Ayhan .Hünalp'ın Öbür �iıtıaplan:
üÇOTUZ PARA (1950
-Şiirler- Tükendi)KüÇüK tSTAıSYONLAR (1954 -Roman-
Tükendi)BİR MARTI ÖTTÜ
(Şiirler - Yayınlıanacak)Ayhan HUNALP
VAPUR DÜDÜKLERİ
(Cine
-Roman)
DOST
YAYINI.ARI Rw.girlı
Sokak Ove Han, lDa.: 4ANKARA
Dost Yayınları: 30 Ayıda bir çıkar.
Roman Bölümü: 23
o
Sahiıbi:
Salim
ŞENGİL o
Yazı İşleri Sorumlusu :
N. ŞENGİL o
Kapak Düzeni :
Said MADEN o
Yeni Matbaa da, Nisan 1962 ayında
basıhnıştır.
VAPUR DÜDÜKLERİ
VAPUR Dt)'Dtl'KLERt
Copyright, (Yayın hakkı) Dost Yaymlan'nındır.
(-
•______________
Sanatıçının hazırJadığı eserin orij.inali ve büıtünüdfu.--ı _,/ ,
-I-
C
ony> diyordu kadın. Ağlamaklı bir sesi vardı. Belki onlara öyle geliyordu. cGitar:ı.derken, cCony Gitar:o diye tekrarlarken, gırtlağı·
na birşeyler düğümleniyormuş gibi yutkunu
yordu.
Karşı sahilde bir iskele. Saatlerdenberi tek vapurun uğraımadığı, memurunun, çımacısmın, kalaslarının ve kırmızı siyah rakamlı tarifeleri
nin içsıkıntısından çıtı:r"'!)ıtır patladığı bir iskele ..
Taşları düşmüş rıhtımların üstünde oltasını sal
layan, kazara tuttuğu istavritleri de, kuyruksuz uyuz kedilere kaptıran kısa pant'Olonlu bir ç0·
cuk,
herhangi bir yalının perdeler
i uçan penceresinden sarkan bir ;genç kız ik
in
diüstü
rü
yal a
rına demirlemişti.«Bu
gece de Tom
a'y
agidecek misin?,, dedi
kız
.Ad
amT
oma'
yı, «Gaskonyalılar»ıdüşündü.
Toma'nın kocagöbeğini, «Emredersiniz ·efendim»
deyişini, bir elinde kadehi, bir eli boşlukta sal
lanarak, daireler çizerek,
bütün
dalkavuklara, bütün yağc
ılar
a,
Syrano'nun ağzından,«
İsteme
m, eksik olsun!» diye meydan okuyuşunu
ve o kaskatı, küt erkek sesini düşündü. «/Biz oraya mııh·
tasar ö1mek için gi
d
eriz kızlim.» dedi, «Ü b
izi
mufassal öldürür!>Kız boya içindeki ellerine bakıyordu. Pale
ti
n
den şasesine hangi renıgi aktaracağınışaşır
mılştı. üç karga
vardı
kenarda. Serviler vardı.•Rıhtıma bir f
e
ne
r oturtsam mı?» Sonrabaşını
çevirdi.
Yanındaki adama baktı.«
Yaln
ızl
ık tan
kurtulurdu
resm
im!»
dedi.Adam güldü.
Cevap 7vermedi. Kız uzun uzun baktı. Gözleri koyulaş
mıştı. İçinden iyi şeyler geçtiği zaman hep �öz
leri koyulaşırdı. Ensesini kaşıdı. Adamın bir sö
zü geldi aklına. Güldü. «Ne güldün?ıo dedi adam.
Kız susuyordu. Adamın piposu sönmüştü. Ko
nuştuğu zaman hep böyle oluırdu. Kız kibriti çaktı. Söndürmedi. Her vakit söndürdüğü alevin bitmesini, tükenmesini istemedi. Piponun içmde göz kırpan ateş, gemilerin ocağına benziyordu.
Gemiler. Ateşçiler. Hep uzaklara giden, uzakları hatırlatan şeyler kibrit alevlerine gömülü�ordu.
İnsanlar alevlere uzakları gömmüştü. Büyükler dönmekte gecikenleri soran küçüklere, «Uzak
larda> derlerdi. Uzaklar ölenlerin bulunduğu yerlerdi. Adam, Baba Tarık ile sallanarak, arada bir sekerek, ayaküstünde birer sigara yakarak Toma'dan çıktLklan ve artık unuttukları akşam
laırı, kaldırımların üstünde karşıladıkları günün ilk ışıklarını düşündü. «Telli sazdır bunun adı
Şeytan bunun neresinde?» diye bir tü.rıkü �uttu
ran, türküsü ile birHkte, «Di mi efendim?> diye bıyıklarını oynatan Baba Ta:rık'ı. Bütün muha
birler «Baba!> derdi ona. Pa·rası biten, patron'.l kızan, dalgası olup izin isteyen, çatır.çıtır haber atlayan bütün muhabirler.
Bir gece yağmur yağıyordu. Konuşmanın ağır geldiği bir gece idi. tkisinin de içinden ko
nuşmak ge1memişti. Bir duvara yalnız başına oturan, hemen oraya ayaıkla:rının dibine kurduğu seyyar bir gramafonda hep aynı plağı çalıp-du
ran bir Amerikan Bahriyelisi görmüşlerdi.
Ge
mici c.Sayıonara» deyip-duruyordu. Sayonara .Taponca'da, «Hiç istemezdim ayrılmak, fakat huna mecburum» demekti.
Kız isteyerek, bilerek ve bir küçük çocuğun inatçı tepinmesi ile alevi söndürmemi.şti. Pi
kapta «Cony Gitar• diyen ıkadının sesi dumanla
ra karıştı. Adamın aklında insana ağırlık veren, insanın yüreğini daraltıp sıkan bir yığın şey vardı.
Kız
boya içinde kalan ellerine haktı. Fırçanın ucu ile adaımm dirseğine dokundu. Oraya, kılların içine bir üç ya.pmıştı.
Otomobiller rıhtımın üstünde. Cimnastik dersinde mesafe alan öğrencilere benziyor. Pen
cerelerden kağıt helvası yiyen kadınlar gözükü·
yordu. Bu delikanlı yanındaki japone büh1zlu kızın göğüslerine bakarak, «İzoi ine fanotoso
piostin kateleveni» diyecekti. «To elti mia
iıme
ra.puta petanume•. Kız ölümü düşünecekti. «Ha
yat ölümdür! Onu ancak anlayan yaşar.> O sıra
da açıktan bir gemi ıgeıçseydi kız şimdiki gibi susmayacak, garanti «Epito aıpos]meraden ta di o enastanalo> diyecekti. «Bundan sonra birbiri·
mizi hiç görmeyeceğiz!». O vakit çocuk, «!suna ena angeludi ega di aralusıou ba0sardı. «Sen bir meleksin, ben de bir ifrit.•
Akşaım geliyordu. Serinliği ile, karşılarda titreşmeğe başlayan fenerleri ile, denizden ağla
rını çeken balıkçılarla ve ötmelerini bıraıkan martılarla geliyordu. Galata köprüısünün insan ağarlığından, otomobil-tramvay gürültüsünden yaylandığı saatler başlıyordu. Şimdi evlerinde imtahanlarına çalışan çocuklar, kabak kızartm:ı
larını yemeğe başlayacaktı. Yoğurt almağa para
sı yetişmeyen bir memur ailesinin ıküçük çocuğu, büyük kaderine kızacaktı. Şimdi bütün evlerde anneler taze soğan sarmısak soymağa başlıyacak
tı. <Makbuzlarla çantası şişmiş bir tahsildar, iki
yedikule mağruru ile evine dönecekti. Bu saatte herhangi bir yandançarklı vapurda katyeri yırtıl
mış bir akşam gazetesindeki cinayetleri ezberleyen bir yağcı, herhangi bir rıhtımda helva satmaktan usanmış bir ihtiyar ve içinden doğup-doğacağına pişman ıbir otobüs biletçisi dokuz ceddine küfür ediyordu. Ve bir ara ihtiyar helvacı gözleri
gi.1-
lerek, yanına gelen, helvalarının bütün çeşitlerinden birer tane alarak paylaşan her bölüme aym bir niyet koyan iki arkadaşı hatırlayacaktı.
Yüreğinin ta içinde, kendisinin bile bilemediği bir duygu belirecekti. «Gene gelseler!)) diyecekti.
«Gene onla'!' gibi insanlar olsa» diyecekti. Her
hangi bir Ege adasında, herhangi bir kadın, meyhanede kafası yarılaraık öldürülen kocası için, «Etsi ito to tiherati ne kamuıme.» divecek
ti. «Ne yapalım kader böyleymiş!»
