• Sonuç bulunamadı

46. Ulusal N

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "46. Ulusal N"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

(S-1 / S-47)

SÖZEL B‹LD‹R‹LER / ORAL PRESENTATIONS

(2)

OtUrUM ı

6 ARALIK 2010, S-1 / S-12 SALON ADI: MAIA I

OTURUM SAATİ: 15:00 - 17:10

OTURUM BAŞKANLARI: Mehmet Zarifoğlu, Nevzat Uzuner

S-1

KrOnİK GerİlİM tİPİ BaŞ aĞrılı HaStalarada lOKal lİdOKaİn UYGUlaMaSının tedaVİ edİCİ etKİnlİĞİ İle anKSİYete Ve dePreSYOn ÜZerİne etKİSİ

ÖMER KARADAŞ , H.ÜMİT ULAŞ , ZEKİ ODABAŞI GATA NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

amaç:

Primer baş ağrılarından olan gerilim tipi baş ağrısı (GTBA), en sık görülen ağrılı durumlardandır. Epizodik ve kronik formları vardır. Kronik GTBA’nın gelişiminden periferal ve santral nosiseptif mekanizmalar sorumlu tutulmaktadır. Sıklıkla psikiyatrik hastalıkların da eşlik ettiği GTBA’nın akut tedavisinde basit ve kombine analjezikler ve koruyucu tedavisinde ise antidepresanlar kullanılmaktadır. Bu çalışmada, kronik GTBA’lı hastalara lokal lidokain uygulanmasının tedavi edici etkinliği ile anksiyete ve depresyon üzerine etkisi araştırıldı.

Gereç ve Yöntem:

Çalışmamıza 48 kronik GTBA hastası alındı. Bu hastaların 24’üne lokal lidokain, 24’üne ise (plasebo grubu) lokal salin enjeksiyonu uygulandı. Enjeksiyonlar, C1-C3 ve trigeminal sinir innervasyonlu kaslarda lokalize myofasial tetik noktalarına, beşinci kranial sinir çıkış noktalarına ve superior servikal ganglion çevresine, üç günde bir ve toplam üç seans olacak şekilde uygulandı.

Bulgular:

Hastalar tedavi öncesi ve tedavi sonrası üçüncü ayda değerlendirildi. Lidokain uygulanan grupta; bir ay içerisindeki ağrılı gün sayısı 20.2’den 7.5’e, Viziüel Analog Skala (VAS) ile değerlendirilen ağrı şiddeti 77.5’ten 38.7’ye, bir ay içerisinde kullanılan analjezik sayısı 9.8’den 3.9’a, Hamilton depresyon skoru 20.0’dan 14.8’e, Hamilton anksiyete skoru 21.9’dan 14.6’ya geriledi. Plasebo grubunda; bir ay içerisindeki ağrılı gün sayısı 19.1’den 17.6’ya, VAS ile değerlendirilen ağrı şiddeti 76.2’den 70.0’a, bir ay içerisinde kullanılan analjezik sayısı 10.1’den 9.0’a, Hamilton depresyon skoru 20.2’den 19.2’ye, Hamilton anksiyete skoru 21.7’den 20.3’e geriledi. Çalışmamızın sonucunda, hem lidokain uygulanan grupta hem de plasebo grubunda tedavi sonrasında tedavi öncesine göre takip edilen parametrelerin hepsinde istatistiksel olarak anlamlı azalma görülürken (p<0,05) plasebo grubuna göre lidokain grubunun tedaviye daha iyi yanıt verdiği görülmüştür (p<0,001).

Sonuç:

Bulgularımız lokal lidokain uygulamasının, kronik GTBA’nın tedavisinde etkin bir yöntem olabileceğini ortaya koymaktadır.

S-2

KrOnİK GerİlİM BaŞaĞrılı HaStalarda aMİtrİPtİlİn Ve MaGneZYUM tedaVİSİnİn MaSSeter İnHİBİtÖr reFleKS Ve Kan nİtrİKOKSİt dÜZeYlerİ ÜZerİne etKİSİ

SELDA KORKMAZ1, ABDULLAH TALASLIOĞLU 2

1 VİRANŞEHİR DEVLET HASTANESİ

2 ERCİYES ÜNİVERSİTESİ

amaç:

Bu çalışmada,masseter inhibitör refleks (MIR) ile Kronik gerilim tipi baş ağrısı (KGTB) hastalarında beyin sapı fonksiyonel bütünlüğünün değerlendirilmesi amaçlandı.Ayrıca KGTB’de kan nitrikoksit(NO) seviyesi ve MIR yanıtı ile,amitriptilin ve Mg tedavisinin bu parametreler üzerine etkisi araştırıldı.

Gereç ve Yöntem:

Çalışma grubu 40 KGTB ve 20 sağlıklı kontrolden oluşturuldu.

KGTB olan 20 hastaya amitriptilin (25 mg), 20 hastaya ise Mg tedavisi (300 mg) 3 ay süre ile verildi. MIR hasta gruplarında tedavi öncesi ve sonrası olarak iki kez, sağlıklı kontrol grupta ise bir kez çalışıldı.NO seviyesi hasta gruplarında tedavi öncesi ve sonrası olmak üzere iki kez, sağlıklı kontrol grupta ise bir kez belirlendi.

Bulgular:

Kan NO seviyesi amitriptilin, magnezyum ve kontrol gruplarında farklı bulunmadı.MIR S2 yanıtı amitriptilin ve magnezyum grubunda kontrol grubuna göre daha fazla sayıda pozitif bulundu.MIR S2 yanıtının süresi amitriptilin ve magnezyum grubunda kontrol grubuna göre anlamlı daha kısaydı.MIR S2 yanıtının latansı amitriptilin, magnezyum ve kontrol grupları arasında farklılık göstermedi.

Sonuç:

Seratoninerjik ve noradrenerjik yolaklar hem ağrı fizyolojisinde hem de MIR yanıtının oluşumunda rol oynamaktadır.

Çalışmamızda Mg ve amitriptilinin MIR üzerine herhangi bir etkisi saptanmamıştır. Bu, her iki ajanın da temel analjezik etkisinin seratoninerjik ve noradrenerjik yolaklar üzerinden olmadığının göstergesidir. Kan NO seviyesinin tedavi öncesinde gruplar arasında farklılık göstermeyişi KGTB’nin heterojen bir bozukluk olması ve bu nedenle homojen bir grup oluşturulamaması ile açıklanabilir. Mg ve Amitriptilin tedavisinin NO üzerine etkisiz bulunması ise, her iki ajanın da temel analjezik etkisini NO üzerinden göstermediğinin kanıtıdır.

