• Sonuç bulunamadı

Tunus ve M

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Tunus ve M"

Copied!
5
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Tunus ve Mısır Devrimleri. Arap Baharı. Sürmekte olan Yunanistan iflası. Gittikçe artan olasılıkla euro bölgesinin çözülmesi ihtimali. Küresel finans krizinin yeniden ortaya çıkışı. Kapitalizmin sistemik eleştirisinin bir intikamla geri dönüşü. Gerçek bir demokrasi için tüm dünyada yankılanan çağrılar. Kemer sıkma politikaları, eşitsizlik ve

neoliberalizme karşı İspanya, Yunanistan, Şili ve İsrail’de süren etkileyici sokak eylemleri. Atina, Londra ve Roma’daki isyanlar. Wall Street’in işgali ve hareketin ABD çapında hızla yayılışı. 15 Ekim’de 1000 şehir ve 80 ülkede milyonlarca insanın katıldığı kitlesel eylemler. Ve hatta Muammer Kaddafi’nin ölümü.

Bunların hepsi basit fakat gözden kaçırılamayacak bir gerçeği işaret ediyor: 2011 yılı Tarihin Sonunun Sonu’na işaret etmekte. Liberal demokrasi ve küresel kapitalizmin basık ufkunun ötesinde, bu senenin olayları sadece insanoğlunun sürmekte olan mücadelesinde yeni bir sayfa açmakla kalmadı aynı zamanda da bunun ötesinde açılacak yeni sayfaların temelini attı. Şu anda parçalanmakta olan şey varolan haliyle demokratik kapitalist sistemin kendisinden çok, bu

sistemin sonsuz özgürlük, eşitlik ve mutluluk arayışımızda sosyal yaşamımızı organize etmek için varolan yegane sistem olduğuna dair ütopik düşünce biçimidir.

Neredeyse yirmi yıl önce, Sovyetler Birliği’nin tamamen çöküşü ve devlet komünizminin nihai başarısızlığını

mütakiben, Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama şöyle buyurmuştu: “Sadece Soğuk Savaşın veya savaş-sonrası tarihin belirli bir bölümünün değil tarihin sonuna tanıklık ediyor olabiliriz. Öyle ki, bu nokta insanlığın ideolojik evriminde son nokta ve hükümetlerin alacağı nihai biçim olarak Batılı liberal demokrasilerin evrenselleşmesi şeklinde olabilir.” Tarihin Sonu ve Son İnsan adlı kitabının basımından yirmi yıl sonra, Fukuyama’nın bu tezi daha da

sallantıda görülüyor.

Bunu bitmek bilmeyen solcu klişelerden biri olan neoliberalizmin öldüğünü belirtmek için söylemiyoruz – zaten Slavoj Žižek’in de belirttiği gibi bu ideoloji iki kez ölmüş durumda, birincisi 11 Eylül terör saldırıları sırasında trajedi

şeklindeydi, ikincisi ise 2008 küresel finansal kriz esnasında komedi şeklinde gerçekleşti — daha ziyade

neoliberalizmin gerçekte ne olduğunun ortaya çıktığı gerçeğine parmak basmak için belirtiyoruz: Matt Taibbi’nin meşhur vampir mürekkep balığı karakteri gibi insanlığın suratına sarılmış, “para gibi kokan herşeyi acımasızca kan emici ağzına sıkıştıran” bir zombi ideolojisi.

Neoliberal İmparator çıplak!

2001 ve 2008 yılları sırasıyla neoliberalizmin politik ve ekonomik ölümüne sahne olurken 2011 yılı Tarihin Sonunun Sonu’na işaret ediyor. Dünya halklarının şimdi daha açık biçimde anladığı durum şudur ki son yirmi yıldır aslında en basit tabiriyle bir yalanı yaşıyorduk. Aslında demokratik kapitalizmi bir zamanlar meşrulaştıran popüler rıza gösterisi şimdi etik üstünlüğü hayalini sürdüren finansal Ponzi Saadet Zinciri’nden daha hızlı bir biçimde yol oluyor. Yirmi yıllık artmayan maaşlar, hızla büyüyen eşitsizlik, yokuş yukarı çıkan genç işsizliği ve yaygın sosyal yabancılaşma sürecinden sonra patlayan küresel finans balonu nihayet sistemin özünü çırılçıplak biçimde ortaya çıkardı.

