• Sonuç bulunamadı

ENİS SAYMAN

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "ENİS SAYMAN"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ENİS SAYMAN

Kahvaltı Masasına Kar Yağmaz

(2)

Kapak ve Tasarım :Bilgehan Aras

Baskı :Yakın Doğu Üniversitesi

e-mail : esayman@neu.edu.tr

(3)

Düşüncelerimin ve duygularımın; hayatımın harman yeri tüm Yakın Doğu Ailesi’ne sonsuz teşekkürler...

(4)

Mirasım bir hayat...

Bizim ufaklığın kıskançlığı tuttu yine. Çocuk kıskançlığı. Zararsızından hani; masumca. Sadece doğal, içinden gelen istekler. Hiçbir kötü niyeti olamaz. Çocuklar kötülük düşünebilir mi zaten! İçinden öyle geldi ve istedi.

İlkokul beş; çocukça...

Kendimce birşeyler yazmaya çalışıyorum. İçimden gelenleri dışa vuruyorum sadece. Belki bir gün birileriyle paylaşırım. Ya da sadece kendimle! Keratayı ihmal ettiğimi de zannetmiyorum. Ona miras olarak belki birşeyler bırakamam kaygısıyla (sebepsiz bir kaydı da

(5)

değil!) hayatımı yazdım ve hediye ettim. Bana babamdan iki satır bile kalmamıştı. Ben ise koca bir hayat bıraktım.

Ama çocuk işte.

Kısa öyküler yazıyorum bugünlerde. Gördüklerimi, hissettiklerimi, söyleyemediklerimi yazıyorum. Bunların arasında beynimde yer eden karakterler de var. Geçmişten ve bugünden. Köpeğim Payrıt için bile yazdım. Aslında esas konu köpekle birlikte ta kendisi. Ama olsun doğrudan hedef o alınmamış.

Aslında zeki çocuktur. Anlayışlıdır. Birşey istediğinde

“param yok, sonra alırız” dediğimde bunu anlayışla karşılar. Hatta alışverişlerde işin maddi yönünü düşünür.

Bana yardımcı olmaya çalışır kendince. Ufak şeylerle mutlu olmayı bilir. Tehlikeli işaretler alıyorum ondan.

Bana benzeyecek sanki! Ama bu yazma konusunda kendince haklı sebepleri olmalı. Çocukluk işte. Diretiyor.

Açıklamaya çalışıyorum gözleri doluyor. Çocuktur, haklıdır...

Düşünüyorum da aynı şeyleri ben babamdan isteseydim! Çok eğlenceli olurdu herhalde. Yani görüntü olarak. Konu olarak. Benim açımdan aynı şeyleri söylemek pek isabetli olmazdı. Mesela, babamdan benimle top oynamasını isteseydim. Top gibi oynardı benimle.

“Tenis” deseydim kesinlikle kaba birşey söylediğimi zanneder on katı küfürle bir güzel pataklardı beni. Hele bir de düşünüyorum da benim çocukluğumda yoktu ama bilgisayar ve onunla bağlantılı bazı isteklerim olsaydı herhalde gazetelerin ikinci sayfasındaki cinnet haberlerine konu olurdum. Bilmem “zalim baba” derler miydi “zalım”

babama. Bu arada babamın takma adıydı “zalım”. Diğer bir deyişle günümüzün moda terimi “nick”i...

(6)

Babama çok benziyor birçok huyum. Sadece zaman içinde değişime uğramış reaksiyonlarım. Buna biraz da eğitim eklenince dil ve kaba kuvvet sorununu çözmüşüm.

Oğlum da bana benzeyecek büyük bir ihtimal. O daha fazla ekleyecek üzerine ve çocuğuna öyle yansıtacak.

Duygusal olacak büyük bir ihtimal.

Babam duygularını hiç gösteremedi. İma bile etmedi.

Bana bir defa olsun sarılıp öpmedi. Kucaklamadı. Ben biraz daha ilerlettim. Duygularımı belli edemesem, eşime

“hayatım” “canım” diye hitabedemesem de anlatmaya çalıştım. Açıklayamadığım yerlerde yazıyı kullandım. En azından cesaret gösterdim.