(3)

S-3

MİGren HaStalarında PlaZMa nİtrİK OKSİt Ve aSİMetrİK dİMetİlarJİnİn dÜZeYlerİnİn artıŞı ERTUĞRUL UZAR 1, OSMAN EVLİYAOĞLU 2, GÜLTEN TOPRAK

1, ABDULLAH ACAR 1, YAVUZ YÜCEL 1, TUĞBA ÇALIŞIR 1, MEHMET UĞUR ÇEVİK 1, NEBAHAT TAŞDEMİR 1

1 DİCLE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

2 DİCLE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ BİYOKİMYA ANABİLİM DALI

amaç:

Migren patogenezinde oksidatif stres ve endotel disfonksiyonunun rolü olduğu bildirilmiştir. Asimetrik dimetilarjinin (ADMA) endotel fonksiyon bozukluğu ve oksidatif stresle ilişkili bulunmuştur.

Migrenlilerde ADMA ve nitrik oksit (NO) düzeyi ile ilgili az sayıda çalışma mevcuttur ve migren atağında ADMA ve NO arasındaki ilişki bilinmemektedir. Bu nedenlerle sunulan çalışmada migren hastalarında NO ve ADMA seviyeleri ölçülerek kontrol grubu ile karşılaştırılması ve böylece migren ile oksidatif stres ve endotel disfonksiyonu ilişkisinin araştırılması amaçlandı.

Gereç ve Yöntem:

Migren grubu 22’si auralı migren ve 37’si aurasız migrenli toplam 59 hastayı içerdi. Kontrol grubu 31 sağlıklı kontrolden oluştu.

Migren grubundaki hastalar atak dönemi olup olmamasına ve auralı veya aurasız migren olmasına göre alt gruplara ayrıldı.

Plazma ADMA seviyesi ELİSA metoduyla ve NO düzeyi Griess metoduyla ölçüldü.

Bulgular:

Migren grubu NO (sırayla, 35.57 ± 7.66, 30.95 ± 6.2, p=0.005) ve ADMA (sırayla, 0.409±0.028, 0.381± 0.044, p=0.001) düzeyleri kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı yüksek bulundu. Atak sırasında olan migrenlilerin NO ve ADMA düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulundu (sırayla, p = 0.015, p = 0.014). Benzer şekilde interiktal dönem migrenlilerde NO ve ADMA düzeyi kontrol grubundan anlamlı yüksek bulundu (p= 0.011, p= 0.003). İnteriktal dönem migrenliler ile atak sırasında olan migrenlilerin NO ve ADMA düzeyleri karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).

Sonuç:

Çalışmamızda migren hastalarında kontrollere göre ADMA ve NO yüksekliği bulunması migrenin patogenezinde oksidatif stresin ve endotelyal disfonksiyonunun rolünü desteklemektedir.

S-4

MelatOnİn eKSİKlİĞİne neden Olan Pİneal BeZ KİStİne BaĞlı nOKtUrnal BaŞaĞrıSı OlGUSU

ÖMER KARADAŞ 1, H. İLKER İPEKDAL 2, ÜMİT H. ULAŞ 1, ZEKİ ODABAŞI 1

1 GÜLHANE ASKERİ TIP AKADEMİSİ NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

2 MAREŞAL ÇAKMAK ASKER HASTANESİ NÖROLOJİ SERVİSİ

Olgu:

Siklik özellikteki başağrılarının pineal bezden salınan melatonin ve merkezi sinir sisteminin ritm düzenleyici sistemleri ile yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. Burada, pineal gland kistine bağlı melatonin eksikliği neticesinde ortaya çıkan ve oral melatonin tedavisi ile tamamen düzelen bir nokturnal başağrısı olgusu sunulmuştur. 29 yaşında erkek hasta, son 2.5 yıldır, sadece gece yarısı ortaya çıkan, uykudan uyandıran ve sabah sona eren başağrılarından yakınmakta idi. Başağrıları zonklayıcı karakterdeydi ve beraberinde saçlı deride allodini, bilateral konjonktival hiperemi ve sinirlilik de eşlik etmekteydi.

Hastanın nörolojik muayenesi normal sınırlarda idi. Beyin MRI incelemesinde pineal bezde 5X4 cm boyutlarında nöroepitelial kist izlendi. Gece saat 02:00’de ölçülen serum pik melatonin düzeyi 28 pg/ml idi. Hastaya 6 mg/gün dozunda oral melatonin tedavisi başlandı. Bir ay sonraki kontrolünde ağrı sıklık ve şiddetinde yaklaşık %70 iyileşme olduğu kaydedildi. Melatonin dozu 10 mg/gün’ e çıkarıldı. Hastanın 5 ay sonraki kontrülünde tamamen iyileştiği gözlendi. Bu dönemde, gece 02:00’de ölçülen kontrol serum pik melatonin düzeyi 61 pg/ml idi.

Bildiğimiz kadarıyla bu olgu, sadece geceyarısı uykuda ortaya çıkan, pineal bezdeki kiste bağlı melatonin eksikliği neticesinde ortaya çıkan (bozulmuş sirkadyen ritmin sorumlu olduğu), oral melatonin tedavisi ile tamamen düzeldiği gösterilen ilk nokturnal başağrısı olgusudur.

(4)

S-5

aUralı Ve aUraSıZ MİGren HaStalarının aĞrılı Ve aĞrıSıZ dÖneMlerİndeKİ SerUM MMP-9 , tİMP-1 Ve MMP-9/tİMP-1 Oranının deĞerlendİrİlMeSİ

FAZİLET KARADEMİR 1, MUSA ÖZTÜRK 1, YAVUZ ALTUNKAYNAK

1, YASEMİN DÖVENTAŞ 2, BELGİN MUTLUAY 1, SEVİM BAYBAŞ 1

1 BAKIRKÖY RUH VE SİNİR HASTALIKLARI E.A. HASTANESİ 2.

NÖROLOJİ KLİNİĞİ

2 HASEKİ EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ BİOKİMYA BÖLÜMÜ

amaç:

Ekstraselüler matriks proteinlerinin proteolitik aktivitesinden sorumlu matrix metalloproteinazların (MMP) ve onların inhibitörü olan TİMP’lerin (tissue inhibitor of metalloproteinases) kan beyin bariyeri permeabilitesini etkileyerek migren patogenezinde rol oynadığı düşünülmektedir. Çalışmamızda MMP-9 ve TİMP-1’in serum düzeylerinin auralı ve aurasız migren hastalarının ağrısız ve ağrılı dönemlerinde birbirleriyle ve sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırılması amaçlandı.