Demokratik serbest pazar kapitalizmi bizlere vaadedildiği gibi değildi: son yıllarda açık biçimde görüldüğü üzere ne serbestti ne de demokratik. Büyük petrol şirketleri adına toplumsal muhalefete karşı savaşlar açıldı. Büyük Şirketler adına devasa bütçe açıklarına rağmen vergi indirimlerine gidildi. Ve şimdi ise toplumsal muhalefet ve bütçe açığını daha da kötüleştireceğine dair gizlenemeyecek kanıtlar varken, iflasa giden bankalar Büyük Finans adına birer birer kurtarılıyor ve gaddar bütçe kesintileri halka itekleniyor. Sistem bir anlam ifade etmeyi çoktan bıraktı. Kendi iç çelişkileri bu sistemi yiyip biritiyor. Ve nihayetinde insanlık kendi gerçekliğine uyanıyor.

Öyleyse bugün, umutlardan ve imkanlardan arındırılmış bütün bir genç kuşak “insanoğlunun geldiği son ideolojik nokta” adındaki o absürt nosyonun tepe noktasını teşkil eden bu duruma itiraz etmek için ayağa kalkıyor. Bu elimizden gelenin gerçekten en iyisi mi? Fukuyama’nın liberal demokrasi ve küresel kapitalizmin görünmez

düşmanları karşısındaki zaferini ilan ederken hayal ettiği ütopik dünya düzeni bu mu? İflas eden bankalar, iflas eden ülkeler ve bendini aşmış bir özel borç ile Fukuyama’nın ideal dünyası, krediyle beslenen tüketim çılgınlığının kafa üstü çakılmasıyla kaçınılamaz sonuna varmış haliyle kesinlikle şimdilerde daha ağırbaşlı görünüyor.

Sihir gitti. Büyü bozuldu. Ve dünya halkları gücü elinde bulunduranlara bunun farkında olduğumuzu söylemekteler. Bizler bu sistemin kökünde çürümüş olduğunu biliyoruz. Sözde başarılarının herhangi bir temeli olmadığını biliyoruz.

(2)

Büyük başarılarından çoğunun – küresel sermaye piyasalarından Avrupa’nın ortak para birimine kadar — finansal ve kurumsal kaygan zemin üzerine kurulmuş olduğunu biliyoruz. Ve bizler biliyoruz ki tüm bu lanet olası şey kağıttan kuleler gibi yıkılacak. Tahrir’den Times meydanına, Madrid’den Madison’a, Santiago’dan Syntagma, neoliberal imparatorun çıplak olduğunu biliyoruz.

Kaddafi ve Fukuyama: Tarihin yanlış tarafında

Tarihin Sonu’nun sonunu gösteren en görsel kanıtlardan birisi Muammer Kaddafi’nin kanlı sonuydu. Şüphecilerin NATO’nun Libya’daki emperyalist kalkışması hakkında mideleri haklı biçimde bulanmaya devam ederken, soldaki pek çokları hala “Kardeş Lider”in çöküşünün ardındaki büyük resmi görmekte zorlanıyorlar. Kaddafi, bir biçimde, Tarihin Sonu’nun en son vücuda gelmiş haliydi. 1960’ların sonunda pan-Arap bir sosyalist devrimci olarak iktidara gelmiş olmakla beraber hayatını dünyanın en başarılı kapitalistlerinden biri olarak tamamladı. Batı emperyalizminin şeytanlarını lanetlemeye retorik düzeyinde devam ederken, o çok lanetlediği neo-kolonyal güçlere ülkesinin

kaynaklarını peşkeş çekmeye de devam ediyordu.

Financial Times’daki 2008 tarihli bir rapora göre Kaddafi “kapitalist reformların faydaları üzerine methiyeler” düzüyordu. Libya’ya aile şirketi gibi davranarak, Büyük Petrol şirketlerine, Eni ve Shell gibi Batılı şirketlere bol kazançlı kontratlar sağlıyordu. Daha sonra bu kârlar şahsen sahip olduğu “egemen” zenginlik fonuna aktarılmasına izin verirken sermayesinin artıkdeğeriyle Wall Street’te de ek gelir için oynuyordu. Bu süreçte, Libya halkı kronik azgelişmişlikle boğuşurken, Kaddafi halkın 168 milyar ABD dolarını yurtdışına taşıyordu. Batılı güçlerin arkadaşı olmaktan büyük mutluluk duymalarına şaşmamak gerekir.

