• Sonuç bulunamadı

Anayurt Oteli. Yusuf Atılgan. Yapı Kredi Yayınları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Anayurt Oteli. Yusuf Atılgan. Yapı Kredi Yayınları"

Copied!
102
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Anayurt Oteli

Yusuf Atılgan

Yapı Kredi Yayınları

(3)

Yusuf Atılgan

1921'de Manisa'da doğdu. Manisa Ortaokulunu (1936), Balıkesir Lisesi'ni (1939) ve ikinci sınıftan sonra askeri öğrenci olarak devam ettiği İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi (1944); A.

Nihat Tarlan yönetiminde hazırladığı bitirme tezinin konusu "Tokatlı Kâni:

Sanat, Şahsiyet ve Psikoloji" idi. O dönemde Akşehir'de bulunan Maltepe Askeri Lisesi'nde bir yıl edebiyat öğretmenliği yaptı (1945). 1946'da Manisa'nın Hacırahmanlı köyüne yerleşti ve burada çiftçilikle uğraştı.

1976'da İstanbul'a döndü; 1980'den sonra Milliyet (daha sonra Karacan) Yayınlarında danışmanlık ve çevirmenlik, kısa bir süre de Can Yayınları'nda redaktörlük yaptı. Üzerinde çalıştığı Canistan adlı romanını tamamlayamadan kalp krizi sonucu Moda'dakı evinde öldü (9 Ekim 1989).

Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı ve modern Türk edebiyatının önde gelen ustaları arasında yer aldı. Anayurt Oteli 1987'de Ömer Kavur tarafından aynı adla sinemaya aktarıldı. 1955'te Tercüman gazetesinin öykü yarışmasında "Evdeki" öyküsüyle (Nevzat Çorum adıyla) birincilik, "Kümesin Ötesi" öyküsüyle (Ziya Atılgan adıyla) dokuzunculuk kazandı. Aylak Adam romanıyla 1957 58 Yunus Nadi Roman Armağanı'nda ikincilik ödülü aldı. Ölümünün ardından Yusuf Atılgan'a Armağan (1992) adlı bir kitap yayımlandı.

Kitapları:

Roman: Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973), Canistan (2000).

Öykü: Bodur Minareden öte (1960), Eylemci (Bütün Öyküleri; 1992).

Çocuk Kitabı: Ekmek Elden Süt Memeden (1981). Çeviri: Toplumda Sanat (K. Baynes; 1980).

(4)

Anayurt Oteli

İstasyona yakın Anayurt otelinin kâtibi Zebercet üç gün önce perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının o gece kaldığı odaya girdi, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu. Işık yanıyordu. Sırtını kapıya dayayıp çevresine baktı. Kadının bıraktığı gibi duruyordu her şey: yatağın ayakucuna doğru atılmış yorgan, kırışık yatak çarşafı, terlikler, sandalye, başucu masasındaki gece lambası, bakır küllükte bitmeden söndürülmüş iki sigara, tepside çaydanlık, süzgü, çay bardağı, kaşık, küçük bir tabakta beş şeker (altı şeker koymuştu o gece bir çay içebilir miyim acaba demişti odaya girince üçlük çaydanlıkta demlemişti çayı bir elinde tepsi kapıyı vurmuştu girin yatağın kıyısında oturuyordu paltosunu çıkarmış kara kazağı iri yuvarlaklı gümüş kolyesi bakmıştı zahmet oldu size sonra o köye nasıl gidileceğini sormuştu öyleyse saat sekizde uyandırın beni lütfen olağan bir şeymiş gibi nüfus kâğıdım yok demişti... Kokuyu ertesi sabah o gittikten sonra odaya girerken duydu; kapıyı çabucak kapadı; ışığı söndürmemişti giderken. Karyola demirindeki havluya, yatağın ayakucuna atılmış yorgana, kırışık yatak çarşafına, terliklere, sandalyeye, başucu masasındaki gece lambasına, bakır küllükte bitmeden söndürülmüş iki sigaraya, tepsideki çaydanlığa, süzgüye, çay bardağına, tabaktaki şekerlere baktı, saydı: "Tek şekerli içiyor çayı." Ama o koku yoktu; belki dün gece de yoktu; oysa kadın [o sabah küçük deri valizini yere bırakıp çantasını açarken ne kadar borcum diye sormuştu üstü kalsın yüzüksüzdü elleri çok teşekkür çay için de valizini aldı gitti] gideli kapısı hep kapalıydı, kilitli, anahtarı cebinde; yalnız bütün gün bekledikten, dışarıdakiler döndükten, sokak kapısını kilitleyip demirledikten sonra geceyarısı (çalınmıştı kapı gidip açmıştı paltosunun önü açık valizi elinde çantası omzuna asılı odanız var mı yürümüş anahtarı almıştı askıdan) salonun ışığını söndürüp odaya giriyordu üç gecedir), karyola demirinde kadının unuttuğu havlu, sırma püsküllü vişneçürüğü perde, lavabonun üstünde duvara asılı iki ucu çiçekli değirmi ayna (da gördü kadının gittiği sabah yüzünü her şey aşağıya çekikti yüzünde;

kaşlarının uçları, ağzının iki kıyısı, burnu. Uzun süre baktı; oysa haftada üç kere tıraş da olurdu. Küçük, dört köşe bıyığı. Kadının baktığı işte bu yüzdü o gece [çay tepsisini bırakıp çıktıktan, dış kapıyı bir daha kilitleyip demirledikten sonra çalar saati her sabah altıda uyandığı halde altıya kurdu;

ışığı söndürdü; saat elinde kapının önünden geçip muşamba kaplı

(5)

merdivenleri gıcırdatmadan çıkarak tavanarasındaki iki odanın biri;

ortalıkçı kadının odası; ter kokar. Çok uyur kadın, erkenden yatar. Sabahları sarsa sarsa kaldırır. Çoğu geceler bu odaya girer, kadının yanına uzanırdı.

Çıkarırken uykusu bozulmasın diye donsuz yatar, bacaklarını da biraz aralardı kadın. Okşarken, üstündeyken bile uyanmazdı. Kimi zaman memesini ısırırdı; 'of köpek' ya da 'hoşt köpek' derdi uykusunda. Üstünden inince bir mendille silerdi kadının orasını> ne, kendi odasına girdi; saati başucuna koyup soyundu, yattı. Az sonra caddeden geçen bir arabanın titrettiği yatağında doğruldu: ayaklarını yıkamayı unutmuştu. Her gece yatmadan ayaklarını yıkardı. Kalktı, ayaklarını yıkayıp döndü; bir süre yatağın kıyısında oturdu. "Kilitlemediyse kapısını, biri açarsa yanlışlıkla."

Giyindi, çıktı. Merdivenleri gıcırdatmadan indi, kadının kapısı önünde durdu. Anahtar deliği karanlıktı; soluğunu tutup dinledi, yüreği çarpıyordu.

Yuvarlak, kaygan tutamağı yavaş yavaş, dura dura sağa doğru çevirdi, omzuyla yokladı kapıyı: kilitliydi. Soluğu düzeldi. Tutamağı gene yavaş yavaş, dura dura sola doğru çevirdi, bıraktı. Merdivenleri ağır ağır çıktı;

ortalıkçı kadının odasına girdi, ışığı yaktı. Yorgan kıpırtısızdı; beriki ucunda iri ayakları dışardaydı, tabanları karamsı. Işığı söndürüp çıktı, kapıyı kapadı. Odasına girip soyunmadan yatağa uzandı; bütün gece, uyumadan, saat çalmayabilirdi, uyuyakalırdı belki ve o sabah. Sekize doğru çay suyunu ispirto ocağına koydu. Tam sekizde kapıya yaklaştığında durdu, biraz daha uyuttu; kapıyı vurdu. 'Evet, kalkıyorum.' Çayı demledi. Boyunbağının düğümünü düzeltti, koltuğuna oturdu. Önünde kalın kayıt defteri duruyordu. Adını soramazdı artık, gidiyordu. Odanın kapısını çekip kapamış yaklaşıyordu: kara saçları, önü açık kahverengi paltosu, duman karası çorapları, kısa topuklu ayakkabıları. Küçük deri valizini yere bırakıp çantasını açarken 'Ne kadar borcum?' diye sormuştu. 'Üstü kalsın.' Yüzüksüzdü elleri, uzun tırnakları açık pembe. 'Çok teşekkür; çay için de.' Valizini almış gitmişti. Kadın dış kapıdan çıkınca o adam girmişti, elinde küçük deri valizi. Kemiksiz gibiydi yüzü. 'Odanız var mı?' 'Evet.' 'İyice bir oda olsun lütfen. Şu giden kadının kaldığı odayı...' 'Odasını bırakmadı efendim, kalacak daha.' 'Peki, başkası olsun.' Cebinden nüfus kâğıdını çıkarıp defterin üstüne koydu. 'İşiniz?' 'Emekli subay yazın.' Askıdan anahtarı alıp uzattı: 'İki numara, ikinci katta, merdiveni çıkınca solda.' Üç gündür öğle sonları, geceleri salonun köşesinde oturup gazete, kitap okuyordu adam; sigara içiyordu. Kapının her açılışında kısaca bakıyordu.

Geceleri on birden sonra çıkıyordu odasına. Dün gece küllüğü döküp yanına

(6)

bıraktığında soracak gibi olmuş, sormamıştı. Bu gece sordu. Geç dönmüştü dışarıdan; geçerken önünde durdu; rakı kokuyordu. Yüzüne baktı. 'Bıyığınız yakışıyordu size.' Alay mı ediyordu? Bu sabah tıraş olurken bıyığını kesememişti. Gülümsedi. 'O kadın çıkmıyor mu odasından?' 'Hangi kadın?' 'Şu benim geldiğim sabah, cuma sabahı kapıda...' 'O mu? Gitti efendim, dün sabah.' 'Gitti mi? Nereye?' 'Söylemedi; bilmiyorum.'), aynanın sağındaki askıda otelin havlusu, tavanda kurşun borunun ucundaki abajur, sağ duvarın ortasındaki kalın çerçeveli resim: Geniş, süslü bir sedire uzanmış, tüller içinde, iri kalçalı, iri memeli bir kadın; iki yanında ellerinde yelpaze yarı çıplak iki zenci kız. 'Çalımına bak şu sömürgeci kapatmasının' demişti Dişçi. Eskiden bir gün babası bitpazarından alıp getirmiş, buraya asmıştı.

