• Sonuç bulunamadı

Daha önceki bölümlerde, Evrenin özelliklerini kavramak için yapılmış olan bilimsel çalışmalarda son söz olarak Tanrısal irade sonucuna varıldığı görüşünde olduğumu açıklamıştım. Bu görüşümün kaynağı, Evrendeki düzen için cevap aranan ’’neden’’ sorusunun yanıtı ile varlığımızın derinliklerinde mevcut olan yaşama arzusundan duyduğum ilhamdır. İnsan aklının derinliklerinde yatan yaşama ve gelişme arzusunun farkında olmak, Evrendeki büyük mucizenin insanın kendindeki parçasının bilincine varmaktır. Biz bunun bilincinde olmasak bile duyduğumuz yaşam sevinci ile bunu paylaşıyoruz ve kaynağımızı onaylıyoruz. Öncelikle kendimizi tanıyarak doğayı, Evreni tanımaya adım atabileceğimize inanıyorum. Yaşama arzusu bize doğanın, yani Tanrı’nın bir hediyesidir. Yaşama güvenmek ve doğaya sevgi duymak bu yaşam arzusunun izlerinden doğar. Tanrıya ve bütün doğaya duyduğumuz sevgi hayatımızın temeli ile ilişkilidir. Tanrımızın da bizi, canlılığı, sevdiğini hissediyorum. Yaşamın devamını sağlayan ve evrimi içeren, birbirini mükemmellikle destekleyen karmaşık sistemlerin Evrende bir arada yer alması bu sevgiyi hissetmemizi sağlıyor. Bu sevgiyi hissedebilmek, yaşama duyduğumuz güven duygusunu güçlendirmektedir. Hepimiz, bütün canlılar, Tanrının iradesi ve sırlarıyla yaşamımızı sürdürüyoruz. Tanrı Evren demektir. Tanrı bütün Evreni enerji alanı halinde yaratmıştır. Bu alanı oluşturan her nokta enerji doludur ve hareketlidir. Her nokta titreşmekte ve bitişik noktalarla hatta bitişik noktaların dışında bütün noktalarla etkileşmektedir. Hem canlılar hem de bütün varlıklar aynı Enerji alanının türevidir. Her canlı bu türevin bir kısmını yaşar. Daha sonra sonsuz enerji alanına katılarak var olma özelliklerini

83 kaybeder. Eski dönemlerden beri İnsanlar yaradılışı merak etmişler, bu konuda yorumlar üretmişlerdir. En eski kültürlerde dahi Yaratılış destanları üretmişlerdir. Ancak bu yorumlar kanıtlara ve bulgulara değil, efsane ve inançlara dayanır.

Bütün bunları daha ilerilere götüren görüşler, Ionia’da Parmenides ve Herakleitos’la başlayan daha sonra Stoacılarla devam edip, Hallac-ı Mansur’a kadar ulaşan Vahdet-i Vücud

felsefesidir. Bu görüşte bütün Evren, Tanrı’dan ibaret olan bir bütündür. Bu görüşte, daha önce ifade ettiğim Evrendeki sırlarda son söz olan ’’doğa böyle istiyor’’ ve ‘’Tanrının iradesi’’

sonuçları birleşmektedir. Evren, varlık olarak her yerde hâzır ve nâzırdır, enerji doludur yani güçlüdür, bir bilgi topluluğudur ve ölümsüzdür. Bu algılara göre Tanrı ile Evren arasında ayrılık yoktur, bir bütünlük vardır. Vahdet-i Vücud bu bütünlüğü ifade eder. Her şey gibi bizler de Tanrı’nın bir parçasıyız. Tanrı birdir, tekdir ve her şeyin özüdür. Bunu ifade eden Hallacı Mansur ‘’En el Hak’’ diyerek inandığı gerçeği insanlara açıklamayı hayatıyla ödemiştir. Bu

görüşlerle bilim, ‘’Tanrı’’ inancında bütün dinlerle birleşebilir.

