• Sonuç bulunamadı

üçotuz PARA (1950 -Şiirler- Tükendi) KüÇüK tstaısyonlar (1954 -Roman- Tükendi) Ayhan.Hünalp'ın Öbür iıtıaplan: BİR MARTI ÖTTÜ (Şiirler -

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "üçotuz PARA (1950 -Şiirler- Tükendi) KüÇüK tstaısyonlar (1954 -Roman- Tükendi) Ayhan.Hünalp'ın Öbür iıtıaplan: BİR MARTI ÖTTÜ (Şiirler -"

Copied!
95
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Ayhan .Hünalp'ın Öbür �iıtıaplan:

üÇOTUZ PARA (1950

-Şiirler- Tükendi)

KüÇüK tSTAıSYONLAR (1954 -Roman-

Tükendi)

BİR MARTI ÖTTÜ

(Şiirler - Yayınlıanacak)

(3)

Ayhan HUNALP

VAPUR DÜDÜKLERİ

(Cine

-

Roman)

DOST

YAYINI.ARI Rw.girlı

Sokak Ove Han, lDa.: 4

ANKARA

(4)

Dost Yayınları: 30 Ayıda bir çıkar.

Roman Bölümü: 23

o

Sahiıbi:

Salim

ŞENGİL o

Yazı İşleri Sorumlusu :

N. ŞENGİL o

Kapak Düzeni :

Said MADEN o

Yeni Matbaa da, Nisan 1962 ayında

basıhnıştır.

(5)

VAPUR DÜDÜKLERİ

(6)

VAPUR Dt)'Dtl'KLERt

Copyright, (Yayın hakkı) Dost Yaymlan'nındır.

(-

______________

Sanatıçının hazırJadığı eserin orij.inali ve büıtünüdfu.

--ı _,/

,

(7)

-I-

C

ony> diyordu kadın. Ağlamaklı bir sesi vardı. Belki onlara öyle geliyordu. cGitar:ı.

derken, cCony Gitar:o diye tekrarlarken, gırtlağı·

na birşeyler düğümleniyormuş gibi yutkunu­

yordu.

Karşı sahilde bir iskele. Saatlerdenberi tek vapurun uğraımadığı, memurunun, çımacısmın, kalaslarının ve kırmızı siyah rakamlı tarifeleri­

nin içsıkıntısından çıtı:r"'!)ıtır patladığı bir iskele ..

Taşları düşmüş rıhtımların üstünde oltasını sal­

layan, kazara tuttuğu istavritleri de, kuyruksuz uyuz kedilere kaptıran kısa pant'Olonlu bir ç0·

cuk,

herhangi bir yalının perdel

er

i uçan pence­

resinden sarkan bir ;genç kız ik

in

diüst

ü

r

ü

yal a

­

rına demirlemişti.

«Bu

gece de Tom

a

'y

a

gidecek misin?,, dedi

z

.

Ad

am

T

oma

'

yı, «Gaskonyalılar»ı

düşündü.

Toma'nın kocagöbeğini, «Emredersiniz ·efendim»

deyişini, bir elinde kadehi, bir eli boşlukta sal­

lanarak, daireler çizerek,

bütün

dalkavuklara, bütün yağ

c

ıla

r

a

,

Syrano'nun ağzından,

«

İstem

e

m, eksik olsun!» diye meydan okuyu

şunu

ve o kas­

katı, küt erkek sesini düşündü. «/Biz oraya mııh·

tasar ö1mek için gi

d

eri

z kızlim.» dedi, «Ü b

iz

i

mufassal öldürür!>

Kız boya içindeki ellerine bakıyordu. Pale­

ti

n

den şasesine hangi renıgi aktaracağını

şaşır­

mılştı. üç karga

vardı

kenarda. Serviler vardı.

•Rıhtıma bir f

e

n

e

r oturtsam mı?» Sonra

başını

çevirdi

.

Yanındaki adama baktı.

«

Ya

ln

ı

zl

ı

k tan

kurtulurdu

res

m

im

dedi.

Adam güldü.

Cevap 7

(8)

vermedi. Kız uzun uzun baktı. Gözleri koyulaş­

mıştı. İçinden iyi şeyler geçtiği zaman hep �öz­

leri koyulaşırdı. Ensesini kaşıdı. Adamın bir sö­

zü geldi aklına. Güldü. «Ne güldün?ıo dedi adam.

Kız susuyordu. Adamın piposu sönmüştü. Ko­

nuştuğu zaman hep böyle oluırdu. Kız kibriti çaktı. Söndürmedi. Her vakit söndürdüğü alevin bitmesini, tükenmesini istemedi. Piponun içmde göz kırpan ateş, gemilerin ocağına benziyordu.

Gemiler. Ateşçiler. Hep uzaklara giden, uzakları hatırlatan şeyler kibrit alevlerine gömülü�ordu.

İnsanlar alevlere uzakları gömmüştü. Büyükler dönmekte gecikenleri soran küçüklere, «Uzak­

larda> derlerdi. Uzaklar ölenlerin bulunduğu yerlerdi. Adam, Baba Tarık ile sallanarak, arada bir sekerek, ayaküstünde birer sigara yakarak Toma'dan çıktLklan ve artık unuttukları akşam­

laırı, kaldırımların üstünde karşıladıkları günün ilk ışıklarını düşündü. «Telli sazdır bunun adı­

Şeytan bunun neresinde?» diye bir tü.rıkü �uttu­

ran, türküsü ile birHkte, «Di mi efendim?> diye bıyıklarını oynatan Baba Ta:rık'ı. Bütün muha­

birler «Baba!> derdi ona. Pa·rası biten, patron'.l kızan, dalgası olup izin isteyen, çatır.çıtır haber atlayan bütün muhabirler.

Bir gece yağmur yağıyordu. Konuşmanın ağır geldiği bir gece idi. tkisinin de içinden ko­

nuşmak ge1memişti. Bir duvara yalnız başına oturan, hemen oraya ayaıkla:rının dibine kurduğu seyyar bir gramafonda hep aynı plağı çalıp-du­

ran bir Amerikan Bahriyelisi görmüşlerdi.

Ge

mici c.Sayıonara» deyip-duruyordu. Sayonara .Ta­

ponca'da, «Hiç istemezdim ayrılmak, fakat huna mecburum» demekti.

(9)

Kız isteyerek, bilerek ve bir küçük çocuğun inatçı tepinmesi ile alevi söndürmemi.şti. Pi­

kapta «Cony Gitar• diyen ıkadının sesi dumanla­

ra karıştı. Adamın aklında insana ağırlık veren, insanın yüreğini daraltıp sıkan bir yığın şey vardı.

Kız

boya içinde kalan ellerine haktı. Fır­

çanın ucu ile adaımm dirseğine dokundu. Oraya, kılların içine bir üç ya.pmıştı.

Otomobiller rıhtımın üstünde. Cimnastik dersinde mesafe alan öğrencilere benziyor. Pen­

cerelerden kağıt helvası yiyen kadınlar gözükü·

yordu. Bu delikanlı yanındaki japone büh1zlu kızın göğüslerine bakarak, «İzoi ine fanotoso­

piostin kateleveni» diyecekti. «To elti mia

iıme­

ra.puta petanume•. Kız ölümü düşünecekti. «Ha­

yat ölümdür! Onu ancak anlayan yaşar.> O sıra­

da açıktan bir gemi ıgeıçseydi kız şimdiki gibi susmayacak, garanti «Epito aıpos]meraden ta di o enastanalo> diyecekti. «Bundan sonra birbiri·

mizi hiç görmeyeceğiz!». O vakit çocuk, «!suna ena angeludi ega di aralusıou ba0sardı. «Sen bir meleksin, ben de bir ifrit.•

Akşaım geliyordu. Serinliği ile, karşılarda titreşmeğe başlayan fenerleri ile, denizden ağla­

rını çeken balıkçılarla ve ötmelerini bıraıkan martılarla geliyordu. Galata köprüısünün insan ağarlığından, otomobil-tramvay gürültüsünden yaylandığı saatler başlıyordu. Şimdi evlerinde imtahanlarına çalışan çocuklar, kabak kızartm:ı­

larını yemeğe başlayacaktı. Yoğurt almağa para­

sı yetişmeyen bir memur ailesinin ıküçük çocuğu, büyük kaderine kızacaktı. Şimdi bütün evlerde anneler taze soğan sarmısak soymağa başlıyacak­

tı. <Makbuzlarla çantası şişmiş bir tahsildar, iki

(10)

yedikule mağruru ile evine dönecekti. Bu saatte herhangi bir yandançarklı vapurda katyeri yırtıl­

mış bir akşam gazetesindeki cinayetleri ezberleyen bir yağcı, herhangi bir rıhtımda helva satmaktan usanmış bir ihtiyar ve içinden doğup-doğacağına pişman ıbir otobüs biletçisi dokuz ceddine küfür ediyordu. Ve bir ara ihtiyar helvacı gözleri

gi.1-

lerek, yanına gelen, helvalarının bütün çeşitle­

rinden birer tane alarak paylaşan her bölüme aym bir niyet koyan iki arkadaşı hatırlayacaktı.

Yüreğinin ta içinde, kendisinin bile bilemediği bir duygu belirecekti. «Gene gelseler!)) diyecekti.

«Gene onla'!' gibi insanlar olsa» diyecekti. Her­

hangi bir Ege adasında, herhangi bir kadın, meyhanede kafası yarılaraık öldürülen kocası için, «Etsi ito to tiherati ne kamuıme.» divecek­

ti. «Ne yapalım kader böyleymiş!»