'Oğlum Zebercet, ben ölünce olur olmaz kimselere vermezsin bu odayı. Bir otelde böyle bir oda gerek.' Sırtını kapıdan çekip yürüdü, resmin önünde durdu; bir süre baktı. Dönüp aynaya yaklaştığında o adamın kaldığı üstteki odadan tıkırtılar geliyordu. Dinledi: tahta gıcırtısı, su sesi. "Yüzünü yıkıyor olmalı. Kustu mu?" Sesler kesildi. Aynaya baktı: bıyığı yerindeydi; ama burnu biraz yukarı kalkmış gibiydi. Geri dönüp yatağa doğru yürüdü, başucu masasının yanında durdu. Yastık örtüsünde karamsı lekeler vardı.

Ne yapmaya gitmişti o köye? Bir kesiklik duydu dizlerinde; karyola demirine tutunurken elini çekti; yürüdü. Işığı söndürmeden kapıyı açtı, çıkıp kilitledi. Merdivenleri çıkarken ikinci kattaki iki yataklı odada bir adam horluyordu. Üçüncü katta sofanın ışığını söndürdü; 6 numaranın kapısı önünde durdu, içeriyi dinledi; ses yoktu. Tavanarasına çıktığında karşıda, yerde bir çift göz parlıyordu: otelin kedisiydi bu.

Kasaba:

Ya da kent. Doğudan geliniyorsa, gündüzse, tren yavaşladığında karşısındakiyle konuşan ya da gazete okuyan biri nereye geldiklerini görmek için başını sola çevirdiğinde birden ürperir: yarı belinden sonra yükselen dimdik kayalarıyla koskoca bir dağ trenin üstüne devriliyor gibidir. Kasaba (ya da kent) minareleri, ağaçlı, geniş sokaklarıyla bu dağın eteğinde yayılır. (Geniş sokakları, parkları, arsaları oluşunun nedeni 'Yangın'dır. 1922 yılı Eylül ayı başlarında Yunanlılar giderayak burayı yaktılar. Yaşlı adamlar 'Her mahalleden eli silâhlı bir tek erkek çıksaydı yanmazdı burası' derler. Çoğu dağa kaçtı; bütün gün bütün gece aşağıdaki

(7)

büyük yangını seyretti.) Önünde, kuzeyinde yeşilli sarılı bir ova uzanır; bu ovadan yazın ağır ağır, döne döne, kışın yayıla yayıla, bulana bulana bir ırmak akar. Üzüm bağları, pamuk, buğday tarlaları ve büyük köyler vardır ovada.

Otel:

İstasyonun arkasındaki alandan ana caddeye çıkan sokağın karşısında, eskiden zengin Rumların da oturduğu bir semtte olduğu için yanmadan kalmış yapılardan biri, üç katlı bir eşraf konağı. (Keçecilerin Rüstem Bey Yangın'dan bir süre sonra İzmir'e yerleşince eskiden nüfus kâtibi olan Ahmet Efendi'nin üstelemesiyle konağı otel yaptı. Zamanla her kata ayakyolu, odalara lavabo yapıldı; salonun, sofaların, odaların tahta tabanları, merdivenler kalın muşambayla kaplandı. Yıldan yıla o kasaba oteli kokusu da sinince içine eski konak bir otel oldu. Rüstem Bey'in anlattığına göre konağı geçen yüzyılda dedesi Keçeci Zade Malik Ağa yaptırmış. Kapı kemerinde, şimdi otel levhasının altında kalan, ak mermer üstüne kabartma bir yazı varmış. O zamanlar kasabanın ileri gelenlerinin doğan çocukları, ölen yakınları için tarihler düşürüp birkaç kuruş kazanan bir yerli ozan, konak yapıldığında 'ebced'le bir şeyler uyduramadığından olacak, ölçüsü ne aruza ne heceye uyan tuhaf bir tarih yazmış:

Bir iki iki delik Keçeci Zade Malik

Arap rakamlarıyla 'bir, iki, iki delik' bin iki yüz elli beş ediyor; şimdiki tarihle bin sekiz yüz otuz dokuz. Caddeye bakan yüzü aşı boyalı. Üç mermer basamakla çıkılan dış kapı iki kanatlı, yarıdan yukarısı camlı, demir parmaklıklı, kapının iki yanındaki iki büyük pencere de parmaklıklı; öteki katların pencerelerinde parmaklık yok. Kapının üstündeki kemerde koyu yeşil üstüne ak yazılı büyük teneke levha: ANAYURT OTELİ. (Düşman elindeyken belirli bir direnme göstermemiş kasaba ya da kentlerde kurtuluşun ilk yıllarındaki utançlı yurtseverlik coşkusunun etkisi belki.) Kapıdan girince karşıda ikinci kata çıkan oymalı tahta korkuluklu merdiven, solda sandık odası-kiler-çay ocağı olarak kullanılan küçük bir oda. (Eskiden tek yataklı odalardan biri de buydu. Gecikmeli Ankara

(8)

treniyle gelen kadının gittiği köyden Rüstem Bey'in bir tanıdığının Zebercet'le yaşıt oğlu ortaokulda, lisede okurken kışları bu odada kalırdı.

Sonraları, Zebercet askerdeyken babası indi buraya. Gerçekten de otel kâtibi için en uygun oda burası; ama babası ölünce Zebercet buraya geçmedi; bir zamanlar boş kaldıkça kiralık kitap okuduğu, lise avlusunda beden eğitimi yapan kızları düşünüp abaza çektiği eski odasında kaldı.) Bununla merdiven altı arasında yarımay biçimi, tek basamaklı yüksek masa ve bir koltuk. (Uzak ilçelerin birinden bir siyasal partinin yıllık toplantılarına geldiğinde bir-iki gece otelde kalan iriyarı, konuşkan dişçi buna "Zebercet Efendi'nin kürsüsü" der.) Bunun yanında dar-uzun bir masada duvara dayalı demir kasa. Merdiven altında avluya açılan camlı kapı; salonda dört köşe iki alçak masa, çevrelerinde kara meşin kaplı dörder koltuk; tavandan sarkan kurşun boruların ucunda iki abajur; sağ duvarda Mustafa Kemal Paşa'nın bir boy resmi asılı; merdivene çıkmadan sağda büyük bir kapı; üstünde '1' yazılı. Kapılar, duvarlar fildişi yağlıboya. Dış kapının sağındaki duvarda dikdörtgen bir karton asılı: Kapı gece '12'de kapanır. İkinci kata çıkınca solda tek yataklı ve üç yataklı iki oda, sağda ayakyolu, iki ve üç yataklı iki oda. Üçüncü kat aynı. Üç katın merdiven dönemeçlerinde avluya bakan üç pencere. Tavanarasında sağda banyo, mutfak, solda eğri tavanlı iki oda. Küçük pencereleri yandaki yapının damına bakıyor. Otelin arkasında yüksek taş duvarlarla çevrili avlunun sol duvarı boyunca uzanan bir sundurma var. Ortalıkçı kadın haftada bir çamaşır yıkar burda; yağışlı havalarda boydan boya gerili iki kalın ipe serer çarşafları, çamaşırları. Paslanmış, kararmış büyük demir kapı arka sokağa açılıyor. Sağda, duvar kıyısında ahır, arabacı, uşak odaları var. (İstasyon alanından otele çıkan sokağın başında bir çam ağacının gövdesine tenekeden kesilmiş, koyu yeşil üstüne ak harflerle OTEL yazılmış ok biçimi bir gösterge çakılı, ama yıllar sonra çivilerden biri çürüyüp kopunca okun ucu aşağıya dönmüş toprağı gösteriyor, otelin yeraltında olduğu sanısını veriyor insana.)

Zebercet:

Orta boylu denemez; kısa da değil. Askerliğindeki ölçülere göre boyu bir altmış iki, kilosu elli dört. Şimdilerde, otuz üç yaşında, gene don-gömlek kantara çıksa elli altı ya da elli yedi kiloyu bulur. İki yıldır karın kasları

(9)

gevşemeye başladı. Başı bedenine göre büyükçe, alnı geniş; saçları, kaşları, gözleri, bıyığı koyu kahverengi; yüzü kuru, biraz aşağıya çekik ama gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının gittiği sabah aynaya baktığında gördüğü kadar değil. Elleri küçük, tırnakları kısa; omuzları, göğsü dar. Yedi aylık doğmuş. 1930 yılı Kasımının 28'inde akşama doğru ağrıları tutmuş anasının. Önce biraz beklemiş; bakmış olacak gibi değil, başını örtüp aşağıya inmiş, merdiven başından bağırmış: 'Ebeye koş Ahmet Efendi.' Evindeymiş ebe, çabuk gelmişler; sağdaki odanın yatağına yatırmışlar.

'Vaktime iki ay var; gene mi düşecek ebanım?' demiş anası. 'Çık da su ısıt sen' demiş ebe babasına. 'Dış kapıyı kilitledim. Suyu koydum. Isınırken iki kere mi ne bağırdı. Kapı aralandı, suyu istedi ebe, "Bir oğlun var" dedi. Az sonra odaya çağırdı. Belemiş, avcuna almış, el kadar bir şey. "Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; Zebercet koyun adını" dedi. Hemen kulağına eğildim..' Böylece bu pek rastlanmayan ad konmuş çocuğa. O gece otelde ilçelerin birinden bir yakınlarının Ağırcezadaki duruşmasına gelmiş dört adam kalıyormuş; akşam yemeğinden dönünce sırayla Ahmet Efendi'nin elini sıkıp 'Ömrü uzun olsun' demişler.

Bu yedi aylık doğuş anasının, babasının sağlığında ara sıra başına kakılırdı:

1. Sabah. Okula gidecek. Salona iner. Babası o zamanlar salonda yakılan kömür sobasının külünü boşaltıyor.

Zebercet: Baba, yirmi beş kuruş verir misin?

Babası: Ne olacak?

Zebercet: Defter alıcam.

Babası kürekteki külü kovaya döker; küreği gene sobanın deliğine sokar.

Zebercet: Hadi baba, geç kaldım.

Babası: Patlama oğlum; şu külü alayım. Ananın karnında yedi ay nasıl durdun?

2. Öğleyin okuldan dönmüştür. Yukarı çıkar. Anası mutfakta bir tabağa marul doğruyor. Tencere gaz ocağında.

Zebercet: Karnım acıktı.

(10)

Anası: Şimdi pişer yemek, sabret biraz. Ne oğlan! Karnımda bile sabredemedi dokuz ay.

(Bu doğumda gerçekten sabırsızlık diye bir şey varsa sabırsızlık edenin ana karnındaki dölüt olduğu düşünüleceği gibi anası olduğu da düşünülebilir. İkinci olasılık daha akla yakındır. Ana karnındaki dölütten doğmuş-büyümüş bir insan davranışı beklemek saçmadır; ama ilerlemiş yaşta, kırk dört yaşında gebe kalan bir kadın böyle bir sabırsızlığa kapılabilir; üstelik bu kadın bundan önce biri iki, biri iki buçuk, biri üç aylık üç çocuk düşürmüşse. Gene de, haksız da olsa, bu suçlamalar Zebercet'i olumlu yönde etkiledi: Büyüdükçe sabırlı, ağırbaşlı bir insan oldu.)