Yaşamımızı ortaya çıkaran ve yasalarıyla sürdüren Evren değil mi? O halde Evren’in yaratıcımız olduğunu algılamak aslında çok yalın bir gerçek. Bana göre Vahdet-i Vücud bu gerçeği ortaya koyan bir din felsefesidir. Tasavvufta Vahdet-i Vücud sadece Evreni izah eden bir felsefi inanç olmayıp, aynı zamanda Tanrı’da birleşmenin büyük sevincini, Tanrı aşkını ifade eden bir coşku halidir. Vahdet-i Vücutçular hayatı sevinçle karşıladığı gibi, bir kavuşma hali kabul edilen ölümden de sevinç duyabilirler. Ölüm, Yeni Yaşam Işıltılarına Yer açmak demektir. İçimizdeki Yaşam Işıltısının sahibine ulaşmak, kavuşmak da büyük sevinçtir. Bu sevinci, Mevlâna’nın ölümünü ‘’Vuslat’’ yani Tanrı’ya kavuşma sevinci olarak beklemesinde görüyoruz. Sevgili Yunus Emre’nin Hallac-ı Mansur’u hatırlayarak söylediği ‘’En el Hak

çağıruben dara geleyim Mevlâm’’ ve diğer bir deyişinde ‘’Hakkı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir’’ görüşleri, insanın doğada yalnız olmadığını, Tanrı sevgisinde bütün insanlığın hatta bütün âlemin birleştiğini çok güzel ifade ediyor.

Dinler, insanlığın varlığını sürdürebilmesinde önemli bir etken olarak günümüze kadar yaşamını sürdürmüştür. Din insan gücünün ve aklının yetersiz kaldığı, çaresizlik, yalnızlık, yaşlılık, ölüm gibi kaygılarla ortaya çıkmıştır. İnsanlığın, bu kaygıları ve bilinmezliğin verdiği korkuyu yenmesinde, doğaya uyum sağlamasında ve sosyal ilişkilerini, toplumsal adaleti düzenlemede, din olgusuna çok şey borçlu olduğunu fark ediyoruz.

Dinlerdeki çeşitlilik bazı farklı özellikler taşımakla birlikte, ana konularda benzer özellikler taşır. Öncelikle dinler, doğadaki yerimizi belirler, Tanrı’nın varlığını izah etmeye çalışır. Bilim ise doğayı inceleyerek olayları deneysel metotlar kullanarak açıklar. Dindeki iman olgusunun yerini, bilimde insan aklı alır. Bilimsel düşünce hiçbir şeyi tartmadan ölçüp biçmeden doğru olarak kabul etmez. Eski doğrular, yeni bilgilerle yeniden akıl tartısına alınır. Yeni sonuçlara varılır. Bu nedenle bilim daima şüphecidir ve tazedir. Din ise iman edilen doğrular üzerinde akıl yürütmeyi, araştırmayı kabul etmez. Ancak Evrendeki nedensellik sorusunda bilimin ulaştığı sonuç, Tanrı’nın varlığında dinlerle birleşebilir. Bilimin ulaştığı doğa yasaları, Tanrı’nın düzen tercihleridir.

Dinlerin ikinci etkinliği sosyal ilişkilerin düzenlenmesidir. Bu düzenleme bir hukuk sistemi yaratması ve ahlakî normların tespit edilmesi şeklinde oluşmaktadır. Ortaya çıktıkları