«Martıya bak!» dedi kız. «Ne güzel!» Rıh
tımdan trafik polisi gibi denizi kollayan
god:a
man bir martı havalandı. Gökte gözüken ilk yıl·
dız, teneıkeleri dökülmüş çatıların ardından kal
dırımlara düştü. Kız oturdukları park kanepesi
nin kırık ucuna ba·karak, «Bizim olsun!,. dedi.
«Olsun!» dedi adam. «Gök de parselli değil yalı>
Yıldız onlarındı artık. Arkadan, vatmanın tabanlarını karıncalatan, daımarlarına varis ser
pen bir tranvay, iş yerlerinden Edirnekapı surla
rının diplerine dolmuş yapan bir kamyon
ge\i·
yordu. Havada bir yığın amelenin beneıkl.i
min
tanı uçuyordu. öteden iskelenin zili geldi.
Kah
ve.de herzaunan, heryerde çalınan şarkılardan �)i
risi vardı. Kız, «.Bu şarkıyı da seviyorum şim
di!» dedi, «Garip».
Oyısa ki adaım ıgarip 'bulmuyQrdu bunu.
0-
nunla beraber olan, onun içine girdiği hiçbir şey garip değildi. Garip olan adamın içiydi. Güncte kırkyedi defa karşıya gid1p-gelen düldül vapurun kontrol memuru Ruşen Hakkı Bey gemi:ien ;;ı
kanlara bakıyordu. Kız, «Bu vapura binermişik de, sizin eve gidermişiık> dedi. Sonra birden ce
ketinin yakasını kaldırdı. «Üşüdüm!> Adam eli
nin tersiyle kızın burnuna dokundu. «Üşümü7- sün!> dedi, «Kalkalım!>
Zil kesildi.
«Bu vapuru da kaçırdın.> dedi kız. Oysaki adam bütün vapurları kaçırmıştı. Bu düzen bozulmamı. Kimini istiyerek, bilerek, kimisini uyuya kalarak, kimisini ağzını bir karış açık bırakarak kaçırmıştı. Değişmeyen tek şey va:rdı.
Kaçan her vapurun arkasından yalnızca bir
«A.·
dam sende!ıı bir omuz silkiş, ıbir boş veriş i;:alı·
yordu. İçine çöreklenen tek iç çekiş yoktu.
«Ellerim gene kirlendi işte!» dedi kız. «Gün
de ıkaç kere yıkıyoruım. Bu boyalar, bu gazete.e
rin mürekkebi.> Adam kızın ellerini tuttu. Çevi
rip baktı. «Yeryüzünün en berrak, en lekesiz el leri bunlar olmalı!> dedi i:çinden. (Kızın kucağın.
daki gazete tıkırdamaya başladı. Adam bulutlara baktı. Yağmur sanmıştı. Oysaki kız ağlıyordu.
Yüzüne ba•kmadı. Piposunun sapı ile oynadı.
cBirgün bunun resmini de yap!> dedi. «Sokağa açılan bir pencere. Bir kitap. Sonra bir pipo.»
Güzel olurdu. «Evet» dedi kız. «Güzel olurdu.>
Sonra adaımın yüzüne baktı. Kaşlarının arasında çatık vardı. «Hani yalnızlıktan söz açmayacak
tın?ıo dedi. •Hani artık mutluluğundan korku
yordun? Yalnız değildin artık hani?ıo Küçük
va
pur iskeleden kalkmış gidiyordu. İki kıyının tam ortasında, demir üstünde yatan şileplerin
içindeydi. Hepsi de korsan g
e
misi gibi, kıç
la· rında sallanan ö1gün fenerlerle yapılmışve
unutulmuş seferler:n, borda deliklerinden a
ç
ıkdenizlere akıtılmış anıların hafifliği içinde yan gel·
mişti. Dalgalardan balık kapan bir kara.batak havalandı. «ıBizden başka k�msecikler kalma·
mış!,. dedi kız. Adam sustu.
«Yıldız nerde?»
Adam kafasını onbeş derece ardına
çevirdi.
«Orda> dedi.
Vapurun bacasından simsiyah bir duman
çı·
kıyordu. «Dtıımanlar> dedi
k
ız, «Gözlerime doluyor sanki.» Adam yutkundu. «Düdükler>
dc•di,
«Vapur düdükleri» Sonra durdu. Yutkunup sustu.
Bu garip bir dumandı. üstündeki bütün bu
lutları boyamaık, onların renıgini karmakarışık yapıp değiştirmek isteyen isyankar, ihtilalci, anarş�st ve muhalif bir duıman gtbiydi. Kızın birden gözleri kara1rdı «Gene tansiyonum düşü·
yor galiba» dedi. !Boyalarını toplamaya ba�ladı.
Fırçalarını yıkadı. Tüıplerin kapaklarım kapajı.
Bulunduğu çevreden öylesine uzak ve öylesine dalgındı ki. Başka dünryalarda yaşayan bir du
rumu vardı. Artık o belirsiz bir kız olmaktan, ben belirsiz bir adam olmaıktan çıkmıştık.
Artık
kendi çizgilerimizin içindeydik. Bütün Babıali boşalmış, bitmişti artık. Bütün şarkılar gibi yağ·murlar da dinmişti.
Gelinciğin yalnızca sa
pı
kalmıştı elinde. Ka··mızı yapraklar ayaklarının altına yığıldı.
Sonra
savruk bir rüzgar denize -götürdü. Neden yolup duruyordun? Bir yerimde küçük bir sızlayış
kı
pırdamaya, küçük bir ağrı bir yeri!llle çökmeğe
başlamıştı. Gidecektin artık. Dizkapaklarımdaki omzu bıçaklahımış trençkotumdan kaçacaktın.
Ben torpil yemiş tngiliz tahtelbaıhirine dönecek·
tim.
«Yazmayacaksın> dedin. «Yazma. Bunları yazmanı istemiyoruım. Bunları satıp kazanmanı istemiyorum.> Oysaki bilemiyordun. Bizim dai
ma kaybettiğimizi, bizim ıhiç kazanmadığımızı bilmiyordun. •Mesleği bırakıyorum artık, yn·
ruldumıo derken bir kurtuluşun isteri nöbeti içindeydin. «Neden?» dememiştim. Sormuyor
dum. Sebeb arayıp .bulmana ne lüzum vardı? Sis çökerdi, kaptanlar yolunu şaşırır, gemiler kara
ya otururdu. Kimse çıkıp da, «Neden çöktü?» de·
mezdi. cNe zaıman bitecek?» derdi. Yirminci asır sebebleri unutup, sonuçlara koşuyordu. Bir kızın gid@ni hesaplayacak zaman yO'ktu. Giden gider.
di. Kalan kalırdı. Devir öyle bir devirdi. Biz yal·
nızca anlarını, hayatın küçük dilimlerini, daki·
kalarını yaşayabilen bir nesildik. ,Bir acayip
ve
kaybolmuş harpsonrası nesliydik. Bir an gelirdi, bütün hayatımızı, vanmızı yoğumuzu bir zaman parçasının içinde yitiriverirdik. Bir an gelirdi kanalizasyon çukuruna düşmüş ıgibi arkamıza bakmadan çekip giderdik.-II-
Köy bomboştu. Seni düşünmekten yorulmu
yordum artık. Seni karşı sahilde bırakmıştım artık. Seni dilediğin yere bırakmıştım. Belki bu anda arkasında «Pışık» yazan bir boya kutusu
nun çiziklerle dolu kapağına da1mıştın. Belki uçan bir kuş gördükçe içinden ben geçiyordum Gerçekten köy bomboştu. Sokakları. evleri, dük·
kanları, rıhtımları ile bomboştu. O cumbalı ve cumbasız, o kafesli ve kafessiz yalılar da yoktu.
Pencerelerden atılan bir dilim ekmekle ga.gala
rını tıkırdatan martılar, bir hamsi için otuzyedi metre dalan karabataklar da yoktu. Köy bomboş..
tu. Bütün insanlar ölmüş, bütün çocuklar sürül
müştü sanki. Sokak fenerlerinden çelmelenmiş ışıklar Arnavut kaldırımlarına düşüyor, arada-sı
rada aralanan bir perde gerisinden saç
ları ağarmış bir kafa sokağa •bakıyordu. Bir dö
nemeçten yalpalanan bir-iki vücut kıvrılıyordu.
Sonra gene bütün şekiller kayboluyordu. Orada, o bir yığın yıldızın içinde o en büyük olanla bir
likte sen beliriveriyordun. Astronomiye meydan okuyan bir ses boşluklardan, cO gitmeyecek!:.
diye bağırıyordu. Ve .bir yıldız
cPışşşşşımık!•
diye gözünü kırptı. Boşluktaki bütün yıldızların gözü kırpılıyordu.
-III-
Bir zaman süresi sonunda, hiç bitmeyecek sanılan, daima eksiLmeden, daima artarak sürüp gideceği sanılan bütün duygular bitip gidiyordu.