İlkokulu bitirdiği yaz sünnet oldu. Gene o yaz anası öldü. Ortaokula göndermedi babası; askere gidinceye değin sekiz yıl birlikte çekip çevirdiler oteli. Askerliğini bitirip geldikten iki ay sonra öldü babası; otel başka ellere düşmesin diye onun dönüşünü bekleyip de ölmüştü sanki. Altmış üç yaşındaydı. Bir ilkyaz sabahı yarımay biçimi yüksek masanın arkasındaki koltukta otururken öldü. Ölü kaldırıcılar bulundu. Avluda yıkadılar.

Gömüldükten sonra imam ninesinin adını sordu. Bilmiyordu. Aşağıda ya da yukarıda bir karışıklık olmasın diye uydurma bir ad vermedi. Başını eğdi, kızardı. 'Zarar yok oğlum, hepimizin anası bir' dedi imam.

O akşam telgrafı alan Rüstem Bey ertesi sabah geldi. Baş sağlığı diledi, birikmiş hesabı aldı, giderken 'Otel sana teslim; bir de kadın al buraya' dedi.

Zebercet sordu: 'Ninemin adını hiç duydunuz mu babamdan?' 'Duymadım.

Nüfusuna baksana.' 'Kasaya, ceplerine baktım; nüfus kâğıdı yok.'

Ortalıkçı kadın:

Saçları kumral, gözleri koyu mavi. Yüzü uzun, burnunun ucu kalkık, ağzı büyükçe, biraz dişlek, dudakları kalın. Orta boylu, balık etinde; bacakları az eğri. Otuz beş yaşlarında. On yıl önce uzak köylerin birinden dayısı olduğunu söyleyen bir adam getirdi kadını, bohçası koltuğunda. 'Recep Ağa söyledi, kadın gerekmiş.' Aylığına pazarlık ettiler, uyuştular. Kadını yukarı gönderdi. Adama 'Otur bir çay içelim' dedi. Çay içerken anlattı adam.

Babası, anası ölmüş. Yanlarına almışlar kızı. On yedisinde evermişler.

Gerdek gecesi sabaha karşı bozuk çıktı diye geri göndermiş kocası. 'Hele sürtük, kim bozdu seni kız? Bilmiyom der bu, söylemez. Dövdük falan,

(11)

valla bilmiyom der. Yeter herif, söyleyecek te ne olacak dedi yengesi.' Beş yıl sonra komşu köylerin birinden karısı ölmüş üç çocuklu bir adama vermişler. Üç ay geçmemiş geri getirmiş adam, 'Çok uyuyor bu' demiş.

'Uyur evet, uyur ya işi eyidir. Köy yerinde dul karıya rahat yok; hele kısır olursa. Evlisi bekârı bıyık burar; fırsat kollar yezitler. Recep Ağa söyledi geçen gün; getirdik işte. Eh, iznin olursa..' Kalktı, yukarıya bağırdı: 'Gız Zeeynep, gidiyom ben, elimi öpmiycen mi zilli?' Ses yok. Başını salladı, 'Kalın sağlıcağlan' dedi, gitti. Zebercet tavanarasına çıktı, kadın yok. Katları aradı; 2 numarada, bohçasını odanın ortasına koymuş, yatağa uzanmış uyuyordu. Ertesi sabah uyandırdı. Otelin işine çabuk alıştı. Başı bağlıdır hep; yatakları düzeltir, ortalık siler, toz alır, günaşırı yemek yapar, pazarları çamaşır yıkar, Zebercet'e ağa der. Çok konuşmaz. İlk zamanlar bir sabah merdivenleri silerken üçüncü kattan inen yaşlı bir köylüye sordu;

'Sindelli'yi bilir min dayı?' 'Bilmem mi hiç.' 'Çalık Ali dayım olur benim.' Dayısı yılda birkaç kere gelir, bir torba çökelek getirir, bir süre konuşur, kadının birikmiş parasını alır giderdi. 'Dayına vereyim mi paranı?' 'Ver ya, ver.' Kuruşu kuruşuna hesap isterdi adam. 'Beş metre pazen, diktirmesi, bir yün hırka...' 'Yün hırka da neymiş, pamuklusunu getirdiydi ya köyden.' Altı yıldır görünmüyor. (Geldiğinin haftasında bir öğlesonu salonu siliyordu kadın. Zebercet koltuğuna oturmuş gazete okuyordu; bir ara baktı: Diz çöküp eğilmiş, kalçaları, kıçı uzun donunu germiş, kabarık; silerken, dizleri üstünde gerilerken ağır ağır kıpırdıyor, inip kalkıyor. Başını gazeteye çevirdi. Ama o günden sonra gündüzleri ortalıkta dolaşan, geceleri bitişik odada yatan genç bir dişiydi artık kadın. Zebercet yatmaya giderken kadının odası önünde duraksıyor, yatağında döne döne güç uyuyordu. Askerliğini yaptığı uzak kentin genelevindeki o uzun boylu kadını görüyordu düşlerinde; ikisi birbirine karışıyordu. Sabahları onu uyandırmak için girdiği eğri tavanlı küçük odada ağır bir koku olurdu. Pencereyi açar, yatağın yanında durur, omuzlarından tutup sarsarken yanlışlıkla olmuş gibi memelerini ellerdi. Bir gece yatmışken kalktı, bitişik odaya girdi, ışığı yaktı. Sıcaktı, örtüsüz uyuyordu; gömleği sıyrılmış. Kapıyı kapadı, yaklaştı.

Düğmelerini çözdü, memelerini avuçlarına aldı; dolgun, gergin. Sarstı.

Kadın kıpırdamadı; 'Geldin mi dayı?' dedi uykusunda. Bir daha sarstı;

'Uyansana kız!' Gözlerini açıp doğruldu: 'Kalkıyom ağa' 'Kalkma, öte git biraz.' Yatağın ötesine kayarken Zebercet'in çıplak göğsüne, kısa donunun önündeki kabarıklığa baktı; arkasını dönüp yattı. Yatağa girdi, sırtüstü çevirdi. Kadın gözlerini kapadı. Donunu güçlükle çıkardı, attı. Kılları

(12)

gürdü. Üstüne abanıp soluya inleye aldı. Az sonra doğrulduğunda kadın upuzun yatıyordu. Eğilip dinledi: soluğu düzgündü.)

Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın:

Yirmi altı yaşlarında. Uzunca boylu, göğüslü. Saçları, gözleri kara;

kirpikleri uzun, kaşları biraz alınmış. Burnu sivri, dudakları ince. Yüzü gergin, esmer.

Emekli subay olduğunu söyleyen adam:

Orta boylu, tıknaz. Saçları, oldukça kırarmış. Yeşil gözlü, gür kaşlı. Yüzü etli, dudakları ince. Geldiği sabah defterin üstüne bırakıp öğleyin aldığı nüfus kâğıdına göre soyadı Görgün, adı Mahmut, baba adı Abdullah, ana adı Fatma, doğum yeri Erzincan, doğum yılı bin üç yüz yirmi yedi.

Kedi:

Erkek. Kara. Zebercet'in döneminde ikinci kedi. Üç yıl önce babasıyla kasabadaki eski anıtları görmeye geldiklerinde iki gece otelde kalan, çantasında hep birkaç atkestanesi bulunan, uzun boylu bir genç kız adını Karamık koymuştu; ama kimse söylemiyor.

Odadaki iki havlu:

1. Otelin havlusu. Aynanın sağındaki askıda. Ufarak, düz yeşil. Bir köşesine ak iplikle biraz çarpık bir A, yuvarlak bir O işlenmiş; aralarında belli belirsiz bir nokta. Bunları üç havlu çalındıktan sonra hırsızlığı önlemek amacıyla Zebercet işledi. Gene de, babasının döneminde (otuz yılda) bir havlu çalındığı halde Zebercet'in döneminde (on yılda) dokuz havlu ile iki çift terlik çalındı. Babası bu bir tek olaya dayanarak genellikle

(13)

insanlara yağıp esmiş, tümünü hırsızlıkla suçlamıştı. Oysa otelde hırsızlığın artışının nedenleri öfkeye kapılmadan düşünülebilir:

a) Son yıllarda ülkede hırsızlar çoğalmış olabilir.

b) Son yıllarda dürüstlük, namus gibi değer yargılarına her fırsatta başkaldırmaktan hoşlananlar çoğalmış olabilir.

c) Babasının dış görünüşünde hırsızları yıldıran, korkutan bir hava olabilir. (Nedenlerin en çürüğü bu olsa gerek: Eskiden iki-üç ayda bir İzmir'den otelin hesabını almaya gelen Rüstem Bey, Zebercet on altı yaşındayken, daha bıyığı bile yokken, bir gelişinde saçlarını okşayıp 'Şıp demiş babasınınkinden düşmüş' dediydi.)

2. Ankara treniyle gelen kadının unuttuğu havlu. Karyola demirine atılmış, yarısı yorganın üstünde. Karaları ince, sarıları kırmızıları kalın çizgili.

Pazartesi

Uyandı. Oda alacakaranlıktı. Nüfus kâtibiyken bir arkadaşının iki altın borcuna karşılık babasına verdiği ağır Omega cep saatini başucundaki sandığın üstünden alıp pencereye tuttu: altıya çeyrek var. Kurdu, bıraktı.

Donunun önü kabarıktı; sol eliyle bastırdı. Doğrulup oturdu; gömleğini kokladı, yataktan indi. Ayakyoluna girmeden gaz ocağına su koydu. Çıkınca yıkandı; kurulandı, havluya sarınıp odasına döndü. Sandıktan temiz çamaşır çıkardı, giyindi. Duvara asılı küçük aynada saçlarını taradı: bıyığı yerindeydi. Saati yeleğinin cebine koyup pencereyi açtı. Yatağını düzeltti.

Çoraplarını, havluyu banyoya bıraktı. Ortalıkçı kadının odasına girdi;

pencereyi açtı, kadını uyandırdı.

Aşağıya inince dış kapının kol demirini indirdi; sol cebinden anahtarı alıp kilidi açtı. Yandaki odada ikilik çaydanlıkta su kaynattı; çayını demledi. Bir tepsiye kahvaltısını hazırladı. Yediye doğru masasında kahvaltı ediyordu.

Tek şekerle içerdi çayı. Yukarıdan tıkırtılar, gıcırtılar geliyordu. Orta yaşlı, pos bıyıklı bir köylü indi merdivenden. Dün akşam sormuştu; o köyden değildi.