«Martıya bak!» dedi kız. «Ne güzel!» Rıh­

tımdan trafik polisi gibi denizi kollayan

god:a­

man bir martı havalandı. Gökte gözüken ilk yıl·

dız, teneıkeleri dökülmüş çatıların ardından kal­

dırımlara düştü. Kız oturdukları park kanepesi­

nin kırık ucuna ba·karak, «Bizim olsun!,. dedi.

«Olsun!» dedi adam. «Gök de parselli değil yalı>

Yıldız onlarındı artık. Arkadan, vatmanın tabanlarını karıncalatan, daımarlarına varis ser­

pen bir tranvay, iş yerlerinden Edirnekapı surla­

rının diplerine dolmuş yapan bir kamyon

ge\i·

yordu. Havada bir yığın amelenin beneıkl.i

min­

tanı uçuyordu. öteden iskelenin zili geldi.

Kah­

ve.de herzaunan, heryerde çalınan şarkılardan �)i­

risi vardı. Kız, «.Bu şarkıyı da seviyorum şim­

di!» dedi, «Garip».

Oyısa ki adaım ıgarip 'bulmuyQrdu bunu.

0-

(11)

nunla beraber olan, onun içine girdiği hiçbir şey garip değildi. Garip olan adamın içiydi. Güncte kırkyedi defa karşıya gid1p-gelen düldül vapurun kontrol memuru Ruşen Hakkı Bey gemi:ien ;;ı­

kanlara bakıyordu. Kız, «Bu vapura binermişik de, sizin eve gidermişiık> dedi. Sonra birden ce­

ketinin yakasını kaldırdı. «Üşüdüm!> Adam eli­

nin tersiyle kızın burnuna dokundu. «Üşümü7- sün!> dedi, «Kalkalım!>

Zil kesildi.

«Bu vapuru da kaçırdın.> dedi kız. Oysaki adam bütün vapurları kaçırmıştı. Bu düzen bozulmamı. Kimini istiyerek, bilerek, kimi­

sini uyuya kalarak, kimisini ağzını bir karış açık bırakarak kaçırmıştı. Değişmeyen tek şey va:rdı.

Kaçan her vapurun arkasından yalnızca bir

«A.·

dam sende!ıı bir omuz silkiş, ıbir boş veriş i;:alı·

yordu. İçine çöreklenen tek iç çekiş yoktu.

«Ellerim gene kirlendi işte!» dedi kız. «Gün­

de ıkaç kere yıkıyoruım. Bu boyalar, bu gazete.e­

rin mürekkebi.> Adam kızın ellerini tuttu. Çevi­

rip baktı. «Yeryüzünün en berrak, en lekesiz el leri bunlar olmalı!> dedi i:çinden. (Kızın kucağın.

daki gazete tıkırdamaya başladı. Adam bulutlara baktı. Yağmur sanmıştı. Oysaki kız ağlıyordu.

Yüzüne ba•kmadı. Piposunun sapı ile oynadı.

cBirgün bunun resmini de yap!> dedi. «Sokağa açılan bir pencere. Bir kitap. Sonra bir pipo.»

Güzel olurdu. «Evet» dedi kız. «Güzel olurdu.>

Sonra adaımın yüzüne baktı. Kaşlarının arasında çatık vardı. «Hani yalnızlıktan söz açmayacak­

tın?ıo dedi. •Hani artık mutluluğundan korku­

yordun? Yalnız değildin artık hani?ıo Küçük

va­

pur iskeleden kalkmış gidiyordu. İki kıyının tam ortasında, demir üstünde yatan şileplerin

(12)

içindeydi. Hepsi de korsan g

e

misi gibi, kı

ç

la· rında sallanan ö1gün fenerlerle yapılmış

ve

unu­

tulmuş seferler:n, borda deliklerinden a

ç

ıkdeniz­

lere akıtılmış anıların hafifliği içinde yan gel·

mişti. Dalgalardan balık kapan bir kara.batak havalandı. «ıBizden başka k�msecikler kalma·

mış!,. dedi kız. Adam sustu.

«Yıldız nerde?»

Adam kafasını onbeş derece ardına

çevirdi.

«Orda> dedi.

Vapurun bacasından simsiyah bir duman

çı·

kıyordu. «Dtıımanlar> dedi

k

ız, «Gözlerime dolu­

yor sanki.» Adam yutkundu. «Düdükler>

dc•di,

«Vapur düdükleri» Sonra durdu. Yutkunup sustu.

Bu garip bir dumandı. üstündeki bütün bu­

lutları boyamaık, onların renıgini karmakarışık yapıp değiştirmek isteyen isyankar, ihtilalci, anarş�st ve muhalif bir duıman gtbiydi. Kızın birden gözleri kara1rdı «Gene tansiyonum düşü·

yor galiba» dedi. !Boyalarını toplamaya ba�ladı.

Fırçalarını yıkadı. Tüıplerin kapaklarım kapajı.

Bulunduğu çevreden öylesine uzak ve öylesine dalgındı ki. Başka dünryalarda yaşayan bir du­

rumu vardı. Artık o belirsiz bir kız olmaktan, ben belirsiz bir adam olmaıktan çıkmıştık.

Artık

kendi çizgilerimizin içindeydik. Bütün Babıali boşalmış, bitmişti artık. Bütün şarkılar gibi yağ·

murlar da dinmişti.

Gelinciğin yalnızca sa

kalmıştı elinde. Ka··

mızı yapraklar ayaklarının altına yığıldı.

Sonra

savruk bir rüzgar denize -götürdü. Neden yolup duruyordun? Bir yerimde küçük bir sızlayış

kı­

pırdamaya, küçük bir ağrı bir yeri!llle çökmeğe

(13)

başlamıştı. Gidecektin artık. Dizkapaklarımdaki omzu bıçaklahımış trençkotumdan kaçacaktın.

Ben torpil yemiş tngiliz tahtelbaıhirine dönecek·

tim.

«Yazmayacaksın> dedin. «Yazma. Bunları yazmanı istemiyoruım. Bunları satıp kazanmanı istemiyorum.> Oysaki bilemiyordun. Bizim dai­

ma kaybettiğimizi, bizim ıhiç kazanmadığımızı bilmiyordun. •Mesleği bırakıyorum artık, yn·

ruldumıo derken bir kurtuluşun isteri nöbeti içindeydin. «Neden?» dememiştim. Sormuyor­

dum. Sebeb arayıp .bulmana ne lüzum vardı? Sis çökerdi, kaptanlar yolunu şaşırır, gemiler kara­

ya otururdu. Kimse çıkıp da, «Neden çöktü?» de·

mezdi. cNe zaıman bitecek?» derdi. Yirminci asır sebebleri unutup, sonuçlara koşuyordu. Bir kızın gid@ni hesaplayacak zaman yO'ktu. Giden gider.

di. Kalan kalırdı. Devir öyle bir devirdi. Biz yal·

nızca anlarını, hayatın küçük dilimlerini, daki·

kalarını yaşayabilen bir nesildik. ,Bir acayip

ve

kaybolmuş harpsonrası nesliydik. Bir an gelirdi, bütün hayatımızı, vanmızı yoğumuzu bir zaman parçasının içinde yitiriverirdik. Bir an gelirdi kanalizasyon çukuruna düşmüş ıgibi arkamıza bakmadan çekip giderdik.

-II-

Köy bomboştu. Seni düşünmekten yorulmu­

yordum artık. Seni karşı sahilde bırakmıştım artık. Seni dilediğin yere bırakmıştım. Belki bu anda arkasında «Pışık» yazan bir boya kutusu­

nun çiziklerle dolu kapağına da1mıştın. Belki uçan bir kuş gördükçe içinden ben geçiyordum Gerçekten köy bomboştu. Sokakları. evleri, dük·

(14)

kanları, rıhtımları ile bomboştu. O cumbalı ve cumbasız, o kafesli ve kafessiz yalılar da yoktu.

Pencerelerden atılan bir dilim ekmekle ga.gala­

rını tıkırdatan martılar, bir hamsi için otuzyedi metre dalan karabataklar da yoktu. Köy bomboş..

tu. Bütün insanlar ölmüş, bütün çocuklar sürül­

müştü sanki. Sokak fenerlerinden çelmelenmiş ışıklar Arnavut kaldırımlarına düşüyor, arada-sı­

rada aralanan bir perde gerisinden saç­

ları ağarmış bir kafa sokağa •bakıyordu. Bir dö­

nemeçten yalpalanan bir-iki vücut kıvrılıyordu.

Sonra gene bütün şekiller kayboluyordu. Orada, o bir yığın yıldızın içinde o en büyük olanla bir­

likte sen beliriveriyordun. Astronomiye meydan okuyan bir ses boşluklardan, cO gitmeyecek!:.

diye bağırıyordu. Ve .bir yıldız

cPışşşşşımık!•

diye gözünü kırptı. Boşluktaki bütün yıldızların gözü kırpılıyordu.

-III-

Bir zaman süresi sonunda, hiç bitmeyecek sanılan, daima eksiLmeden, daima artarak sürüp gideceği sanılan bütün duygular bitip gidiyordu.