Hele çocuğuma...Duygularıma karşı ilk mağlubiyeti tattırdı bana. Sarıldım. Saçını kokladım. Uyurken seyrettim. Ateşi çıktığında yüreğime korlar düştü. Geceleri özledim. Sabah olmasını bekledim. “Canım” dedim ona yüreğimdeki gibi. Saklamadan. Gizlemeden. Nasıl hissediyorsam aynen öyle...Sevgimin en büyük dilimini hep ona ayırdım.

Hayatım, moralim, sorumluluğum oldu. Hayattan kopma noktasına geldiğimde, tam boşverecekken onu düşündüm. Yüreğim yeniledi bedenimi. Yol açtı, güç verdi bana. Sana birkaç satır değil bir ömür verdim. Bir de vesikalısından... Cabası!

Bilmem anlatabildim mi oğlum! Canım, hayatım, yaşama sebebim!...

(7)
(8)
(9)

Alışkanlık işte

Giysilerimi ve özel eşyalarımı -giysilerim haricinde pek özel eşyam da olmadı, hatta onların da bazıları emanetti!- sanki bir daha hiç elime geçmeyecekmiş gibi dikkatle ve özenle kullandım. Ayakkabılarımı genelde sıkmaya başladıktan sonra bırakmak zorunda kaldım.

Tabanı delinmedi dikkatli bastığımdan. Derisi eskimedi.

Yırtılmadı. Top oynamadım. Hatta koşmamaya çalıştım eskimesin diye. Gömleklerimin yakaları eridi. Tersyüz etti annem. Kolları kısaldı ben büyüdükçe. Zaten çekmişti yıkanmaktan defalarca.

Kitaplarımı katlamadım. Üzerlerine yazı yazmadım.

Kalemlerimin ucunu hemen hemen hiç kırmadım. Defter sayfalarını hiç yırtmadım yazıları silerken. Çantam hep aynıydı ilkokul boyunca. Ortaokulda da!...İlk spor ayakkabım ortaokulda beden eğitimi dersi için alındı Bayraklı Pazarı’ndan; “eşini bul iki buçuk lira!” Ayak burunlarım sızlayarak giydim orta sona kadar. İlk

(10)

sözlüğümü lise 1’de aldım. Yirmi sekiz senede ancak kapağı koptu. Hala kitaplığımda duruyor.

Babamın geliri ile okuyabildiğime şükretmek zorundaydım. Eskitme ya da beğenmeme gibi bir lüksüm hiç olmadı. Bitmeden istemeyi hiç bilmedim. Ağabeyim de Lise 2’ye kadar okuyabildi. Başka işlere çalıştı kafası.

Okuyamadı neticede. Askere gitti. Kitap kalmıyordu ondan bana. Zaten kitaplarını ya kaybeder ya da hor kullandığı için kullanılmaz duruma getirirdi. Birbiriyle pek bağdaşmayan bir ikiliydik zaten. Allah var yukarıda izine geldiğinde eskimiş asker postallarını bıraktı bana.

Giydim senelerce yağmurda çamurda. Diğer kardeşlerim kız olduğu için paylaşacak pek birşeyimiz olmadı. Okula da gitmemişlerdi zaten. Hiç kitap okuyamadılar! Annemin okuması da yoktu. Babam da ilkokul 3’den terk!

Temel ihtiyaçlar dışındaki harcamalar bir israf. Haksız da sayılmazlar hani. Onların hayattaki ihtiyaçları neyse bizimki de aynı olmalıydı. Okula gitmem lüksü yeter de artardı bile. Sesimi çıkaramazdım. İdare etmek en iyi yol...

Liseyi bitirinceye kadar alışverişimi babamla yaptım. O beğendi ben giydim. Renk seçimi bile tanınmadı. En ucuzunu anladım da istediğim bir renk olamaz mıydı?

Hayır! Kir göstermeyen bir renk olmalı. Aslında giysilerim zaman içinde renkten renge giriyordu. Böylece değişik renkte giysilerim oluyordu. Her sene ayrı bir renk...

Kendi başıma alışveriş yapma zevkini ilk üniversite yıllarında tattım. Aslında tadamadım. Kıyamıyordum paraya. Babama acıyordum. Çok zor şartlarda kazanıyordu parayı. Babamdan daha zorlu alışverişler yaptım. En

(11)

kabasından, sağlam olsun. Şöyle üniversiteyi bitirene kadar...