— Bereketli olsun.

(14)

— Buyurun.

— Sağolasın. Borcumuz?

Adam parayı verdi, gitti. İsteksiz yiyordu; bir çay daha içip tepsiyi kaldırdı. Dişlerini fırçaladı, yerine döndü. Bir sigara yaktı. Üç gündür dumanı içine çekmeden sigara içiyordu ara sıra. Cuma günü de içmiş miydi? Bulanık bir gündü cuma günü. Öğleden sonra emekli subay olduğunu söyleyen adam gazetelerini okurken Zebercet uyuyakalmıştı bir süre. Masaya vurulunca uyanmış başını kaldırmıştı: Genç bir kadınla bir erkek duruyordu karşısında; gülümsüyorlardı. Horlamış mıydı yoksa? Salı günü gelen karıkoca öğretmenlerdi bunlar; liseye atanmışlar; ev buluncaya dek otelde kalacaklarını söylemişlerdi. 'Hasta mısınız?' 'Hayır, başım ağrıdı biraz.'

Sigarasını küllüğe bıraktı; önündeki kalın defteri açtı. O gece otelde kalanların adlarını dünkü fişe baka baka deftere yazdı. Yazısı işlek değildi ama okunaklıydı. Her sayfada l'den 9'a numaralı, odadaki yatak sayısına göre bölünmüş iki günlük yer vardı. Perşembe'ye döndü. On iki kişi yazılıydı; gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının kaldığı oda boş görünüyordu. Bu odayı yılda birkaç kişiye verdiğine, ayrıca her sabah toplanan paraları elayak çekildikten sonra çekmeceden alıp demir kasaya koyarken otelin hesabından kendi hesabına aktardığı bir liralara karşılık on beş günde bir yataklardan birini ya da ikisini boş gösterdiğine göre bunun pek önemi yoktu; ama o gece kadının o odada kaldığını saptamak istiyordu.

Gene de rastgele bir kadın adı veremezdi.

Defteri kapadı. Sigarası sönmüştü. Merdivenden yan yana iki kişi iniyordu. Celepti bunlar; ara sıra otelde kalırlardı. Uzun, kara bıyıkları vardı. Paralarını verip giderlerken nerdeyse soracaktı; kendini tuttu. En iyisi berbere gitmekti. Paraları çekmeceye koyarken sol elinin ortaparmağındaki siğili tahtaya çarptı; dün sabah tırnağıyla koparmaya kalkmış, kanatmıştı.

Çekmeceyi itti. Demir kasanın üstündeki çalar saata baktı: sekize çeyrek var. Sekizi çeyrek geçe demişti adam. Saati kurdu; yerine koydu. Ortalıkçı kadın merdivenden iniyordu; alışverişe gidecekti. Bir kâğıda dört yumurta, iki Yenice, dört kibrit yazdı. İç cebinden babasından kalma geniş deri cüzdanı çıkardı; bir ellilik aldı, kâğıtla birlikte kadına verdi.

— Bunları da alırsın bakkaldan.

(15)

Dünkü çamaşırdan elleri morumsuydu. Biliyor muydu? Belli değildi.

Kadın çıkınca 3 numarada kalan üç delikanlı indi; ellerinde tahtadan valizler vardı. İkisi ince bıyıklı, biri bıyıksızdı. Dün akşam sormuş, askere geldiklerini söylemişlerdi. Parayı kim verecek diye gülüşerek takıldılar birbirlerine; herkes kendi parasını verdi; gittiler.

Kadın bakkaldan dönünce paranın üstünü, sigaraları, kibritleri masaya koydu; filedeki iki ekmekten birini yandaki odaya bıraktı; yukarı çıktı.

Zebercet koltuğundan indi; bir süre salonda gezindi. Sekizi çeyrek geçe üçüncü kata çıkıp 6 numaranın önünde durdu; içeriden sesler geliyordu.

Öğretmenlerin kaldığı odaydı bu; kapıyı çaldı.

— Evet, uyandık.

'Evet, kalkıyorum' demişti o sabah. Bu akşam gelmezdi daha. Aşağıya inip koltuğuna oturdu. Sabahları yatak ayırtmaya gelen olmazdı pek.

Caddeden arabalar geçiyordu. Büyük arabalar hızla geçerken camlar tıngırdar, otel titrerdi. Ankara'ya giden motorlu trenin sesini duyduğunda öğretmenler koşa koşa aşağıya iniyorlardı; 'Günaydın' deyip gittiler. Yalnız emekli subay olduğunu söyleyen adam kalmıştı yukarıda. Hep öğleye doğru inerdi. Nedense adamın bugün otelden ayrılacağını sanıyordu.

Dış kapı açıldı: gazeteciydi. Gazeteyi bıraktı. Pazartesi günleri bir haftalık fişleri bununla gönderirdi polise. Sağdaki çekmeceyi açtı, aradı.

— Yarın götürsen olmaz mı?

— Olur. Hadi eyvallah.

— Güle güle.

Gazeteyi karıştırdı; bir süre okudu. Serap üzgündü bugün, adamdan kuşkulanıyordu. Ara sıra bir erkekle otele gelen düşük omuzlu orospunun verdiği adlardan biriydi bu. Gazeteyi katlayıp bıraktı. Çekmeceden paraları çıkardı; iç cebinden anahtarı alıp kasayı açtı. İki bölmeliydi. Üst bölmede makbuzlar, iki nüfus kâğıdı vardı. Paraları bu bölmedeki, üstünde OTELİN yazılı zarfa koydu. İçinde ufak paralar duran küçük bakır kaptan bir lira alıp aşağı bölmedeki bakır kaba koydu. Gene alt bölmedeki iki zarftan birinin üstünde ZEYNEBİN yazılıydı. Ötekinden, üstünde BENİM yazılı şişkin zarftan iki beşyüzlük aldı; kasayı kapadı, kilitledi, anahtarı iç cebine koyup cüzdanını çıkardı; içindeki birkaç yüzlüğün yanına elindeki paraları yerleştirdi, kapadı, yerine koydu; sol eliyle dışından yokladı, oturdu. Göğüs

(16)

cebinden Ankara treniyle gelen kadının giderken verdiği beşliği çıkardı, defterin üstüne yaydı. Aslında onun parası değildi bu; kadın iki onluk vermiş, 'Üstü kalsın' demişti. O sabah kadının odasına girip çıktıktan bir süre sonra paraları çekmeceden kasaya aktarırken almıştı bunu. Beşliği ikiye katlayıp gene üst cebine koydu.

Öğleye doğru Emekli Subay merdivenden indi. Her günkü ceketinin altına açık yeşil bir kazak giymişti. Valizi yoktu; demek kalacaktı daha.

Masanın önünden geçerken başını yarı çevirip 'İyi günler' dedi. Her gün tıraş oluyordu. Çıkınca dış kapıyı yavaşça kapadı.

Öğleyin ortalıkçı kadın bir tepside yemeğiyle birlikte anahtarları getirdi.

— İki numarayı sildin mi?

— Sildim.

— Çarşafları temiz mi?

— Temiz.

Anahtarları yerlerine astı; numaralar üstlerine kazılmıştı. Yemeğini isteksiz yedi. Ellerini, ağzını yıkadı, yerine döndü. Bir sigara yaktı, Öksürdü. Kadın tepsiyi almaya geliyordu; yemeklerini yukarıda, mutfakta yerdi. Sigarasını söndürürken 13.10 treninin sesini duydu. Kadın dün yıkanıp kuruyan çamaşırları avludan sandık odasına taşıdı. Ütüye başladığında saat bir buçuğu geçiyordu. Gelen yoktu, kalktı. Odanın kapısında durdu.

— Ben çıkıyorum biraz. Yatak soran olursa var dersin.

— Olur.

Çevresine baktı; her şey yerindeydi. Kapıyı açıp çıktı. Hava iyiydi;

gökyüzünde tek tük bulutlar vardı. Çarşıya doğru yürüdü. İstasyon sokağındaki yakın berbere gidemezdi elbet, günü değildi, berber dört haftada bir perşembe günü öğleden sonra çırağını otele gönderir, oturup sıra beklemesin diye saç tıraşına çağırırdı onu. Ayrıca bu tanıdık berbere gidip tıraş arasında 'Şu bıyığımı da kesiver' dese bir yığın gereksiz laf dinlemek zorunda kalacaktı. Çarşıya yakın büyük caddedeki berberlerden birine gidecekti. Otelden pek seyrek çıkardı. Şimdiki gibi olağanüstü bir durum olmazsa yılda ya da iki yılda bir terziye, altı ayda bir keselenmek için hamama, dört haftada bir saç tıraşına, ayda bir otelin paralarını İstanbul'a

(17)

yerleşen Faruk Keçeci'ye göndermek için postaneye giderdi. Yılda bir otelin vergisini de yatırırdı ama bunun için ayrıca çıkmazdı; postaneye gittiği bir gün yatırırdı. Her çıkışında, özellikle hamama gittiğinde, o yokken otelde kötü bir şey olacakmış gibi tedirginlik duyardı. Şimdi de hızlı yürüyordu.

Bunun bir başka nedeni de...

— Merhaba. Nereye böyle?

Emekli Subay gazetelerini almış otele dönüyordu.

— Çarşıya gidiyorum.

Durmadı. Çamlığın, lisenin önünden geçip caddeye çıktı. Geniş arsalar yıldan yıla yüksek yapılarla doluyordu. Bankalara, mağazalara girip çıkanlar vardı. Basımevi sokağının köşesindeki üç koltuklu berber salonunda koltuklardan ikisi boştu. İçeri girerken kır bıyıklı yaşlıca berber sandalyeden kalktı; 'Buyurun' dedi. Adamın düzelttiği koltuğa oturdu;

aynaya baktı. Kırpılmış, küçük, dört köşe bıyığı oradaydı. Berber örtüyü boynuna sardı; saç tıraşına başladı.

— Buralı mısınız?

— Hayır, bir iş için geldim.

— Saçınızı kısaltayım mı?

— Hayır.

Yanında genç bir çırak tıraşı seyrediyordu. Adam bir şeyler söyledi ama Zebercet anlamadı. Sonra başı arkaya dayalı, yüzü sabunlanırken gözlerini kapadı. Ustura yanaklarında, boynunda, çenesinde gezindi; üst dudağına geldi.

— Bıyığımı da kesiverin.

Berber güldü.

— Çok şakacısınız, dedi.

İki parmağıyla burnunu tutup üst dudağını iyice tıraş etti. Gözlerini açtı:

bıyığı yoktu. Kaşlarının uçları, ağzının iki kıyısı, burnu yukarı kalkmış gibiydi. Berber önündeki muslukta yüzünü yıkadı, sildi; bir kutuya uzandı.