Öte yandan Kaddafi hakkında en açıklayıcı olan şey sosyalist bir kurtarıcıdan kapitalist bir tirana ani dönüşümü veya Batılı neoliberal müesses nizam ile yakın bağları değildi. En açıklayıcı olan şey Francis Fukuyama ile olan bireysel bağıydı. 2006-2008 arası, Fukuyama, eski MI6 ve CIA direktörleri tarafından kurulan ABD-bazlı Halkla İlişkiler Şirketi Monitor Group tarafından Kaddafi’nin Batı’daki imajının iyileştirilmesi ve Libya’nın Tarihin Sonu’nda olduğunun halka anlatılması için tutulan dünyanın ileri gelen bir dizi entellektüelinden biriydi. Libyalı eski memurlar tarafından sızdırılan gizli belgelere göre “Fukuyama 14-17 Ağustos 2006 ve 12-14 Ocak 2007 tarihlerinde Libya’ya iki ziyarette bulunmuştu”.

Trablus’daki Greek Book Center’da bir konuşma yapmış ve John Hopkins Üniversitesi’nde Libya üzerine bir ders vermişti. Aynı zamanda “Liderle Görüşmelerim” adlı bir konuşma yapmış ve Kaddafi’nin Yeşil Kitabının ilk kez dünyanın ileri gelen kamu politikası okullarından birinde öğrencileri zorunlu okuma olarak verilmesini sağlamıştı. Belli ki, sadece bizler değil, Fukuyama’nın kendisi de Kaddafi’nin Tarihin Sonu’nun vücuda gelmiş hali olduğuna inanmıştı. Kaddafi’nin iktidardan alınışı bu nedenle, Batı’nın emperyal ordu gücüyle olmasa hiçbir koşulda başarıya ulaşamayacak olsa da, Fukuyama’nın tezlerinin tamamen çöpe gitmesine neden oluyor. Nihayetinde eğer Tarihin Sonu hakikaten geldiyse, bu tezin sahibi nasıl böyle göstere göstere kendisini tarihin yanlış tarafında konumlandırmıştı ki? Sonun Sonu olarak Euro Bölgesinin Çöküşü

Öte yandan Kaddafi, Fukuyama’nın tek tarihsel “hatası” değildi. Tarihin Sonu tezinin tamamen Amerika-merkezli bir hissiyat olduğu iddialarına karşı 2007’de Guardian’da yazdığı bir makalede Fukuyama “Tarihin Sonu hiç bir zaman spesifik olarak bir Amerikan sosyal veya politik organizasyon modeline bağlanmamıştır... Avrupa Birliği’nin tarihin sonunda dünyanın neye benzeyeceğini günümüz ABD’sinden daha iyi yansıtacağına inanıyorum” demişti. Avrupa Birliği’nin kaderinden yola çıkarak, ironik bir şekilde, Fukuyama’nın yanlış bir nedenle de olsa haklı çıktığını görüyoruz.

Geçtiğimiz günlerde New York Times’ın yazdığı gibi “Euro, Sovyetlerin çöküşünden sonra Avrupa’yı daha geniş ölçekte federalizme taşıyacak kolektif refah çerçevesinde birarada tutmayı amaçlayan bir politik projeydi. Öte yandan an itibariyle euro Avrupa’yı parçalıyor görünmekte. Politik sistemde Sovyetlerin çöküşünden beri yaşanmayan bir gerginlik ve demokratik kurumlara şüphe Avrupa’ya hakim.” Avrupa’nın, Tarihin Sonu felsefesiyle birebir uyumlu, derin ekonomik entegrasyonu öyle içsel krizli bir durum yarattı ki dünya ekonomisinin geleceği şimdi tek bir AB üyesinin kaderine bağlı görünüyor: Birliğin GSMH’sının sadece %2’sini üreten Yunanistan’a.