Alabildiğine yaşadığı her sevıgi için, «Artık

bu

sondur, yenibaştan ıbu huzursuzlukları, bu

iG

sa­

vaşlarını kurup y�amağa ne lüzum var?» diyor­

du. Sonra birgün bakıyordu ki, bu çocuğun, bu adamın da ötekinden ayrılığı, b�kalık noktası kalmamıştır. Bu yeni olarak sürüp gideceğini sandığı şeye bir de bakıyordu ki, çocukluğundan bu yana sürüpgelen bir duygunun tekrarından başka şey değildir. Bir de bakıyordu ki içinde değişmeyen, esas olan erkekleri sevmektir. En geniş anlamı ile Recep, Cafer, Oktay, Ali, Meh·

(15)

met demeden, bir ayrım yapmadan hepsine karşı da aynı duyguyu taşıdığını anlıyordu. Onların hepsi de onun için bir çantaydı. Bir rujdu. Bir mendil, bir şemsiye, bir eldiven veya bir jupoıı gibi şeylerdi. Hepsi de insanın yanında taşıma­

sı gereken bir eşya ıgibiydi. Hiçbirisi de eşya olmaıktan kurtulamıyordu. Ktmisi ile eve kadar yürüyor, kimisini sinemaya gitmek için, kimisi­

ni yazlığa geçtikleri köye gelipıgiderken, bir re­

fakat rehberi gibi yanında taşıyordu. Kimisine yaptığı resimlerin birşeye benzemediğini, kimi­

sine kötü bir kız olduğunu, kimisine ikibin lira­

dan az kazanan bir adaımla evlenmenin �innet olacağını söylerdi. Hepsine birşeyler bulup

so­

kuştururdu. Esas olan, değişmeyen, hiçbirisine önem verip, ciddiye almadığıydı. Kendisini chi­

diye alıp-almadıklarını merak bile etmiyordu.

Dünyayı umursamayan bir durumu vardı. Oysa­

ki bu durum yalandı. Gerçeğin dışında kalıyor­

du. Gerçekten kaçıyordu. Birisinden bir söz ge­

lecek, birisi biriki söz sokuşturacak diye ödü ko­

pardı. 1Bütün derdi, endişesi buydu. Bunun

rlı­

şında ne bir alışkanlıktan, ne de herhangi bir

�rumluluk duygusundan ürkerdi. Korseleri, yüz­

beş numara sütyenleri eskidikçe, yenilerini

sipa­

riş etmekten, bunun için de tünelbaşını boylı-t­

ma�tan başka hiçbir derdi olmayan bir kız

sa­

nılırdı.

Aklına yatsa, üyeleri yalnızca kendisini se­

venlerden ibaret bir kulüp kurabilirdi. Hayatı yalnızca seviLmekten, aranmatan ibaretti. Yıllar geçtikçe sevenlerin birer birer çekip gideceğinı, birgün yapayalnız kalacağını bilmiyordu. Bir ;;;o­

kak fenerinin altında, kuyruğunu ayaklarının

15

(16)

arasına sıkıştırıp uluyan köpekleri andıran, Wil!

iam Sarayon'un çakallarını andıran yalnızlıklar, içinde, nasırlaşmış, kaşarlaşmış kalbini, ojesiz kalan tırnakları ile deHk deşik edeceğini bilmi.

yordu. Şimdi içinde bulunduğu hayatı bir gaze.

te ressamı olarak bırakmayı düşünüyordu. Yarın nerede ve nasıl başlayacaktı? Umurunda

mıydı"!

-IV -

Vapur iskeleyi bir topaç kaytanı gibi evirip·

çevirdi. Artık ne senin elinde 'çağlalar,

n� de

be­

nim gönlümde yürekler vardı. Artık bir boğazi­

çi vapurunun, gelmiş-'geçmiş yetmişyedi nesline selam sallayan düdüğünde, artık avuçları kürek sallamaıktan bıkmış ve patlamış bir ateş:ı;inin on·

yedi saatlik ter kokan köseleleşmiş cildinde; ve artık avuçlarında çağlalar olmayan kız, boğazi­

çinin herhangi ibir iskelesinde otuzikibin::;ekiz­

yüzkırkısekiz defa yanaşıp, otuzi:kibinseküzyüzkırk dokuz defa kalkan br kaptan babanın, yarılmış yanak çi:z;gilerindeydik. Ve artık günde yüzyirmi kahve yüzotuzdört çay fincanı yıkayan bir vapur kahvecisinin, elifi kaybolmuş saıçlarını, daima şaşkoloz gözlerine düşüren, ikiyüzseksen kuruş gündelikli ve çilli çırağının ·topallayan kaderin­

deydik. Ve artık vapurumuz alabildiğine gidi·

yordu. ıBeykoz'dan tüberkuloz lekeleri ile dolu ciğerlerin, ömürleri devşirip katlayan tabaklan mamış derilerin kokuları geliyordu.

Güverteleri yıkanan mayin gemilerinde stt­

baylar bezik oynuyıordu. O sarışın Suadiye'li Taci'dir. İğnenin deliğinden uçan kuşu aşağı alırdı. Zehir gibi çocuk·tur. Garanti markizleri sıralarken Nıolwfolk'daki fışkırık kızı düşünürıf'ti.

16

(17)

Duman gibi bir .çocuk. Ne avuca sığar, ne avu­

cuna birini alır. Yaşadığı anın hakkını vere-vere, yudum-yudum yaşar. Herkesi sever. Ne yapar­

larsa yapsınlar, «Bana ne?> der. Kiımsenin gir­

medisine--çıkmadısına karışmaz. Çatısı örtülen her ev ona neşe verir. Güleryüz görünce güler.

Asık

suratlılara şaşar. Hele bir ağlayan gör;,,ün.

Hele bir hıçkırık duysun. Hele-fuele yanında bir adam azarlansın. Dövülsün. Fatih'in atı gibi şahlanır. Taci onyedi gün sonra Sinop fenerinin otuz yedi derece şarkitulunda patlamamış bir mayinin memesini sökerken, üç eri ile birlikte göklere uçacaktır. Erlerinin adı Yakup, R1m:ı­

zan, Hamdi. tkisi Trabzon'lu. öbürü Sürmene'li­

dir. iBu iş böyledir. Ve Taci'nin yüzünden iki kadın ömürleri boyunca ağlayacaktır. Kadınbrın birisi avukat Ned�m'in karısı. Yakacık'lı Suzan'­

dır. Gerdanı körüklü Suzan. öbürü Büyükaı:lalı Kiti. Taci'nin karşısındaki stajyer Teğmen Ce­

nap'tır. Konya'lı. Gemi demir alırken, demir atarken, Marmara'da pruva hattında her seyir yapışlarında, Alaatıtin tepesini, Meram bağlarını ve Mevlevilerin aklı durduran saıbırlarını,

ira­

delerini düşünür. Cenab'ın ömür çizgisi uzun­

dur. Alabildiğine uzun. Kadınsız, kızsız, macera­

sız tek çizgili bir hayatın huzuru içinde, gevşe­

mesi içinde. Musallaya konulduğunda, ardından ne küfürle anacaklar, ne de «Cenap adında bir Amiral vardı.> diyeceklerdi. Senede bir kızı, to­

runlarını toparlayıp, «İşte dedeniz burada yatı­

yor> diyecekti. Bacaksızlardan birisi, «Toprak altında yatmak neden anne?» diye tutturacak ve bütün anlatmalara rağmen, yıllarca bu soru­

yu tekrarlayacaktı. Halatlara oturmuş bir makine

(18)

aatsubayı karısını

dü�ünüyor. Sürmene'li

Hamdi

iğneye lüfer düşürmeğe

çalışıyordu. Bir yandan da boynunu büküp kararan sulara, kahpe ve kancık sulara bakıyordu. Ve mayin gemileri bu·

runları Karadenize karşı bekliyordu. Bu çelik teknelerde bile, «Geleceğin varsa, göreceğin de var• diyen, haykıran bir Milletin sessiz kini vardı. Gemilerden ikiyüzonsekiz kulaç Herdeki deri ve Kundura Fabrikasındaki siyah göğüs- lüklü kız �u anda yanlış tuşlara basıyordu. Mü·

dürbey az sonra tersleyecekti. o:Yeni baştan!> di­

yecek ve sonra ıgözlerini çarpıtarak kızın neti­

cesine bakacaktı. Kız harflere bakınıyordu. Nok·

ta aramıyordu. Virgülleri fazla buluyordu. Çün­

kü kız ,Beşiktaş iskelesindeydi ve

çocuğa

cSenin için olmayayım yeni bir macera?• diyordu. cöti ehi ston kosma ehi,

oli

i dulia ine sto ne

zume.ıo

diyordu. «Ne varsa dünyada var, bütün iş yaşa·

makta.> Ve sonra kız, o:Ya kita ta astra, afti tin talasa. Dihos sene i zoi ine tiranad•. cŞu yıldız.

lara, şu denizlere bak. Sensiz hayat işkence olurdu.> diyecekti.

Hayır, bu kız başkaydı işte. 'Bu kız ömrünce terkediLmiş ömrünce çiğnenmiş, barem içi.1cfo çırpınan siyah göğüslüklü bir kızdı. Avuçlarında çağlalar olan kız değildi bu. Bu kız sac;-larını, öm­

rünce bir Remington'un, bir Adler'in, bir Tri·

umph'in, ibir Halda'nın veya Erica'nın tıkırtıla­

rında tarayacak, tırnaklarının ojesi, şerit lekele­

rine karışacaktı. Bu kız yalnız yaşayacaktı.

Çün­

kü 'bu kızın avuçlarında çağlalar yoktu. Ve

hu

kız garipti. Çünkü baykuş gibi öten bir annesi yoktu.