84 çağlarda çok önemli görevler yüklenen bu düzenlemeler, zaman içinde yerini çağa göre kendini yenileyebilen, halk iradesi ile oluşan bir hukuk sistemine bırakmaktadır. Daha önceleri sorunlar karşısında dinden destek arayan insanlık bugün sorunlarını bilimsel yöntemlerle çözmektedir. Ancak dinlerin insan ruhuna kazandırdığı ahlak, merhamet ve dayanışma özellikleri önemini her zaman korumaktadır ve çağın gereği sosyal sorumluluklarla ve doğaya karşı saygı ile birleşerek insan güzelliğini yaratma yolundadır. Çağımızda

toplumsallık, hümanizma ve çevre koruma hareketleri, ahlakla ilgili çözümlerin vardığı son noktalardır. Toplumsallık insanın diğer insanlarla ilişki kurmasını sağlayan sağlıklı bir ruh halidir. Toplumsal dayanışma, idealist bir dünya görüşü, ahlak kaideleri, insanlardaki Tanrısal cevherden doğmuştur. Kısaca “vicdan” olarak özetlenir. Toplumsallığın karşıtı olan bencillik ve kibir sonucu gelinen nokta olan ‘’narsisizm’’ ise insanlığı yalnızlığa iten; başarıya aşırı önem verme, gösterişçilik, her durumda haklı çıkma, aşırı gurur, sadece kendi kendiyle meşgul olma, diğer insanları güdümleme duygularıyla sonuçta depresyon, durgunluk ve hayatta anlamsızlık acılarına yol açar. Bu narsisist duyguları aşmak çok da kolay değildir.

Beynin duygusal tarafı akla göz açtırmaz, insanlarda genellikle son sözü o söyler.

Dinlerde mevcut olan üçüncü müşterek unsur, ibadet ritüelleridir. Bu ritüeller dinlerdeki şekilsel farklılıkların en önemli görüntüsüdür. Bu ritüellerde gaye Tanrı varlığını hissetmek ve Tanrı’ya saygı göstermektir. Müslümanlıkta namaz, zikir ve oruç olayı veya şamanlarda, Türk sufîlerinde, Bektaşilerde, Alevilerde, Budistlerde vücut hareketleriyle yapılan ibadetler ve birçok dinlerde zikirlerle, dualarla tespih çekmek Tanrı varlığını somut olarak algılama duygusundan doğar. Bu nedenle ritüellerin, uygulamalardaki şekilsel farklılıkların, neticeyi sağlamada önemli bir fark yaratmayacağı açıktır. Bu düşünce tarzı, bütün dinlerdeki ibadet şekillerinin aynı hedefe ulaşmak isteyen farklı yollar olduğunu anlamamızı sağlar. Bu durumda Tanrı inancında dinlerin birbirlerine göre önemli bir farkı yoktur. Bütün dinler Tanrısal gerçeği yorumlama ve öğretme yolundadırlar. Şüphesiz herkes kendi inancına göre Tanrı’ya yaklaşabilmektedir. Ancak tarihten günümüze kadar dinlerin birbirlerine bakışlarını incelediğimizde aynı gayeye ulaşma hususunda aralarında herhangi bir ayrılık bulunmadığının bilincinde olmadıklarını, Tanrı’nın birliğini ve kuşatıcılığını unutarak Tanrı’yı kendi

düşüncelerinde parçalara ayırdıkları ve Tanrı’nın en önemli yansıması olan sevgiyi ortadan kaldırdıkları görülmektedir. Bu insan bencilliğinin şaşırtıcı bir çelişkisidir. Aslında dini inançların insan üzerindeki en önemli etkisinin, insan benliğinin evrensel düzenin parçası olduğunu hissedebilmesi olmalıdır. Bu duygunun en üst seviyesi, Tanrısal varlığın bir parçası olduğunu hisseden insanda doğar. İster dini temellerden hareket edelim, ister bilimselliği temel alalım bana göre varabileceğimiz son nokta "Vahdet-i Vücud”dur.

Evrendeki sırları kavrama konusunda dinler genellikle, inanç dışında araştırmaları reddeden tutumlar üretmiştir. Bilimde ise hakikate varmak, deneysel düşünceye ve yeni araştırmalara dayanan akıl yoluyla sağlanır. Bu çerçeveler içinde evrendeki sonsuz sırlar içeren alanı din, ilahi söylemlerle tamamen çözdüğünü ifade eder ve bu konuda araştırmalar yapılmasını yadsır. Bilimsel düşünce ise evrensel sırları akıl yoluyla adım adım ilerleyerek araştırmaktadır.