Yalnız Yunanistan sadece kömür madenindeki kanarya konumunda. İçinde bulunduğu durum Avrupa’nın krizinin asıl nedeni değil sadece bir belirtisi. Yunanistan iflas ettiğinde, yatırımcıların İtalya ve İspanya’ya da inançlarını

(3)

kaybetmeleri sadece kısa bir zamanlama meselesi halini alacaktır. Bu ekonomilerin ikisi de iflas etmek için fazla büyükler – öte yandan kurtarılmak için de fazla büyükler. Avrupa kurtarma fonu ise bunları kurtarmak için yeterli büyüklükte değil ve Almanya ile Fransa bu fonu nasıl genişletebilecekleri üzerine bir çıkmazdalar. Aynı zamanda, Avrupa’nın çözülemeyen bankacılık sistemi çöküşün eşiğinde. Yunanistan’ın iflası sayısız bankayı da iflas

uçurumundan aşağı iterek hükümetleri bir kez daha devasa banka kurtarma operasyonları yapmaya zorlayacaktır. Bu durum, en nihayetinde ülkelerin borçlanma seviyelerini arttıracak, kredi notlarını düşürecek ve “Yunan” borç krizini Avrupa kapitalizminin kalbine taşıyacaktır.

Diğer bir deyişle çıkarılması gereken mesaj şudur: krizden kolay bir çıkış yolu yok – Financial Times’da Martin Wolf’un geçenlerde işaret ettiği gibi çokça övülen eurobondlarla bile. Avrupa entegrasyonunun tepe noktası olması öngörülen Euro bile bocalamakta. Bu süreçte, AB’nin post-ideolojik teknokratik kurumları toplumsal meşruiyetin kalan son kırıntılarını da kaybettiler. Yapı parçalanmakta ve samimi bir şekilde söylersek, liderlerimizin bu konu hakkında ne yapacaklarına dair en ufak bir fikirleri bile yok. Avrupa’nın krizi, günün sonunda, dünyanın krizidir. Ve bu sadece ekonomik bir kriz olmaktan çok uzakta: en dipte, Joseph Stiglitz’in söylediği haliyle kapitalizmin ideolojik kriziyle karşı karşıyayız. Bu ise kesin olarak “insanoğlunun ideolojik evriminde son nokta” olmaktan oldukça uzak bir noktayı işaret ediyor.

Kapitalizmin Krizi ve Bastırılmışların Geri Dönüşü

Bu yüzdendir ki 2011 yılının kapitalizmin sistemin eleştirisinin geri dönüşüne – intikamına- sahne olması şaşırtıcı değil. Geçtiğimiz haftalarda, önde gelen serbest-piyasa yayınlarından Wall Street Journal, Financial Times, Business Insider ve Fortune’un hepsi Karl Marx’ın bahsettiği şekliyle kapitalizmin kendi kendini yıkmaya yönelik eğilimine dikkat çektiler. Marksçı ekonomi-politik eleştirisinin bu ani yeniden doğuşunun iki nedeni var: Birincisi elitler arasında gelişen yeni bir Büyük Buhran’a doğru yönelmekte olduğumuz farkındalığı. İkincisi, Fukuyama’nın post-ideolojik dünyasının yol açtığı radikal tahayyülün sistematik olarak bastırılması.

Bu bağlamda finansal krize verilen neoliberal cevap hakkında konuşurken Margaret Thatcher’ın tartışma bitirici sloganı olan “başka alternatif yok”a atıfta bulunmakta fayda var. Bankacılar rekor ikramiyeler alırken, toplumun geri kalanına boğucu kemer sıkma politikalarının alternatifi olmadığı söylenmektedir. İdeolojik söylev her yerde aynı şekildedir: “hepimiz bu geminin içindeyiz ve kemerlerimizi birlikte sıkmamız gerekir”. Öte yandan Matt Taibbi’nin geçenlerde gösterdiği gibi, borsa senetleri ve bonoların ticaretinden yüzde 0.1’lik ve tüm tahvil ve senetlerin

türevlerinin ticaretinden yapılacak yüzde 0.01’lik bir vergi ABD’nin tüm borçlarını ödeyebilir ve kamudaki kemer sıkma politikalarını anlamsız kılar. Yani orada bir yerde güvenilir bir alternatif var. Peki öyleyse bu neden

tartışılmıyor?