Öyle bir temel almışım ki uzun ömürlü kullanım konusunda mecburiyetten ortaya çıkan bu durum bir alışkanlık oldu bende. Tren ve otobüs biletlerini bile atamaz oldum. Cüzdanımın içinden kullanılmış biletler çıktı defalarca. Üniversite giriş sınavı için verilen sınav giriş belgesi hala çekmece çekmece dolaşıyor evde aradan yirmi beş sene geçmiş olmasına rağmen. Kıyamadım, eskitemedim, atamadım hiçbirşeyi. Alışkanlık işte.

Zamanı geçmiş, geçerliliğini yitirmiş belgeleri atamadım. Çekmecelerim mahkeme arşivlerine döndü.

Eski cüzdanlarımı da atmadım. Lisedeyken kullandığım cüzdan bile duruyor. Hatta içinden ortaokula kaydolurken verilen sıra numarası bile çıktı. Ufak bir kağıt parçası üzerinde artık okunamayan bir mühür ve sıra numarası var.

1989 yılında Kıbrıs’a geldim. Aradan on üç yıl geçti.

Şu an elbise dolabı Kıbrıs’a gelmeden Türkiye’den aldığım giysilerle dolu. Hemen hepsi de giyilebilir durumda. Eşimin bekarken almış olduğu televizyon hala çalışır durumda! Ona da acıyorum aslında...

Kıbrıs’a gelmeden önce de birçok işte çalıştım ama en sürekli işim Yakın Doğu Üniversitesi oldu. En uzun giydiğim kıyafetim gibi. İşimi sevdim. Hiç değiştirmedim.

İyi baktım, eskitmedim. On üç yıl çalıştım ve ömrüm yettiği sürece de çalışmaya devam edeceğim. Yavaş yavaş, taksitle birçok ihtiyacımızı karşıladık. Eşyalar aldık. Hatta bazılarını yeniledik. Eski arabayı verip yenisini aldık. Onu da verip bir yenisini. Hepsi de satarken aldığımdaki

(12)

gibiydi. Alışverişi ben yaptım ama hiçbiri benim üzerime olmadı. Bana ait bir mal olmamalıydı. Hep eşimin üzerine.

Bana ait olsa değiştiremezdim.

Zaman içinde kullanıp eskitmeme konusunda deneyimim de arttı. Kendimi geliştirdim. Teknolojinin nimetlerinden ve tüm diğer yeniliklerden faydalanmaya çalıştım ve hala çalışıyorum. Evde en çok ve en sık kullanılan alet şüphesiz televizyonun uzaktan kumandasıdır. Çağın aleti. Madem bu kadar sık kullanılıyor ve rahatımızı sağlıyor o zaman ona iyi bakmalı, tozdan topraktan korumalıyız. Temiz tutmalıyız.

Bunu sağlamanın en iyi yolu da alete şeffaf bir bandaj yapmaktır. Hani o yiyeceklerin hava almasını engelleyen ve daha uzun süre dayanmasını sağlayan şeffaf filimlerden. Tam bana göre!...Hem yırtılırsa hemen yenisi sarılabilir. Yaklaşık on yıl önce almıştık ikinci televizyonumuzu; ama kumanda aleti hala aldığımız günkü gibi.

Cep telefonlarına karşı uzun süre dirensem de aldım bir tane yaklaşık beş yıl önce. Kılfında tuttum üç yıl. Sonra kılıflı telefon kalmayınca mecburen kaldırdım kılıfı (at- madım!). Kılıfsız kullanıyorum iki yıldır; ama hala pırıl pırıl! Yenileri çıktı yeni özellikleriyle; ama hala işimi görüyor. Hem de yepyeni...

Geçenlerde bizim televizyon kumandasının ses açıp kapama özelliğinde bir sorun yaşadım. Pilleri eskimiş olmalı diye düşündüm. Değiştirdim. Ses kısma özelliği ancak iyice bastırınca çalışıyor. İyice zorlamak lazım. Bu sefer de alet kırılacak diye korkuyorum. Dün verdiğim mücadeleyi gören hanım beni ürkütmemeye gayret göstererek hafifçe omuzumu dürttü ve fısıldadı;

“ eskidi, yenisini almak lazım!...”