Gereç ve Yöntem:

Çalışmaya Nisan 2009 - Şubat 2010 tarihleri arasında Başağrısı Polikliniğimize başvuran, IHS(Uluslararası Başağrısı Cemiyeti) 2004 sınıflamasına göre; tedavi başlanmamış, 18 yaş üstü, 25’er aurasız ve auralı migren hastası alındı.Kontrol grubu başağrısı olmayan sağlıklı 25 gönüllüden oluşturuldu.Sağlıklı gruptan bir kez; migren hastalarından ise başağrılı ve başağrısız dönemde olmak üzere iki kez serum alındı. Serum MMP-9, TİMP-1 düzeyinin belirlenmesinde yarışmalı ELISA yöntemi uygulandı.İstatistiksel analizler için SPSS for Windows 15.0 programı kullanıldı.

Bulgular:

Ağrısız dönemde; auralı migrenlilerde MMP-9 99,55±34, 41, TİMP-1 344,60±36,54 ve MMP-9/TİMP-1 oranı 0,29±0, 11,aurasız migrenlilerde bu değerler sırasıyla 119,04±64,66, 340,16±36,54, 0,36±0,20 kontrol grubunda ise yine sırasıyla 118,49±12,78,559,20±118,53, 0,22±0,04 idi.Ağrılı dönemde aynı değerler auralılarda 103,48±43,72,341,50±40,86, 0,31±0,13 aurasızlarda ise 128,12±63,95, 355,45±52,41,0,35±0,16 idi.

Tüm migren hastalarında ağrılı ve ağrısız dönemde serum TİMP-1 düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı düşük, MMP-9/

TİMP-1 oranıysa anlamlı yüksek bulundu(p<0,01).İstatistiksel olarak anlamlı olmasa da, ağrılı ve ağrısız dönemlerde serum MMP-9 düzeyi aurasız migren hastalarında kontrol grubuna göre yüksek, auralı migren hastalarında ise kontrol grubuna göre düşük bulundu.

Sonuç:

Çalışmamızda MMP-9/TİMP-1 oranının yüksekliğine bağlı net MMP-9 aktivitesinde artış ve TİMP-1 düzeyinde düşme bulmamız, migren patogenezinde bu enzim grubunun nöroinflamasyon ve proteolitik koruyuculukta rol oynadığını düşündürmüştür.

S-6

aUralı Ve aUraSıZ MİGren HaStalarında aCe(ı/

d)-MtHFr C677t Gen POlİMOrFİZMlerİ, MatrİX MetallOPrOteİnaZ 9 Gen eKSPreSYOnU İnCeleMeSİ Ve Kranİal ManYetİK reZOnanS GÖrÜntÜleMe KOrelaSYOnU

HALİL GÜLLÜOĞLU 1, FİGEN GÖKÇAY 1, ASUDE ALPMAN 2, HALUK AKIN 2, CEM ÇALLI 3

1 EGE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

2 EGE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TIBBİ GENETİK ANABİLİM DALI

3 EGE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ RADYOLOJİ ANABİLİM DALI

amaç:

Migren, nörolojik, gastrointestinal ve otonom değişikliklerin çeşitli şekillerde eşlik ettiği, dış uyaranlara karşı hassasiyetin arttığı, primer epizodik baş ağrısıdır. Migrenli hastalarda genetik, nörofizyolojik, radyolojik ve biyokimyasal incelemeler tanıyı doğrulamak, patofizyolojiye ışık tutmak ve tedavi seçeneklerini geliştirmek için gerekli yöntemlerdir.Bu çalışmada migren fizyopatolojisi ile ilgili olabilecek laboratuvar ve görüntüleme sonuçlarının ve olası genetik özelliklerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Gereç ve Yöntem:

Auralı ve aurasız migren tanılı hastalarda MTHFR C677T polimorfizmi ve kan B12 vitamin- folik asid- homosistein düzeyi, ACE I/D gen polimorfizmi, matrix metalloproteinaz-9 (MMP-9) gen ekspresyonunun belirlenmesi, kranial MRG’de saptanan patolojik bulgularla korelasyonunun olup olmadığının belirlenmesi planlanmıştır.

Bulgular:

Çalışmamızda; auralı migren ve aurasız migren tanılı hastalar ve normal kontrol grubunda yaptığımız genetik incelemede;

ACE I/D – MTHFR C677T polimorfizmleri ve MMP-9 gen ekspresyonu açısından anlamlı fark saptanmamışdır. Kranial MRG incelemesinde ise, auralı migren tanılı grupta diğer gruplarla karşılaştırıldığında, serebral hiperintens lezyonlar (olası iskemik orijinli) anlamlı olarak daha yüksek oranda saptanmıştır.

Sonuç:

Sonuç olarak; auralı migren ön planda olmak üzere, migrenin sessiz serebral hiperintens, olası iskemik doğadaki lezyon açısından bağımsız bir risk faktörü olduğunu; aurasız migrenlilerde saptanan MRG lezyonlarının sessiz (klinik olarak aura bulgusu ortaya çıkarmayan) kortikal yayılan depresyon modelinin varlığını destekleyebileceğini; literatürdeki tartışmalı sonuçlarla elde ettiğimiz veriler birleştirildiğinde, MTHFR C677T- ACE I/D gen polimorfizminin ve MMP-9 gen ekspresyonunun migren patofizyolojisindeki yeri hakkında kesin sonuca varılamadığını; patofizyolojinin aydınlatılarak olası tıbbi ve gen tedavilerinin geliştirilebilmesi için daha geniş populasyonda çalışmalara ihtiyaç olduğu söylenebilir.