Bilimsel alanda ortaya çıkan gerçeklerin inanç nedeniyle reddedilmesi, insanın kendi

varlığıyla çelişmesi anlamına gelir. Tanrı’nın yarattığı insan sadece fiziksel bir yapıdan ibaret değildir. İnsan aklı da, duyguları da yaradılışın bir parçasıdır. İnsanlık aklı ile kainatı açıklama yollarını bulmuş, Tanrı’nın sırlarına ulaşmaya çalışmıştır. Bu nedenle bilimsel araştırma

85 çözüme ulaşabildiği konularda önceliğe sahiptir. Din bilimsel konularda erişilen noktaları hoşgörü ile kabul ederek, Tanrı inancı dışındaki her konunun bilimin inceleme alanına girebileceğini kabullenmelidir.

İslam felsefesinde ‘’aklın önceliği’’ konusunda doğan görüşler şekillenerek; Muteziliye inanç ilkelerinde ‘’Akıl mutlak ölçüdür, kader kabul edilemez, insan sorumluluğu aklın iyiyi kötüyü ayırt edebilmesinden doğar’’ ilkesi vardır. Matrudiye inancında ise dinin özünü ilgilendirmeyen

konularda aklın vardığı görüş farklılıkları hoşgörüyle karşılanır.

El Matrudi’ye göre ‘’Akıl bilgi kaynaklarından biri olarak insana verilmiş olan Tanrısal bir emanettir. İnsanlar akılları ile iyilik ve kötülükleri tanırlar. İnsanların kusur işlemesi aklın kullanılmayışından doğar’’. Bu düşüncelerle, daha Orta Çağ’da ‘’aklın önceliği, bireyin özgür iradesi ve bu iradeden doğan sosyal ve ahlaki sorumluluk’’ görüşlerine varmışlardır. Matrudiye inanç sisteminde birey üzerinde toplumsal baskı kabul edilmemektedir. Bu haliyle Matrudiye, İslam’ın demokrasiye, sosyal görüşlere ve laikliğe uyabilmesini sağlayan bir yoldur. Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşunda halka akla dayalı bir dini altyapıyı benimsetme girişiminde bulunmuş, ancak Osmanlı halifeliği döneminde Eşari inancını benimsemiş olan toplumun bu dönüşüme ayak uydurabilmesini ancak küçük bir ölçekte sağlayabilmiştir.

Bilimin çözümleyebildiği alan, Evrenin sonsuzluğu yanında, şüphesiz ki ancak çok sınırlı bir alanı kapsamaktadır. Erişebildiğimiz hakikatler Evrenin sonsuzluğu yanında çok küçüktür. Ancak ne kadar küçük olursa olsun vardığımız hakikatlere sahip çıkma durumundayız. Evrenin sonsuzluğunu tamamen çözebilmek hiçbir zaman mümkün olamayacak. Bu nedenle dinlerin veya felsefenin kabulleri, insanlığın bu sonsuzluğun çözümünü hissedebilmesi için daima başvurulan yollar olacaktır. Ancak bu yolların bulunmuş olması insanın bilinmezlere doğru serüveni olan “bilimsel araştırma”yı ortadan kaldırmayacaktır. Bilimin deney ve akıl yoluyla attığı her yeni adımda, din ve felsefenin kendi görüşlerini gözden geçirmesi gerektiği açıktır.

Aynı bütünün paylaşılmasında bu tür yeni yorumlara mutlaka ihtiyaç vardır. Sonsuzluğa ulaşma hedefinin imkânsızlığını algılayabilme yanında, bu imkânsızı yenme arzusunun yaşandığı bilimsel araştırmalara saygı ile yaklaşmamız gerektiği de açıktır.