2009’de Fukuyama Newsweek’te bir zafer edâsıyla yayınladığı “Tarih hala bitmiş durumda” adlı makalesinde “kriz Wall Street’te – küresel kapitalizmin kalbinde – başlamış olmasına rağmen...küresel sistemin meşruiyeti yara almış olsa da, hala ayakta olduğunu söyleyebiliriz” diyordu. İki yıl ileri saralım ve Londra’nın, Roma’nın ve Atina’nın yanan sokaklarına Wall Street’in, Puerta del Sol’ün, Syntagma’nın ve dünya üzerinde yüzlerce diğer meydanın barışcıl işgallerine 15 Ekim’deki 80 ülkede 1000’dan fazla şehirde gerçekleşen eşi görülmemiş küresel eylem gününe tanıklık edelim. Öfkeye, hayal kırıklığına, sinire tanıklık edelim. Bahsi geçen meşruiyet parçalanmakta. Fukuyama biraz erken kutlama yapmış gibi görünüyor.

Freudcu bir biçimde, ezilenlerin geri dönüşüne tanıklık ediyoruz. Yirmi yıl boyunca insanlara yaşadıkları dünyada başka bir alternatif olmadığını söylerseniz ve bu arada da gelirlerini, haklarını, kamu hizmetlerini ve onurlarının son kalan kırıntılarını almaya kalkarsanız, er yada geç psikolojik şekilde bastırilmış olan devrimci potansiyelin ortaya çıkmasını bekleyebilirsiniz. Kitlelerin, Tarihin Sonu tezinin yapmaya çalıştığı gibi, tutarlı olan özgürleştirici ideolojisini bastırmaya çalışırsanız, kelimenin tam anlamıyla tutarsız ve apolitik Londra ayaklaması gibi olaylarla karşılaşırsınız. Bu bağlamda Tunus ve Mısır Devrimlerinin yapabildiği en önemli şey insanlığa aslında statükoya bir alternatifin, pervasız küresel kapitalizmin “dışında” bir yerlerde bulunan bir alternatifin, olduğunu göstermeleriydi. Öfkelilerin Ayaklanması ve Demokrasinin Krizi

Arap Devrimleri, yabancılaşmış Avrupa ve Amerika gençliğine yeniden hayal kurmayı, liberal demokrasi tarihinin en büyük meşruiyet krizlerinden biri karşısında radikal tahayyüllerini yeniden gündeme öğrettiler. Eleştirel bilinç yeniden anaakım söylevde yerini bulurken, neoliberalizmin kültürel hegemonisi kendini bir kez daha tehdit altında bulmakta.

(4)

Ortaya çıkan bu eleştirel bilincin ilk belirtileri 15 Mayıs’ta Madrid’de kendini gösterdi. Bir kaç gün sonra, BBC İspanya’da Mısır-tipi bir eylemliliğin büyümekte olduğuna dair bir haber yayınladı. Bunu takip eden bir kaç hafta içerisinde ise hayatın her alanından yüz binlerce insan her gece “öfkeliler” (indignados) hareketinin Avrupa’da yayılmasına paralel olarak sokaklara döküldüler.

17 Eylül’de Kanadalı tüketim-karşıtı dergi Adbusters’ın çağrısıyla İspanyol 15-Mayıs hareketi bankalara karşı küresel bir eylem günü ve Wall Street’in işgaline dönüşerek zirve noktalarından birini yaşadı. Wall Street protestoları

böylelikle bir sonraki küresel eylem gününün, İspanyol eylemciler tarafından çağırılan 15 Ekim eyleminin hızla harekete geçirilmesine yardımcı oldu. “Küresel değişim için birlik” pankartı altında küresel direniş görülmemiş sayılara ulaştı ve 80’den fazla ülkede 1000’den fazla şehir eylemlere sahne oldu. “Küresel sistemin meşruiyetinin yokolmadığına” dair saf görüşü ise Fukuyama’nın kendisinin bir kez daha tarihin yanlış tarafında olduğunu gösterdi. Neticede, eğer liberal demokrasi gerçekten insani ideolojik evrimin son aşamasıysa, nasıl oluyorda dünya çapında milyonlarca insan sokaklara dökülüyor ve başka birşey talep ediyor olabilir? Eğer temsili demokrasi tepe noktası ise, neden bu genç insanlar “bizi temsil etmiyorlar” diye bağırıyor ve “gerçek demokrasi” talep ediyorlar? İsrail ve Şili’deki kitlesel eylemlerin gösterdiği gibi, hızla gelişen ekonomilerine rağmen öfkelilerin sokaklara dökülmesini engelleyememiş bu ülkeler de hesaba katıldığında bahsi geçen bu olgu sadece içinde bulunduğumuz krize

indirgenemez. Aslında sorun çok daha derinlerde yatıyor. Tam da öfkelilerin sloganlarında bağırdıkları gibi “sorun olan kriz değil, sistemin kendisi!”