(5)

S-7

MİGren ataK tedaVİSİnde 1000 MG ParaSetaMOl’e KarŞı 400 Ve 800 MG etOdOlaK etKİnlİĞİnİn deĞerlendİrİlMeSİ: randOMİZe, ÇİFt KÖr, ÇaPraZ KarŞılaŞtırMalı, ÇOK MerKeZlİ, FaZ ııı KlİnİK ÇalıŞMa MUSTAFA ERTAŞ 1, VESİLE ÖZTÜRK 2, BETÜL BAYKAN 3, HADİYE ŞİRİN 4, AYNUR ÖZGE 5, MİG-ETOL ÇALIŞMA GRUBU 6

1 ANADOLU SAĞLIK MERKEZİ HASTANESİ

2 DOKUZEYLÜL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

3 İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ İSTANBUL TIP FAKÜLTESİ NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

4 EGE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

5 MERSİN ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

6 MİG-ETOL ÇALIŞMA GRUBU

amaç:

Bu çalışmada, daha önce migrende kullanımıyla ilgili klinik çalışması bulunmayan bir nonsteroid antiinflamatuvar ilaç olan etodolak’ın 400mg ve 800mg dozlarının migren tanısı almış hastaların migren atakları üzerinde etkinliğinin ve güvenilirliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Gereç ve Yöntem:

Randomize, çift kör, çapraz karşılaştırmalı faz III klinik çalışmaya 18 merkezden, ICHD-II kriterlerine göre en az 1 yıldır migren atakları olan aurasız veya auralı migren tanılı ve ayda 2-8 atak geçiren toplam 229 hasta alınmıştır. Hastalar migren ataklarında 1000 mg parasetamol (500+500), 400 mg etodolak (400 mg + plasebo) ve 800 mg etodolak (400+400) şeklinde üç tedavi seçeneğinin her birini 3’er aylık 3 tedavi döneminde dönüşümlü olarak kullanmışlardır.

Bulgular:

Çalışma süresince tanımlanan 2061 migren atağının çalışma ilaçları kullanılan 1047’sinin değerlendirilmesinde, 1000 mg parasetamol, 400 mg etodolak ve 800 mg etodolak için değerler sırasıyla: 1 saat içinde ağrı yanıtlılığı %26.0, %29.9 ve %30.6 olguda; 1 saat içinde ağrısızlık %8.0, %9.0 ve %12.4 olguda; 2 saat içinde ağrı yanıtlılığı %44.9, %48.3 ve %46.1 olguda; 2 saat içinde ağrısızlık %19.2, %19.3 ve %24.1 olguda; 4 saat içinde ağrı yanıtlılığı %62.8, %63.3 ve %63.1 olguda, 4 saat içinde ağrısızlık %34.5, %35.8 ve %38.0 olguda; 2 saatten 24 saate uzamış ağrısızlık %34.3, %38.3 ve %41.1 olguda; 4 saatten 24 saate uzamış ağrısızlık %48.6, %51.7 ve %53.8 olguda; 2 saatten 24 saate ağrı yinelemesi (relaps) %7.3, %14.3 ve %9.7 olguda;

4 saatten 24 saate ağrı yinelemesi (relaps) %5.1, %10.3 ve

%6.6 olguda gerçekleşmiştir. Ağrı yanıtlılığı, ağrısızlık, uzamış ağrısızlık ve relaps değerlerinde çalışma ilaçları arasındaki farklar istatistik anlama ulaşmamıştır. Çalışma süresince advers olay görülen kişi sayısı 1000 mg parasetamol için 16, 400 mg etodolak için 14 ve 800 mg etodolak için 16’dır. Toplam 81 advers olay görülmüş, bulantı (n=19) ve midede yanma (n=17) en sık görülen advers olaylar olmuştur.

Sonuç:

tedavisinin migren atakları üzerinde 1000 mg parasetamol ile benzer etkinlik gösterdiği, istatistik anlama ulaşmamış olmakla birlikte ağrı yanıtlılığı, ağrısızlık ve uzamış ağrısızlık için en düşük etkinlik değerleri 1000 mg parasetamol’le, en yüksek etkinlik değerleri ise 800 mg etodolak’la elde edilmiş, en düşük ağrı yineleme (relaps) değerleri 1000 mg parasetamol’le, en yüksek ise 400 mg etodolak’la elde edilmiş, 800 mg etodolak’la elde edilen değerler 1000 mg parasetamole oldukça yakın bulunmuştur. Advers olay görülen olgu sayısı da 400 mg ve 800 mg etodolak ile, 1000 mg parasetamolden yüksek bulunmamıştır. Etodolak 400 mg ve 800 mg dozları, en az parasetamol kadar etkili olması nedeniyle migren atak tedavisinde etkin ve güvenli bir seçenek olarak kullanılabilir.

(6)

S-8

MİGren Ve MenStrUel MİGren ataKlarının 24 SaatlİK dOĞal Ve İlaÇlı SeYrİ

GÜLÇİN BAK , ÖZLEM BEKDEMİR ÖZÜAK , LEYLA DURUSOY , ALİ KEMAL ERDEMOĞLU

KIRIKKALE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKULTESİ

amaç:

Migren ve menstrüel migrende (MM) tedavisiz atağın seyri, naproksen ve frovatriptan tedavisi sırasındaki atak seyrindeki değişiklikleri değerlendirmek

Gereç ve Yöntem:

Çalışmamıza KÜTF Nöroloji Polikliniğine başvuran IHS 2004 tanı kriterlerine uyan 32 migren ve 31 MM hastası dahil edildi.

Migren veya MM akut atak ölçütlerine uyan 3 migren atağı 24 saat boyunca izlendi. Baş ağrısı, fotofobi, fonofobi, allodini, bulantı, kusma ve vertigo belirtilerinin şiddeti zamanın bir fonksiyonu olarak hastaların kendisi tarafından kaydedildi.

Her bir belirti için 24 saatlik eğri altı alanlar (EAA) elde edildi.