Alabildiğine yaşadığı her sevıgi için, «Artık
bu
sondur, yenibaştan ıbu huzursuzlukları, buiG
savaşlarını kurup y�amağa ne lüzum var?» diyor
du. Sonra birgün bakıyordu ki, bu çocuğun, bu adamın da ötekinden ayrılığı, b�kalık noktası kalmamıştır. Bu yeni olarak sürüp gideceğini sandığı şeye bir de bakıyordu ki, çocukluğundan bu yana sürüpgelen bir duygunun tekrarından başka şey değildir. Bir de bakıyordu ki içinde değişmeyen, esas olan erkekleri sevmektir. En geniş anlamı ile Recep, Cafer, Oktay, Ali, Meh·
met demeden, bir ayrım yapmadan hepsine karşı da aynı duyguyu taşıdığını anlıyordu. Onların hepsi de onun için bir çantaydı. Bir rujdu. Bir mendil, bir şemsiye, bir eldiven veya bir jupoıı gibi şeylerdi. Hepsi de insanın yanında taşıma
sı gereken bir eşya ıgibiydi. Hiçbirisi de eşya olmaıktan kurtulamıyordu. Ktmisi ile eve kadar yürüyor, kimisini sinemaya gitmek için, kimisi
ni yazlığa geçtikleri köye gelipıgiderken, bir re
fakat rehberi gibi yanında taşıyordu. Kimisine yaptığı resimlerin birşeye benzemediğini, kimi
sine kötü bir kız olduğunu, kimisine ikibin lira
dan az kazanan bir adaımla evlenmenin �innet olacağını söylerdi. Hepsine birşeyler bulup
so
kuştururdu. Esas olan, değişmeyen, hiçbirisine önem verip, ciddiye almadığıydı. Kendisini chi
diye alıp-almadıklarını merak bile etmiyordu.
Dünyayı umursamayan bir durumu vardı. Oysa
ki bu durum yalandı. Gerçeğin dışında kalıyor
du. Gerçekten kaçıyordu. Birisinden bir söz ge
lecek, birisi biriki söz sokuşturacak diye ödü ko
pardı. 1Bütün derdi, endişesi buydu. Bunun
rlı
şında ne bir alışkanlıktan, ne de herhangi bir
�rumluluk duygusundan ürkerdi. Korseleri, yüz
beş numara sütyenleri eskidikçe, yenilerini
sipa
riş etmekten, bunun için de tünelbaşını boylı-t
ma�tan başka hiçbir derdi olmayan bir kız
sa
nılırdı.
Aklına yatsa, üyeleri yalnızca kendisini se
venlerden ibaret bir kulüp kurabilirdi. Hayatı yalnızca seviLmekten, aranmatan ibaretti. Yıllar geçtikçe sevenlerin birer birer çekip gideceğinı, birgün yapayalnız kalacağını bilmiyordu. Bir ;;;o
kak fenerinin altında, kuyruğunu ayaklarının
15
arasına sıkıştırıp uluyan köpekleri andıran, Wil!
iam Sarayon'un çakallarını andıran yalnızlıklar, içinde, nasırlaşmış, kaşarlaşmış kalbini, ojesiz kalan tırnakları ile deHk deşik edeceğini bilmi.
yordu. Şimdi içinde bulunduğu hayatı bir gaze.
te ressamı olarak bırakmayı düşünüyordu. Yarın nerede ve nasıl başlayacaktı? Umurunda
mıydı"!
-IV -
Vapur iskeleyi bir topaç kaytanı gibi evirip·
çevirdi. Artık ne senin elinde 'çağlalar,
n� de
benim gönlümde yürekler vardı. Artık bir boğazi
çi vapurunun, gelmiş-'geçmiş yetmişyedi nesline selam sallayan düdüğünde, artık avuçları kürek sallamaıktan bıkmış ve patlamış bir ateş:ı;inin on·
yedi saatlik ter kokan köseleleşmiş cildinde; ve artık avuçlarında çağlalar olmayan kız, boğazi
çinin herhangi ibir iskelesinde otuzikibin::;ekiz
yüzkırkısekiz defa yanaşıp, otuzi:kibinseküzyüzkırk dokuz defa kalkan br kaptan babanın, yarılmış yanak çi:z;gilerindeydik. Ve artık günde yüzyirmi kahve yüzotuzdört çay fincanı yıkayan bir vapur kahvecisinin, elifi kaybolmuş saıçlarını, daima şaşkoloz gözlerine düşüren, ikiyüzseksen kuruş gündelikli ve çilli çırağının ·topallayan kaderin
deydik. Ve artık vapurumuz alabildiğine gidi·
yordu. ıBeykoz'dan tüberkuloz lekeleri ile dolu ciğerlerin, ömürleri devşirip katlayan tabaklan mamış derilerin kokuları geliyordu.
Güverteleri yıkanan mayin gemilerinde stt
baylar bezik oynuyıordu. O sarışın Suadiye'li Taci'dir. İğnenin deliğinden uçan kuşu aşağı alırdı. Zehir gibi çocuk·tur. Garanti markizleri sıralarken Nıolwfolk'daki fışkırık kızı düşünürıf'ti.
16
Duman gibi bir .çocuk. Ne avuca sığar, ne avu
cuna birini alır. Yaşadığı anın hakkını vere-vere, yudum-yudum yaşar. Herkesi sever. Ne yapar
larsa yapsınlar, «Bana ne?> der. Kiımsenin gir
medisine--çıkmadısına karışmaz. Çatısı örtülen her ev ona neşe verir. Güleryüz görünce güler.
Asık
suratlılara şaşar. Hele bir ağlayan gör;,,ün.Hele bir hıçkırık duysun. Hele-fuele yanında bir adam azarlansın. Dövülsün. Fatih'in atı gibi şahlanır. Taci onyedi gün sonra Sinop fenerinin otuz yedi derece şarkitulunda patlamamış bir mayinin memesini sökerken, üç eri ile birlikte göklere uçacaktır. Erlerinin adı Yakup, R1m:ı
zan, Hamdi. tkisi Trabzon'lu. öbürü Sürmene'li
dir. iBu iş böyledir. Ve Taci'nin yüzünden iki kadın ömürleri boyunca ağlayacaktır. Kadınbrın birisi avukat Ned�m'in karısı. Yakacık'lı Suzan'
dır. Gerdanı körüklü Suzan. öbürü Büyükaı:lalı Kiti. Taci'nin karşısındaki stajyer Teğmen Ce
nap'tır. Konya'lı. Gemi demir alırken, demir atarken, Marmara'da pruva hattında her seyir yapışlarında, Alaatıtin tepesini, Meram bağlarını ve Mevlevilerin aklı durduran saıbırlarını,
ira
delerini düşünür. Cenab'ın ömür çizgisi uzun
dur. Alabildiğine uzun. Kadınsız, kızsız, macera
sız tek çizgili bir hayatın huzuru içinde, gevşe
mesi içinde. Musallaya konulduğunda, ardından ne küfürle anacaklar, ne de «Cenap adında bir Amiral vardı.> diyeceklerdi. Senede bir kızı, to
runlarını toparlayıp, «İşte dedeniz burada yatı
yor> diyecekti. Bacaksızlardan birisi, «Toprak altında yatmak neden anne?» diye tutturacak ve bütün anlatmalara rağmen, yıllarca bu soru
yu tekrarlayacaktı. Halatlara oturmuş bir makine
aatsubayı karısını
dü�ünüyor. Sürmene'li
Hamdiiğneye lüfer düşürmeğe
çalışıyordu. Bir yandan da boynunu büküp kararan sulara, kahpe ve kancık sulara bakıyordu. Ve mayin gemileri bu·runları Karadenize karşı bekliyordu. Bu çelik teknelerde bile, «Geleceğin varsa, göreceğin de var• diyen, haykıran bir Milletin sessiz kini vardı. Gemilerden ikiyüzonsekiz kulaç Herdeki deri ve Kundura Fabrikasındaki siyah göğüs- lüklü kız �u anda yanlış tuşlara basıyordu. Mü·
dürbey az sonra tersleyecekti. o:Yeni baştan!> di
yecek ve sonra ıgözlerini çarpıtarak kızın neti
cesine bakacaktı. Kız harflere bakınıyordu. Nok·
ta aramıyordu. Virgülleri fazla buluyordu. Çün
kü kız ,Beşiktaş iskelesindeydi ve
çocuğa
cSenin için olmayayım yeni bir macera?• diyordu. cöti ehi ston kosma ehi,oli
i dulia ine sto nezume.ıo
diyordu. «Ne varsa dünyada var, bütün iş yaşa·makta.> Ve sonra kız, o:Ya kita ta astra, afti tin talasa. Dihos sene i zoi ine tiranad•. cŞu yıldız.
lara, şu denizlere bak. Sensiz hayat işkence olurdu.> diyecekti.