(13)

“Eskimişsin be Enis. Eskitmemeye çalışırken farkında olmadan yıllar geçmiş. Huyun eskimemiş; ama hayat sen farketmesen de değiştirmiş; yaşlandırmış seni.

“Babana benzemişsin.”

“Yaşın benzemesin...”

(14)

On sekiz

Serseri bir hırs ve dizginlenememiş bir içgüdünün zamana karşı yolculuğu yarışa dönüştü. Serseri olmayan bu ruh oturduğu makamda sarhoştu içmeden. Kan kulaklarından fışkıracak gibi basınç yapıyordu. Vücudu sımsıcak. Bir kadına dokunurcasına. Heyecanlı. On sekizlik delikanlının acemi dokunuşu. Acemi duygular, özgür ve sınırsız. Patlayacak gibi kulaklar. Kontrol beyinden çıkmış. İçgüdüler iş başında. Yanıyor, uçuyor bir ateştopu gibi.

Elindeki sıcaklığı nereye koyacağını, nasıl kullanacağını bilmiyordu. Formaliteden, görev gereği danışmalar. Beyin devre dışı yine. Gençliğin içgüdüleri daha hızlı olur. Düşünmez. Kararlar alınır ve uygulanır.

Uçsuz bucaksız bir özgürlük ve kullanılmaya hazır imkanlar. Elde yanıyor imkan. Kullanılmalı. Yakıyor. En hızlısından, en fiyakalısından olmalı diyor içgüdü.

(15)

Beyin devre dışı...

Sinsice bekliyor pusuda. Ateş basıyor. Kaynarcasına.

Dayanılacak gibi değil bu baskı. Çekiyor alıyor yerinden bedenini. Yere basmıyor ayaklar. Uçacak gibi serbest kalsa. “Hareket et, haydi davran!” diyor içinden. Sinsice!

Davetkar bakışlar. Albenili. “Hayır” diyemeyeceği türden bir davet. Hayatında ilk defa eline geçen bir fırsat.

Akıl devre dışı...

Sık sık oluyor son günlerde. Davetler sıklaşıyor.

Sıcacık. Kokusu geliyor. Güzel bir kadın gibi on sekizlik delikanlıya. Düşünce yolunda göremeyeceği türden.

Şehvetli mi şehvetli. Üzerinde beyaz tül bir elbise. Derin bir yırtmaç, esintiyle uzaklardan ve derinden. Davetkar.

Uzak ama ısrarlı. Çağırıyor sürekli. Dayanılmaz, karşı koyulmaz.

Çekingen adımlar dizginleyen düşüncelerden yavaş yavaş kurtulmaya başlıyor. Öyle çekiyor ki, dayanılmaz.

İçerden çekiyor, engelliyor. Tutulması zor bu isteğin.

Azmış, kudurmuş. İhtiraslar adımları sıklaştırıyor.

Koşmaya, uçmaya dönüşüyor bu gidiş. Yandı yanacak eli.

Atmalı kurtulmalı bu sıcaklıktan!

“Atacağım ihtiraslarımın ta ortasına yaksın kavursun tüm benliğimi. Uçursun, yaksın beni ateş topu. Elimde değilsin artık. Kalamazsın ne de zihnimde.”

Bilmez nasıl yaklaşacağını, nasıl ulaşacağını o zevkin doruklarına. Kapılmıştı rüzgara bir kere.Ürkek; ama vazgeçilmez...

(16)

Usulca oturdu makamına. Sesini duymasıyla birlikte derinden, bastırdı yine kan kulaklarına ayaklar bastıkça uçmalara. Sürdü ta sonsuzluğuna o zevkin. Beklesin akıl.

Nafile bekleyişler...

Uçuyor arkasından. Üzerinde tülden bir elbise. Derin bir yırtmaç derin ve uzun bacakların üzerinde. Açılıyor rüzgarıyla gençliğinin on sekiz yaş isteğiyle. Uçuyor sanki bulutlar üzerinde. Yaklaşıyor; nafile yaklaşmalar.

Çekiyor bir yerlere bu rüzgar. İçinden, derinlerden bir ses “dur!” diyor; ama baskın çıkıyor ihtirası içgüdülerin şımartmasıyla. Hızını artırıyor kalp atışları. Kan bir sel olmuş; çılgınca dolaşıyor damarlarda. Yakacak bu hız.