— Pudra istemem.

(18)

Kalktı. Çırak omuzlarını, yakasını fırçalıyordu. Ceketinin üst cebinden beşliği çıkardı, berbere verdi.

— Üstü kalsın, dedi.

Yarım saat sonra, erkek giysileri satan bir mağazada yakışıklı, genç bir satıcının biraz alaylı, gülümsemeli yardımıyla seçtiği bir kara pantolonu, yakası kapalı açık mavi kazağı, üç düğmeli kara ceketi paravanayla ayrılmış bir köşede duvara dayalı dar-uzun aynanın önünde giymiş, eski ceketinin ceplerindekileri yenisine aktarıyordu. Ankara treniyle gelen kadının kaldığı odanın anahtarını, mendili sağ cebine, dış kapının anahtarını, sigara paketini, kibriti sol cebine, kasanın anahtarını, tırnak çakısını iç cebine koydu. Geniş, deri cüzdan aynı cebe girmiyordu; zorlasa girecekti belki ama zorlamadı; içinden paraları alıp arka cebine koydu, cüzdanı gene öteki ceketin iç cebine soktu. Ufak paraları pantolonunun sol cebine aktardı.

Yeleğinden saatini çıkardı. Pantolonda saat cebi yoktu; olsa bile girmezdi.

Ne yapacaktı bunu? Şimdilik sağ iç cebine koydu. Sandalyede küçük bir paket vardı; sırtındakinin biçiminde açık yeşil bir kazaktı bu. Aynaya baktı;

ceketinin eteğini çekti, paravanın arkasından çıktı. Satıcı oğlan bekliyordu;

yaklaştı. Kazağın yakasını düzeltti; ceketin üst ve alt düğmelerini çözdü.

— Güzel, üstünüze oturmuş. Kara ayakkabıyla giyerseniz iyi olur, dedi.

— Borcum ne tutuyor?

— Kasaya verin. Ötekileri sarayım ben.

Az sonra paket koltuğunda dışarı çıkıp bir bankanın, tatlıcının, terzinin, eczanenin önünden geçti; vitrinine kat kat ayakkabılar dizilmiş bir dükkâna girdi. Bir çift kara, bağcıksız ayakkabı seçti. Ayağına iyi gelmişti;

çıkarmadı. Eski kahverengi ayakkabılarını sardırdı; parasını ödeyip çıktı.

Kucağında paketlerle kaldırımdan inip karşıya geçerken bir gıcırtıyla ürperdi. Az ötesinde durmuştu araba. Sürücü başını salladı; gülümsedi. O da gülümsedi; 'Özür dilerim' dedi. Kaldırımdan geçenler de durmuş gülümsüyorlardı. Hızlı hızlı yürüdü. Tatlı bir kazaydı bu; ama insanın ölmesi nasıl da kolaydı.

Geldiği yoldan otele döndü. Kapıdan girince köşede oturmuş gazete okuyan Emekli Subay'la gözgöze geldiler. Yandaki odada ortalıkçı kadın ütü yapıyordu.

— Gelen oldu mu?

(19)

— Üç oğlan; bavullarını koyup gittiler.

Yürürken adamdan yana bakmadı. Merdiven altında üç bavul duruyordu.

Yukarıda, odasında, yatağının üstünde paketleri çözdü. Ayakucundaki büyük dolaba giysilerini astı. Ayakkabılarının içine kâğıt doldurup dolabın altına, ötekilerin yanına koydu. Yeni açık yeşil kazağını duvardaki askıya astı. Aynaya baktı. 'Çok şakacısınız' demişti berber. Durumu kesinlikle açıklayan bir söz değildi; ama önemli olan sonuçtu; bıyığı yoktu artık. İç cebinden saatini çıkardı; üç buçuğa geliyordu; sandığın kıyısına koydu.

Şimdilik aşağıdaki çalar saat yeterdi. Kâğıtları katlayıp banyoya bıraktı;

uzun uzun işedi. Aşağıya indi; koltuğuna oturdu. Emekli Subay ona bakıyordu.

— Gençleşmişsiniz, dedi.

— Sağolun efendim.

Masanın kıyısından gazetesini alıp açtı; konuşmak istemiyordu adamla.

Sağ ayağının küçük parmağındaki nasıra dokunuyordu yeni ayakkabı;

sessizce çıkardı, ayaklarını oynattı. Siğil ilâcı sormayı unutmuştu.

Parmağına baktı; ufalmıştı sanki. O köyde ocağı varmış bunun.

Ayakkabılarını giydi. Kadın ütüyü bitirmişti; odanın kapısını kapayıp merdivene yürüdü, önünden geçerken bakmadı. Emekli Subay bir sigara yakınca o da yaktı. Öksürmemek için yutkundu. Bu gece küllüğe bakacaktı.

Otel sessizdi. Ara sıra kapının önünden geçenlerin ayak sesleri, araba sesleri geliyordu; bir de çalar saatin tıkırtısı. Saat beşe doğru duvardaki düğmeye uzandı, ışıkları yaktı. Emekli Subay kıpırdadı; elindeki gazeteyi masaya bıraktı, kitabını aldı. Adamın Öğle sonları, geceleri salonda oturuşu Zebercet'i tedirgin ediyor, yalnızlığının rahatlıklarına, sözgelimi eskiden olduğu gibi arada kalkıp salonda dolaşmasına, seyrek de olsa gerektikçe burnunu karıştırmasına, hafifçe bir yanına eğilerek yüksek sesle osurmasına, ya da oturmaktan kıçı terlemeye başlayınca doğrulup iki eliyle kalçalarının üstünden pantolonunu sallayarak kıçını havalandırmasına engel oluyordu. Demin ayakkabılarını çıkarıp giyerken ses çıkarmamaya çalışmış, öksürüğünü yutkunarak güçlükle bastırmıştı. Salonda oturan olmazdı pek.

Kimi zaman beş-altı kişilik gezici tiyatro toplulukları kalırdı otelde bir geceliğine; oyundan sonra bir süre burada otururlar, işlerinden, paradan söz ederler, tartışırlar, sigara içerlerdi. Çay yapardı onlara. Çoğu iki kadın olurdu bu topluluklarda. Bir gece kadınlardan biri üç kişiyi oynamaktan

(20)

yakınmıştı. Bir de siyasal partilerin yıllık toplantılarına ilçelerden gelen delegelerden beş-altısı burada oturup konuşur, tartışırlardı. Bir ara tartışma kızışır, biri yüksek kişilerden birinin adını söyler, bir başkası 'Hişşşt' der, kürsüsünde oturan Zebercet'e bakarlar, eğilip fısıldaşmaya başlarlardı.

Duyamazdı. Yüksek sesle konuşulanlar, tartışılanlar hep bilinen şeyler olduğuna göre ülkenin yönetimini asıl etkileyen, düzenleyen şeyler bu fısıltılarda gizliydi anlaşılan. Bir keresinde dişçiye...

Kapı açıldı. Baktılar. Dünkü celeplerden biriydi gelen.

— Bu gece de kalıyoruz biz. Odamız tutuldu mu?

— Hayır, boş.

Dönerken durdu, yüzüne baktı.

— Bıyığını kesmişsin sen.

— Ağırlık veriyordu da, dedi gülerek.

Sonra yavaş sesle sordu:

— Bu sabah var mıydı bıyığım?

— Fark etmedim, dedi adam; çıkıp gitti.

Bu bıyık sorununu kolayca kapayamayacaktı demek. Sorması gereksizdi;

adam kesinlikle 'vardı' ya da 'yoktu' dese bile durumu aydınlatmayacaktı bu.

Çekmeceden bir fiş alıp celepleri 5 numaraya yazdı. Bir sigara yakıp adama baktı. Sağ eliyle yüzüne yakın tutuyordu kitabı. Sigarasını söndürünceye dek baktı; sayfayı çevirmedi. Cumartesi akşamı dışarı çıkınca gidip bakmıştı: Türkçe değildi. Ortalıkçı kadın akşam yemeğini getirirken Emekli Subay kalktı; kitabı gazetelerin üstüne bırakıp çıktı. Öğlenki yemeklerdi, ama istekle yedi. Tepsiyi kendisi götürdü yukarıya, kadın yemeğini verdikten sonra beklemez yatardı. Kediyi mutfaktan çıkardı; kapıyı kapadı.

Aşağıya inince on sekiz kırk treninin sesini duydu; küllükleri çöp sepetine boşalttı. Merdivenle dış kapı arasında bir süre gidip geldi. Ankara treniyle gelen kadının odası önünde durdu; elini yuvarlak tutamağa koydu. Dış kapı açılınca elini hızla çekip döndü: Öğretmenlerdi.

— Çok şıksınız bu akşam; birini mi bekliyorsunuz? dedi kadın gülerek.

Adam:

(21)

— Eşyalarımız geldi, yarın çıkıyoruz; hesabı vereyim, dedi.

— Yarın verirdiniz.

— Şimdi alın, sabah gecikiriz belki.

Arka cebinden bir beş yüzlük çıkardı, defterin üstüne koydu. Zebercet kürsünün arkasına geçti; kasayı açtı. Büyük yataklı odalar tek kişiye on beş, iki kişiye yirmi beş liraydı. Otelin zarfından paranın üstünü verdi; kasayı kilitledi. Kaldıkları odanın anahtarını uzattı. Kadın aldı; tırnakları boyasızdı.

— Sabah sekizde uyandırın bizi lütfen. İyi geceler.

— Size de.

Merdiveni çıkarlarken kadın kocasının koluna girdi. İkisinin de ellerinde küçük deri çantaları vardı. Kadının kıçı dolgun, bacakları düzgündü. Başını çevirdi. Kalemi alıp fişe adlarını yazdı. Adı Saide'ydi. Anasının adıydı bu.

Salı günü kadın adını söyleyince şaşmıştı. Perşembe gecesi... Kapı açıldı:

orta yaşlı iki adamdı. Kasketliydiler; köylüye benziyorlardı.

— Yatak var mı?

— Var.

İkinci kattaki üç yataklı odalardan birine, 4 numaraya yazdı.

— Nerelisiniz?

— Kapaklı'dan, dedi biri.

Oradan değildiler. Anahtarı verdi.

— Merdiveni çıkınca sağda dipteki oda. Sağdaki ilk kapı ayakyoludur.

Kapınızı kilitlemeyin; gerekirse birine veririm boş yatağı.