Zygmunt Bauman parmağını bu problemin tam düğüm noktasına koyuyor: politikalar ulusal kalırken, gücün tamamı küresel kanallara doğru akmış halde. Teknolojik değişim ve neoliberal reformlar, demokratik biçimde seçilen

hükümetlerin vaatlerini artık politikaya dönüştüremeyeceği bir durum yaratmış haldeler. Oy kullanmanın artık hükümetlerimizin uygulamaya koyduğu politikalar için değil de finansal sektör tarafından talep edilen belirli politikaları kimin uygulamaya koyacağı meselesi ile ilgili olduğu bir sisteme varmış bulunuyoruz. Bunun adına demokrasi demek absürd sayılır. Bu anlamda öfkelilerin ayaklanması, liberal temsili demokrasinin derin ekonomik entegrasyon koşulları altında ne gerçekten liberal ne de gerçekten temsil gücüne sahip olduğunun kolektif bir farkındalığıdır. Tarihin Sonu, demokrasiyi insan yönetimlerinin nihai formu olarak somutlaştırmaktan çok, bunun altını oymuş bir tezdir.

Tarihin Kıyısı ve Mücadeleci Siyasetin Geri Dönüşü

Tarihin Sonunun Sonu, neoliberalizmin sonuyla aynı şey demek değildir. Daha önce de gördüğümüz gibi zombi ideolojileri son kullanma tarihleri geçeli çok olmasına rağmen hala tedavüldeler. Kapitalistler veya kapitalist olmak isteynler oldukça kapitalist felsefenin bir yada diğer biçimi her zaman varolacaktır. Tarihin Sonunun Sonu, tam da üstesinden gelmeye çalıştığımız baskıcı devlet taktiklerine sığınmadan imkansız olduğu haliyle kapitalizmin bireyselci dünya görüşünü yok etmekten çok mücadeleci siyasetin sosyal yaşamın tanımlayıcı özelliği olduğu biçimiyle geri dönüşüyle ilgilidir. Diğer bir deyişle, Tarihin Sonunun Sonu, siyasi mücadelenin üstesinden gelmekten çok siyasi mücadele süreçlerinin hiç bir zaman üstesinden gelemeyeceğimizin farkındalığıdır. Adaletsizlik olduğu sürece mücadele olacaktır ve bir yada öteki biçimde her zaman adaletsizlik olacağı için, her zaman mücadele de olacaktır. Tarihin Sonu, işte bu yüzden ne mümkün ne de istenebilir birşeydir. Sosyal gerçekliğin alanından anlaşmazlık ve çatışmayı çıkararak kurumsal ve ideolojik gelişmenin son aşamasını hayal etmek ya tamamen totaliter yada en saf haliyle ütopik bir görüştür. Bazı ütopik hayaller bizleri bir canlı biçimi olarak daha ileri bir aşamaya taşımak için ilham verici olmakla birlikte, hiç bir sosyal düzenin sonsuza kadar yerinde kalamayacağını her zaman hatırlamalıyız.

Ütopyamız her zaman bizleri eyleme geçmeye sürükleyen o ruhsal arzu olarak kalmalıdır ama aynı zamanda bunun hiç bir zaman gerçek olamayacağını da kabul etmeliyiz. Tarihin, en basit haliyle, asla sonu gelmeyecektir. Neo-Gramscici akademisyen Stephen Gill’ın belirttiği gibi “tarih her zaman aktörler, yapı, bilinç ve eylem arasındaki karmaşık ve diyalektik etkileşim içinde inşa halinde” olacaktır. Veya Subcomandante Marcos’un daha şairane biçimde söylediği gibi: “mücadele bir daire gibidir: her hangi bir yerden başlayabilirsiniz ama hiç bir zaman sonu gelmeyecektir”. Geçtiğimiz günlerde Guardian’a gönderilen mükemmel bir yorumda, Jonathan Jones Wall Street işgalinin bir fotoğrafına bakarak şu çarpıcı gözlemi yapıyordu:

"Bu fotoğraf tarihte bir dönüm noktasının fotoğrafıdır. Bu durum işgal hareketi illa ki başarılı olduğu (başarı her nasıl tanımlanıyorsa) için değil daha çok ekonomik temeller hakkında uzlaşmış gibi görünen dünyada yeni tartışma

(5)

imkanlarının açıldığını gösterdiği için dönüm noktasıdır. Wall Street işgali ve ilham verdiği küresel hareket etkili bir değişim çağrısı yapamayabilir veya bir saman alevi olabilir. Ama esas mesele bu değil zaten. Yahut eylemlerin doğru veya yanlış olduğu bile önemli değil. Önemli olan şu ki pervasız kapitalizm, çürütülemez görünen ekonomik

dinamizmin gücü, reformların ve iyileştirmelerin ötesinde olan, müteşekkir kalmaya öğrendiğimiz o canavar aniden kendini Times Meydanı ışıkları altında çirkinliklerinden bahsedilirken buluyor. Ekonomi imparatoru şimdi çıplak!" “Bu inanılmaz bir an” diye devam ediyor Jones, gerçekliğinden emin olmak için “kendinizi çimdikleyin”. çünkü 2011, tüm haykırışları ve devrimleriyle, Slavoj Žižek’in Zuccotti Park’ta yaptığı konuşmasında belirttiği gibi “kabusa dönmekte olan bir rüyadan uyanmayı” temsil ediyor. Mücadeleci siyasetin geri dönüşüne işaret ediyor. Ve böylelikle Tarihin Sonunun Sonuna işaret ediyor. Tarih her hangi bir zamanda durduğu için değil – sadece bizlerin aklı

kapitalizmin can düşmanının çöküşüyle karıştığı ve öyle olduğunu sandığımız için. Fakat gerçek şudur ki hala yapılmakta olan tarih gazete manşetlerinde, güçlü fotoğraflarda ve Yunanistan’da Ekim’deki 48-saatlik genel grev sırasında orta sınıfa mensup sıradan bir hanımefendinin sözlerinde kayda alınıyor: “Hiç bir zaman solcu olmadım” diyordu orta yaşlı kadın “ama bizleri aşırı uçlara zorladılar.” Sistem sıradan insanları devrimci olmaya zorladığında, artık Tarihin Sonu'nda olmadığınızın farkına varırsınız. Aslında tam da kıyısındasınızdır.

Jérôme E. Roos

Çeviri: Ethemcan Turhan

Referanslar

Benzer Belgeler

Anahtar sözcükler: Tükrük bezi benzeri tümör, akci¤er, immunohistokimyasal boyama Key words: Salivary gland type tumor, lung, immunohistochemical

Ölüm her insan için kaç›n›lmaz bir sondur. Bafll›ca amac› tedavi et- mek ve yaflam kurtarmak olan hekimler için terminal dönemdeki- ler ve ölmekte olanlar oldukça zor

Bir açının ölçüsü başına “s” (veya “m”) harfi konularak gösterilir. Açıortay, açının iç bölgesinde bulunur.. Bir açı, içinde bulunduğu düzlemi 3 bölgeye

Live Earth İstanbul, ülkemizin bir seçim maratonunda olması, terör ve güvenlik nedenleriyle pek çok kişi ve kurumun maalesef önceliği olamadı" ifadelerine yer

Olasılıkla ülkemizdeki birçok diyaliz ünitesinde kronik diyaliz programındaki hastaların takip dosyalarında ve vizitlerde hepatit serolojileri ve aşılama durumlarına

• Ölçülenler: A noktasından (Başlangıç noktasından = sıfır açılan noktadan) küçük noktaya olan

Daha sonra da dik düşülen yerden detay noktasına olan uzaklıklar ölçülür..

ad¨mlarda b¸y¸yorsa ve hesaplaman¨n taman¨ndaki duyarl¨l¨º g¨ ciddi olarak azalt¨yorsa, bu say¨sal