Hayır, bu kız başkaydı işte. 'Bu kız ömrünce terkediLmiş ömrünce çiğnenmiş, barem içi.1cfo çırpınan siyah göğüslüklü bir kızdı. Avuçlarında çağlalar olan kız değildi bu. Bu kız sac;-larını, öm
rünce bir Remington'un, bir Adler'in, bir Tri·
umph'in, ibir Halda'nın veya Erica'nın tıkırtıla
rında tarayacak, tırnaklarının ojesi, şerit lekele
rine karışacaktı. Bu kız yalnız yaşayacaktı.
Çün
kü 'bu kızın avuçlarında çağlalar yoktu. Ve
hu
kız garipti. Çünkü baykuş gibi öten bir annesi yoktu.-V-
Adamın bir omuzu çarpık duruyordu .Kapı
nın iki kanadına asılmış gibi, bir direğe çakıl
mış veya boşlukta sallanırm1ş gibiydi. Çarmıha gerilmişleri, duvar diplerinde kurşunlanarak barsakları delinmişleri andırıyordu. Kız tencere
nin kapağını açtı. Kenarda duran ayıklanmış fasulyeleri içine attı. «Suyu ne kadar koyaca!<
tım?• dedi. Birden gözü kıymalara takıldı. ctlep
sini mi atacaktım?» Adam sesini çıkartmadı. Ol
dum-olası bu işlere aklı ermemişti. Kız da bu iş
leri beceremezdi. Kıymayı atarken değirmene gitti aklı. tki gündür o değirmenin kenarındaki çiçeklerle uğraşıp duruyordu. Bu uğraşma sava
sa girmiş erlerin dalaşmasına benziyordu. Hu
zursuzluktan, insanı kahredişten, eriyip-bitir
mekten haraıbeden bir savaşmanın içindeydi.
«Sovan neredeydi? Annem söylemişti ama.• An·
nesi bir akrabaya sabah çayına giderken, gaz�
teye uğrar, «Pışık evde yalnız. Bir ara uğrayı.
ver• derdi. En küçük bir kötülüğü akla getir
meyecek kadar büyük bir arkadaşlıkları
vardı.
İşinin arasında bir fırsatını bulup eve giderdi.
Pışık rüzgarı sevmiyordu. Saçlarına dolarken, uğultusunu dinlerken sevinçten dörtköşe oldugu rüzgıi,rı boyalarla vermeğe kalkınca tansiyonu yükseliveriyordu. üç kanat oturmuştu değirme
ne. Gözükmeyen dördüncü kanat, az sonra dev.
reye girecekmişcesine, «Buradayım, şimdi
geli
yorum ... diyordu. «.Rü�gar nerde?• dedi.
Sov;ın
ve rüzgar. Adamın yüzü birden karışıverdi. Kızı sovanlardan kurtarıp rüzgarlara götürmek istiyordu. Sovansız olunmuyordu ve rüzgarlara
da
götüremiyordu.
Ç�çeklerin duruşundan, bulutların ışıldayı
şından, kız, «Rüzgarsız bir resim bu» diy•:>rdu.
Adam sarı saçları ka,sıp-kavuran dinsiz big..>dile
re baktı. Kız hemen elini kafasına attı, «Şimdi çıkaracaktım.» Saçları ensesine dökülü verdi.
Bavyeralı Alman kızlarına benzemişti. «Yağ da atacaktık değil mi? Kaç kaşık olacaktı?» Adanı hep susuyordu.Değirmeni düşündü. Çocukluğun
daki yolculuklarda kilometre taşlarının ardınd:ı.
kalmış eğik boyunlu değirmenler görürdü. !çin
den hep o donkişotu sallayıp-sallayıp döndürP.n kanatlardan ıbirisine asılmak ve orada çocuklu·
ğunun içinde çöreklenip-duran bütün rüyalarını yaşamak isterdi. Dışardan belirli aralıklar�a ıe: - acı kişneyen bir polis atı geçti. Hayvanın kirn
bilir ne derdi vardı? !nsanlar söylüyordu. Hay
vanlar bağırıyordu. Atın kişnemesi tranvay çan·
çanlarına karışıverdi. Bir yanık kokusu yayıldı ortalığa. Fasulye yanmıştı. Kız içerde::n bağırdı
«Havagazını söndürsene. Kokuyu duymuyor mu
sun artık?» Keısik-kesik güldü sonra. «Bak
ne
yaptım? Senin sevmediğin etekliği giydim!>fBu anda kızla adamın otuzyedi dakika öte
sindeki bir çocuk, sandalının ipini tutuyordu.
Sapsarı bir çocuktu. Gözlerinde sarı bulutlar vardı. Esmer olsaydı dumanlanıverirdi. Dünyası, avuçlarının içindeki halatlardan ibaretti. Karga gagasındaki dutu düşürünce, fakir ocaktaki eti yakınca dünyasını kaybediveriyordu. Sarı çocuk ipini kaçırırsa, bir dudağı hemen aşağıya sarkı
verirdi. Az ötedeki kırık kanepe orada, rıhtımın ucunda, her zamanki yerinde duruyordu. Fare·
nin akşam karanlığında yavruları
ile
birlikte yer-yüzüne
çıktığı
delik de oradaydı. Farenin dünyası da o delikten ibaretti. Domatesi tuza 1)atı
rarak, hıyarları kabuğu ile ve büyük bir saadet şapırtısı ile yiyen tütün kokulu işçiler, açıktaki odun motorlarının küçük voltalarla önlerinde dolaşan sandallarına bakıyor. Bu sırada istiklal caddesinde cam kenarındaki masaların birinde yumurtasarısı saçlı bir kadın muz dişliyordu. in
sanın içini ezen, aklına kötü şeyler getiren bir ısırışın içinde ıslık çalan bir kız, kokteyl ikram eden bir hatt-ı üstüva garsonuna benzeyerek ge
çerken, ıgazetelerin ikinci baskı şişirmelerini satmaktan usanan bir çocuk, «Bir kız gördüm gidiyordu -Gevşetmişti vidayı- Azıcık c:ıık;.ştı
rayım dedim -Evde unutmuşum tornavidayl>
diyecekti.
Bu işin sonucu nereye varacaktı? Karanlık veya taşlarıfırlamış bir sokağın içinde, fesliyen saksıla:rıJ. ile dolu pencereleri birbirine bakan, taıhtaları kararmış, çivileri dökülmüş, rüzgarla
rın elinde sallanan evlere mi varacaktı? Şimdi adam gönlünün her dilediğinde kapıya dayanı
yor, zile üç defa dokunuveriyordu. Kız omzu
yır
tık ve belki de dikmeyi hiçbir zaman düşünme·
diği kırmızı entarisi ile, çenesini dizlerine daya·
mışken veya elleri boya içersinde oturduğu yer
den kalkıp kapının ipini çekiyordu. Adam mer
divenleri çıkarken elleri başına gidiyor, onun sevmediği bigodilerini çıkart;ıveriyordu. Arada - sırada ikisinin de yüreğine bir iblis çöreklenip bangır•bangır bağırarak, «:Bu işin sonu nereye gidecek?» diyordu.
Akşamları yemekten sonra, kapı önlerine atı
lacak iki sandalyada, bitişik evlerin çığlıklarmı
21
dinleye-dinleye, yemeklerinden arttırılmış üç eriği, beş kirazı geveleye-geveleye; arada-bir de otuz kuruşluk karışık dondurma tıkınarak mı geçecekti hayat? Çorap yamamak, gömlek yak.:ı
larını söküp, eteklerden çıkartılan parçalarla de
ğiştirmekle mi, yoksa bozuk antenlerden en gü.
zel parçalara karışan ele�trik yüklü bulutb.rın gürültüleriyle mi bitecekti?
Gün yeniden bitiyordu. Bütün günler
biti·
yor, sonra alabildiğine geceler başlıyordu.
Kız,
cHep ıböyle mi geçecek?> diye düşünüyordu. Gözleri aydınlıktan karanlığa karışırken, cAnn�leri·
miz
ne
yapmış?» diyordu. •:!Babalarımızne
yap·mış?> Evet bütün nesiller üç aşağı-beş yukarı hep aynı şarkıyı söylüyor, daima aynı oyunu oy·
nuyordu. Kalın bir barsağın, nankör bir gırtla
ğın peşine takılıp giden bir didinme, bir kencii·
kendini yiyip bitirme savaşı içersinde dönen ha
yat içindekilerle birlikte eriyip.,gidiyordu. Sonra birgün taşra sinemalarında oynarken kopan bir film gibi bitecek, odasından çıkan makinist, se
yircilere, «'Bunun sonu şöyle biter, ben görmüş
tüm.> diyecekti. Ş�mdi şehrin ucundaki
mahal·
lelerin birisinde gece delik deşik edilmiş, kur
şunlanmıştı. Gece boğazlanmıştı. Gecenin solu
ğu kesilmişti. Sesi çıkmıyordu. Kızın ayakla.
rının altı, yırtılmış mektup parçaları ile doluy·
du. «Saçlarımı tut!> dedi kız, «Bağlayacağım.»