Kavuracak sanki tüm bedenini. Umurunda mı yakmalar önünde o çekim varken. Sessiz içerdeki. Sinsice beklemekte.

Yaklaştı iyice. Dokundu dokunacak. Son bir hamle.

Yayından fırlamış bir ok misali uzaklaşıyor gözlerinin önünden. Birden bulutlar kararıyor. Koşuşturuyorlar amaçsız, düzensiz. Kayboluyor iyice gözden o güzellik.

Sesi yok düşüncenin. Neden birşeyler söylemiyor?

Gevşiyor vücudu. Kan gidiyor sanki vücuttan. Soğuyor ateş. Rengi de kalmadı “onsekiz yaş yüzü”nde.

Beyaz giysili birileri dolaşıyor etrafta. Bakıyor; ama seçemiyor. Perdeler inmiş gözlerinin önüne tülden. Kara bir kumaşa dönüştü aniden. Seçemedi beyazlığı.

Yakınındaki sesler uzaklaşmaya başladı. Ağlamaklı sanki.

Belki de o uzaklaşıyordu. Ne garip bir yol, ne garip bir zevkdi yaşadığı. Ayakları kesildi yerden. Yine döndü

(17)

bulutların üzerine. Durulmuş, sakinleşmişler. Sakinleşti o da. Hatırladı hiç düşünmeden:

Bir bir geçmişti önündekileri. Bir tane kalmıştı önün- de. Beyazlar içinde. Tam da yaklaşmıştı. Elini uzatmıştı.

Değdi değecek...

(18)
(19)

Hissetmek

Hayatı boyunca hep hissederek yaşadı. İstediklerini, plan yaparak ya da üzerine giderek değil, beklemediği zamanlarda beklemediği şekillerde, ne zaman hissettiyse o zaman gerçekleştirdi.

Öyle çok çalışkan ve parlak bir öğrenci olmasa da ilk ve ortaokulu rahatlıkla, liseyi de delikanlılığa geçiş döneminin getirdiği bazı sorunlara rağmen biraz zorlansa da sene kaybetmeden bitirdi.

Belki de başarısızlığı hiç düşünmemesi ya da başarısızlığın getireceği sorunlar ve yüklerle karşılaşmak istememesi onu başarılı kılıyordu; ama hiçbir zaman aksini hissetmiyordu.

Belki sanatçılık içinde vardı ki özellikle lise yıllarında rahatlıkla sivrilen ve yapmış olduğu çalışmalarla hemen dikkat çeken bir öğrenci olmuş ve lise mezuniyet

(20)

gecesinde kendisinin yazıp yine arkadaşlarıyla sahnelediği skeçler izleyenleri kırıp geçirmiş ve hatta ciddi teklifler bile almıştı..

Çok büyük bir hazırlığı olmadığı halde sanki kesinlikle üniversiteye girecekmiş gibi yaşadı ve hiçbir zaman mümkün olamayacağını düşünmedi bile. Liseyi bitirdiği yıl yoğun bir çalışma ve hazırlık dönemine rağmen birçok arkadaşı başarılı olamazken o yine hissettiği, arzuladığı gibi kendisini üniversitede, hem de en çok istediği bölümde buldu.

Birgün mutlaka yurt dışına gidecek ve hayal ettiği o ülkeleri yerinde görecek ve hayallerinde çizdiklerini gerçekten yaşayacaktı. Para ödeyerek ya da tatil amaçlı olmasa da kısa aralıklarla ve kısa sürelerle birçok ülke gezdi, memleket gördü. Kalbi temizdi belki de; arzuladığı temiz aşkları yaşadı oralarda.

Aslında askerlik bile yapmayacaktı. Birşeyler olacaktı onun sırası gelinceye kadar.Yapsa bile öyle anlatıldığı türden değil, kendi memleketinde mesleğini yapacaktı askerlik olarak. Çok düşük bir olasılık da olsa gerçekleşti o dileği de.

Çok önemsemedi iş hayatını. Bulurdu bir iş mutlaka.

Buldu da, hem de tam istediği gibi. Sıkıntı çekmedi, yük olmadı ailesine çok büyük paralar kazanmasa da.

Zamanı gelince evlenirdi, pek acelesi yoktu.Evlendi hiç ummadığı anda. Sadece içinden öyle geçiyordu, öyle hissediyordu o gün. Anne karnındayken bile çocuğunu düşünürken hep erkek çocuğu olarak hayal etti, öyle hissetti. Hemşire “bir oğlun oldu”dedi. Hiç şaşırmadı.