(19)

-V-

Adamın bir omuzu çarpık duruyordu .Kapı­

nın iki kanadına asılmış gibi, bir direğe çakıl­

mış veya boşlukta sallanırm1ş gibiydi. Çarmıha gerilmişleri, duvar diplerinde kurşunlanarak barsakları delinmişleri andırıyordu. Kız tencere­

nin kapağını açtı. Kenarda duran ayıklanmış fasulyeleri içine attı. «Suyu ne kadar koyaca!<­

tım?• dedi. Birden gözü kıymalara takıldı. ctlep­

sini mi atacaktım?» Adam sesini çıkartmadı. Ol­

dum-olası bu işlere aklı ermemişti. Kız da bu iş­

leri beceremezdi. Kıymayı atarken değirmene gitti aklı. tki gündür o değirmenin kenarındaki çiçeklerle uğraşıp duruyordu. Bu uğraşma sava­

sa girmiş erlerin dalaşmasına benziyordu. Hu­

zursuzluktan, insanı kahredişten, eriyip-bitir­

mekten haraıbeden bir savaşmanın içindeydi.

«Sovan neredeydi? Annem söylemişti ama.• An·

nesi bir akrabaya sabah çayına giderken, gaz�­

teye uğrar, «Pışık evde yalnız. Bir ara uğrayı.

ver• derdi. En küçük bir kötülüğü akla getir­

meyecek kadar büyük bir arkadaşlıkları

vardı.

İşinin arasında bir fırsatını bulup eve giderdi.

Pışık rüzgarı sevmiyordu. Saçlarına dolarken, uğultusunu dinlerken sevinçten dörtköşe oldugu rüzgıi,rı boyalarla vermeğe kalkınca tansiyonu yükseliveriyordu. üç kanat oturmuştu değirme­

ne. Gözükmeyen dördüncü kanat, az sonra dev.

reye girecekmişcesine, «Buradayım, şimdi

geli­

yorum ... diyordu. «.Rü�gar nerde?• dedi.

Sov;ın

ve rüzgar. Adamın yüzü birden karışıverdi. Kızı sovanlardan kurtarıp rüzgarlara götürmek isti­

yordu. Sovansız olunmuyordu ve rüzgarlara

da

(20)

götüremiyordu.

Ç�çeklerin duruşundan, bulutların ışıldayı­

şından, kız, «Rüzgarsız bir resim bu» diy•:>rdu.

Adam sarı saçları ka,sıp-kavuran dinsiz big..>dile­

re baktı. Kız hemen elini kafasına attı, «Şimdi çıkaracaktım.» Saçları ensesine dökülü verdi.

Bavyeralı Alman kızlarına benzemişti. «Yağ da atacaktık değil mi? Kaç kaşık olacaktı?» Adanı hep susuyordu.Değirmeni düşündü. Çocukluğun­

daki yolculuklarda kilometre taşlarının ardınd:ı.

kalmış eğik boyunlu değirmenler görürdü. !çin­

den hep o donkişotu sallayıp-sallayıp döndürP.n kanatlardan ıbirisine asılmak ve orada çocuklu·

ğunun içinde çöreklenip-duran bütün rüyalarını yaşamak isterdi. Dışardan belirli aralıklar�a ıe: - acı kişneyen bir polis atı geçti. Hayvanın kirn­

bilir ne derdi vardı? !nsanlar söylüyordu. Hay­

vanlar bağırıyordu. Atın kişnemesi tranvay çan·

çanlarına karışıverdi. Bir yanık kokusu yayıldı ortalığa. Fasulye yanmıştı. Kız içerde::n bağırdı

«Havagazını söndürsene. Kokuyu duymuyor mu­

sun artık?» Keısik-kesik güldü sonra. «Bak

ne

yaptım? Senin sevmediğin etekliği giydim!>

fBu anda kızla adamın otuzyedi dakika öte­

sindeki bir çocuk, sandalının ipini tutuyordu.

Sapsarı bir çocuktu. Gözlerinde sarı bulutlar vardı. Esmer olsaydı dumanlanıverirdi. Dünyası, avuçlarının içindeki halatlardan ibaretti. Karga gagasındaki dutu düşürünce, fakir ocaktaki eti yakınca dünyasını kaybediveriyordu. Sarı çocuk ipini kaçırırsa, bir dudağı hemen aşağıya sarkı­

verirdi. Az ötedeki kırık kanepe orada, rıhtımın ucunda, her zamanki yerinde duruyordu. Fare·

nin akşam karanlığında yavruları

ile

birlikte yer-

(21)

yüzüne

çıktığı

delik de oradaydı. Farenin dün­

yası da o delikten ibaretti. Domatesi tuza 1)atı­

rarak, hıyarları kabuğu ile ve büyük bir saadet şapırtısı ile yiyen tütün kokulu işçiler, açıktaki odun motorlarının küçük voltalarla önlerinde dolaşan sandallarına bakıyor. Bu sırada istiklal caddesinde cam kenarındaki masaların birinde yumurtasarısı saçlı bir kadın muz dişliyordu. in­

sanın içini ezen, aklına kötü şeyler getiren bir ısırışın içinde ıslık çalan bir kız, kokteyl ikram eden bir hatt-ı üstüva garsonuna benzeyerek ge­

çerken, ıgazetelerin ikinci baskı şişirmelerini satmaktan usanan bir çocuk, «Bir kız gördüm gidiyordu -Gevşetmişti vidayı- Azıcık c:ıık;.ştı­

rayım dedim -Evde unutmuşum tornavidayl>

diyecekti.

Bu işin sonucu nereye varacaktı? Karanlık veya taşlarıfırlamış bir sokağın içinde, fesliyen saksıla:rıJ. ile dolu pencereleri birbirine bakan, taıhtaları kararmış, çivileri dökülmüş, rüzgarla­

rın elinde sallanan evlere mi varacaktı? Şimdi adam gönlünün her dilediğinde kapıya dayanı­

yor, zile üç defa dokunuveriyordu. Kız omzu

yır­

tık ve belki de dikmeyi hiçbir zaman düşünme·

diği kırmızı entarisi ile, çenesini dizlerine daya·

mışken veya elleri boya içersinde oturduğu yer­

den kalkıp kapının ipini çekiyordu. Adam mer­

divenleri çıkarken elleri başına gidiyor, onun sevmediği bigodilerini çıkart;ıveriyordu. Arada - sırada ikisinin de yüreğine bir iblis çöreklenip bangır•bangır bağırarak, «:Bu işin sonu nereye gidecek?» diyordu.

Akşamları yemekten sonra, kapı önlerine atı­

lacak iki sandalyada, bitişik evlerin çığlıklarmı

21

(22)

dinleye-dinleye, yemeklerinden arttırılmış üç eriği, beş kirazı geveleye-geveleye; arada-bir de otuz kuruşluk karışık dondurma tıkınarak mı geçecekti hayat? Çorap yamamak, gömlek yak.:ı­

larını söküp, eteklerden çıkartılan parçalarla de­

ğiştirmekle mi, yoksa bozuk antenlerden en gü.

zel parçalara karışan ele�trik yüklü bulutb.rın gürültüleriyle mi bitecekti?

Gün yeniden bitiyordu. Bütün günler

biti·

yor, sonra alabildiğine geceler başlıyordu.

Kız,

cHep ıböyle mi geçecek?> diye düşünüyordu. Göz­

leri aydınlıktan karanlığa karışırken, cAnn�leri·

miz

ne

yapmış?» diyordu. •:!Babalarımız

ne

yap·

mış?> Evet bütün nesiller üç aşağı-beş yukarı hep aynı şarkıyı söylüyor, daima aynı oyunu oy·

nuyordu. Kalın bir barsağın, nankör bir gırtla­

ğın peşine takılıp giden bir didinme, bir kencii·

kendini yiyip bitirme savaşı içersinde dönen ha­

yat içindekilerle birlikte eriyip.,gidiyordu. Sonra birgün taşra sinemalarında oynarken kopan bir film gibi bitecek, odasından çıkan makinist, se­

yircilere, «'Bunun sonu şöyle biter, ben görmüş­

tüm.> diyecekti. Ş�mdi şehrin ucundaki

mahal·

lelerin birisinde gece delik deşik edilmiş, kur­

şunlanmıştı. Gece boğazlanmıştı. Gecenin solu­

ğu kesilmişti. Sesi çıkmıyordu. Kızın ayakla.

rının altı, yırtılmış mektup parçaları ile doluy·

du. «Saçlarımı tut!> dedi kız, «Bağlayacağım.»

Adam uzandığı yerden doğruldu. Uzun saçları kızın yüzüne düşüyordu. İçinden Mecnun'un ku­

lağını çınlatıp «Leyla• demek geçti. tki eli

ile

tuttuğu saçları yukarıya doğru

çekti. Avuçları­

nın içi ateşe değmişcesine yandı. Pipo sönmüş­

tü. Adam duvardaki düğmeyi çevirdi. Odadaki

22

(23)

eşyalar

karanlıkta kaldı. Pencereden sarı bir yıl­

dız gözüküyordu. Yıldız açılmış bir avuç kadar vardı, Kaldırl!lll taşlarına oturmuş bir mahalle bekçisi, yumruklarını karanlıklara sıkmış mırıl·

danı yordu:

«Bizim işimiz de iş mi be? Millet iyi kötü evceğizine kapanır. Sobasını doldurur. Çoluğunu çocuğunu alır karşısına. Pencereden sokağa ba.

kar. Canı sıkılınca çeker perdesini. Ya biz?