Grupların tedavisiz doğal seyir, naproksen ve frovatriptan tedavisindeki seyirleri kaydedildi

Bulgular:

Migren ile MM grubunda tedavisiz atak sırasında, değerlendirilen hiçbir belirtinin EAA’ları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Naproksen tedavisi verilen migren grubunun başağrısı ve bulantı EAA’larının, aynı tedaviyi alan MM grubunun EAA’larından daha yüksek olduğu bulundu (sırasıyla p=0.002, p=0.047). Frovatriptan kullanımı sırasında, migren grubunun baş ağrısı, fonofobi, bulantı EAA’larının, MM grubunun EAA’larından daha yüksek olduğu saptandı (sırasıyla p=0.020, p=0.021, p=0.019).Yine tedavisiz ataktaki başağrısı, bulantı, fotofobi ve allodini EAA’ları naproksen ve triptan tedavisi verilen atağa göre yüksek bulundu. Naproksen alınan atakta migren grubunun başağrısı, fotofobi, fonofobi, allodini ve bulantı EAA’ları frovatriptan kullanımı sırasındaki EAA’nından yüksekti. MM grubunda da başağrısı, bulantı, fotofobi, fonofobi, allodini ve vertigo EAA’ları Naproksen alımında Frovatriptan alımındakine göre daha yüksek bulundu

Sonuç:

Çalışmamızda, naproksen ve frovatriptan tedavisi MM grubunda, migren grubuna göre daha etkili olduğu gözlenmiştir.

Naproksen ve triptan tedavisi migren atağındaki semptomların seyrine etki etmektedir ancak migren ve MM gruplarının yanıtlılığında belirgin bir farklılık gözlenmemiştir. Migren ve MM hastaları tedavisiz doğal ve tedavi ile seyirlerinde benzer özelliklere sahip olduğunu göstermektedir.

S-9

MİGren StatUS tedaVİSİnde KlOrPrOMaZİn UYGUlaMaSı

UYGAR UTKU , MUSTAFA GÖKÇE, ELİF M. BENLİ, AYTAÇ DİNÇ, DENİZ TUNCEL

KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM ÜNİVERSİTESİ, TIP FAKÜLTESİ, NÖROLOJİ A.D.

amaç:

Migren statusta tedavi çoğu zaman tatmin edici olmamaktadır.

Burada amacımız migren status ile başvuran ve daha öncesinde diğer tedavi yöntemlerine cevap alınamamış hastalarda klorpromazin tedavisinin sonuçlarını görmektir.

Gereç ve Yöntem:

KSÜ Tıp Fakültesi acil servisine migren status yani 72 saatten uzun süren migren baş ağrısı ile gelen ve klorpromazin verilen hastalar çalışmaya alındı. Bu hastaların hepsi ağrı için diğer tedavi yöntemlerini denemişlerdi. 500 cc % 0,9’luk NaCl veya % 5’lik dekstrozun yarısı verildikten sonra 1 cc (5 mg) klorpromazin IV puşe şeklinde verildi. Yanıt göre her 10 dakikada bir aynı dozda maksimum 25 mg olmak üzere klorpromazin uygulandı.

Toplam 14 hasta çalışmaya alındı.

Bulgular:

Ondört hastadan sadece 1 tanesi erkekti. Yaşları 19-55 arasındaydı. Hastalar en az 5, en fazla 20 yıldır migren hastasıydı. Hastaların 9’unda bulantı belirgindi. Klorpromazin hastalardan 10’una 10 mg uygulandı. Birisine 15 mg, birisine 20 mg kez diğer birisine ise 25 mg (tam doz) uygulandı. Bu hastaların tamamında baş ağrısı tamamıyla iyileşme gösterdi.

İlk dozla birlikte tamamında bulantı hissi geçti. Ancak bir hastada verilen ilk doz sonrası yan etki olarak taşikardi, bulantı hissi meydana geldi. Bir daha ilaç uygulanmayan hastanın takibinde herhangi bir sorun olmadı.

Sonuç:

Migren statusta diğer yöntemlerle cevap alınamayan hastalarda klorpromazin iyi bir seçenek gibi gözükmektedir.

(7)

S-10

SePtUM deVİaSYOnU Olan OlGUlarda MİGren VeYa dİĞer BaŞaĞrılarının SıKlıĞının araŞtırılMaSı ABDULKADİR KOÇER 1, MEHMET ERYILMAZ 1, HÜSEYİN YAMAN 2, ABDULLAH BELADA 2, GÜLŞEN KOCAMAN 1, SÜBER DİKİCİ 1

1 DÜZCE TIP FAKÜLTESİ NÖROLOJİ AD

2 DÜZCE TIP FAKÜLTESİ KBB AD

amaç:

Migren tedavisine dirençli olgularda sinüsler veya solunum yollarıyla ilgili enfeksiyonlar ya da patolojiler araştırılmalıdır.

Septum deviasyonunun düzeltilmesi veya nazal pasaj açılmasına yönelik operasyonlar tetiklenebilecek migren atağını da önler. Daha önceden bildirilen raporlar nedeniyle septum deviasyonu (SD) olan olgularda migren türü ve diğer baş ağrılarının sıklığının araştırılması amaçlandı.

Gereç ve Yöntem:

1-30 Mayıs 2010 tarihleri arasında KBB polikliniğine muayeneye gelen tüm olgular çalışmaya alındı. KBB muayenesi sonrasında olgular SD olanlar (Grup I) ve olmayanlar (Grup II) şeklinde iki gruba ayrıldı. Tüm olgulara başağrısının varlığı soruldu.

Başağrısı olan olgular ayırıcı tanı için nöroloji uzmanına yönlendirildi. Nörolojik muayene ve ayırıcı tanılar sonrasında çalışmayı tamamlayan 237 hastanın bulguları istatistiksel olarak değerlendirildi.

Bulgular:

İki yüz otuz yedi hastanın 186’sında (%78,5) SD vardı ve yalnızca 129’u (%54,4) başağrısı varlığından şikâyetçi oldu. Bu 129 olgunun %23,3 (n:30)’nde migren, %30,2 (n:39)’sinde gerilim türü başağrısı, %12,4 (n:16)’ünde sinüzit, %4,7 (n:6)’sinde diğer başağrıları tanısı kondu. Başağrısı olan olguların %75,2 (n:97)’sinde SD mevcuttu. Fakat bahsi geçen başağrıları ile SD varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı.

Sonuç:

Daha önce değişik çalışmalarda septum veya burunla ilgili patolojilerin başağrısı için bir risk olduğu bildirilmekle birlikte bizim çalışmamızda SD varlığı ile başağrısı arasında ilişki bulunamadı. Günlük KBB poliklinik hizmetlerinde kolay SD tanısı konulması ve belki de deviasyonun derecesinin göz önüne alınmaması nedeniyle anlamlı bir ilişki tespit edilememiş olabilir. Daha çok sayıda hastanın alındığı ve SD’nun derecelendirildiği çalışmalara ihtiyaç vardır.