(21)

Hayatı boyunca doktorla pek işi olmadı. Zaten pek de doktora gitmeyi sevmezdi. Küçükken geçirdiği trafik kazası dışında doktorlara ihtiyacı da olmadı, ya da o öyle hissetti. Belki de gerçekleri görmekten bir kaçıştı ama yine de pek büyük bir sorun yaşamadı.

Ve bir gün kendisini hiç iyi hissetmedi ama yine de doktora gitmeyi reddetti; çünkü yine bir şeyler hissediyordu!..

(22)

Diyet

Hergün bir sorun, sorun olmasa bile tartışmak ve karısını aşağılamak için bir sebep ve o sebebi yaratacak bir ortam muhakkak bulurdu; kendisine göre mutsuz adam.

Ona göre çevresi tarafından sevilen ve takdir edilen karısı hiçbir zaman için ideal bir eş olamamıştı. Belki de onun için ideal olan kendi isteklerinin dışında birşey yapılmaması ve hep onun sevdiği şeyleri karısının da sevmiş olması idi.Yine kendisine göre karısı güçsüz ve kendisi hayat adamı, mücadele etmiş ama sanki çocukluğunda yaşamış olduğu zorlukları ve eksiklerini,

(23)

kısacası tüm yaşanmamışlıkların ve zaaflarının intikamını karısından çıkarmaya çalışıyordu.

Aslında bir düşünse o kadının yapmış olduğu fedakarlıkları, anlamaya çalışsa ne kadar kutsal ve özverili bir insan olduğunu hayatları çok daha farklı olacak ve bir o kadar da mutlu bir evlilikleri olacaktı.

Anlayabilirdi de aslında birazcık kafasını yormuş olsa.

Anlayamıyacak birisi olsa o kadar okuyup da öğretmen olabilir miydi, o kadar öğrenci yetiştirebilir miydi?

O kadar öğrencisinin sorunlarına eğilmiş, bir baba gibi onlarla ilgilenmiş, hoşgörü göstermiş bir insan çocuklarının anasına, aşk bitmiş olsa da hayat arkadaşına birazcık olsun sabır ve fedakarlık gösteremez miydi?

Ama bir saplantı, bir inat onları uçuruma doğru sürüklüyor, birisi lise diğeri ortaokul öğrencisi olan çocuklarının varlığı bile onların bu uçuruma sürüklenmelerini engelleyemiyordu.

Dünyada tek sorunu olan çift onlar değildi ve yine ayrılırlarsa ilk ayrılan onlar olmayacak ve bu ayrılıktan etkilenen çocuklar da onların çocukları olmayacaktı. Ama genç kadın yıllarca olduğu gibi yine ailesinden gerekli anlayışı ve desteği görmüyor ve geçici çözümler ve nasihatlerle tükenmişliğine ve yalnızlığına itiliyordu.

Defalarca artık dayanamıyacağını söylese de en ufak bir ışık, bir destek gelmiyordu.

Aslında istediği sadece manevi bir destekti. Genç yaşta kocasının zoruyla emekli olmuş ve aldığı düşük emekli maaşıyla standartlarının ne kadar düşeceğini bile bile

(24)

kararını vermiş ve ayrılmayı göze almıştı. Ailesine göre yıkılmaması gereken tabuları da yıkacak ve kendisine yeni bir hayat kuracaktı.

Kocası da yine tüm umursamazlığı ve durumu düzeltmek ve biraz anlayışlı olmak yerine hayatının bu kadınla geçen yıllarını kayıp yıllar olduğunu söylüyor ve o yaşanmamış yılları geriye dönük olarak yaşayacağını büyük bir pişkinlikle her yerde tekrarlıyordu.

Kimse bilmiyordu ayrılıp ayrılamayacaklarını. Ama ayrıldılar hiç kimsenin tahmin edemiyeceği kadar kısa bir sürede. Hatta mahkemeye başvursalar bu kadar kısa sürede sonuç alınamazdı. Kaç celse sürerdi mahkeme bilinmez.

O umutların ve gücün tükenişi bir hayatın tükenişini getirdi bir ay kadar kısa bir sürede. Bilinmez şimdi geriye dönük olarak yaşıyor mu yaşayamadıklarını mutsuz adam!