O

sokak senin,

bu

köşebaşı benim. Dolan Allahım dolan. Hasta mıyız? Aç mıyız, açıkıta mıyız? Ki·

min umurunda. Otuz ·gün, yüzaltmış lira. Karıya manto mu alıcan? Çocuğa defter mi, Eskiden bayramda seyranda mahalleli üç-beş kuruş ve·

rirdi. Ne kötü günlere kaldık be? Köpek mi ku­

dur.muş, sana çıkışırlar? Elin oğlu askerden mi kaçmış sana sorarlar. Kaymakamın evine odun·

kömür mü lazım gel oğlum. Hiç babamı soran var mı? Hep annen ne alemde? Karpuzcu gelir,

"sergime iyi bak" der. Züppe müteahit "apart·

man, malzeımeme hak." Kaıpıda otomobili mi var, baksın bekçi. Hasta mı var, doktor bul. Hırsız mı girmiş bir eve, ulan namussuz uyudun mu?

derler. Dokuz mahalle be kardeşim. Ben hangi·

sine yetişirim? Bir ki1mse de çıkıp, bekçi

baba

der mi? Halin nedir senin der mi?>

Sonra bir s1gara yaktı. Feneri sönmüş bir köşebaşındaki karanlığa baktı. Sanki bir gölge sıçrayacak, sanki bir çığlık geceyi bölecekti. Ku·

lakları bir tazı gibi dikildi. Eli ile helindeki

ta·

bancasını okşadı. Düdüğünü üfledi.

-VI-

Artık

hayat bir şarkı değildi. Oysaki ger-

(24)

çekte hayat hiç bir zaman şarkı olmamıştı. Hiç·

bir zaman bir büyük kördöğüşünden, bir

göz

oynatmaktan kurtulamamıştı. Onu şarkı yapan şairlerdi kızım. Şarkı ile hayat yalnızca şiirler için, bir çil kuruş için adam öldürüldükçe, çocuklar

ba­

caklarından silkelenerek kafaları duvarlara vu·

ruldukça, hamile kadınların ırzına geçildikçe, sekreterler ressamları çarpık olan bir çerçeve­

nin iki milimetresi için harcayabildikçe, Beşik­

taş-Üsküdar arasındaki düldül gemi, her akşam iskelelere yanaşabilmek için, kendinden önce is­

keleyi tutan büyük vapurların onu kabullenme­

yişinden, bağıra.,bağıra, çığlık çığlığa gırtlağını yırtarak dert yandı]{,ça, Kuzguncuk'a giden va­

purlar bir balkonlu yalıya sürünerek geçtikçe, rıhtımdaki balık tutanlardan katmerli küfürleri yedikçe, altından su ıgeçen her köprünün üstün­

de sevişenlerin ayrılık kavgaları yaptıkları ak­

şam saatleri eksilmediği için, gerçek ve büyük anlamı ile hayat hiçbir zaman taksitli bir borç olmaktan, vadesi bitince haciz konulmaktan kurtulamamıştı. Herbiri Tanrının belası iyimser sanatçılar, «Hayat güzeldir!» tekerlemeleri ile, bütün insanları morfinleyerek uyuttukları için, hayatı sevmek janjanlı bir empirme gibi, atkuy·

ruğu saçlar gibi moda olduğu için biz de cö­

mertliğimizin bütün aptalfağı ile aynı şarkıyı söylemiştik.

Bu hikaye böyle bitmeyecekti Pışık. Bütün tangolar böyle biterdi. Kızların yüzündeki ba·

haırlar rüzgar ıgibi geçerdi. Yollara sarı sarı yap­

raklar dökülürdü. Fakat bütün iş bu yaprakları ezip ... gitmekteydi. Bu acayip ve garip bir oyun­

du. Silen kay.bediyor, ezen kazanıyordu. Evet

(25)

işimize geldiği ·vakit, clki kere iki dört eder» di­

yorduk. Fakat gerçekte binin yaırısı beşyüz de­

ğildi.

Biz geçerken geriye dönmeyen bir baş, ya­

nındakini dürtüklemeyen bir baş görmüş müy­

dün? Bütün 'bunlar toptan üç celselik bir Torna ederdi. Gene içmenin yolunu buldum değil mi?

Yollara boşkoy. ıSen ağustos böcekleri ile tüyle·

rini döken kuşlara bak. Karaciğer yüzünden el­

ler yarılmış, uyuz gibi kaşınıp-durmuş boşver.

Sonuna bak işin sen. Kimi, «Şeker• der, kimi cSi­

roz> der. Tümümüz de birşeyden kıkırdamayacak mıydık? Yalnızhk da bir masalmış. Bazı eşekle­

re, cEti yenmez!ıo diye damgayı basarlaır. lnsan­

lar da eşekler gibidir. Onların da damgası var

be

kızım. Kinline «Yalnız» demişler. Kimine

«Kalabalık• demişler. Bunun dışına çıkmak için tepinmeye ne lüzum var? Torna bir isimdir. Ba­

bıali çocuklarının, basın kuşlarının meyhanesi Torna demek değildir bu. Yalnızların meydan sa­

vaşlarını verip, isyanlarını haykırdığı yerdir. On·

ların biletleri bize doğımadan verilmiş.

En güzel dünya .çocukluğumuzda kalmıştı.

Artık onu bir daha bulamaz, o dünyayı yeni baş­

tan kurup yaşayamazdık. Bir küçücük şey sevin­

memize yetişebilirdi.

Biır

siyah göğüslüklü sevgi­

liye, kalabalık bir otobüste bilet almak, eve dö­

nülen geç saatlerde pencereden sokağa bakan bir küçük kızın başı, ıbir dfütyol ağzında bir kü­

çük gülümseyiş, üç santimetrekarelik yüreğimizi fethedebilirdi. Annemiz tabağa tki patates kı­

zartmasını açıktan caba olarak koyduğu, baba­

mızın aylık harçlığımıza bir ikibuçukluğu ekledi­

ği

vakit dünyalar bizimdi. Arivederci Roma'yı,

(26)

Aıdie Lizbon'u her duyuşumda bir kibrit fazla çakmazdıım. Van Go�h'un sandalyasmda açık bırakılmış bir kitabı, sönmüş bir piponun yanına oturttuğun resme her dalışımda,

böylec::i­

ne unutkan olmazdım. Birgün çakmağımı, 1Jir­

gün beremi, bir gün pipo karıştıracağımı kaybet­

mezdim. Yeni çıkmış bir dergi, güzel bir film, iskeleye gelen bir gemi, mahalleye taşınan

bir

komşu, camide namazı kılınan bir ölü, ayağı ka·

yıp yere düşen bir adam, iyi dönen bir topaç, bulutlaıra kafa atan deli ,bir uçurtma, do.ıninoda bir bağlama, tavlada bir mars yetişebilirdi b!ze.

Çok istemesini öğrenmediğimiz o günlerde eli­

mizdekilerle yetinebilirdik. Raphael'den Corre­

gio'ya, Watteau'ya, Orhan Veli'ye,

Sait

Faik'e, Cahit Sıtkı'ya, Ziya Osman'a kadar bir yığın sa­

natçının otuz yaşını güçbela aşabilerek ölecek­

lerini bilemezdik.

Kuruluşundan bu yana yeryüzünde değişen hiçbirşey yoktu. Her akşam zili çalan bir iske­

leden kalkmak üzere olan bir vapura koşuyor­

dum. Pencere kenarında bir yere ilişip, insanla­

ra a·rkamı dönerek, demirli gemilere baka-baka, köprüden kalkan esas vapurumun aktarmasına yetişip - yetişemeyeceğimi hesaplaya - hesaplaya, biletçi Ruşen Hakkı efendi ·ne iki çift söz ede­

rek üsküdar'a geliyordum. İskeleden «Basın» di­

yip bilet vermeden ·çıkarken, bazı insanların çi­

lekeş ve yettm mesleğimize bu küçük hakkı bile çok gördüklerini, yağ içindeki trençkotuma .bir tüccar hasutluğu ile baktıklarını görüyordum.

Oysaki kıskanacak neyiımiz vardı? Nakil araç­

larına para vermeyen gazetecilerdik. Hapishane­

ye

giderken de araçlara para vermiyorduk. Bizi

(27)

kıskananlar evlerinde oturmaktan netice kanse­

rine tutulurken, mapusane çeşmeleri de gazete­

cilerle dolup taşıyordu. Kuzguncuk yollarına dü·

şerken bütün ışıklar, rbütün aydınlık günler ar­

kamda, karşı sahilde seninle birlikte kalıyordu.

Hiltonu, renkli ışıklar içinde yüzerken, Ruff par­

füm kokularına yumulurken, denizi tarayan bo­

ğaziçi vapurlarının projektörleri arasında pipo­

mu yakıyordum. Daima yorgun birgün, daima çekişmeli ve kalleşçesine bir savaşmadan dön.me­

nin bezginliği ve kırgınlığı içindeydim. Akşam··

üstlerini dolduran konuşmalarımız, kavgaları·

mız, evine bırakışlarım da olmasaydı; liman ağ­

zındaki şamandıralar, iskelelere yapışmış deniz anaları ve yosunlar kadar yalnız ve garip olur­

dum. Benim olmayışının, arkadaşlığımızın ne ol·

duğunu bile anlayaımayışımızın güzelliği ve bü­

yüklüğü içindeydim. Kuzguncuk vapurunda, eve dönülen akşamüstülermin yolcuları içinde, ar·

kaya fırlatılan bir saçın, bir magazine kapaklan­

mış esrarlı bir genç kızın çekingen ve kaçamak bakışları arasında en güzel IıŞıklarına bürünen yalılara baka-baka eve dönerdim. Param olduğu zamanlar annemle-babam iki - üç mandalina, ya·

rım kilo elma almak yetiyordu. Hiç bir akşam yalnız yemekten kurtulamadan, konuşarak, gü­

lüşüp-eğlenerek bir yemek yiyebilmekten daima mahrum olarak tek başıma sofraya çöküyordum.

