demokratikleşme” üzerinden kendi dillerini kurmalarına imkan veriyor. Paket, bu sayede hem sınıfsız hem de sınıflarüstü bir çerçeveden tartışılıyor. Paketin 12 Eylül’de oylanacak olmasının verdiği psikolojik üstünlükle ilerleyen bu dil, üç yönlü bir stratejiye yaslanıyor.

Birinci yön, neoliberal popülist projenin devlet aygıtları üzerindeki hegemonyasının pekişmesi adına aktif rıza elde etmenin yollarını arıyor. Bunun yolu, müttefikler yaratmak ve onları ‘evet’ çizgisine çekebilmek, kendi dili içinden konuşturmayı başarabilmek. Transformizmin ya da aydın dönüştürme süreçlerinin, yer değiştirmelerin en çok gözlendiği dönemler bu gibi anlara denk geliyor. Özellikle bu dil, kendisini karşısında yer alan blok üzerinden tanımlayacak kadar AKP’nin hegemonya projesinin içinden konuşabiliyor.(iii) Demokratikleşme tarihini sınıfsızlaştıran bu stratejiye aktif rıza göstermenin ne denli “sol”da yer aldığı ayrı bir tartışma olsa da, iktidar sahiplerinin nasıl bir “sol” tahayyüllerinin ve beklentilerinin olduğunu sezmek adına turnusol kağıdı işlevi gördüğü açık.

AKP’nin 12 Eylül rejimini mevcut sınıf ilişkilerini koruyarak restorasyon projesi, rıza göstermeyen sosyalist sol bileşenler karşısındaysa aynı “hoşgörü”ye yaslanmıyor. Özellikle Kayseri gibi, milliyetçi-muhafazakar damarın güçlü olduğu bir kentte, “hayır” cephesinde birden fazla sosyalist parti varken, sadece Türkiye Komünist Partisi’nin adını sayarak anti-komünist Soğuk Savaşçı talebenin ruh hali içinde kitlelere yuh çektirebiliyor mesela Erdoğan.

İkinci izlenen hat, aktif olarak rızası sağlanamayan sınıf kesimleriyle aydınlarının tarafsızlaştırılması. Dolayısıyla “evet”e dönük hegemonya stratejisi, aktif rızaya denk düşüyorsa, hegemonya projesine onay vermeyen kesimlerin tarafsızlaştırılmasına dönük ikinci strateji de pasif rızanın sağlanmasını hedefliyor. Bu yüzden ilk iki strateji, birbirini tamamlıyor ve rızayı ön planda tutuyor. Boykot tavrını da bu pasif rıza belirlemesi üzerinden ele almak mümkün. Bu noktada boykot kararının, “hayır” cephesine yönelmesi en muhtemel kesimlerin “tarafsızlaştırılması,

edilginleştirilmesi” anlamında belirli bir etkide bulunduğu açık. Sosyalist solun örgütlü ve örgütsüz yapıları içinde de belirli oranda karşılık bulan bu pasif rıza, kendi gücünü abartmak ve toplumsal/siyasal süreçlere müdahil olamamak arasında gidip geliyor. Öte yandan Kürt hareketinin önce boykot açıklaması yapıp ardından da Öcalan’ın 20 Eylül’e kadar ateşkeş çağrısı yaparak referandum sürecinde Erdoğan’ın elini rahatlatması da, boykot kararının bir siyasal pazarlık stratejisi olarak pasif rızadan aktif rızaya her an evrilebileceği zeminde olduğunu gözler önüne seriyor. Bu iki hattın dışında kalanlara, yani hegemonya projesine karşı duranlara ve siyasal denklem içinde kendi dilini geliştirmeye çalışanlara karşı izlenen en önemli strateji ise rakibini şeytanileştirme, karalama. Buradan da, projenin kapsayıcı ve dışlayıcı yönleri açığa çıkabiliyor. Aslında bu yolla hegemonyanın, gölgede bekleyen sopanın, yani

‘zor’un yardımıyla işlediği gerçeği bize bir kere daha hatırlatılıyor. Özellikle ‘hayır’a karşı “zor”un devreye

sokulmasının, “rıza”nın elde edilmesinde oynadığı role dikkat çekmekte yarar var. Örneğin muhalif odakların terörle eş tutulması, terör tanımı kapsamında sindirilmeye çalışılması, tam da bu şeytanileştirme kampanyasına denk düşüyor. Bu son dönemlerde egemen stratejilerden. Eagleton’ın izleyen satırlardaki önemli hatırlatması, referandum sürecinde izlenen karmaşık stratejilerin anlamlandırılması adına epey elverişli: “egemen iktidar kendisini, kendine yakın inanç ve değerlerin tutunmasını sağlayarak, bu tür inançları doğrulukları kendinden menkul ve görünüşte kaçınılmaz kılacak şekilde doğallaştırarak ve evrenselleştirerek, kendisine meydan okumaya kalkışan fikirleri karalayarak, rakip düşünce biçimlerini, muhtemelen açığa vurulmayan ama sistemli bir mantıkla dışlayarak ve toplumsal gerçekliği kendine uygun yollarla çapraşıklaştırarak meşrulaştırabilir.”(iv)