Adam uzandığı yerden doğruldu. Uzun saçları kızın yüzüne düşüyordu. İçinden Mecnun'un ku
lağını çınlatıp «Leyla• demek geçti. tki eli
ile
tuttuğu saçları yukarıya doğruçekti. Avuçları
nın içi ateşe değmişcesine yandı. Pipo sönmüş
tü. Adam duvardaki düğmeyi çevirdi. Odadaki
22
eşyalar
karanlıkta kaldı. Pencereden sarı bir yıldız gözüküyordu. Yıldız açılmış bir avuç kadar vardı, Kaldırl!lll taşlarına oturmuş bir mahalle bekçisi, yumruklarını karanlıklara sıkmış mırıl·
danı yordu:
«Bizim işimiz de iş mi be? Millet iyi kötü evceğizine kapanır. Sobasını doldurur. Çoluğunu çocuğunu alır karşısına. Pencereden sokağa ba.
kar. Canı sıkılınca çeker perdesini. Ya biz?
O
sokak senin,bu
köşebaşı benim. Dolan Allahım dolan. Hasta mıyız? Aç mıyız, açıkıta mıyız? Ki·min umurunda. Otuz ·gün, yüzaltmış lira. Karıya manto mu alıcan? Çocuğa defter mi, Eskiden bayramda seyranda mahalleli üç-beş kuruş ve·
rirdi. Ne kötü günlere kaldık be? Köpek mi ku
dur.muş, sana çıkışırlar? Elin oğlu askerden mi kaçmış sana sorarlar. Kaymakamın evine odun·
kömür mü lazım gel oğlum. Hiç babamı soran var mı? Hep annen ne alemde? Karpuzcu gelir,
"sergime iyi bak" der. Züppe müteahit "apart·
man, malzeımeme hak." Kaıpıda otomobili mi var, baksın bekçi. Hasta mı var, doktor bul. Hırsız mı girmiş bir eve, ulan namussuz uyudun mu?
derler. Dokuz mahalle be kardeşim. Ben hangi·
sine yetişirim? Bir ki1mse de çıkıp, bekçi
baba
der mi? Halin nedir senin der mi?>Sonra bir s1gara yaktı. Feneri sönmüş bir köşebaşındaki karanlığa baktı. Sanki bir gölge sıçrayacak, sanki bir çığlık geceyi bölecekti. Ku·
lakları bir tazı gibi dikildi. Eli ile helindeki
ta·
bancasını okşadı. Düdüğünü üfledi.
-VI-
Artık
hayat bir şarkı değildi. Oysaki ger-çekte hayat hiç bir zaman şarkı olmamıştı. Hiç·
bir zaman bir büyük kördöğüşünden, bir
göz
oynatmaktan kurtulamamıştı. Onu şarkı yapan şairlerdi kızım. Şarkı ile hayat yalnızca şiirler için, bir çil kuruş için adam öldürüldükçe, çocuklarba
caklarından silkelenerek kafaları duvarlara vu·
ruldukça, hamile kadınların ırzına geçildikçe, sekreterler ressamları çarpık olan bir çerçeve
nin iki milimetresi için harcayabildikçe, Beşik
taş-Üsküdar arasındaki düldül gemi, her akşam iskelelere yanaşabilmek için, kendinden önce is
keleyi tutan büyük vapurların onu kabullenme
yişinden, bağıra.,bağıra, çığlık çığlığa gırtlağını yırtarak dert yandı]{,ça, Kuzguncuk'a giden va
purlar bir balkonlu yalıya sürünerek geçtikçe, rıhtımdaki balık tutanlardan katmerli küfürleri yedikçe, altından su ıgeçen her köprünün üstün
de sevişenlerin ayrılık kavgaları yaptıkları ak
şam saatleri eksilmediği için, gerçek ve büyük anlamı ile hayat hiçbir zaman taksitli bir borç olmaktan, vadesi bitince haciz konulmaktan kurtulamamıştı. Herbiri Tanrının belası iyimser sanatçılar, «Hayat güzeldir!» tekerlemeleri ile, bütün insanları morfinleyerek uyuttukları için, hayatı sevmek janjanlı bir empirme gibi, atkuy·
ruğu saçlar gibi moda olduğu için biz de cö
mertliğimizin bütün aptalfağı ile aynı şarkıyı söylemiştik.
Bu hikaye böyle bitmeyecekti Pışık. Bütün tangolar böyle biterdi. Kızların yüzündeki ba·
haırlar rüzgar ıgibi geçerdi. Yollara sarı sarı yap
raklar dökülürdü. Fakat bütün iş bu yaprakları ezip ... gitmekteydi. Bu acayip ve garip bir oyun
du. Silen kay.bediyor, ezen kazanıyordu. Evet
işimize geldiği ·vakit, clki kere iki dört eder» di
yorduk. Fakat gerçekte binin yaırısı beşyüz de
ğildi.
Biz geçerken geriye dönmeyen bir baş, ya
nındakini dürtüklemeyen bir baş görmüş müy
dün? Bütün 'bunlar toptan üç celselik bir Torna ederdi. Gene içmenin yolunu buldum değil mi?
Yollara boşkoy. ıSen ağustos böcekleri ile tüyle·
rini döken kuşlara bak. Karaciğer yüzünden el
ler yarılmış, uyuz gibi kaşınıp-durmuş boşver.
Sonuna bak işin sen. Kimi, «Şeker• der, kimi cSi
roz> der. Tümümüz de birşeyden kıkırdamayacak mıydık? Yalnızhk da bir masalmış. Bazı eşekle
re, cEti yenmez!ıo diye damgayı basarlaır. lnsan
lar da eşekler gibidir. Onların da damgası var
be
kızım. Kinline «Yalnız» demişler. Kimine«Kalabalık• demişler. Bunun dışına çıkmak için tepinmeye ne lüzum var? Torna bir isimdir. Ba
bıali çocuklarının, basın kuşlarının meyhanesi Torna demek değildir bu. Yalnızların meydan sa
vaşlarını verip, isyanlarını haykırdığı yerdir. On·
ların biletleri bize doğımadan verilmiş.
En güzel dünya .çocukluğumuzda kalmıştı.
Artık onu bir daha bulamaz, o dünyayı yeni baş
tan kurup yaşayamazdık. Bir küçücük şey sevin
memize yetişebilirdi.
Biır
siyah göğüslüklü sevgiliye, kalabalık bir otobüste bilet almak, eve dö
nülen geç saatlerde pencereden sokağa bakan bir küçük kızın başı, ıbir dfütyol ağzında bir kü
çük gülümseyiş, üç santimetrekarelik yüreğimizi fethedebilirdi. Annemiz tabağa tki patates kı
zartmasını açıktan caba olarak koyduğu, baba
mızın aylık harçlığımıza bir ikibuçukluğu ekledi
ği
vakit dünyalar bizimdi. Arivederci Roma'yı,Aıdie Lizbon'u her duyuşumda bir kibrit fazla çakmazdıım. Van Go�h'un sandalyasmda açık bırakılmış bir kitabı, sönmüş bir piponun yanına oturttuğun resme her dalışımda,
böylec::i
ne unutkan olmazdım. Birgün çakmağımı, 1Jir
gün beremi, bir gün pipo karıştıracağımı kaybet
mezdim. Yeni çıkmış bir dergi, güzel bir film, iskeleye gelen bir gemi, mahalleye taşınan
bir
komşu, camide namazı kılınan bir ölü, ayağı ka·yıp yere düşen bir adam, iyi dönen bir topaç, bulutlaıra kafa atan deli ,bir uçurtma, do.ıninoda bir bağlama, tavlada bir mars yetişebilirdi b!ze.
Çok istemesini öğrenmediğimiz o günlerde eli
mizdekilerle yetinebilirdik. Raphael'den Corre
gio'ya, Watteau'ya, Orhan Veli'ye,
Sait
Faik'e, Cahit Sıtkı'ya, Ziya Osman'a kadar bir yığın sanatçının otuz yaşını güçbela aşabilerek ölecek
lerini bilemezdik.
Kuruluşundan bu yana yeryüzünde değişen hiçbirşey yoktu. Her akşam zili çalan bir iske
leden kalkmak üzere olan bir vapura koşuyor
dum. Pencere kenarında bir yere ilişip, insanla
ra a·rkamı dönerek, demirli gemilere baka-baka, köprüden kalkan esas vapurumun aktarmasına yetişip - yetişemeyeceğimi hesaplaya - hesaplaya, biletçi Ruşen Hakkı efendi ·ne iki çift söz ede
rek üsküdar'a geliyordum. İskeleden «Basın» di
yip bilet vermeden ·çıkarken, bazı insanların çi
lekeş ve yettm mesleğimize bu küçük hakkı bile çok gördüklerini, yağ içindeki trençkotuma .bir tüccar hasutluğu ile baktıklarını görüyordum.