Mutlu mu acaba yalnız? Mutlu mu yaşanmamışlarıyla?...

(25)

Değişmeyen değişim

İlkokula gittiğim yıllarda ilk harçlığım yirmi beş kuruştu. O parayla istersem bir simit istersem bir gazoz alabilirdim. İkinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda da durum aynıydı. Babamın haftalığında da bir değişiklik pek olmazdı.Yıllarca hemen hemen aynı haftalığa talim ederdi.

Sebze ve Meyva Hali’nde çalıştığı için bal tutan parmağını yalar misali tek avantajımız meyve ve sebzeyi herkesden daha fazla tüketmemiz ve hatta turfanda zamanında bile hatırı sayılır ailelerden daha önce bu nimetleri evimizde görebilmemizdi. Hayatımız hep aynı, yeyip içtiklerimiz aynıydı.

Değişmeyen sadece harçlığım ve babamın haftalığı değil, güldüğümüz ve hüzünlendiğimiz şeyler de aynıydı.

(26)

Malkoçoğlu ve Battal Gazi filmleriyle kahramanlık ve milli duygularımız kabarır, Ayhan Işık, Belgin Doruk filmleriyle hüzünlenir ve sinemadan ağlamaklı çıkar, yabancı filmlerden kovboy filmlerini tercih eder, mizah gıdamızı ayrıca haftada bir çıkan Gırgır dergisiyle takviye ederdik.Utanmaz Adam, Zurna Kamil, Avanak Avni ve Muhlis ve çok değerli diğer sanatçıların yarattığı unutulmaz karakterler.

Sadece yaratılan karakterler değil karikatürize edilen sanatçı ve politikacılar da aynıydı. Birinin büyük göbeği abartılarak zayıf karakter olarak çizilen vatandaşın üzerinde bir yük bir baskı olarak çöker, bir diğerinin büyük karga burnu her işe karışır ve karıştığı her işi de eline yüzüne bulaştırırdı.

Kuruş olarak gerçekleşen zamlar hayatı biraz etkiler ama biz çocuk aklıyla o işlere pek akıl sır erdiremezdik.

Ama yine de bazı olaylar aradan geçen uzun yıllara rağmen hafızamda yer etmeye yetmiştir. Ekmeğe yeni yapılan ufak bir zamdan sonra babam gibi Hal’de çalışan komşumuz ve köylümüz Eyüp Dayı “göreceksiniz bir gün ekmek iki buçuk lira olacak, bunlar daha iyi günlerimiz”

dedi. Ah Eyüp Dayı keşke herşey senin dediğin kadar kötü olsaydı!

Ortaokul ve Lise yıllarımda değişmeyen tek şey ise yokluklar, tüp gaz kuyrukları ve stokçularla verilen mücadeleydi. Paranızla istediğiniz şeyi istediğiniz zaman alamazdınız.Gününüzün büyük bir bölümü kuyruklarda geçer, bir paket Samsun sigarası için mahalle bakkalına dökmedik dil bırakmazdınız. Piyasada olmayan, aslında olan da haksız ve bol kazanç için öyle gösterilen bir malı

(27)

almak için yanında hiç de ihtiyacınız olmayan birçok malı almak zorunda kalırdınız.

Hiç unutmam bir keresinde lise son sınıfdayken sabahtan akşama kadar sigara içememekten allak bullak olmuş sinirlerimizi yatıştırabilmek için o zaman sadece fuar zamanı çıkarılan Fuar sigarasını üç misli fiata Konak’ta bir karaborsacıdan almış ve abartısız Konak Karşıyaka arası çalışan Körfez Vapurunda arkadaşım Hüsmen ile boğazlarımız tahriş olana kadar içip bitirmiştik.Vapur Karşıyaka iskelesine yanaştığında tekrar sigarasızdık.

Üniversiteye başladığım yıllar sanki büyük değişimlere gebeydi. Nasıl bir volkan patlamadan önce bazı belirtiler gösterirse bu durum da aynıydı. Memleketi saran terör rüzgarı ortalığı kasıp kavuruyordu. Kimin ne için, ne amaçla ve kime karşı kavga ettiği artık anlaşılmaz duruma gelmiş ve sanki bir ideoloji modası çıkmış da herkes bu modaya bilinçsiz bir şekilde uymaya çalışıyordu. Tabi her moda akımı gibi bunun da bir sonu vardı.12 Eylül 1980 bu modanın bitiş tarihi olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı.