S-11

allerJİ MİGren İÇİn Bİr rİSK FaKtÖrÜ MÜdÜr?

HESNA BEKTAS 1, HAYRIYE KARABULUT 2, GÖNÜL ALTINTAŞ 2, BARAN ACAR 2, RIZA MURAT KARASEN 2

1 S.B KEÇİÖREN EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ, NÖROLOJİ KLİNİĞİ1

2 S.B KEÇİÖREN EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ KBB KLİNİĞİ2

amaç:

Migren kronik multifaktöriyel bir hastalıktır.Birçok çevresel faktör migren ataklarını tetikleyebilmektedir.Bu çalısmanın amacı migren hastalığı ile allerji arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.

Gereç ve Yöntem:

Nöroloji polikliniğine Mart-Ağustos 2010 arası başvuran ve Uluslararası Baş ağrısı Sınıflandırmasına göre migren tanısı alan 49 hasta (K/E:41/8; yas ortalaması:38.4) ve yas ve cins olarak benzer başağrısı yakınması ve allerji öyküsü olmayan 49 sağlıklı birey çalışmaya alındı. Migren hastalarında hastalık süresi, atak sıklığı, kullandığı ilaçlar, atak anındakı semptomlar sorgulandı.

MİDAS ve VAS skorları yapıldı. Hasta ve kontrol grubuna allerji testleri yapıldı.

Bulgular:

Migren hastalarının ortalama hastalık süresi, aylık atak sayısı, atak süresi sırasıyla 7.2 yıl; 4.2/ay, 40.4 saat idi. Ortalama MİDAS skoru: 2.45±0.14 ve VAS skoru: 7.89±0.27 saptandı.

Allerji testi migrenli hastalarda %55.1 (27/49), sağlıklı kontrol grubunda ise %32.7 (16/49) pozitif bulundu (p<0.05). Allerji testi pozitif olan 27 migren hastasının 17’sinde (%55.6) ev tozu, 11’inde (%40.3) ısırgan otu ve 7’sinde (%25.9) buğdaya karşı allerji saptandı ( p<0.0001,p<0.001, p<0.01). Hastalık süresi, atak sıklığı ve atak süresiyle allerji testi pozitifliği arasında anlamlı ilişki saptanmadı. Allerji testi pozitif olan migren olgularının %50’sinde MİDAS skoru 3 ve 4; %50’sinde VAS skoru 9 ve 10’du. Negatif olgularda ise MİDAS ve VAS skoru sırasıyla

%35 ve %35 idi (p>0.05).

Sonuç:

Migren hastalarının yarıdan fazlasında allerji testi pozitif bulunmuştur. Allerji testi pozitif olguların MİDAS ve VAS skorları yüksek saptanmıştır. Sık ve şiddetli atak geçiren hastalar allerji yönünden incelenmelidir.

(8)

S-12

MİGrenlİlerde VİtaMİn B12 Ve FOlİK aSİt dÜZeYİ: VaKa- KOntrOl ÇalıŞMaSı

ABDULLAH ACAR 1, OSMAN EVLİYAOĞLU 2, ERTUĞRUL UZAR1, YAVUZ YÜCEL 1, MEHMET UĞUR ÇEVİK 1, LEYLA ÇOLPAN 1, NEBAHAT TAŞDEMİR 1

1 DİCLE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ NÖROLOJİ ANABİLİM DALI

2 DİCLE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ BİYOKİMYA ANABİLİM DALI

amaç:

Nörovasküler endotelyal fonksiyon bozukluğuna neden olan homosistein düzeyinde artış migrenlilerde görülebilmektedir.

Folik asit ve vitamin B12 içeren homosistein düzeyini düşüren tedavi ile migren dizabilitesinde azalma bildirilmiştir.

Migrenlilerde folik asit ve vitamin B12 düzeyini araştıran az çalışma vardır. Bu nedenle sunulan çalışmada migren hastalarında vitamin B12 ve folik asit seviyeleri ölçülerek kontrol grubu ile karşılaştırılması amaçlandı.

Gereç ve Yöntem:

Migren grubu 23’ü auralı migren ve 28’si aurasız migrenli toplam 51 hastayı içerdi. Yaş ve cinsiyet yönünden migren grubuna benzer özellikleri olan 28 sağlıklı kişi kontrol grubunda yer aldı.

Migren grubundaki hastalar atak dönemi olup olmamasına ve auralı veya aurasız migren oluşuna göre alt gruplara ayrıldı.

Serum vitamin B12 ve folik asit düzeyi kemilüminesans yöntemi ile ölçüldü.

Bulgular:

Migren grubu vitamin B12 (215.6 ± 133.7) düzeyi kontrol grubu (289.9 ± 12) ile karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı düşük bulundu (p= 0.005). Migren grubu folik asit (6.74 ± 4.31) düzeyi kontrol grubu (8.47 ± 1.85) ile karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı düşük bulundu (p<0.05). Atak döneminde olan migrenlilerde vitamin B12 düzeyi ataksız dönemde olan migrenlilere göre daha düşüktü (p<0.05). Ancak atak döneminde olan migrenlilerin folik asit düzeyi ataksız dönemde olan migrenlilerle karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Auralı migren ile aurasız migrenlilerin vitamin B12 ve folik asit düzeyleri arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmadı (p>0.05).

Sonuç:

Çalışmamızda migren hastalarında kontrollere göre vitamin B12 ve folik asit düşük bulunması migrenli hastalara vitamin B12 ve folik asitin proflaktik verilmesini destekler.

OtUrUM ıı

6 ARALIK 2010, S-13 / S-24 SALON ADI: MAIA II

OTURUM SAATİ: 15:00-17:10

OTURUM BAŞKANLARI: Sevin Balkan, Turgay Dalkara

S-13

eGe ÜnİVerSİteSİ nÖrOlOJİ a.d. trOMBOlİtİK tedaVİ deneYİMİ

FATMA ECE BAYAM , LEYLA BAYSAL , HADİYE ŞİRİN , AYŞE SAĞDUYU KOCAMAN , EMRE KUMRAL

EGE ÜNİVERSİTESİ TİP FAKÜLTESİ NÖROLOJİ AD

amaç:

Bu bildiride günümüzde akut inme tedavisinde en etkin tedavi yöntemi olan trombolitik tedaviye dikkat çekmek ve deneyimimizi paylaşmak amaçlanmıştır.