Oysaki kıskanacak neyiımiz vardı? Nakil araç
larına para vermeyen gazetecilerdik. Hapishane
ye
giderken de araçlara para vermiyorduk. Bizikıskananlar evlerinde oturmaktan netice kanse
rine tutulurken, mapusane çeşmeleri de gazete
cilerle dolup taşıyordu. Kuzguncuk yollarına dü·
şerken bütün ışıklar, rbütün aydınlık günler ar
kamda, karşı sahilde seninle birlikte kalıyordu.
Hiltonu, renkli ışıklar içinde yüzerken, Ruff par
füm kokularına yumulurken, denizi tarayan bo
ğaziçi vapurlarının projektörleri arasında pipo
mu yakıyordum. Daima yorgun birgün, daima çekişmeli ve kalleşçesine bir savaşmadan dön.me
nin bezginliği ve kırgınlığı içindeydim. Akşam··
üstlerini dolduran konuşmalarımız, kavgaları·
mız, evine bırakışlarım da olmasaydı; liman ağ
zındaki şamandıralar, iskelelere yapışmış deniz anaları ve yosunlar kadar yalnız ve garip olur
dum. Benim olmayışının, arkadaşlığımızın ne ol·
duğunu bile anlayaımayışımızın güzelliği ve bü
yüklüğü içindeydim. Kuzguncuk vapurunda, eve dönülen akşamüstülermin yolcuları içinde, ar·
kaya fırlatılan bir saçın, bir magazine kapaklan
mış esrarlı bir genç kızın çekingen ve kaçamak bakışları arasında en güzel IıŞıklarına bürünen yalılara baka-baka eve dönerdim. Param olduğu zamanlar annemle-babam iki - üç mandalina, ya·
rım kilo elma almak yetiyordu. Hiç bir akşam yalnız yemekten kurtulamadan, konuşarak, gü
lüşüp-eğlenerek bir yemek yiyebilmekten daima mahrum olarak tek başıma sofraya çöküyordum.
Yalnızca ana�baba tarafından beklenilmenin, bi.r küçük kadınla ekmeğini paylaşamayışın, kasıkla
rım ağrırken, baba demesini beceremeyen bir küçük çocuk gülümseyişinin saadetini duyma
dan, bir yastığı uzun saçlı bir başla bölüşmenin mutluluğuna ermeden, radyoda güçlükle buluna·
bilen kay'bolmuş bir şarkıyla, yalnızca okuyup
yazma ile hayat geçmiyordu. Geceler .bitmiyor
du. Yürümüyordu. Sökmüyordu. Karşı sahiller
deki insanların yaşamağa başladığı saatlerde, so
ğukluğundan korkulan bir odaya kapanmaktan, yorganı başıma çekip saatlerce uyuyamamaktan, acaba bugün atladığım haber oldu mu diye hu
zursuzlanmaktan usanıyord um.
Bütün didinmeler, talebeliğin ümit dolu günleri, bilinmeyen ve hiçbir zaman varılıp ka
vuşulamayan büyük dağların ardındaki çiçekler gibi bizim olmadan, avuçlarımızın arasından
kay
bolup gidiyordu. Yaşadığ�mız hayat hiçbirşeyin farkına varmadan, hiçbirşeyi gönlümüze demir
lemeden, dizgin vurulamayan bir atın hırçınlığı, deliliği içinde alıp 'başını :gidiyordu.
« Küçük bir evimiz olacaktı!>
Daima küçük ,bir evimiz olacak denirdi. O
dalar ,kağıt çiziklerinde, oda takımlarının, Ptu
şambaların, halı ve kilimlerin renk1eri dab1a bulunamamış kıtalarda kalırdı. Oysaki sen bü
yük salonlu, derinliğine uzanan odaları olan bir ev tasarlardın. Tuvallerini gerecek çerçevelerini, şövalyelerini, sehpalarını enine-boyuna yerleşti
recek bir odan bile olmayacaktı. Alnını cama dayayıp, gözlerini her karanlığa mıhlayışında içime kahrolası bir eziklik oturacaktı. Bana ver
diğin ilk resmindeki yazın gibiydin. «Bulmuş gibi olmasın di mi?» Hep o yazıdaki gibi kal
dın. Hiçbir vakit bulunmuş gibi olmamıştın. A
ranmış bir ömrün, hayat boyunca düşünülmü.�, okul sıralarında çürüyen dirseklerden, kara tah
talar önünde terleyen alınlardan 'bu yana her saat, her saniye beklenilmiş ve çözülememiş bir
28
meselenin özü olarak
!hayatımakarı�mlitın,
Alnın camın ötesine geçecekmi� gibiydi. Radyofo
nik bir piyesin eko odasından dalgalanan bir
trendüdüğü :geliyordu. Ben de o günün, o ışık
\ne ıgüneş dolu günün içindeydtm. Sonra bir zil sesi ile, sokaktan geçen bir adamın öksürüğüy
le güneşli günün anısı kayboluyor, yağmurlu ve kaldırımları çamurlu bir günün buruk hikayesi başlıyordu. Çok zamanlar, bu koca şehir avucu
mun içine düşmüşcesine küçülüyordu. Işıklar içinde, geceleri hiç uyumnayan, caddelerinde hep şarkılar söylenen, danslar yapılan koca-koca şeıhirler düşünüyordum. Oysaki istihbarat oda
mızın dumanından, durmadan çalıp-duran tele
fonlarından kurtulamadığımı, bu hayatın bir
afyon tutkusu gibi bizi bırakmadığını, bu hacizli ve parsellenmiş zaman süresinin dışına çıkama
yacağımı .biliyorum. Bazen camını tıkırdatmak, bazen kapını omuzlayıp baş ucuna dikilmek, as
kıdan kahverengi kadife mantonu alıp dışarı
fır·lamak istiyorum. Resimlerinden, çini mürekke
. binden, klişelerinden kurtarmak, onları hatırla
yamayacağın kadar uzağa götürmek istiyorum.
Köşeyi dönerken, «Ne alalım?» demeliyim, «Ev
de birşeyler vardı, istersen biraz pastırma ala
lım» demelisin. Sonra her zamanki berrak gülü
şünle ekleyivermelisin: «Tavuklar benim için yumurtluyor.» «Horozlar sana çalışıyor» dedi
ğimde gülmeliyiz.
Dileklerimizin dışında kalan, bizi dört yönü
müzden kıskıvrak bağlayıp tutsak eden, bildiği
miz ve düşünebildiğimiz gerçeklerin dışında ka
lan birşey vardı. Arzulasak da, ıbirçok şeyi eski
güzelliği ile, eski 'büyüklüğü ile 'bulamayacağı-
mızı, eski zevklerimizi alamayacağımızı biliyor-· duk. Deniz kenar�ndaki o kahveye artık gidemez
dik. Çaylarımızı arap ıgarsondan isteyemezdik.
Bir tahta iskemlede, bir kocaman duvara baka - baka birdenbire akşamın oluverdiğini görerek şaşıracak günlerimiz ·öylesine arkada kalmıştı ki. Ayaklarımız istese de artık o kahvenin yolu
nu tutamazdık.
O
saatler, küçük zaman sürelerinin dışına ·taşarak, herhangi bir insanın bütün hayatını kaplayabilecekmişcesine büyük duygu
ları eritip yitirerek geçip-gitti. Artık ne sen, be
nim en küçük hakkımı tanıyabilir, ne de bu hakka hürmet edebilirdin. Ne de ben seni artık eskisi gtbi ıhaciz altında tutabilirdim. Artık
bü
yük bir rahatlıkla en küçük karışmalarım için,
«Kocakarı» diyebilirsin. En büyük dileklerle ar
zulasak bile, artık hiç ayrılmadan, hiç susmadan günler boyunca, geceler boyunca bir arada ka
lamayız. Bir taşıt vasıtasının normal seferi gibi, bir dolap beygirinin değişmeyen çıngıraklı se
ferleri gibi, bizim bağımızın da yumağı, çilesi doldu. Ve öylesine yorulduk ki, onu yeni baş
tan sarıp, yeni baştan düzenlemeye gucumuz kalmadı. üstümüzden silindirler geçmişcesine yorgun ve bitikiz. Elma yerken, kabuklarını tü
tünüm için saklayıp-kurutmak, kitaplarımın ora·
sını-burasını okurken birden görünecek küçücük notlar koy.mak, yazılar sıkıştırmak içinden geçe
mezdi artık. Birgün kucağındaki kedinin; yüzü·
nü, kollarını tırmık içinde bırakan «Çapkın»ın rahat vermediği bütün telefon konuşmalar.ı.mı
zın, dolaplarımıza bıraktığımız dörder-beşer sa·
tırlık mektuplarımızın da biteceği gün gelecek, bir yabancı birgün seni alıp gidince, benim ger-
çek ve büyük olan, hiç değişmeyen yalnızlığım yeniden başlayacaktı. Evlendikten sonra da ar
kadaşlığımızın devamı için olan bütün arzuların bir masaldan ibaret kalacak, belki de seninle bir daha hiç karşılaşmayacaktık. ·Belki de bir daha seninle hiç bir vakit düşen tansiyonundan, l(ıza·
ran yanaklarından söz açamayacaktık. Dikmesi
ni unuttuğun, kopmak üzere olan •bir düğme, bir sökük için seni utandıramayacaktım.