Adamlar yukarı çıktılar. Kimi geceler birbirini tanımayan üç kişinin aynı odada yattığı olurdu. Üç yıl önce bir sabah aşağıya indiğinde sokak kapısını açık bulmuştu. Adamın biri oda arkadaşlarının paralarını, saatlarını çalıp gitmişti. Otelden olağanüstü çıkışlarından biri bu yüzdendi; olaydan on gün sonra duruşmada tanıklığa çağrılmıştı. Yargıç sorduğunda nerdeyse tanıyamayacaktı; sinmiş, çökertilmişti sanki, ama oydu: orta boylu, esmer, ince yüzlü genç bir adam. Kimi zaman da geceyarısı tavanarasına çıkarken bu odalarda kalan iki ya da üç adamın alçak sesle konuştuklarını duyardı.

(22)

Esnedi. Sol elinin küçük parmağıyla burnunun sol deliğini karıştırdı;

çıkardığı bir parça kuru sümüğe baktı, parmağını koltuğunun altına sildi;

yüzünü buruşturdu. Ankara'dan gelen motorlu trenin sesini duyunca saata baktı; bu gece gecikme azdı. Kalktı; yandaki odaya girip ispirto ocağına çay suyu koydu. Çayı demleyip çıktı. İki adam girdi salona. Birini tanıyordu;

bir ilçede avukattı. Yanındaki yaşlıca, iyi giyinmiş bir adamdı. Ellerinde çantalar vardı. Ankara'dan bir davadan geliyorlardı belki.

— İki yataklı odanız var mı?

Askıdan anahtarı alıp uzattı.

— Üçüncü kat, dokuz numara.

Adamlar daha merdivendeyken celepler girdi kapıdan; yüzleri asıktı.

Anahtarı verdi. Sonra Emekli Subay geldi; kapıyı yavaşça kapadı; yaklaştı.

— Beni soran oldu mu?

— Hayır efendim.

İçkili değildi. Kitabı, gazeteleri, odasının anahtarını aldı; 'İyi geceler' deyip yukarı çıktı. Yanılıyor muydu? Onu beklemiyor muydu yoksa?

Üstüste iki bardak çay içti. Saat on buçuğu geçiyordu. On birden sonra o dışardayken oda ayırtan üç genç geldi. Adlarını yazdı; anahtarı verirken sordu. Askerlik için gelmişlerdi Afyon'dan; bu gece sinemaya gitmişlerdi.

Merdiven altından bavullarını alıp çıktılar. Az sonra yukarıda takırtılar kesildi. Bir sigara yaktı; bitmeden küllüğe bastırdı. On ikiyi beklemedi;

gelen olmazdı artık. Dış kapıyı kilitledi, demirledi; ışıkları söndürdü, sağ cebinden anahtarı çıkarıp 1 numaranın kapısını açtı, girip kapadı. Işık yanıyordu. Kadının bıraktığı gibi duruyordu her şey. Yatağın solunda duvara çakılı askı... Ne yapmaya gitmişti o köye? Dört gündür kafasından geçen olasılıkların en olasısı: belki erkek kardeşi Öğretmen atanmıştı oraya.

En çok bir hafta kalırdı. Bir akşam on sekiz kırk treniyle gelecek, bir gece daha kalacaktı burada, odasında. Yürüdü; bakır küllükte bitmeden söndürülmüş iki sigaraya baktı: belli değildi. Elini uzatırken çekti; dönüp odadan çıktı. Kapıyı kilitledi; anahtarı sağ cebine koydu. Merdivenleri gıcırdatmadan çıktı. Sofalarda ışıklar yanmıyordu. Üçüncü katta 6 numaranın önünde durdu. Anahtar deliği karanlıktı; içeriden belli belirsiz sesler geliyordu. Başını uzatıp dinledi. Cumartesi gecesi de dinlemişti; dün gece ses yoktu. 'Oh... bırakma... ooh' dedi kadın. Erkeğin sesi boğuktu,

(23)

anlayamadı. Yüzü gergin, ağzı yarı açık, gözleri kısıktı. 'Evet, sabaha... oh, bırakma, hiç bırakma beni... ohh... nasıl seninim...' Bir gıcırtı geldi içeriden;

birden doğrulup yürüdü, merdiveni ağır ağır çıktı. Karşıda, yerde bir çift göz parlıyordu: otelin kedisiydi bu. Banyoya girerken bacağına sürtündü;

bir tekme salladı ama tutturamadı. Musluğu açıp uzun uzun yüzünü yıkadı.

Salı

Uyandı. Oda alacakaranlıktı. Sandığın ucundan saati aldı; pencereye tuttu; altıya beş var. Kurdu, bıraktı. Kollarını yorganın altına çekti. Erkeklik organı donunun yırtmaçından çıkmış dimdikti. Sol eliyle bastırdı; bir fiske vurdu kafasına. (Askerliğini yaptığı kentte geneleve ilk gidişiydi. Halil Onbaşı götürmüştü. Koğuşta yatakları yanyanaydı; ranzaların alt katında.

İlk aylar hep en kötü, uykuyu bölen saatlerde kaldırırlardı nöbete;

yakınmıyordu o, ama çavuşlara bağırmıştı Halil Onbaşı. İnzibatlara görünmemek için geneleve arkadaki arsadan, pencereden girmişlerdi.

Seyrek dişli, yaşlıca bir kadın açmıştı pencereyi; yüksekçeydi; önce Halil Onbaşı girmiş, kolundan tutup çekmişti. Yarı çıplak beş-altı boyalı kadın vardı salonda. Uzun boylu biri kayıtsız, kuru bir sesle 'Aa, küçük askerim gelmiş' dedi. Başka biri Halil Onbaşı'nın kucağına oturdu. 'Çık onunla istersen' dedi Halil Onbaşı. Dar merdivende kadının kalçasını duyuyor, yüreği çarpıyordu. Küçük bir odaya girdiler. 'Şimdi gelirim, soyun yat sen' dedi kadın. Çabuk çabuk soyundu; yatağın ötesine oturdu. Orası göbeğine doğru, dimdikti. Kalkıp donunu giymeyi düşünürken kadın girdi.

Kalçalarına inen, eteği işlemeli toz pempe bir gömlek vardı sırtında; iri memelerinin yarısı görünüyordu. Yatağa gelirken 'Bak hele az daha büyüseymiş boyunu geçecekmiş bu' dedi.)

Doğrulup indi yataktan. Banyoya gitti, geldi. Giyinirken iki kazak arasında duraksadı; açık yeşili giydi. Saçlarını taradı; pencereyi açtı.

Yatağını düzeltti, çıktı. Ortalıkçı kadının odasına girecekken durdu. Yemek günü değildi; odaları toplamaktan başka yapacak işi yoktu. Uyandırmadı.

On yıldır ilkti bu.

* * *

Kahvaltı tepsisini yandaki odaya bıraktı; dişlerini fırçaladı; odadan çıktı.

Koltuğuna oturdu; defteri açtı. Dün gece kalanları fişe bakarak yazmaya

(24)

başladı. İkinci kattakileri bitirip 6 numaraya geçti. Bu sabah sekizde uyandıracaktı. İlkokulun beşinci sınıfındaki öğretmenine benziyordu:

yumuşak, genç bir kadın. Sabahları sokaklarda simit sattıktan sonra okula gelen Kürt Muhittin, adını 'Çekirdeksiz' takmıştı. Sınıfın büyüğüydü.

Başöğretmen gelmişti bir gün, dövmüştü. 'Anası oğlan doğurmuş, Zebercet hamur yoğurmuş' derdi. Kadının adını yazdı. Ne dersi veriyordu kimbilir;

yetişkin erkek öğrenciler nasıl dinlerdi? Saide... Anası ince bir kadındı. Bu konakta, şimdiki 6 numaralı odada doğmuş. Anasının lohusa yatağında öldüğünü, Keçecilerin bir yakını olan babasının bırakıp gittiğini söylerdi.

Belki de Rüstem Bey'in babasının bir beslemeden piçiydi. Haşim Bey beslemeleri rahat bırakmazmış. Altmışını geçkinken bile odaya kahvesini getiren, geceleri tavanarasında Kadriye Kalfa'nın yanında yatan beslemenin memelerini, kıçını çimdiklermiş. Kimselere söylemezmiş kız; bir gün saldırıp mindere yatırınca bağırmış. Gelin koşmuş önce; 'Aman beybaba' demiş. Sonraları büsbütün bunamış; bir kadın görünce kocaman, pörsümüş organını çıkarır, 'Gelsene kız, karım değil misin benim' dermiş. Üçüncü katta sonradan yerine ayakyolu yapılan odaya kapamışlar; orada ölmüş.

Yukarıdan tıkırtılar geliyordu 9 numarada kalanları da yazdı, defteri kapadı. Geçmiş yılların defteri merdiven altındaki bir sandıktaydı;

babasının kalın, eski yazı birkaç tarih kitabıyla birlikte. İlkokulu bitirince ona da öğretmişti eski yazıyı. 'Çabuk öğrenirsin; yeni yazıyı on günde öğrendim ben. ' Nüfus kâtibiymiş. Seferberlikte askere almamışlar.

Adana'dan gelmiş. Babası kiralık bir otel işletirmiş orada. Okuldayken bir öğlesonu hafif bir depremde otel çökmüş. Babası, anası, biri kız biri oğlan iki küçük kardeşi yıkıntı altında ölmüşler. Okulu bırakmış; halasının evinde kalmış bir süre. Bir otelde çalışmış; Nüfus'a girmiş. Buraya geldikten az sonra Rüstem Bey'le tanışmışlar üçüncü kızının nüfus kâğıdı çıkarılırken.

Kimi geceler kahvede dolaşmaca tavla oynarlarmış. Evlenmesine bir arkadaşı önayak olmuş. Bir akşam konakta yemeğe çağrılmış; kapı aralığından anasına göstermişler. 'Olur' demiş; Yunan gelmezden bir yıl önce evlenmişler. Otuz iki yaşındaymış anası; babası yirmi sekiz.

Sekizde öğretmenleri uyandırdı. Yarım saat sonra indiler.

— Bavulları bir adamla aldırırız. İyi bir hafta geçirdik otelinizde; hoşça kalın.

— İyi günler efendim.

(25)

Adamın uzattığı eli sıktı. Kadının elini sıkarken yüzüne bakmadı.

Parmakları dolgundu. Bırakınca elini arkasına götürdü. Terli miydi avcu?

Adam bir onluk koydu masaya.

— Çay parasını tutmamışsınız dün.

Pazar sabahı odalarına çay istemişlerdi. Masada karşılıklı oturuyorlardı;

önlerinde kâğıtlar.

— Çay bizdendi; para istemez.

— Teşekkür ederiz.

Giderlerken arkalarından baktı. Dün gece "Nasıl seninim" demişti kadın.