Gereç ve Yöntem:

Bu bildiride Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi acil servisine başvuran ve National Institute of Health Stroke Scale (NIHSS) göre trombolitik uygulama endikasyonu bulunan ve protokol dahilinde trombolitik tedavi uygulanan 28 olgunun sosyodemografik özellikleri yanında inme- başvuru zamanı, inme- trombolitik uygulama zamanı, başvuru- tedavi zamanı, tedavi sonrası komplikasyon gelişimi incelenmiş, NIHS ve Modifiye Rankin Skalası (RS) kullanılarak olguların 3 aylık nörolojik değerlendirmeleri yapılmıştır.

Bulgular:

Akut inme sonrası ilk üç saatte trombolitik tedavi uygulanan 28 olgumuzdan 9 tanesi eksitus olmuştur. 3 olguda trombolitik tedavi komplikasyonu olarak 2 olguda intrakraniyal, 1 olguda ise sistemik kanama gelişmiştir. Diğer 6 olgu ise eşlik eden diğer hastalıklara bağlı komplikasyonlar sonucu kaybedilmiştir.

Takipleri tamamlanan 19 olgunun 17’ sinde 90. gün NIHS ve MRS değerlendirmelerinde düzelme tespit edilmiştir.

Sonuç:

Günümüzde akut iskemik inmenin bilinen en etkili tedavisi olan trombolitik tedavi, sadece gelişmiş merkezlerde yapılabilmesine karşın ilk üç saatte bu tedavi uygulanabilen olguların 3 aylık takiplerinde özürlülük oranları trombolitik tedavi uygulanamayan olgulara göre belirgin olarak düşüktür.

(9)

S-14

SaĞ HeMİSFer leZYOnlarında HeMİaSOMatOGnOZİnİn deĞerlendİrİlMeSİ, leZYOn lOKalİZaSYOnU Ve

VİZÜOSPaSYal İHMal SendrOMları İle KOrelaSYOnU FATMA ECE BAYAM , DİLEK EVYAPAN AKKUŞ

EGE ÜNİVERSİTESİ TİP FAKÜLTESİ NÖROLOJİ AD

amaç:

Sağ serebral hemisferik lezyonu bulunan olgularda görülebilen bir vücut şema bozukluğu olan hemiasomatognozinin varlığını değerlendirmek, kraniyal MRG ile lezyon lokalizasyonunu belirlemek ve vizüospasyal ihmal sendromu ile korelasyonunu saptamak.

Gereç ve Yöntem:

Kliniğimizde sağ serebral hemisferik akut infarkt tanısı ile izlenen 44 olgu çalışmaya alınmıştır. Olgularda hemiasomatognozi verbal ve nonverbal olarak değerlendirilmiştir. Vizüospasyal ihmal sendromu ise çizgi ihmal testi ve saat çizme testi ile araştırılmıştır. Çalışmaya alınan olguların infakt alanları Bogousslavsky ve Duvernoy’un anatomik alanları kullanılarak lokalize edilmiştir.

Bulgular:

Hemiasomatognozi saptanan olgularda bu bozukluğun nonverbal modalitede daha belirgin olduğu görülmüştür.

Vizüospasyal ihmali bulunan olguların saat üzerinde rakam yerleştirme becerisindeki bozukluk, saat testinin diğer özellikleri ve çizgi iptal testiyle karşılaştırıldığında daha belirgindir. Vücut şema bozukluğu ve vizüospasyal ihmal sendromu varlığında lezyonlar posteriorda yerleşme eğilimindedir ve anatomik olarak sağ inferior pariyetal lobül bölgesinde yoğunlaşmaktadır.

Genel olarak hemiasomatognozi ile vizüospasyal neglekt arasında bir korelasyon bulunmaktadır.

Sonuç:

Sağ hemisferde iskemik lezyonu bulunan olgularda hemiasomatognozi ve vizüospasyal ihmal sendromu hem defisitlerin derecesi hem de lezyon lokalizasyonu yönünden korelasyon göstermektedir. Bu bulgu da hemiasomatognozinin ortaya çıkış mekanizmasında spasyal algı bozukluğunun yer alabileceğini düşündürmektedir.

S-15

PrİMer KOrUMada rİSK FaKtÖrlerİnİn tanınMaSı Ve GlOBal rİSK deĞerlendİrMeSİnİn ÖneMİ

ZEYNEP TÜFEKÇİOĞLU 1, SELİN ERGEÇER 2, RİTA KRESPİ 2, ELÇİN ÖNDER 3, YAKUP KRESPİ 1

1 İSTANBUL BİLİM ÜNİVERSİTESİ, NÖROLOJİ ABD, İSTANBUL, TÜRKİYE

2 FLORENCE NİGHTİNGALE HASTANESİ, NÖROLOJİ BİRİMİ, İSTANBUL, TÜRKİYE

3 BEŞİKTAŞ BELEDİYESİ, KÜLTÜR VE SOSYAL İŞLER BİRİMİ, İSTANBUL, TÜRKİYE

amaç:

Koroner kalp hastalıkları ve inmede primer koruma en etkili tedavi yaklaşımıdır. Çalışmamızda Mart 2009-Nisan 2010 tarihlerinde inme primer korunma polikliniğimize başvurmuş, 60 yaş üzeri, inme ve diğer kardiyovasküler olay öyküsü olmayan hastaların vasküler risk profilleri incelenmiştir.

Gereç ve Yöntem:

Polikliniğe başvuran kişilerin risk faktörleriyle klinik özgeçmişleri standardize bir form eşliğinde sorgulandı.

Biyokimyasal değerlendirmeler ve klinik ölçümler yapıldı. 2007 ESH/ESC hipertansiyon kılavuzu ve 2007 NCEP ATP III kriterleri kullanılarak global riskler ve hedef değerler belirlendi.

Bulgular:

Yaş ortalaması 68 (SD:6)olan 190 ardışık hasta incelendi.