İnsanlık, ortaya çıkışından bugüne kadar sürekli olarak aydınlanmanın peşindedir. Bu süreç içinde bazı dönemlerde bu aydınlanma hızlanmıştır. Sürecin hızlandığı zamanlar aydınlanma safhaları olarak dikkati çekmektedir. Geriye bakınca ilk belirgin aydınlanma olarak yazının keşfini görüyoruz. Yazıyla birlikte insanlıktaki düşünce birikimi kalıcı hale gelmiştir. Tarihte yazı Sümerlerde Uruk sitesinde bulunmuştur. Böylece insanlığın ilk aydınlanma başlangıcı Sümerlerde ortaya çıkmıştır. İkinci büyük aydınlanma Ionia’daki aydınlanmadır. Daha önce söylediğim gibi bu aydınlanmanın temelinde kültürlerin karşılaşması sonucu doğruların araştırılması, akla dayanan yeni görüşlerin üretilmesi süreci vardır. Görüşüme göre insanlığın gelişmelerinde bundan sonraki safhalarda da aynı süreç işlemiştir. Nitekim üçüncü aydınlanma da İslam kültürünün Mezopotamya, Mısır, İran, Hindistan ve Anadolu’ya, yani yeni kültürlere, ulaşması ile doğmuştur. MS. VIII. Asırda başlayan bu süreç, İspanya’ya geçen Emevilerle Endülüs’te birlikte yaşanan Müslüman, Musevi ve Hıristiyan kültürleriyle tekrar bir aşama daha geçirmiş ve doğan bu yeni kültür Avrupa Rönesans’ını etkilemiştir.

İslam dünyasında orta çağda felsefe dışında matematik, coğrafya, astronomi, fizik, tıp ve kimya bilimlerinde de önemli gelişmeler sağlanmıştır. Bu gelişmeler XV. Yüzyıldan sonra batı

86 kültür merkezlerinde tekrardan canlanmaya başlamıştır. Bu tarih İslam dünyasında ise

gerilemenin başlangıcıdır. Bunun sebebi tutucu dinciliğin etkisiyle özgür düşüncenin İslam toplumlarında terk edilmesidir. İslam dünyası hâlâ bu etkilerden tam olarak kurtulamamıştır.

Buna karşılık Endülüs’teki kültürel gelişmelerle karşılaşan Avrupa kendi bilim ve kültürünü sorgulamış ve günümüze kadar uzanan yeni bir aydınlanma sürecini başlatabilmiştir. Bu süreçte Ortaçağ Hıristiyanlığının sorgulanması olan Reform hareketinin de önemli bir yeri vardır. Netice olarak insanlığı ileri götüren en önemli itici güç farklı kültürlerin veya fikirlerin karşılaşmasıdır. Gelecekte de insanlığın ışığı yine bu süreç olacaktır. İnsanlığa yapılacak en büyük kötülük fikir tartışmalarının önlenmesi, insan düşüncesinin kalıplara dökülmeye uğraşılmasıdır.

Çağımız bilimsel araştırmalarında ortaya çıkan kuantum fiziği, bilincin konumunun insanla sınırlanamayacağı verilerini gözler önüne serince, yeni felsefi düşüncelerin de doğmasına neden oldu. Atom altı parçacıklarda rastlandığı ileri sürülen bilinç özellikleri kabul edildiği takdirde, bütün Evrenin bilinç taşıdığı düşünülebilir. Bana göre bunun anlamı Vahdet-i Vücud felsefesinin gerçekliğinin teyididir. Bütün Evren ve bu arada tabi biz de Tanrısal varlığın parçalarıyız, bilincimiz de kutsal bilincin parçalarıdır. Burada, eğitimini kuantum fiziği üzerine yapan, karşımıza fizikçiliğin yanında felsefeci olarak da ortaya çıkan bilim insanları atom altı fiziğindeki son gelişmeler ışığında, tekniğin gelişmesiyle mikro dünyayı ve makro dünyayı gözler önüne sergilemişlerdir. Makro ve mikro Evren incelendikçe pek çok bilinmeyenin bulunduğu anlaşılmıştır. Bütün bu gelişmelere karşı Yaradılış gizemini korumaktadır. Sayın Doç. Dr. Haluk Berkmen’in açıklamalarında ‘‘Tanrı, Evren sonsuz bir enerji demektir. Bütün Varlıklar, Canlılar ve İnsanlar bu Ana Enerjiden parçalar taşırlar. İnsan ruhu bedeninde fizikî enerji içerdiği gibi psikososyal bir alanı da kapsar. Bilgelik boyutu kazanmış olan insan,