Yeryüzünde erkeğiyle böyle konuşan başka kadınlar da vardı elbet. Sigara paketini almak için elini sağ cebine soktu yanlışlıkla.

* * *

Emekli Subay'dan başka herkes gittikten sonra, salonda gezinirken gazeteci geldi. Masasına gidip çekmeceden fişleri çıkardı, adama verdi.

Böylece perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının o odada yattığı belgelenmeden kaldı. Kaç gündür kafa yorması boşunaydı; aslında her kadın adı onun adı olabilirdi; ama bunu kendisinin söylemesi gerekti.

Üç güne değin gelecek, adını söyleyecekti. Koltuğa oturdu. Gazeteye uzanırken durdu; çekmeceyi çekip paraları aldı; kasayı açtı. Üst bölmedeki bakır kapta bir tek lira kalmıştı; bunu aşağıdakine aktarıp kapların yerini değiştirdi. Elindeki paralardan on beş lira ayırıp arka cebine koydu;

ötekileri otelin zarfına yerleştirdi; kasayı kapadı. Yukarıdan ayak sesleri geliyordu. Ortalıkçı kadın merdiven dönemecinde, avluya bakan pencerenin önünde durdu. Yüzü görünmüyordu.

— Ne oldu ağa?

— Yok bir şey. Çok yoruldun dün; uyandırmadım. Odaları topla; altı numaranın çarşaflarını değiştir.

Kadın indi; sandık odasından çarşaf alıp çıktı. Önünden geçerken duraksadı; baktı. Merdivene doğru yürüdü. Farkındaydı belki; hiç değilse yastığın altında duran mendilden.

* * *

(26)

Öğleden sonra salonda, yerlerinde oturmuş gazete okurlarken (onun okuduğu yoktu pek: bir başlık, anlamadan birkaç satır... Bir perde gibiydi gazete) kapı açıldı. Baktılar. Bavulları almaya gelen adamdı. Askıdan anahtarı alıp yukarıya çıkardı adamı. Oda aydınlıktı; sırma püsküllü vişneçürüğü perde açıktı. O açmamıştı giderken; ışığı söndürmeyi unutmuştu. 'Kurşun gibiymiş bunlar' dedi adam. Aşağıya indiler. Dış kapıyı açtı adama; dönüp koltuğuna oturdu, gazeteyi aldı. Kadın on sekiz kırkta gelirse Emekli Subay dışarıda olacaktı; ama daha önce de gelebilirdi: beş- altı yıldır dolmuşlar işliyormuş o köye. Büyük ova köylerinden biri, yakın.

Babasının sağlığında, on beş yaşındayken bir yaz günü gitmişti bir kere.

Ömer çağırmıştı. 'Kara Mustafaların evi dersin.' O da geçmiştir o çeşmeli alandan; kahvelerin önünde oturanlar bakmıştır. Uzun bir bağda kokulu üzümler yediler, Kumçay'da balık tuttulardı. Geçitte mandalar yatıyordu;

üstlerine basa basa koşmuştu Ömer, hayvanlar kıpırdamıyordu.

Ayakkabıları, pantolunu elinde uzaktan dolaşmıştı o; Ömer'le sığırtmaça güldülerdi. Savaş'ın son yılıydı, ekmek kıttı. Avlunun ucundaki fırından yeni çıkmış bir somun ekmeği sarıp verdilerdi akşamüstü dönerken. On sekiz kırk mıydı gene? Emekli Subay'a baktı; gazete yüzüne yakındı.

Tedirginliğinin bir nedeni de belki adamın eski bir subay oluşuydu. 'Ahmet oğlu Zebercet.' 'Buyur komutanım.' 'Bağırma be, sağır mıyız.' Bölükte altı ay kaldıktan sonra Yüzbaşı emireri almıştı. Askerlikten önce ne iş yaptıklarını sormuştu bir gün. Otelde çalışmış biri daha vardı ama nedense onu ayırmıştı Yüzbaşı. Büyücek bir evdi; kapı yanında bir odada yatardı.

Sabahtan öğleye değin bir ortalıkçı kadın gibi... Yüzbaşı'nın karısıyla oldukça geçkin baldızı onu umursamadan konuşurlardı yanında. Ayda bir hamama giderlerken bohçayı taşır, karşıki kahvede oturup çıkmalarını beklerdi. Kahveciyle çırak takılırlardı. 'Hanımlara dört demli çay.' 'Sen mi götüreceksin içeri?' Nerde o günler; kapıdaki kart keşkek bırakır mı hiç;

'Şuna bak be, par par yanıyor yüzü. Geceye...' İki küçük oğlanı da götürürlerdi yanlarında. Küçüğün dili dönmez "Gebecet abi" derdi. Emireri olduğunu babasına bildirmedi. Bölükte mektupları açtıkları için bir arkadaşının ev adresini verdiğini yazdı. Çoğu bir örnek mektuplardı. Para isterdi sık sık: Tüfeği karıncalanır, matarası çalınır, kasaturası kırılırdı.

Haftada bir ya da iki gün öğle sonları geneleve giderdi. Arsaya girer, hep o seyrek dişli, yaşlıca kadın açardı pencereyi. 'Gel kız, seninki.' 'Aa, küçük askerim gelmiş.' Kollarından tutup içeri çekerlerdi. Kimi günler kadın yukarıda bir erkekle olurdu. Oturup beklerdi. 'Uzattı seninki, enişte.'

(27)

Gülüşürlerdi. Merdivenden inip çıkanlar olurdu; hangisi bilemezdi. Kadın inerken sözcüklere uymayan, kayıtsız bir sesle 'Aa, küçük askerim gelmiş' derdi.

— Bir şey mi dediniz?

Toplandı.

— Hayır efendim, dedi.

* * *

Akşam yemeğini yerken ortalıkçı kadın merdivenin önünde, korkuluğa dayanmış bekliyordu.

— Çık yat sen, dedi.

Kadın başını eğdi; karşılık vermedi. Çabuk yiyordu. Fasulye biraz helmelenmişti.

— Darı unuyla bir yemek yapardın; gene yapsana ondan.

— Kaçamak mı? Olur.

Kalan ekmeği alıp kalktı; yandaki odada bir tencereye koydu. Ağzını yıkadı; aynaya baktı. Dişlerini bir daha fırçaladı. Çıkıp kapıyı kapadı. Kadın tepsiyi götürmeden önce masayı silmişti. Yerine oturdu; sigarasını yaktı.

Kaçıncıydı bu? Öksürmüyordu artık. Arada bir ayak sesleri geliyordu dışarıdan. Sigarasını bastırırken trenin sesini duydu. “Merhaba, odam boş mu? Merhaba oda boş mu? Odam boş mu? Oda boş mu? Yeriniz var mı?

Merhaba, yeriniz var mı? İyi akşamlar, yeriniz var mı? İyi akşamlar, odam boş mu? İyi akşamlar, oda boş mu? İyi akşamlar, döndüm ben, odam boş mu? Merhaba..." Silkinip kalktı, ceketini düzeltti; masanın önüne geldi, sağ eliyle tutunup bekledi. Yüzden başlayıp geriye doğru otuz üçe dek saydı.

Boşuna telâşlanıyordu; belki yarın akşam bile gelmezdi. Elini çekip yürüdü;

Emekli Subay'ın küllüğünü çöp sepetine boşalttı; yerine koyarken kapı açıldı. İki kişiydiler; biri orta yaşlı öteki genç.

— İki yataklı odanız var mı?

— Evet.

Masaya geçti; nüfus kâğıtlarını istedi. Adam ikisini de cebinden çıkarıp verdi. Soyadları birdi.

(28)

— İkinci katta beş numara. Anahtarı vereyim mi?

— Hayır, sonra geliriz.

Gittiler. Eskiden gelenleri pek incelemezdi; körkütük sarhoş değilse her isteyene yatak verirdi. Ara sıra yanlarında bir erkekle gelip karıkocalık oynayan orospuları tanımazlıktan gelirdi. Gerçekten evli çiftlerin de yattığı geniş yataklı odalardan birinde, 2 ya da 6 numarada yatırırdı bunları. Seyrek de olsa kimi geceler genç bir erkekle gelen orta yaşlı, çoğu tedirgin 'baba'lara, 'amca'lara iki yataklı odalardan birini verirdi. Bu karı-kocaların, baba-oğulların, amca-yeğenlerin sesleri çıkmaz, sabahları erken giderlerdi.

Ama beş ay önceki olaydan sonra erkek çiftlere pek güvenemiyordu. Mayıs ortasında bir gece geç vakit orta yaşlı bir adamla sarışın, güzel bir genç geldi. 'İki yataklı odanız var mı?' Söyledikleri adları yazdı, anahtarı verdi.

'İkinci katta sağda, beş numara.' On ikiye doğru ışıkları söndürüp yukarıya çıkarken odanın önünde durdu, dinledi: "... evet... ona…' anlaşılmıyordu.

Tavanarasına çıktı, soyundu; ortalıkçı kadının odasına geçti. Yatağa girerken aşağıda biri üstüste iki kere bağırdı. Odasına koşup giyinip ininceye dek otel ayaklanmıştı. Beş numaranın önünde don gömlek beş-altı kişilik bir toplantı vardı. 'Bu odadan geldi.' 'Kıralım mı kilidi?' 'Polis çağrılsın, telefon yok mu?' 'Otelci geldi' dedi biri 'Çekilin şöyle.' Kapıyı çaldı: 'Siz mi bağırdınız?' 'Yok bir şey, uykusunda bağırdı çocuk.' 'Olur mu hiç' dedi biri. 'Açın kapıyı lütfen.' Kapı açıldığında adamın bacakları çıplak, ceketi sırtındaydı: kayıtsız, güvenli. Oğlan atletleydi; yorganı bacaklarına çekmiş yatakta oturuyordu. İçeri girmeden oğlana sordu: 'Ne Var, ne oldu?' Pürüzlü bir sesle 'Beni aldattı' dedi. 'Nasıl yani? Polis çağıralım mı?' Başını salladı; yüzü solgundu: 'Yok, hayır, çağırmayın.' 'Özür dilerim, tedirgin ettik sizi' dedi adam; oğlana döndü: 'İstersen başka odaya geçeyim ben.' 'Hayır, geçme.' Kapının önündekiler sessizdiler. 'İyi geceler' dedi; kapıyı kapadı.

'Vay canına' dedi yaşlıca biri. 'Hadi yatın artık arkadaşlar.' Herkes odasına girince sofanın ışığını söndürdü; yukarıya çıktı. Soyunup yattı; bir süre uyuyamadı. Ertesi sabah aşağıda adam parayı verirken oğlan az ötede duruyordu. 'İyi sabahlar demeyecek misin beye?' dedi adam. Oğlan döndü, gülümsedi; geceki sesine benzemeyen bir sesle 'İyi sabahlar' dedi.