Öte yandan liberal-muhafazakar aydınların karşıtlarına dönük olarak ekonomizm eleştirisi üzerinden yürüttükleri kampanya, bu bloğa etik-politik bir dil üzerinden, yani hegemonyanın dili üzerinden konuşmanın araçlarını da kısmen temin ediyor. Daha üstten konuşmaları biraz da bununla ilgili. Özellikle bir yanda 90’lı yıllarda burjuva

demokratikleşme programına yayınladığı raporlarla “öncülük” eden egemen sınıf kesiminin örgütlü gücü TÜSİAD’a yöneltilen “bitaraf olan bertaraf olur” tehdidi, diğer yandan da aktif rıza aydınlarının, solun pakete karşı çıkışını sadece “neoliberalizm” üzerinden açıklamasını temel alarak bu karşı çıkışı üst perdeden karikatürleşmeyi hedeflemesi,

(3)

AKP bloğunun her iki sınıf kesimi karşısında hegemonyanın dilini kurmak adına daha fazla manevra alanına sahip olma arayışıyla birlikte ilerliyor.(v) Bu bakımdan kendisini egemen ve ezilen sınıflar adına hegemonik bir düzeyde konuşturan proje, muhataplarını da ekonomik-korporatif çıkarlar alanına sıkıştırarak “demokratikleşme” söylemini inandırıcı kılmanın yollarını arıyor.

12 Eylül rejimini yeni beklentiler eşliğinde restore eden bloğun bu stratejiyi özellikle büyük sermaye gruplarının rızasını almak adına da izlediği açık. Bunun için deyim yerindeyse “sopa göstermek”ten de çekinmiyor. Erdoğan’ın büyük sermayeye işaret eden şu sözleri buna örnek: “Bu kurumlar, bizim ilgili bakanlarımızla oturacaklar ekonomik, sosyal konularda bu konseyde yer alacaklar ve anayasal bir kurum olarak kararlarda taraf olacaklar. Orada taraf

oluyorsun ama işin oylanmasına gelince, biz iktidarımızdan sana hisse aktarırken işin kaymağını yiyorsun, gelip bunu tescil ettireceğimiz bir ortamda ’Ben yokum’ diyorsun. Biz diyoruz ki ’evet’ diyeceksen ’evet’ ya da ’hayır’

diyeceksen ’hayır’ de. ‘Eğer demezsen bitaraf olan, bertaraf olur’.”(vi)

Erdoğan aslında hegemonya projesinin dayandığı temel sınıf kesimlerini belirtiyor ve Anayasa paketinde Ekonomik ve Sosyal Konsey’le ilgili madde olduğunu ve bu maddeyle egemen sınıfların işin kaymağını yemelerini sağlayan düzenin anayasal olarak tescil edileceğini, garanti altına alınacağını ifade ediyor. Ne demokratikleşme ama! Toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin çıkarlarının dışında bir demokrasi algısının varacağı yer burası küçük bir

azınlığın çıkarları doğrultusunda yönetimi böyle pekiştirecek düzenlemeye demokratikleşme denecek öyle mi? Erdoğan’ın sözlerini Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tamamlıyor. Paketin hangi sınıf kesimlerine neler getirdiğini en iyi o özetliyor çünkü: “Bunca iş yaptık, istikrar zenginleri daha da zengin yaptı, geniş kesimler için de altyapı yatırımlarına ağırlık verdik. Yine de bize kuşkuyla yaklaşıyorlar. Ulaştığım sosyolojik sonuç şudur: AK Parti hükümetinin en çok faydası kime dokunduysa en az desteği oralardan görüyor. Bizi var ettiği gibi, yine dar gelirli, esnaf ve çiftçi kesimi taşıyor. Oysa yarattığımız zenginlikten şu ana kadar en az onlar nasiplendiler.”(vii)