Yalnızca ana�baba tarafından beklenilmenin, bi.r küçük kadınla ekmeğini paylaşamayışın, kasıkla­

rım ağrırken, baba demesini beceremeyen bir küçük çocuk gülümseyişinin saadetini duyma­

dan, bir yastığı uzun saçlı bir başla bölüşmenin mutluluğuna ermeden, radyoda güçlükle buluna·

(28)

bilen kay'bolmuş bir şarkıyla, yalnızca okuyup­

yazma ile hayat geçmiyordu. Geceler .bitmiyor­

du. Yürümüyordu. Sökmüyordu. Karşı sahiller­

deki insanların yaşamağa başladığı saatlerde, so­

ğukluğundan korkulan bir odaya kapanmaktan, yorganı başıma çekip saatlerce uyuyamamaktan, acaba bugün atladığım haber oldu mu diye hu­

zursuzlanmaktan usanıyord um.

Bütün didinmeler, talebeliğin ümit dolu günleri, bilinmeyen ve hiçbir zaman varılıp ka­

vuşulamayan büyük dağların ardındaki çiçekler gibi bizim olmadan, avuçlarımızın arasından

kay­

bolup gidiyordu. Yaşadığ�mız hayat hiçbirşeyin farkına varmadan, hiçbirşeyi gönlümüze demir­

lemeden, dizgin vurulamayan bir atın hırçınlığı, deliliği içinde alıp 'başını :gidiyordu.

« Küçük bir evimiz olacaktı!>

Daima küçük ,bir evimiz olacak denirdi. O­

dalar ,kağıt çiziklerinde, oda takımlarının, Ptu­

şambaların, halı ve kilimlerin renk1eri dab1a bulunamamış kıtalarda kalırdı. Oysaki sen bü­

yük salonlu, derinliğine uzanan odaları olan bir ev tasarlardın. Tuvallerini gerecek çerçevelerini, şövalyelerini, sehpalarını enine-boyuna yerleşti­

recek bir odan bile olmayacaktı. Alnını cama dayayıp, gözlerini her karanlığa mıhlayışında içime kahrolası bir eziklik oturacaktı. Bana ver­

diğin ilk resmindeki yazın gibiydin. «Bulmuş gibi olmasın di mi?» Hep o yazıdaki gibi kal­

dın. Hiçbir vakit bulunmuş gibi olmamıştın. A­

ranmış bir ömrün, hayat boyunca düşünülmü.�, okul sıralarında çürüyen dirseklerden, kara tah­

talar önünde terleyen alınlardan 'bu yana her saat, her saniye beklenilmiş ve çözülememiş bir

28

(29)

meselenin özü olarak

!hayatıma

karı�mlitın,

Al­

nın camın ötesine geçecekmi� gibiydi. Radyofo­

nik bir piyesin eko odasından dalgalanan bir

tren

düdüğü :geliyordu. Ben de o günün, o ışık

\ne ıgüneş dolu günün içindeydtm. Sonra bir zil sesi ile, sokaktan geçen bir adamın öksürüğüy­

le güneşli günün anısı kayboluyor, yağmurlu ve kaldırımları çamurlu bir günün buruk hikayesi başlıyordu. Çok zamanlar, bu koca şehir avucu­

mun içine düşmüşcesine küçülüyordu. Işıklar içinde, geceleri hiç uyumnayan, caddelerinde hep şarkılar söylenen, danslar yapılan koca-koca şeıhirler düşünüyordum. Oysaki istihbarat oda­

mızın dumanından, durmadan çalıp-duran tele­

fonlarından kurtulamadığımı, bu hayatın bir

af­

yon tutkusu gibi bizi bırakmadığını, bu hacizli ve parsellenmiş zaman süresinin dışına çıkama­

yacağımı .biliyorum. Bazen camını tıkırdatmak, bazen kapını omuzlayıp baş ucuna dikilmek, as­

kıdan kahverengi kadife mantonu alıp dışarı

fır·

lamak istiyorum. Resimlerinden, çini mürekke­

. binden, klişelerinden kurtarmak, onları hatırla­

yamayacağın kadar uzağa götürmek istiyorum.

Köşeyi dönerken, «Ne alalım?» demeliyim, «Ev­

de birşeyler vardı, istersen biraz pastırma ala­

lım» demelisin. Sonra her zamanki berrak gülü­

şünle ekleyivermelisin: «Tavuklar benim için yumurtluyor.» «Horozlar sana çalışıyor» dedi­

ğimde gülmeliyiz.

Dileklerimizin dışında kalan, bizi dört yönü­

müzden kıskıvrak bağlayıp tutsak eden, bildiği­

miz ve düşünebildiğimiz gerçeklerin dışında ka­

lan birşey vardı. Arzulasak da, ıbirçok şeyi eski

güzelliği ile, eski 'büyüklüğü ile 'bulamayacağı-

(30)

mızı, eski zevklerimizi alamayacağımızı biliyor-· duk. Deniz kenar�ndaki o kahveye artık gidemez­

dik. Çaylarımızı arap ıgarsondan isteyemezdik.

Bir tahta iskemlede, bir kocaman duvara baka - baka birdenbire akşamın oluverdiğini görerek şaşıracak günlerimiz ·öylesine arkada kalmıştı ki. Ayaklarımız istese de artık o kahvenin yolu­

nu tutamazdık.

O

saatler, küçük zaman sürele­

rinin dışına ·taşarak, herhangi bir insanın bütün hayatını kaplayabilecekmişcesine büyük duygu­

ları eritip yitirerek geçip-gitti. Artık ne sen, be­

nim en küçük hakkımı tanıyabilir, ne de bu hakka hürmet edebilirdin. Ne de ben seni artık eskisi gtbi ıhaciz altında tutabilirdim. Artık

bü­

yük bir rahatlıkla en küçük karışmalarım için,

«Kocakarı» diyebilirsin. En büyük dileklerle ar­

zulasak bile, artık hiç ayrılmadan, hiç susmadan günler boyunca, geceler boyunca bir arada ka­

lamayız. Bir taşıt vasıtasının normal seferi gibi, bir dolap beygirinin değişmeyen çıngıraklı se­

ferleri gibi, bizim bağımızın da yumağı, çilesi doldu. Ve öylesine yorulduk ki, onu yeni baş­

tan sarıp, yeni baştan düzenlemeye gucumuz kalmadı. üstümüzden silindirler geçmişcesine yorgun ve bitikiz. Elma yerken, kabuklarını tü­

tünüm için saklayıp-kurutmak, kitaplarımın ora·

sını-burasını okurken birden görünecek küçücük notlar koy.mak, yazılar sıkıştırmak içinden geçe­

mezdi artık. Birgün kucağındaki kedinin; yüzü·

nü, kollarını tırmık içinde bırakan «Çapkın»ın rahat vermediği bütün telefon konuşmalar.ı.mı­

zın, dolaplarımıza bıraktığımız dörder-beşer sa·

tırlık mektuplarımızın da biteceği gün gelecek, bir yabancı birgün seni alıp gidince, benim ger-

(31)

çek ve büyük olan, hiç değişmeyen yalnızlığım yeniden başlayacaktı. Evlendikten sonra da ar­

kadaşlığımızın devamı için olan bütün arzuların bir masaldan ibaret kalacak, belki de seninle bir daha hiç karşılaşmayacaktık. ·Belki de bir daha seninle hiç bir vakit düşen tansiyonundan, l(ıza·

ran yanaklarından söz açamayacaktık. Dikmesi­

ni unuttuğun, kopmak üzere olan •bir düğme, bir sökük için seni utandıramayacaktım.

Hayatı, yaşamayı kocaman bir zaman süre­

sinin kıskıvrak büzülmüş kolları arasında düşün­

memize de yer yoktu. Birkaç ay önce yaptıkla­

l'lımıza bile yeni baştan dönemezdik, onları ye!li baştan yaşayamazdık artık. Beyaz ·hırkalı bir kızla, gamsız bir delikanlı Kanlıca'da yoğurt yi­

yemezdi. Burgaz adasında, Kalpazan Kaya'da ko­

cayemiş toplayamazdı. Domuzluk olsun diye, ço­

cuk bardağın di.bindeki çayı, kızın kucağına dö­

kemezdi. Kaşığı kızdırıp eline süremezdi. Kız eteğini kurularken beyaz jüponu gözükmezdi.

Büyük anları, büyük anıları olan gençlik günleri kuyruklu yıldızlar gibi kayıp-kayıp gidi­

yordu. Günlerin geçişinden bizi kıskıvrak bağla­

yıp eritmesinden, yok etmesinden de önemlisi için-için eksilmemiz, her geçen gün bir yeni ya­

şama güvencimizin, kuvvetimizin azalmasıydı.

Yüreklerimiz param-parça oluyor, eskiyor, yaşla­

nıyordu artık. Hayallerimizin, beyaz bir yelke­

nin peşine takılıp ufukları yırtacağı yaşlar geçip gidiyordu. Birgün bu masalın da perdesi inecek, bu masalın da alkışı duyulacaktı. Seyircisiz bir salonda, hiçbir zaman anlaşılamamış bir aktö­

rün, en güzel ve en büyük rolü için ıslıklanmış

yuhalanmış bir sanatçının acısını duyacaktık.