Hayatı, yaşamayı kocaman bir zaman süre
sinin kıskıvrak büzülmüş kolları arasında düşün
memize de yer yoktu. Birkaç ay önce yaptıkla
l'lımıza bile yeni baştan dönemezdik, onları ye!li baştan yaşayamazdık artık. Beyaz ·hırkalı bir kızla, gamsız bir delikanlı Kanlıca'da yoğurt yi
yemezdi. Burgaz adasında, Kalpazan Kaya'da ko
cayemiş toplayamazdı. Domuzluk olsun diye, ço
cuk bardağın di.bindeki çayı, kızın kucağına dö
kemezdi. Kaşığı kızdırıp eline süremezdi. Kız eteğini kurularken beyaz jüponu gözükmezdi.
Büyük anları, büyük anıları olan gençlik günleri kuyruklu yıldızlar gibi kayıp-kayıp gidi
yordu. Günlerin geçişinden bizi kıskıvrak bağla
yıp eritmesinden, yok etmesinden de önemlisi için-için eksilmemiz, her geçen gün bir yeni ya
şama güvencimizin, kuvvetimizin azalmasıydı.
Yüreklerimiz param-parça oluyor, eskiyor, yaşla
nıyordu artık. Hayallerimizin, beyaz bir yelke
nin peşine takılıp ufukları yırtacağı yaşlar geçip gidiyordu. Birgün bu masalın da perdesi inecek, bu masalın da alkışı duyulacaktı. Seyircisiz bir salonda, hiçbir zaman anlaşılamamış bir aktö
rün, en güzel ve en büyük rolü için ıslıklanmış
yuhalanmış bir sanatçının acısını duyacaktık.
Birgün ikimiz de birbirimize çok benzemenin çuvallayışı için de küskün ve kırılmış, ezilmiş ve tükenmiş olarak, bilmediğimiz, hiç yürümediği·
miz acayip yollara düşecektik. Sen yüzündeki kı·
rışıklıklardan, şakaklarındaki aklardan, ben pi·
pomun dumanlarından korkacaktık. Birgün yal·
nızlığımdan ürkecek, yalnızlığımızdan dört taraflı zatürre olacak kadar ürperecektik. Birgün gemi·
lerin bağlanamayacağı yosun tutmuş liman şa.
mandıralarına, birgün kekik kokularından başla
rı dönmüş kayalıklara benzeyecektik. Ve en gü
zel dünyanın çocukluğumuzda kaldığını, en gü·
zel dakikaların o vır·vırlarla, birbirimizi yiye
rek, yamyamlar gibi yiyerek geçirdiğimiz zaman
larla birlikte kaybolup yok olduğunu anlayacak
tık. Ve ;birgün gururlarımıza esir olmanın acısı
nı, çuvallayışımızı, il:gilerimizi cömertçe dağıt·
tıklarımızın iki pul etmeyişini görmekle anlaya
caktık. lçimizde ,derinlerimizde bu gecikmiş an
layışlarımızın ağıtını duyacaktık. Ve hepsinin üs·
tünde, bütün bunları «Gık» diyemeden kabullene
cek, benimseyecektik. Sonra perde büyük bir al
kış içinde inecek, ışıklar yanacak, salondan bir
birlerini hiç tanımamışların umursamazlığı, ya
bancılığı içinde çekip gidecektik.
-VII-
Hüseyin Rahmi'nin cadaloz kainvaldelerine nazire yapmaktan başka şey bilmeyen, güzel ve iyi şeylerle bütün kılları diken-diken olan bay·
kuş sesli, kerkenez kılıklı annen. Seni delik bir
kuruş gibi parmaklarında oynatan, seni kirli bir
kartopu gibi avuçlarında eritebilen, yok eden
heykeli dikilisi annen. İnsanları yalnızca çulları
ile, banka hesapları ile, gömlek renkleri ile ölçe
bilen, baremin en yüksek derecesindeki kocası
nın imkanlarını baremin en küçük derecesi ile hayata başlayacak olan damadında aramaya kal
kan, bunu şart koşan annen, ve bütün bunlara aptalca, körce, çocukca ayak uyduran, o kirli ve çamurlu gururuna esir olan sen. ömrü boyunca vesayet altında kalmağa mahkum, bir koyun gi
bi güdülmeğe mahkum olan sen. üç meteliğe ta
pan, kul olan, boyun eğen sen. Dünyayayı, yaşa·
mayı, güneşi, gülmeyi, ağlamayı, gelip-gitmeyi, koşmayı-durmayı yüzlüklerin dörtgeninde bulan sen gözlerime bakmıyordun. Bakamıyordun. Bir şort gibi ters-yüz edilebiliyordun. Bir patates ka
dar rahat soyulabiliyor, bir havuç kadar kolay
lıkla kızartılabiliyordun. ·Oysaki mutluluk satın alınamıyordu. Onun için savaşmak, çile çekmek gerekiyordu. Ve oysaki senin için çekip gitmek en kolayı idi. Sen «eyvallaıh» demeden gidecek·
tin. Ben «Güle, güle kızım.» demeyecektim. «N'
olur gitme» demeyecektim. Sana kafamı çevirip elimi bile sallamayacaktım. Yaşadıklarımızı ya
şamıştık. Yaşamadıklarımızı dersen, onlar bizim değildi. Ve bizim olmayan şeyleri adamak, k<ır
şılıksız çek vermekten de kolaydı.
- VIII -
Sarı bir kız küçük bir masaya abanmıştı.
Sırılsıklamdı. Saçlarından ısular dökülüyor. Elle·
ri üşümüştü. Yerinde duramıyordu. Çenberini kaybeden. bir okul kaçağı gibi tepiniyordu. Her
kes başına üşüştü. Kimisi mantosunu silkeledi.
Kimisi zile basıp çay ısmarladı. Bütün muhabir
ler çıkartacakları haberleri unutmuştu. Ben ka-
33
pıdaydım. Ellerim herzamanki gibi cebimdeydi.
Limanı düşünüyordum. «Ankara> batıakdeniz seferinden dönüyordu. Garanti gene bir miktar tabanca mermisi çıkardı. Gümrüğü yoklamalıy
dı. «Bu bir> diyordum. «Moulen Rouje» opere
tinden yirmiiki kız geliyordu. Ayak üstü bir
röportaj ola.bilirdi. <eiBu iki» diyordum. Gözleri kestane gibiydi. Dolmabahçe yolundan yürürken pat diye yere düşen ve hemencecik açılıveren kestaneler gibiydi. Şehir hatlarında biletlere zam yapılmak ihtimali vardı. Bankanın kodamanla
rına telefon etmeliydim. «Bu üç» diyordum. Bir anda gözlerine takıldım. «Benimle oynar mısın küçük?» demek geçti içimden. Bu kadar adamın içinde söylenmezdi bu. ikimizi de tefe koyarlar
dı. Sözüm içimde kaldı. Odaya dalan bir muha
bir, « Irak Maarif Nazırı Hilton'da. Demeç alma
ğa gidiyorum, gelen var mı?» dedi. Bütün çocuk
lar dışarı fırladı. Sen en öndeydin. Sırılsıklanı
dın. Hasta olacaktın. Kolundan tuttum, «Gitme ! • dedim. Gözlerime baktın. İsyan vardı. «Gitmeye
ceksin! > dedim. Pencereden dışarıya baktın.
Gırtlağına kadar dolu bir belediye otobüsü vira
jı alıyordu. 1ki saatlik nöbetini bitirmek üzere olan trafik polisi Recep Dikmen'in kolu, binyüz
ellisekizinci defa havaya kalktı. Yedi saattenberi bilet kesen Hüseyin binüçyüzyetmişinci defa,
«Biletsiz kalan olmasın» dedi. Başını önüne eğip,
«'Söyle! » dedin. Söyleyemezdim. Seni niçin alı
koyduğumu, niçin alıp da herhangi bir yere ka
çırmak istediğimi söyleyemezdim. «Al beni Babı
alinin kaldırımlarına vur ! " diyemezdim. Doğra
salar kesseler söyleyemezdim. Masaya kapaklan
dığın zaman herl,rns etrafında dönerken bile.