Yıldırım da son derece açık sözlü. Görmek isteyen herkese bu restorasyoncu projenin sınıf karakterini ilk ağızdan aktarıyor. Peki burada şu soruyu sormak gerekmiyor mu: yaratılan birikim rejiminden en az payı alanlar, bu projeyi neden destekliyor? Sanıyorum AKP’nin farklı sınıf kesimlerini çelişkili bir birliktelik içinde birarada tutmaya çalışan “neoliberal popülizm”inin özü de burada saklı. Bu proje, bir yandan bu bloğun siyasal alanda elde ettiği hegemonik üstünlüğü önemli bir manevra kabiliyetine dönüştürerek temel bölünme eksenlerini silikleştiriyor, öte yandan bu projeyi hem yeni pazar ve birikim alanları özlemleri içindeki sermaye kesimlerinin özlemleriyle buluşturuyor hem de bağımlı sınıflar üzerinde kurduğu siyasal denetimin, sınıf ilişkilerinde gördüğü işlevin farkında olmanın getirdiği özgüvenle, elde ettiği pozisyonu devlet içinde ve toplum üstünde ilerletmenin yollarını döşüyor. Geride kalan 8 yıl, bu çelişkili projenin bir adım geri iki adım ileri stratejisinin izleriyle dolu.(viii)

Hayır ve Sonrası

Hayır konusuna yeniden dönelim şimdi. Başta da belirttiğim gibi, özellikle “hayır” diyenlere karşı izlenen hegemonya stratejisi içinde “karalama”, “şeytanileştirme” ve özellikle terörize etme büyük bir yer taşıyor. Erdoğan’ın “Hayır” oyu verenlere ilişkin miting konuşmalarındaki tüm vurgular, bu tercih sahiplerini sürekli olarak “terör”le özdeşleştirerek

ele almasından ibaret. Bununla da kalmıyor. “Hayır” oyu verenlerin “teröre bulaşmış” olduğu, en kabaca söylersek “teröristlerce yönlendirildiği” gibi bayat bir saldırı, elde kalan tek silah. Bu bile, hegemonyanın ne kadar kırılgan bir zeminde olduğunu gösteriyor. Örneğin resmi gazete niteliği kazanan Star gazetesi şu manşeti atabiliyor: “İllegal Hayır Cephesi”.(ix) Aynı gazetenin büyük puntolarla gördüğü şu söyleşi de egemen dili “sol”dan yeniden üretmekte epey maharetli: “Hayır çıkarsa Ergenekon’un Zaferi Kesinleşir.”(x)

Muhalif her unsuru “terör”le özdeşleştiren ve “zor” yoluyla rıza elde etmek dışında pek de gücü kalmayan bu anlayışın münferit olduğunu düşünmek zor. Bu satırları okurken, geçtiğimiz yıl MEB tarafından okullarda ücretsiz olarak dağıtılıp okutulan 8. sınıf İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi kitabındaki terör tanımı geldi aklıma: Şöyle tanımlanıyor kitapta terör örgütleri: “Hak, adalet, özgürlük ve eşitlik gibi evrensel değerleri kötü amaçlı kullanırlar. Devletimizin sömürge devleti olduğunu, insan emeğinin önemsenmediğini, emperyalizme karşı olduklarını iddia ederler.”(xi) Genç “dimağların” vesayetçi-bürokratik ders kitaplarının etkilerinden kurtulması için ortak çabamıza katılan birçok kesim, buna da sessiz kalacak mı sahi, rıza gösterecekler mi ya da?

(4)

olmadığının altının çizilmesi önemli. Özellikle CHP-MHP eksenli hayır cephesinde kampanyanın tam olarak Erdoğan üzerinden ilerletilmesi aslında AKP’nin hegemonya projesine büyük katkı sunarak yürüyor. Burada Marks’ın On Sekiz Brumaire’e 1869’da yazdığı önsözde Victor Hugo’ya yönelttiği eleştiriyi hatırlayalım, bu katkının açığa çıkmasına imkan veriyor çünkü: “Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlu müellifine dönük acı ve nüktedan bir tahkirle kısıtlar kendini. Hadise ona masmavi gökte birden çakıveren bir şimşek gibi görünür. Tek bir bireyin şiddet eylemini görür burada sadece. Ona dünya tarihinde emsali gösterilemeyecek kişisel bir inisiyatif gücü atfetmekle, bu bireyi

küçülteceğine büyülttüğünün farkına varmaz.”(xii)

Yani CHP ve MHP cephesinin referandum sürecinde AKP’nin önermesini Erdoğan üzerinden yeniden ürettiği açık. Bu bakımdan yeni bir pasif devrim hamlesi olan paketi, sadece Erdoğan’ın yargılanmaktan kurtulmak için getirdiği yönünde bir “örtülü yüceltme” eşliğinde yorumlaması, CHP’nin durumunu da gözler önüne seriyor aslında.