(32)

Birgün ikimiz de birbirimize çok benzemenin çuvallayışı için de küskün ve kırılmış, ezilmiş ve tükenmiş olarak, bilmediğimiz, hiç yürümediği·

miz acayip yollara düşecektik. Sen yüzündeki kı·

rışıklıklardan, şakaklarındaki aklardan, ben pi·

pomun dumanlarından korkacaktık. Birgün yal·

nızlığımdan ürkecek, yalnızlığımızdan dört taraflı zatürre olacak kadar ürperecektik. Birgün gemi·

lerin bağlanamayacağı yosun tutmuş liman şa.

mandıralarına, birgün kekik kokularından başla­

rı dönmüş kayalıklara benzeyecektik. Ve en gü­

zel dünyanın çocukluğumuzda kaldığını, en gü·

zel dakikaların o vır·vırlarla, birbirimizi yiye­

rek, yamyamlar gibi yiyerek geçirdiğimiz zaman­

larla birlikte kaybolup yok olduğunu anlayacak­

tık. Ve ;birgün gururlarımıza esir olmanın acısı­

nı, çuvallayışımızı, il:gilerimizi cömertçe dağıt·

tıklarımızın iki pul etmeyişini görmekle anlaya­

caktık. lçimizde ,derinlerimizde bu gecikmiş an­

layışlarımızın ağıtını duyacaktık. Ve hepsinin üs·

tünde, bütün bunları «Gık» diyemeden kabullene­

cek, benimseyecektik. Sonra perde büyük bir al­

kış içinde inecek, ışıklar yanacak, salondan bir­

birlerini hiç tanımamışların umursamazlığı, ya­

bancılığı içinde çekip gidecektik.

-VII-

Hüseyin Rahmi'nin cadaloz kainvaldelerine nazire yapmaktan başka şey bilmeyen, güzel ve iyi şeylerle bütün kılları diken-diken olan bay·

kuş sesli, kerkenez kılıklı annen. Seni delik bir

kuruş gibi parmaklarında oynatan, seni kirli bir

kartopu gibi avuçlarında eritebilen, yok eden

heykeli dikilisi annen. İnsanları yalnızca çulları

(33)

ile, banka hesapları ile, gömlek renkleri ile ölçe­

bilen, baremin en yüksek derecesindeki kocası­

nın imkanlarını baremin en küçük derecesi ile hayata başlayacak olan damadında aramaya kal­

kan, bunu şart koşan annen, ve bütün bunlara aptalca, körce, çocukca ayak uyduran, o kirli ve çamurlu gururuna esir olan sen. ömrü boyunca vesayet altında kalmağa mahkum, bir koyun gi­

bi güdülmeğe mahkum olan sen. üç meteliğe ta­

pan, kul olan, boyun eğen sen. Dünyayayı, yaşa·

mayı, güneşi, gülmeyi, ağlamayı, gelip-gitmeyi, koşmayı-durmayı yüzlüklerin dörtgeninde bulan sen gözlerime bakmıyordun. Bakamıyordun. Bir şort gibi ters-yüz edilebiliyordun. Bir patates ka­

dar rahat soyulabiliyor, bir havuç kadar kolay­

lıkla kızartılabiliyordun. ·Oysaki mutluluk satın alınamıyordu. Onun için savaşmak, çile çekmek gerekiyordu. Ve oysaki senin için çekip gitmek en kolayı idi. Sen «eyvallaıh» demeden gidecek·

tin. Ben «Güle, güle kızım.» demeyecektim. «N'­

olur gitme» demeyecektim. Sana kafamı çevirip elimi bile sallamayacaktım. Yaşadıklarımızı ya­

şamıştık. Yaşamadıklarımızı dersen, onlar bizim değildi. Ve bizim olmayan şeyleri adamak, k<ır­

şılıksız çek vermekten de kolaydı.

- VIII -

Sarı bir kız küçük bir masaya abanmıştı.

Sırılsıklamdı. Saçlarından ısular dökülüyor. Elle·

ri üşümüştü. Yerinde duramıyordu. Çenberini kaybeden. bir okul kaçağı gibi tepiniyordu. Her­

kes başına üşüştü. Kimisi mantosunu silkeledi.

Kimisi zile basıp çay ısmarladı. Bütün muhabir­

ler çıkartacakları haberleri unutmuştu. Ben ka-

33

(34)

pıdaydım. Ellerim herzamanki gibi cebimdeydi.

Limanı düşünüyordum. «Ankara> batıakdeniz seferinden dönüyordu. Garanti gene bir miktar tabanca mermisi çıkardı. Gümrüğü yoklamalıy­

dı. «Bu bir> diyordum. «Moulen Rouje» opere­

tinden yirmiiki kız geliyordu. Ayak üstü bir

rö­

portaj ola.bilirdi. <eiBu iki» diyordum. Gözleri kestane gibiydi. Dolmabahçe yolundan yürürken pat diye yere düşen ve hemencecik açılıveren kestaneler gibiydi. Şehir hatlarında biletlere zam yapılmak ihtimali vardı. Bankanın kodamanla­

rına telefon etmeliydim. «Bu üç» diyordum. Bir anda gözlerine takıldım. «Benimle oynar mısın küçük?» demek geçti içimden. Bu kadar adamın içinde söylenmezdi bu. ikimizi de tefe koyarlar­

dı. Sözüm içimde kaldı. Odaya dalan bir muha­

bir, « Irak Maarif Nazırı Hilton'da. Demeç alma­

ğa gidiyorum, gelen var mı?» dedi. Bütün çocuk­

lar dışarı fırladı. Sen en öndeydin. Sırılsıklanı­

dın. Hasta olacaktın. Kolundan tuttum, «Gitme ! • dedim. Gözlerime baktın. İsyan vardı. «Gitmeye­

ceksin! > dedim. Pencereden dışarıya baktın.

Gırtlağına kadar dolu bir belediye otobüsü vira­

jı alıyordu. 1ki saatlik nöbetini bitirmek üzere olan trafik polisi Recep Dikmen'in kolu, binyüz­

ellisekizinci defa havaya kalktı. Yedi saattenberi bilet kesen Hüseyin binüçyüzyetmişinci defa,

«Biletsiz kalan olmasın» dedi. Başını önüne eğip,

«'Söyle! » dedin. Söyleyemezdim. Seni niçin alı­

koyduğumu, niçin alıp da herhangi bir yere ka­

çırmak istediğimi söyleyemezdim. «Al beni Babı­

alinin kaldırımlarına vur ! " diyemezdim. Doğra­

salar kesseler söyleyemezdim. Masaya kapaklan­

dığın zaman herl,rns etrafında dönerken bile.

(35)

«Dünyada ağlamana değen ne olabilir?» diyemez.

dim. Tunel turnikesinden başka kıskaca girme · yen bir kızdın. Kendine göre, o çınçırık yüreğine göre, değer yargıların vardı. Yüreğin gözlerinde atıyordu. Gözlerinden çocuğum olabilirdi. «Nere·

ye götüreceksin? > dedin. Bilmiyordum. Düşün­

memiştim ıhiç bunu. İnsanlardan, siyah göğüs- 1üklü Maarif memurlarından, çatık kaşlı şube müdürlerinden, o suratsız ve astık-kestik hade­

melerden kaçmak istiyordum. Dönen her teker­

lek yüreğimden geçiyordu sanki. Eziliyordum.

«Sen beni götür.» dedim. Ve gittik. Artık

ne

ak·

şanı gazeteye götüreceğimiz haberleri düşünen vardı. Ne de yarın atlayacağımızı.

Vapurda hiç konuşmadık. Tırnaklarınl3. oy­

nayıp-duruyordun. Kalıbımı basarım, «BU i�

na­

sıl oldu? » diye için-içini yiyordu. Bu iş olmuştu kızım. Bana sorsan, «Olan ne? :o derdim. Ne ol­

muştu? Şehirden kaçıyorduk. İnsanların kalleşli­

ğinden, kancıklığından küçük yürekliklerinden kaçıyorduk. Bunalmıştık. Boğuluyorduk. Tran­

vay çançanlarından, trafik ışıklarından tiksini­

yorduk. Vapur, iskele, çıkış. Adanın en arkası.

Hepsi bundan ibaretti. Topuğun kırılmasın diye koluma girmiştin. Sonra hiç çıkmadın. Topukla­

rın kırılmamı�tı. Fakat avucun kolumda kalmış­

tı. Oturduğumuz kayanın altındaki martıyı gös­

terdin. «Bir saattir orada, kıpırdamadan duru·

yor.» Martı, örfi idareye bağlı bir neşriyat mü­

dürü .gibi, gözlerini kırpmadan düşünüp duru­

yordu. Binlerce deniz anası kayaların üzerinde tortulaşmıştı. Açıktan bir balıkçı gır-gırı geçti.

Yünden başlıklı bir reis ayaklarının arasına sı­

kıştırdığı dümenin başında bakıyordu. Aynı anda

(36)

Beyoğlunda Mehdi dayının kahvesinde iki aktör oturuyordu. Aktörlerden birisi: cBiz sigara içme­

yiz, sigara yeriz. Hırslandıkça elim pakete gidi­

yor birader! » diyordu. Şişmanı üfleyerek yapı�­

tıracaktı. «Altı nüfusluyum. Yirmidört senelik sanatkarım. Elime dörtyüzkırk lira kalır. Ben ço­

cuklarımın gıdasını veremezken, ev sahibime ki­

ralarımı vaktinde ödeyemezken, nasıl seyircinin karşısına çıkar da Hamlet'i, Pergynt'ü oynayabi­

lirim? Ben nasıl Syrano olabilirim? Ben kendi�

Syrona olmuşum.»