— Hayırlı akşamlar.

— Size de.

İki erkekle bir kadındı. Kadının burnu sargılı, yüzü sarıydı.

(29)

— Geçmiş olsun.

— Sağolasın. İkindiye doğru burnu kanadı. Durduramadık; hastaneye getirdik trenle. İyice şimdi.

Adlarını yazdı; anahtarı verirken sordu. Oradan değildiler. Dolmuşlar işleyeli, Tekel'in tütün parası verdiği günler dışında, yakın köylerden otelde kalan olmuyordu pek. O sıralar her gece 1 numaradan başka bütün odalar dolu olurdu. Elini burnuna götürürken bir gören varmış gibi çekti.

Perşembe

On sekiz kırk treninin sesini duyunca koltuğundan kalktı; masanın önüne geçip durdu. Dün akşam gelmemişti; ama bugün perşembeydi. "Merhaba, odam boş mu?..." Elini saçlarından geçirdi. Ne çok olasılık vardı. Oysa kadın bunlardan yalnız birisini söyleyecekti. Çoğu zaman başını sallayarak, elini saçlarından geçirerek ya da 'Eee, yeter artık' diyerek kafasından kovamıyordu bunları. Yalnız olasılıklar değil, kendisiyle ilgili ufak, önemsiz ayrıntılar... Kapı açıldı: İyi giyinmiş bir adamdı. Bu yüzü...

— Tek yataklı odanız var mı?

— Evet.

— Ayırın lütfen, sonra gelirim.

Dönüp gitti. Esmer, kuru bir yüz; dudakları, gözleri alay eder gibi.

Eskiden görmüştü. Demek bu akşam da gelmeyecekti. 'Cumhuriyet bayramından önce gidersin (birlikte gideriz)' diyemez miydi kardeşi ya da her kimse? Belki daha önce bir sabah başka bir araçla Ankara trenine getirmişlerdi. Başını salladı; kazağının yakasını az aşağı çekti. Sabah yıkanmıştı, tıraş olmuştu. ‘Usta tıraşa bekliyor' dedi çırak öğleden sonra.

('Ustana söyle, geçen gün tıraş oldum.' Çırak gitti; az sonra berber geldi.

'Bir suçumuz mu oldu Zebercet Efendi?' 'Yoo, pazartesi çarşıya gitmiştim;

orda tıraş oldum.' 'Çırak söyleyince hiç gelmeyeceksin sandım da.' 'Değil, gelirim.' 'Bıyığını da kestirmişsin.' 'Öyle oldu.' 'İyi olmuş; gençleşmişsin.' Berber gitti. 'Ne istiyor sizden?' diye sordu Emekli Subay. 'Saç tıraşı olmamı.') Tıraş olurken ağzının sağ kıyısında dün sabah kestiği yerden usturayı bastırmadan geçirdi. Yüzünü kurularken baktı; kanamıyordu. Gene

(30)

de havluyu bir süre üstünde tuttu. Giyinip aşağıya inerken üçüncü katın merdiveninden döndü; kadını uyandırdı; perşembeleri pazardan haftalık sebzeyi alırdı. Sabaha karşı, bir düşte uzun uzun gelirken uyanmıştı.

Donunun Önü vıcık vıcıktı. Doğruldu; damlamasın diye eliyle bastırıp banyoya gitti, yıkandı. Elinde olmadan kirleniyordu insan. Son günlerde yatmayı düşünmediği ortalıkçı kadınla düşünde yatışı tuhaftı. Gerçeğine benziyordu; yalnız kadın gözlerini açmış, sarılmış, memesini ısırırken 'Ohh, seninim' ya da 'Ohh, nasıl seninim' demişti. Elini önüne götürdü, kabarmaya başlamıştı gene; düzeltti, bastırdı. Kimi geceler koğuşta terlikle... Kapı açıldı: Emekli Subaydı. Bir haftadır pantolonu kırışıksızdı. Belki öğleyin yemeğe çıkınca arada bir terziye gidip ütületiyordu. Bugün öğle yemeğinden sonra o da ütülemişti pantolonunu. Burnu kızarıktı; bu akşam da içmişti anlaşılan. Yerine oturdu.

— Dışarısı serin bu gece. Kışları nasıl ısıtırsınız oteli?

— Gaz sobası yanar burda. Merdiven başının geçme tahtaları vardır, kapısı da...

— Öteki katlar?

— Yukarılar ısınmaz.

Kitabını aldı açtı. Konuşkan biri olmayışı iyiydi. Dişçi olsaydı... Dişçi tek başına yarım saat otursa burada çatlardı. Dünden beri bir yakınlık duyuyordu adama. Dün gece yemekten dönünce 'Altı gündür bir kere çıktınız dışarı; hep oturur musunuz burada?' demişti. 'Evet efendim, işim bu benim.' 'Güç bir iş. Yardımcınız da yok; iyi dayanıyorsunuz.' Gerçekten güç müydü işi? Beş yıl önce Faruk Bey yatak ücretleriyle birlikte ortalıkçı kadınla onun aylıklarını da artırdığını söyleyince utanmış, yere bakmıştı.

İkinci gelişiydi buraya; bir de 1955 kışında Rüstem Bey öldükten sonra gelmişti. Bölüşmede ablaları oteli ona bırakmışlar. 'Yukarıları görmek ister misiniz?' İki yaşındaymış İzmir'e yerleştiklerinde; çocukluğunda birkaç kere babası getirmiş. Bu odada kaldı o gece; ertesi sabah gitti. Emekli Subay sol eliyle tutuyordu kitabı, sağ elinde sigarası vardı. Çay demlemeye kalkacakken kapı açıldı. Oldukça genç bir adamdı. Yaklaştı; Emekli Subay'a doğru baktı, masaya eğildi.

— Merhaba, bir ricam var sizden, dedi yavaşça.

— Buyurun.

(31)

— Bir kadınla İzmir'e gidecektik; üç saat gecikme varmış. Burada kalabilir miyiz bu gece? Güç durumdayız; istasyonda beklemek istemiyoruz.

— Kadın nerede?

— İstasyonda.

— Peki, gelin.

— Sağolun.

Adam kapıdan çıkında Emekli Subay ona döndü.

— Kim bu adam?

— Bilmiyorum. 'Birini sordu' derken düzeltti:

— Birisiyle gelecekmiş, oda istedi.

— Birini mi sordu dediniz?

— Hayır, birisiyle gelecekmiş.

İçkinin etkisiyle belki, yüzü sararmıştı. Kapı açıldı: akşam tek yataklı oda ayırtan adamdı; esmer, kuru yüzlü... Birden tanıdı. İki yıl önce bir gece otelde kalıp sabah giderken 'Üstümde para yok; sonra veririm' diyen adamdı. Masanın önünde durdu.

— Odayı siz mi göstereceksiniz?

— Yatak parasını önceden alıyoruz efendim.

— Niye? Yarın sabah veririm giderken.

— Kusura bakmayın. Bir gecelik borcunuz da var bize.

— Nasıl? Borcum mu?

— Evet. İki yıl önceydi; giderken 'Sonra veririm' demiştiniz.

— Yanlışınız var; ilk gelişim buraya.

— Yanıldığımı sanmıyorum.

— Nasıl olur? Bana güvenmiyorsanız kalamam otelinizde.

— Siz bilirsiniz.

(32)

Adam güldü. 'Tuhaf bir yer' dedi, çıkıp gitti. Emekli Subay gazetelerini, kitabını aldı; masaya yaklaştı. Bir acısı varmış gibiydi yüzü; sarıydı. Hasta mıydı? Anahtarını verdi.

— İyi geceler efendim.

Gözlerine bakıyordu. Söver gibi 'Çok sağlamsınız' dedi. Zebercet koltuğunda geriye çekildi; sarardı. Adam dönüp yürüdü. Merdiveni çıkarken arkasından 'Gitmeyin daha' diye seslenmek istedi; ama nasıl söylenirdi bu. Yukarıda odanın kapısı kapanınca dış kapı açıldı: Elinde çantası genç bir kadınla deminki adamdı. Tedirgindiler. Adam masaya yaklaşırken kadın durdu; yere bakıyordu. Askıdan 6 numaranın anahtarını aldı.

— Geniş yataklı bir oda vereyim size.

— Tek yataklı mı?

— Evet.

— Çift yataklı yok mu?

— Var, ama daha rahattır bu.

Kadına dönüp sordu:

— Ne dersin?

Kadın omuzlarını kaldırdı.

— Bilmem, dedi.

— Peki, verin.

Anahtarı verdi.

— Üçüncü katta soldaki ilk oda; altı numara.

Merdiveni çıkarlarken arkalarından baktım. Boyları denkti. Kadının kısa topuklu ayakkabıları vardı; kıçı ufarak, bacakları düzgündü. 'Güç durumdayız' demişti adam. Belki ikisi de evliydiler. Odaya girer girmez sarılır mıydı? 'Kapıyı kilitle' derdi kadın.

Ankara treni geçtikten yarım saat sonra dış kapıyı demirleyip kilitledi.

Gecikme üç saat değil iki saatti. Salonun ışıklarını söndürdü; odaya girdi.

Salı gecesi menteşeleri yağlamıştı. Dün gece çok az kalmıştı odada; havluya

Referanslar

Benzer Belgeler

In the article, the authors suggested that four of 98 patients had developed hepatitis because of GC-induced hepatitis B virus (HBV) reactivation. The observa- tion is quite

Araştır- macılar bir hacmin içine hapsolmuş kalsiyum iyonlarını lazerler yardımı ile temel enerji seviyesine kadar soğuttu ve daha sonra sistemin iki farklı durumu

Cj eçikmiş sevgiler ve tembel ilgilerin ortasında, bir kez daha Haşim’in ölüm yıldönümüyle karşı karşıya bulunuyoruz.. Ama, anısı ve ürünü gibi mezarını da

28 Kaya Bilgegil,a.g.e., S.. HÜSEYIN VASF~~ PA~A 201 lanmas~ndan üç hafta sonra, ~talya üzerinden gizlice Istanbul'a geldi~ini bildirmektedir31. Fakat seyahatin ba~ka bir

Bu çalışmada, genel manasıyla, yeni ürün geliştirme projelerinde duy- gusal becerilerin motivasyon boyutları üzerindeki rollerinin belirlenmesi, karmaşık görevleri

Yani insan üç kitap okur, birkaç dergiye abone olur ve iki sene sonra çok daha fazla anlamaya başlar sanatı. İnsanlar bilmedikleri şeylerden ürkerler; bu

Karşılık gelen argüment reel sayıya pointerdır l veya L double veya long double olmasına göre, belirtecin