Hipertansiyonu olduğu bilinen veya ilaç kullananlar %62 iken, global riske göre kan basıncı hedef değerde olmayanlar katıldığında hipertansif hasta oranı %71’ di ve bunların %46’sı hedefteydi. Hiperlipidemisi olduğu bilinen veya ilaç kullananlar

%57’si iken, bilinmeyip LDL hedef değerde olmayanlarla birlikte oran %82 idi ve bunların %24’ü hedefteydi. Diyabeti olduğu bilinen veya ilaç/insulin kullanan hastaların oranı %18 iken, bilinmeyip açlık kan şekeri >126mg/dl olanlar katıldığında oran

%22’ye ulaşmaktaydı ve %51’i HbA1c hedefindeydi. Metabolik sendrom oranı % 47’ydi. Sigara kullanımı da eklendiğinde,

%4 hastada 5, %16’sında 4, %24’te 3, %32’de 2 , %18 olguda 1 risk faktörü varken %6 olguda da hiçbir risk faktörü saptanmadı. Hipertansif hastaların %82’si, diyabetiklerin % 76’ı, hiperlipidemik hastaların ise %43’ü ilaç kullanmaktaydı.

Sonuç:

Primer korunmada İlaç kullanım sıklığına göre iyi takipli hipertansif, diyabetik olgularda global risk yönetiminin öngördüğü hedef değerlere olguların %50’sinden azında ulaşılmaktadır. Hiperlipideminin yönetimi sorunludur, olguların

%25’inden azında hedef tutturulabilmektedir.

(10)

S-16

etYOlOJİK nedenler Ve rİSK FaKtÖrlerİ İlİŞKİSİne BaĞlı GeÇİCİ İSKeMİK ataK SOnraSı reKÜrren İSKeMİK İnMe SıKlıĞı.

İDRİS ŞEVKİ KÖKEN , SABİHA TÜRE , TÜLAY KURT , GALİP AKHAN

İZMİR ATATÜRK EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ 3 NÖROLOJİ SERVİSİ

amaç:

Geçici iskemik atak (GİA) geçiren hastalarda etyolojide yer alan risk faktörlerinin ve risk sınıflamasının (ABCD-2 risk sınıflaması) prognoza etkisi araştırıldı.

Gereç ve Yöntem:

Prospektif olarak 2009 - 2010 yılları arasında İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Kliniklerinde GİA tanısıyla yatırılarak izlenen 109 hasta çalışma kapsamına alındı.

Hastalar atak sonrası 3 ay süreyle izlendi. İzlem sonrası inme gelişen hastalar ile gelişmeyenler risk faktörleri açısından incelendi.

Bulgular:

Çalışmaya alınan hastaların 43’ü kadın, 66’sı erkekti ve yaş ortalaması 68.9 du. İzlem süresince, 72 hastada rekürren iskemik inme gelişmezken (K/E : 33/49, yaş ortalaması: 68.9 yıl), 27 hastada rekürren iskemik inme gelişti (K/E : 10/17, yaş ortalaması: 69.6 yıl ). Risk faktörlerinin analizinde hipertansiyon (p=0,017) ve sigara kullanımı (p=0,031), ABCD2 risk ölçeğinden yüksek puan alması (p=0,000), görüntüleme yöntemlerinde enfarkt saptanması (p=0,000) ve GİA süresinin 1 saatten uzun sürmesi (p=0,000) GİA sonrası inme gelişiminde belirleyici faktörler olarak saptandı.

Sonuç:

GİA sonrası risk faktörlerinin ortaya konması, etyolojinin belirlenmesi ve bunlara karşı uygun önlemlerin alınması ile ileride oluşabilecek inme ve ölümlerin azaltılabileceği sonucuna varıldı.

S-17

aKUt İSKeMİK StrOKta MCa Kan aKıM ParaMetrelerİnİn PrOGnOStİK deĞerİ MEHMET BAYDEMİR , NEVZAT UZUNER ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ

amaç:

Orta serebral arter alanında oluşan akut iskemik strok’un erken döneminde TCD ile ölçülen kan akım hızı parametrelerinin, akut, subakut ve kronik dönemde hastalığın gidişi üzerine bir gösterge olup olmayacağını ortaya koymak.

Gereç ve Yöntem:

Akut iskemik stroklu hastalar içinde, klinik ve beyin tomografisi ile orta serebral arter alanında akut iskemik strok olduğu gösterilen, nörolojik belirti ve bulguların en az 30 dakika sürdüğü, NIHSS değerinin 1’den büyük olduğu ve ekstrakranyal ve intrakranyal Doppler ultrasonografinin ilk 12 saat içinde yapılan hastalar incelemeye alındı.

Bulgular:

Çalışmaya kriterlere uyan 62 hasta alındı. Ortalama TCD ölçüm zamanı 6 saat idi. Lezyon tarafında ölçülen Pulsatilite indeksi ile akut dönemdeki Glasgow koma skalası arasında anlamlı (p<0.002) negatif korelasyon ve NIHSS değeri ile anlamlı (p<0.001) pozitif korelasyon saptandı. Aynı şekilde PI ile subakut ve kronik dönemdeki kontrollerde ölçülen NIHSS ve MRANKIN değerleri arasında da anlamlı pozitif korelasyon saptandı (p<0.002 ve p<0.007).

Sonuç:

Bu bulgular yüksek PI’nin kötü prognoz ile birlikte olduğunun bir göstergesidir. bundan dolayı akut iskemik strokta, transkranyal Doppler ile erken dönemde ölçülen kan akım hızı parametrelerinin prognoz üzerine bilgi verebileceğini düşündürmektedir.

Referanslar

Benzer Belgeler

Ayrıca hasta girişim ve kontrol grupları arasında hastaneye kabulde ve hastaneden çıktıktan 3 ay sonra sağlığa ilişkin yaşam kalitelerinde anlamlı bir farklılığın

Makula kalınlık ve volüm ölçümleri MS hastalarının gözlerinde kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı azalmış bulunurken, MS hastarında da ON atağı

Yapılan her iki çalışma ruti uygulamadan daha pratik ve kolay uygulanabilir olduğu,II.lumbrikal kasdan median ve ulnar sinir motor sinir ileti hızları ve distal

Tüm demans hastalarında görsel agnozi gelişmeyebileceği gibi tüm görsel agnozisi olan hastalarda da demans varlığından söz edilemez. Bunun yanında primer

[r]

[r]

[r]

Gelişimsel venöz anomaliler veya diğer adıyla venöz malformasyonlar serebral vasküler malformasyonların en sık görüleni olup genellikle manyetik rezonans