psikososyal yönden sağlıklı ve dengeli gelişmesi sayesinde beşer boyutunu aşmış insandır. Bu hem sosyal yapının hem de psikolojik yapının gelişmiş olması demektir. Tanrısal ruhla güçlü bağlar kurmuş olan insanlar egoizmi aşan şuurlu ve bilge kişilerdir. Tümel Ruh (Tanrı) ile kurulan manevî bağ ana rahmindeki bebek kordonuna benzer. Doğumdan sonra bu kordon kesilir. Ancak bebekteki manevî bağ, anne ile ve diğer sosyal çevresiyle sevgi şeklinde devam eder. Bebeğin yaşamını huzurlu ve güvenli kılan bu manevî bağdır. Zamanın akışı ile insanı huzurlu ve güvenli tutan bu manevî bağların güçlü ve sağlam tutulması sayesinde olur.

Toplumun teknik alanda ileri gitmesi fertlerin ruhsal gelişmesine yetmez. Bu durumda ego ileri giderken manevî bağlar zayıflar. Ruhsal bağlar Tanrı cevheri ile ilişkiler kurduğu gibi bedenin de Tanrı’yı hissetmesini sağlar. Bilgelik boyutu kazanmış bir insan, ruhun sağlıklı ve dengeli gelişmesi sayesinde beşer boyutunu aşmıştır. Yani bu konumdaki insanda hem sosyal hem de psikolojik yapılar gelişmiş demektir. ’’

Diğer bir fizikçi üstat Danah Zohar ise insanın Evrende ayrıcalıklı bir yeri olmadığını ve Evrenle bütünleyici ve eşit bir ilişki içinde oluşunu vurgulayarak, Vahdet-i Vücud felsefesini

çağrıştıran konuların tekrardan ele alınmasına neden oldu. Ayrıca bilincimizin beynimizdeki yerini aydınlatan kuantum fiziğine dayalı derleme, yorum ve açıklamalar, bilinçle ilgili anlaşılamayan birçok konunun farkına varılmasını sağladı. Bu görüşlerde düşüncelerimizi geliştiren diğer bir konu da ‘’kuantum benlikte’’ kişisel ilişkilerde benliklerin dalga yanlarının buluşarak yeni benlikler yaratmalarıdır. Bu görüş, daha önceki insanlıkta ilerlemeyi sağlayan farklı kültürlerin ve görüşlerin tartışması görüşümüzü, benliklerin kaynaşması şeklinde de

87 yorumlanmasını sağlamaktadır. Kaynaşma sonucunda doğruyu bulma arzusu aynı neticeyi, insanlığı ileri götüren itici gücü, ortaya çıkarır. Hatta bu konu sadece kültürel gelişmeyle sınırlı kalmayıp, Evrendeki bütün evrimi sağlayan şey maddenin dalga yanı ve dalgaların

girişimiyle yeni bireylerin yaratılması diye kabul edilebilir.