«Dünyada ağlamana değen ne olabilir?» diyemez.
dim. Tunel turnikesinden başka kıskaca girme · yen bir kızdın. Kendine göre, o çınçırık yüreğine göre, değer yargıların vardı. Yüreğin gözlerinde atıyordu. Gözlerinden çocuğum olabilirdi. «Nere·
ye götüreceksin? > dedin. Bilmiyordum. Düşün
memiştim ıhiç bunu. İnsanlardan, siyah göğüs- 1üklü Maarif memurlarından, çatık kaşlı şube müdürlerinden, o suratsız ve astık-kestik hade
melerden kaçmak istiyordum. Dönen her teker
lek yüreğimden geçiyordu sanki. Eziliyordum.
«Sen beni götür.» dedim. Ve gittik. Artık
neak·
şanı gazeteye götüreceğimiz haberleri düşünen vardı. Ne de yarın atlayacağımızı.
Vapurda hiç konuşmadık. Tırnaklarınl3. oy
nayıp-duruyordun. Kalıbımı basarım, «BU i�
nasıl oldu? » diye için-içini yiyordu. Bu iş olmuştu kızım. Bana sorsan, «Olan ne? :o derdim. Ne ol
muştu? Şehirden kaçıyorduk. İnsanların kalleşli
ğinden, kancıklığından küçük yürekliklerinden kaçıyorduk. Bunalmıştık. Boğuluyorduk. Tran
vay çançanlarından, trafik ışıklarından tiksini
yorduk. Vapur, iskele, çıkış. Adanın en arkası.
Hepsi bundan ibaretti. Topuğun kırılmasın diye koluma girmiştin. Sonra hiç çıkmadın. Topukla
rın kırılmamı�tı. Fakat avucun kolumda kalmış
tı. Oturduğumuz kayanın altındaki martıyı gös
terdin. «Bir saattir orada, kıpırdamadan duru·
yor.» Martı, örfi idareye bağlı bir neşriyat mü
dürü .gibi, gözlerini kırpmadan düşünüp duru
yordu. Binlerce deniz anası kayaların üzerinde tortulaşmıştı. Açıktan bir balıkçı gır-gırı geçti.
Yünden başlıklı bir reis ayaklarının arasına sı
kıştırdığı dümenin başında bakıyordu. Aynı anda
Beyoğlunda Mehdi dayının kahvesinde iki aktör oturuyordu. Aktörlerden birisi: cBiz sigara içme
yiz, sigara yeriz. Hırslandıkça elim pakete gidi
yor birader! » diyordu. Şişmanı üfleyerek yapı�
tıracaktı. «Altı nüfusluyum. Yirmidört senelik sanatkarım. Elime dörtyüzkırk lira kalır. Ben ço
cuklarımın gıdasını veremezken, ev sahibime ki
ralarımı vaktinde ödeyemezken, nasıl seyircinin karşısına çıkar da Hamlet'i, Pergynt'ü oynayabi
lirim? Ben nasıl Syrano olabilirim? Ben kendi�
Syrona olmuşum.»
Mehdi dayının kahvesinden otuziki metre ilerdeki dolmuş durağındaki bir otomobilin rad
yosunda, «Ölürsem yazıktır! » çalıyordu. Fatih şöförlerinden 10548 plilka numaralı Nasrı Ke
babçı bir müşteriye, '"Bu araba benim değil kar
deşim. Ben araba-araba dolaşıp borç para toplu
yorum. tkiyüzaltmış lira lazım. Dokuzyüzellibir doçum vardı. Yirmigündür tamirci Durhan'da yatıyor. !ki gündür lokma yemedim. Hn·slanıyo
rum be birader. Altmışbir liralık karbür.'3.töre yüzlük isterler. Yirmialtı liralık ekzantirik zin
ciri sekseniki liraya, On liralık aksin torn:ısı o·
tuzbeş lira.» diyordu. Ve aradan yalnızca oniki gün geçti. Artık sarı kızın adı Berna'ydı.
"Düngece neden .geçmedin? Hep pencerede bekledim.»
diyordu. Oysaki biliyordu. Islık çalarak pencere altlarından .geçerek, perde aralarında gölgeleri sayacak yaşım çok arkada kalmıştı. üstelik ar
zusuzdum da. Martıdan aktöre kadar bütün dü
şünenlere kızıyordum. İnsanlara ilan-ı harbim vardı. İnsanlarla divan-ı ıharbim vardı. Aldırma
yacaklarını, beni takmayacaklarını bile-bile
isyan bayrağını çekmiştim. Bern§. birşeyler söyle·
yip duruyordu. Duymuyordum. Şimdi ben, d ün röportajı için gittiğim Küllük kahvesinin dakika
larını yaşıyordum:
«Cebinde sarı-sarı kağıtları olurdu. » dedi kahveci. «Şu kırık masaya oturur birşeyler ya
zar-dururdu. Saip mi neydi adı? Tabağına kahve dökülen fincandan içmezdi. Gelmez oldu bu ya
kınlarda. Patlak gözleri vardı. Mübareği özledim.
Unutma yaz. Belki okur da gene gelir. > Garso
nun özlediği Saip, bizim Sait Faik'ti. «Kahvecin seni bekliyor Sait ağabey, yarın bir uğrayıver.»
Berna, «Hangi kahveci? > diyor, «Sait de kim?"
Kahveci kafamda devam ediyor. «Her kahve markasından bir hissem var kardeş. Bildin ya iş
te ekmek parası. Sen yaz işte birşeyler. Eskidl'Il gelenler gelmez oldu. Kimi ,çay içerdi, kimi kah
ve de. Akşam olunca da hepsi evine giderdi. » de.
«Olmaz mı yani? Ne yani?» Olurdu, ne vardı ol
mayan? Gönüller geniş değildi ama. «Sapıttın galiban dedi Berna, «Kendi-kendine konuşmağa başladın artık.» Bir yanda gençliğinin, umursa
mazlığının bütün dörtnala koşması ile parılda·
yan kestane gözler. ıBir yanda kahveci. Sait ağa
bey. Dolmuşcu Nasri. Aktörler. Muhabirler. «Ö
lürken bile gülersin> diyor Berna. Birden ölümü düşünüyorum. Güler miydim acaba? Değer miy
di? !ki satırlık bir haber için, bir atlatış çok d8- ğil miydi acaba? O kıçıkırık haberini kaç kişi o·
kuyacaktı? Bir gazetenin ömrü yirmidört saat·
tir. Yirmibeşinci saat yeni haberler başlar yav
rum. Patronunun bile haberi olmayacaktı bu iş
ten. Birinci sayfaya beş sütünu çektiren o sür
manşetli haberinin yanında, iki taka gazetenin attırık sahifesindeki iki satırcık keçi kılı ihracı
37
haberinin hesabını soracaklardı. «Neden atladın.
haberin yok muydu?» diyeceklerdi. Sen susaeak
tın. O basit şeyi yazmağa lüzum görmediğini söy
leyemeyecek, o başarının yanında bir küçük at
layışın ne önemi olduğunu soramayacaktın. Sana bunun için kızdığımı, bu işin burada bittiğini söyleyemezdim. Her saat binlerce meydan mu
harebesi olurdu yüreğimde. ölenlerin hesa::ıını ben de bilmezdim. «Ölürken bile gülersin ! » Ku
laklarımda hep bu katmerli söz çmlaylp
duruyordu. öldüğümü bilerek kıkırdarsam belki gü
lerdim. Dalgakıranın ucundaki fener, bütün ko · yu, bütün sahili güzelleştiriyordu. Feneri kalJll'
san ne köy, ne de bu sahil böylesine güzel olma
yacaktı. Ucunda plak çalınan bir çıkmaz "okağı dolduran bir şarkı, perdesiz ve kafesli b:r pe11- cereyi dolduran yeşil bir fesliyen gibi, fener de insanın gönlünü ışıklandırıyordu. İskelenin zili sustu. Vapur kalktı. Geciken iki kadın demir parmaklıkları yumrukladı. Memur sırtını
dön-müştü. Çımacıyla konuşuyordu. Kadınları
du y mamazlıktan ıgeldi. Bunca yıllık iskele memu
ruydu. Koşanların ardı alınmazdı. Fenere
baktı.Odasına gitti. Dalgalar kızın ayaklarını
ıslcı tı·yordu. Ve vapurlar alabildiğine düdük çalıyor
du. Birazdan sen de evine giderdin. Babanın kahvesini yaparken iki satır söz ederdiniz. Abla·
nın çizdiği ev planlarına bakardın. Sonra yatar
dınız. Ben yalnızdım. Ne kahve pişirenim v1rdı.
Ne yoluma bakan. Ne de kiminle olduğumu
soran. lBen yapayalnızdım. Saçakaltlarında kuyr u
ğunu titreten uyuz kediler, surdiplerinde kemik paylaşan köpekler gibi, iskele diplerine yapışmış midyeler misali, liman şamandıraları, telgraf di-
38