Bize, yani sosyalistlere gelince: bütün mesele önce bu projeyi geri çevirmek ve “hayır”la birlikte ve “hayır”dan sonra kendi dilimizi, projemizi üretecek araçları bulmak, çözüm sunmak. Elde ettiğimiz birikim, 12 Eylül’den sonrası için görevi bitirmiyor, asıl görev şimdi başlıyor.

Deniz Yıldırım

Eğitim Sen Uluslararası İlişkiler Uzmanı

*Bu yazı, 29 Ağustos 2010 tarihli Birgün Pazar ekinde yayınlanmıştır. dipnotlar:

i. Bu süreci Şebnem Oğuz da tüm açıklığıyla ele aldı. Bknz, Şebnem Oğuz, “Henüz Vakit Varken: Neoliberal Otoriterliğin Anayasasına Boykot Yetmez Hayır!”, 25 Ağustos 2010, http://www.sendika.org

ii. Karl Marx (2010) Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, çev: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, s. 49

iii. Buna en açık örnek, aktif rıza bloğunun önde gelen aktörlerinden EDP’nin Başkanı Ziya Halis’in, Aksiyon dergisine verdiği röportajdaki “Hayır deseydik, CHP ve MHP’nin yanına konulacaktık” yönündeki açıklamaları olsa gerek. http://aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_getNewsById.action?newsId=27352

iv. Terry Eagleton (2005) İdeoloji, çev: Muttalip Özcan, Ayrıntı: İstanbul, s. 23-24

v. Belki de bu noktada Mehmet Türkay hocanın o anlamlı sorusunu sorarak da ilerlememiz mümkün. Ördüğümüz “hayır” içinde, sosyalistler olarak kendi dilimizi ne zaman kuracağız ve bunu emekçi çoğunluğun hegemonya projesi olarak nasıl toplumsallaştıracağız? Referandum analizlerimizde 12 Eylül sonrasında önümüzdeki en önemli tartışma konularından birisi de kuşkusuz bu olacak.

Sosyalistler kendi dilini ne zaman kuracak? Ya da Hayır’ın anlamı -Mehmet Türkay

vi. “Erdoğan: İşçi ve memur ayrımını ortadan kaldıralım, lokavt hakkını da verelim”, Milliyet, 24 Ağustos 2010. vii. Aktaran, İsmail Küçükkaya, “Referandumun Bir Faydasını Buldum”, Akşam, 27 Ağustos 2010

viii. bu konuda “AKP ve Neoliberal Popülizm” başlıklı makaleme bakılabilir. AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu (2009) içinde, Der: İlhan Uzgel, Bülent Duru, Ankara: Phoenix

ix. Star, 26 Temmuz 2010

x. Ufuk Uras’a ait bu sözler için bkz., http://stargazete.com/politika/-hayir-cikarsa-ergenekon-cephesinin-zaferi-kesinlesir-haber-285198.htm

xi. MEB T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Ders Kitabı, İlköğretim 8, s. 205 xii. Marx (2010) içinde, s. 22

Referanslar

Benzer Belgeler

Horizontal göz hareketlerinin düzenlendiği inferior pons tegmentumundaki paramedyan pontin retiküler formasyon, mediyal longitidunal fasikül ve altıncı kraniyal sinir nükleusu

Yurt dışında eğitim gören Türk öğrencilerin eğitimlerinin ardından yurda dönmeyerek başka bir ülkede yaşamaları ve yaşadıkları bölgenin ekonomik, sosyal gelişimine

Ancak Rusya'nın Zeytin Dalı başladıktan sonra da olmak üzere uzun bir süredir Esad yönetimi ile PYD/YPG arasında Suriye'nin yeni devlet yapısına dair

• Arıza sonrası hasar gören elektrik anahtarı sortisinin değişimi, (malzemeyi hizmetten yararlanacak müşterisi tedarik eder).. • Arıza sonrası hasar gören priz

Avrupa tarafından açıklanan verilere baktığımızda haftanın ilk önemli verileri beklenti altında kalan İmalat PMI’lar olurken, İngiltere tarafından gelen Yapı

• Altın oran gibi daha çok resim, fotoğraf ve tasarımda kullanılan bir kompozisyon kuralıdır. Bu kurala göre çerçeve 2 yatay ve 2 dikey çizgi ile 9 eşit

Yarg ı erkinin “Türk Milleti Adına” yalnızca bağımsız mahkemelerce kullanılabileceği, hukuksal uyuşmazlıkların mahkemeler dışında bir kuruluş

41079170 4114 numaralı fasıldakiler hariç, bütün halinde olmayan, kılları olsun veya olmasın, dabaklama veya kurutma sonrası önden hazırlanmış, yarılmamış halde