Yeni doğan bir bebek anasının memesini emdiği zaman sadece açlığını gidermez, kendi benliği ve diğer varlıklarla ilgili duyguların temelini de atar. Yatırıldığı bir beşik ona verilmiş olan bir dünyadır. Bebek dünyayı algıladıkça, onların fiziksel gerçekliğini öğrenir, kendinin dışında iyiler ve kötüler olduğunu da keşfeder. Dünyayı etkilemeyi ve sınırları olduğunu anlar.

Yavaş yavaş kendi de yaratıcı olmaya başlar. Bütün bu olanlar yaşam arzusundan doğan

Tanrısal sırların izleridir. İyiyi ve güzeli yaratabilmek bize Tanrının en önemli miraslarındandır.

Evreni ve insanı yorumlama çabaları dışında; din, felsefe ve bilimin diğer müşterek sahaları

‘’sosyal yaşamı düzenleme’’ konularıdır. Dinde bu düzenleme, başlangıçta tanrısal emirlerle yaratılan bir hukuk sistemi ve ahlak kaideleri şeklinde ortaya konmuştur. Ayrıca insanın ruhsal yapılanmasında diğer varlıklara sorumluluğunu ortaya çıkaran vicdan denen kendini yargılama durumu şekillendirilmeye çalışılır. Bu konu başlangıçtan itibaren felsefede de yer almış ve birçok felsefî görüş ahlak kurallarının ve toplumsallığın olgunlaşmasını sağlamıştır.

Aslında toplumsallık içgüdüsünün, insanlığın ilkel dönemlerinde edindiği dayanışma olgusundan doğan, çok eski bir içgüdü olduğunu biliyoruz. Ancak bunun karşısında olan bencillik ve onun yaratıcısı olan narsisizm ise en güçlü içgüdü olan yaşam içgüdüsünün içeriğinden doğar. Tarih içinde şehirleşmeyle birlikte insanlık, göçebe hayattaki sevgi ve saygı içeren iyi niyetli dayanışmacı tarzda toplumsallığı terk ederek güce tapmaya başlamış ve kendi toplumunda statü kademeleri yaratıp, bu kademelerdeki alt sınıfları kendi arzu ve birikimleri için kullandığı gibi, şehir dışı toplumları ve düşmanları da köleleştirmiştir. Böylece otoriter hiyerarşi, saldırganlık, güç sahibi olmak ve mal mülk edinme hırsı daha önceleri sahip olunan toplumsallığı zedelemiştir.

Orta çağın sonuna kadar insanlığa dayatılan bu baskı sistemleri insan düşüncesinde tekrardan toplumsal dönemde yaşanan özgürlüklere sahip çıkma istemlerini yaratmıştır. Bu istemler yeniçağda düşünce özgürlüğünün, demokratik yapılanmaların ve liberalizm öğretisinin temeli olmuştur. Ancak bu gelişmeler insanlığın başlangıçtaki toplumsal yapısındaki iyimser ortama dönebilmesi için yeterli olamamıştır. Fransız ihtilalinin başlangıcında aristokratlara karşı birleşen bütün alt sınıflar özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik sloganlarıyla harekete geçmişler, ancak kardeşlerden zengin olanı burjuvazi, öbürlerini yarı yolda bırakarak, aristokratların yanında yerlerini almışlardır. Özgürlük talepleri; insan özgürlüğüne sahip çıktığı gibi, tarih içinde güçlenen mülkiyete ve bundan doğan sermayenin özgürlüğüne de sahip çıkmıştır. Bunun sonucu liberalizm, yarattığı ve sanayi devrimiyle daha da güçlenen kapitalizmle, temel görüşünün karşıtı bir konumda, sermayenin yarattığı gizli kölelik sistemini korumaya devam etmiştir. Bu arada kaderciliği insan bilincine yerleştirmiş olan dinlerin de bu sistemi destekleyici önemli bir rolü olmuştur.

Her insan az veya çok narsisizmle toplumsallık arasında bir ikilemin etkisi altındadır.

Her insan az veya çok narsisizmle toplumsallık arasında bir ikilemin etkisi altındadır.