Mehdi dayının kahvesinden otuziki metre ilerdeki dolmuş durağındaki bir otomobilin rad­

yosunda, «Ölürsem yazıktır! » çalıyordu. Fatih şöförlerinden 10548 plilka numaralı Nasrı Ke­

babçı bir müşteriye, '"Bu araba benim değil kar­

deşim. Ben araba-araba dolaşıp borç para toplu­

yorum. tkiyüzaltmış lira lazım. Dokuzyüzellibir doçum vardı. Yirmigündür tamirci Durhan'da yatıyor. !ki gündür lokma yemedim. Hn·slanıyo­

rum be birader. Altmışbir liralık karbür.'3.töre yüzlük isterler. Yirmialtı liralık ekzantirik zin­

ciri sekseniki liraya, On liralık aksin torn:ısı o·

tuzbeş lira.» diyordu. Ve aradan yalnızca oniki gün geçti. Artık sarı kızın adı Berna'ydı.

"Dün

gece neden .geçmedin? Hep pencerede bekledim.»

diyordu. Oysaki biliyordu. Islık çalarak pencere altlarından .geçerek, perde aralarında gölgeleri sayacak yaşım çok arkada kalmıştı. üstelik ar­

zusuzdum da. Martıdan aktöre kadar bütün dü­

şünenlere kızıyordum. İnsanlara ilan-ı harbim vardı. İnsanlarla divan-ı ıharbim vardı. Aldırma­

yacaklarını, beni takmayacaklarını bile-bile

is­

yan bayrağını çekmiştim. Bern§. birşeyler söyle·

(37)

yip duruyordu. Duymuyordum. Şimdi ben, d ün röportajı için gittiğim Küllük kahvesinin dakika­

larını yaşıyordum:

«Cebinde sarı-sarı kağıtları olurdu. » dedi kahveci. «Şu kırık masaya oturur birşeyler ya­

zar-dururdu. Saip mi neydi adı? Tabağına kahve dökülen fincandan içmezdi. Gelmez oldu bu ya­

kınlarda. Patlak gözleri vardı. Mübareği özledim.

Unutma yaz. Belki okur da gene gelir. > Garso­

nun özlediği Saip, bizim Sait Faik'ti. «Kahvecin seni bekliyor Sait ağabey, yarın bir uğrayıver.»

Berna, «Hangi kahveci? > diyor, «Sait de kim?"

Kahveci kafamda devam ediyor. «Her kahve markasından bir hissem var kardeş. Bildin ya iş­

te ekmek parası. Sen yaz işte birşeyler. Eskidl'Il gelenler gelmez oldu. Kimi ,çay içerdi, kimi kah­

ve de. Akşam olunca da hepsi evine giderdi. » de.

«Olmaz mı yani? Ne yani?» Olurdu, ne vardı ol­

mayan? Gönüller geniş değildi ama. «Sapıttın galiban dedi Berna, «Kendi-kendine konuşmağa başladın artık.» Bir yanda gençliğinin, umursa­

mazlığının bütün dörtnala koşması ile parılda·

yan kestane gözler. ıBir yanda kahveci. Sait ağa­

bey. Dolmuşcu Nasri. Aktörler. Muhabirler. «Ö­

lürken bile gülersin> diyor Berna. Birden ölümü düşünüyorum. Güler miydim acaba? Değer miy­

di? !ki satırlık bir haber için, bir atlatış çok d8- ğil miydi acaba? O kıçıkırık haberini kaç kişi o·

kuyacaktı? Bir gazetenin ömrü yirmidört saat·

tir. Yirmibeşinci saat yeni haberler başlar yav­

rum. Patronunun bile haberi olmayacaktı bu iş­

ten. Birinci sayfaya beş sütünu çektiren o sür­

manşetli haberinin yanında, iki taka gazetenin attırık sahifesindeki iki satırcık keçi kılı ihracı

37

(38)

haberinin hesabını soracaklardı. «Neden atladın.

haberin yok muydu?» diyeceklerdi. Sen susaeak­

tın. O basit şeyi yazmağa lüzum görmediğini söy­

leyemeyecek, o başarının yanında bir küçük at­

layışın ne önemi olduğunu soramayacaktın. Sana bunun için kızdığımı, bu işin burada bittiğini söyleyemezdim. Her saat binlerce meydan mu­

harebesi olurdu yüreğimde. ölenlerin hesa::ıını ben de bilmezdim. «Ölürken bile gülersin ! » Ku­

laklarımda hep bu katmerli söz çmlaylp

duru­

yordu. öldüğümü bilerek kıkırdarsam belki gü­

lerdim. Dalgakıranın ucundaki fener, bütün ko · yu, bütün sahili güzelleştiriyordu. Feneri kalJll'­

san ne köy, ne de bu sahil böylesine güzel olma­

yacaktı. Ucunda plak çalınan bir çıkmaz "okağı dolduran bir şarkı, perdesiz ve kafesli b:r pe11- cereyi dolduran yeşil bir fesliyen gibi, fener de insanın gönlünü ışıklandırıyordu. İskelenin zili sustu. Vapur kalktı. Geciken iki kadın demir parmaklıkları yumrukladı. Memur sırtını

dön-­

müştü. Çımacıyla konuşuyordu. Kadınları

du y ­

mamazlıktan ıgeldi. Bunca yıllık iskele memu­

ruydu. Koşanların ardı alınmazdı. Fenere

baktı.

Odasına gitti. Dalgalar kızın ayaklarını

ıslcı tı·

yordu. Ve vapurlar alabildiğine düdük çalıyor­

du. Birazdan sen de evine giderdin. Babanın kahvesini yaparken iki satır söz ederdiniz. Abla·

nın çizdiği ev planlarına bakardın. Sonra yatar­

dınız. Ben yalnızdım. Ne kahve pişirenim v1rdı.

Ne yoluma bakan. Ne de kiminle olduğumu

so­

ran. lBen yapayalnızdım. Saçakaltlarında kuyr u­

ğunu titreten uyuz kediler, surdiplerinde kemik paylaşan köpekler gibi, iskele diplerine yapışmış midyeler misali, liman şamandıraları, telgraf di-

38

(39)

rekleri gibi yalnızdım. Yüreğim bir bozkırın, bir açıkdenizin uğultusu içindeydi. ıBu uğultu insa­

nı öldürebilirdi. Sen olmasaydın uğultularını ar­

tardı. ·Bazı günler telefon ederdin. Santralcı kız,

«Yok» demezse, «Gelir misin bugün? > derdin.

«Gelirim» derdim. Sonra çocuklardan borç para alırdım. Kim gelirse önüme. «Yok» diyen de oi mazdı. Hemencecik .buluverirlerdi. İçime bakın­

ca yalnızlığımdan ürküyordum. Dün pencereyi dolduran kız gitmişti. Birgün baktım balkonlu yalıda kimse yok. öbürgün sen. Sonra birden ba­

kacaksın ki hiç kimse kalmamış. Alan-almış,

sa­

tan-satmış olacak. Napacaksın o vakit? Hiç bi;:

gün içine seni 'bekleyecek bir insanın girmeye­

ceği, senden .başkasının sevgisini görmeyen

nıla­

nın; yalnızlığınla rutubetlenen, sukoyuveren du­

varları arasında sessiz-sedasız, tepine-tepine ölüp gideceksin. « İktisadi istatistikler, güzel kadınla­

rın bikini mayolarına benzer. Asıl mesele gözü­

ken değil, saklı kalandır. » Güzel laf etmiş herif.

Birincilik değil mi? Haydi resim altını da hazır­

la. «Dün şehrimize gelen iktisatçı Mister Lang­

lung . basın toplantısına çok güzel bir espri ile başladı.» Az sonra telefon çalar. « Hayır!» dersin.

«Bu akşam çıkamayacağım.» Canın istememiştir.

Yoksa bal gibi çıkardın. Halbuki dün kadına ne kadar asılmıştın. Dakikan-dakikana uymaz senin be adam. tstihıbarat odasında yedi kişiydik. Beş sandalyamız vardı. Penceremiz bir tütün depo­

sunun nikotin haykıran sarı duvarlarına

açı l ı r­

dı. Şöförlerin lastik tevziatını birinci sahifeye

ayırdım. Hikmet Küçüğün idam cezasını otuzal ­

tı siyah puntodan üç sütuna salladım. İstihbarat

Şefi izindeydi. Onun yerine haıberlere başlık ati-

Referanslar

Benzer Belgeler

Horizontal göz hareketlerinin düzenlendiği inferior pons tegmentumundaki paramedyan pontin retiküler formasyon, mediyal longitidunal fasikül ve altıncı kraniyal sinir nükleusu

Yol olsan kimse geçmez Elin adamı ne anlar senden Çıkarsın bir dağ başına Bir ağaç bulursun Tellersin pullarsın Gelin eylersin Bir de bulutları görürsün Bir de

Lâfonteıniıı masalları Tercüme eserlerden bu sü­ tunlarda bahsetmemek hu­ susunda önceden verilmiş ka­ rarım

Kronik otitis media nedeniyle arka duvar rekonstrüksiyonu ve kavite obliterasyonu yapılan 230 hasta retrospektif olarak incelenmiş ve elde edilen sonuçlar sunulmuştur..

Uzun yıllar çağdaş, çoksesli ve evrensel müzik dünyasında ge­ rek besteleriyle, gerekse orkes­ tra kurucusu ve yöneticisi, aynı zamanda bir müzik pedagogu olarak

“Etkinlik Noktası 2 Menekşe Kibrit Fabrikası ve Yakın Çevresi Canlandırma” Ulusal Öğrenci Mimari Fikir Projesi yarışması düzenlenerek bu yapının ve kentsel

oluşturulmuştur. Bu hedefleri gerçekleştirmek için bünyesinde bulunan varlıkları yatırım yapmak ve yönetmekle görevlendirilmiştir. UVF’ ler Özelleştirme

Yeni ve eski tüm dikotomiler ve tüketim teorileri içinde gündelik yaşam konut içinde zamana yayılan ve sıradan kabul edilen yaşamın mad- desel doğası