Yeni moda ise bir değişim rüzgarı olarak çıktı karşımıza.Yeni yeni kavramlar, yeni oluşumlar, ve en önemlisi de daha önceki yıllarda pek de alışık olmadığımız sürekli ve sık fiyat artışlarıydı ki onun adını da enflasyon olarak koydular sonradan.

Dünya değişiyor ve bizim de ülke olarak o değişime ayak uydurmamız gerekiyormuş yeni ortaya çıkan karakter oyuncularının söylediklerine göre. Aynı sinemada olduğu gibi siyaset dünyasında da yeni oyuncular çıkıyordu karşımıza. Ama yine de esas oğlan ve kız hemen hemen

(28)

aynı, sadece yardımcı oyuncular değişiyordu. Oyunun karakteri yine geleneksel Türk Sineması, sadece mekan ve kostümlerde ve biraz da makyajda değişiklik vardı.

İçinde bulunduğumuz toplumdaki yerimiz de yeni bir kavramla belirlenmiş oluyordu. Ne zengindik ne de fakir, orta direktik artık. Toplumun en güçlü ve sağlam olan kesimi; adı üstünde toplumun direği.

Yine alışık olmadığımız olayları yaşayıp bilmediğimiz kavramlarla tanıştık ve onlarla yaşamaya alıştık yıllarca ta ki 2000’li yıllara gelinceye kadar.Yeni bin yıl belki bazı değişiklikler getirir, farklı mekanlarda farklı filmler izleriz diye. Ama geleneksel Türk Sineması değişse de, esas rolleri paylaşanlar değişmediği sürece, zaman da geçse mekan da değişse aynı karakterlerle aynı filmi defalarca görmeye mahkumduk.

Aradan geçen uzun yıllara rağmen yine şişman adam toplumun üzerinde bir yük, hareket etmesini engelleyen bir ağırlık ve yine o uzun burunlu adam durmadan burnunu her işe sokuyor ve yine herşeyi eline yüzüne bulaştırıyor.

Bilinçli olarak kaçmadım onlardan. Bir sevda rüzgarı attı beni Kıbrıs’a; kardeş gurbet ülkesine. Bırakmadı karakterlerim beni burada da. Yine onlarla yatıp onlarla kalkıyorum. Kopyaları cabası; aslı gibi...

(29)

Uzak bir hikaye

Uzaklarda bıraktığı dostlarını özleyince özlemini gidermek için uzakları yakınlaştırmaya karar vermiş ruhu yaşlı genç adam. Ama ne yazık ki uzak kala kala, geldiği uzaklarda kendisini dostuna ve uzaklara yabancı hisetmeye başlamış. Ne uzaklar yakın ne de yakınındaki dostu uzaklardan baktığı gibi değilmiş. Bir anda içindeki özleminin de oldukça uzaklarda kalmış olduğunu düşünmüş olacak ki arkasındaki uzaklara doğru dönerek özlemlerini yalnız bırakmaya, uzakları da “yok” saymaya karar vermiş.

Bir günde yaşadığı özlemin “geçmiş zaman” ve uzakların bir “yanılgı” olduğunu farketmiş.

(30)

Oysa uzaklarda iken daha çok yaklaşacaklardı birbirlerine. Özlemler artacak ve buluştuklarında birbirlerine daha sıkı sarılacaklardı. Fakat zamanın hışmına uğramış uzaklığın nankörlüğü kollarının arasından başka özlemlerin kucağına inen ihanetin yanında hiç kalmış özlem dolu yüreğinde.

Bir özlemin arkasında koşmaktan yorgun düşmüş yüreğine bir mola verdi uzaklarda uzak gördüğü zamansız bir kalbe. Ama nafile. Bırak dinlenmeyi yorgunluğu perişanlık ve kalbe zarar bir ıstıraba dönüştü. Bir yolculuk yapmak için de ne zaman ne yol vardı artık. Her gün bir yolculukla ruhunun derinliklerinde yaşadı özlemini yüzüne bakarak zamansız ve yersiz sevdasında. Sevda da değil, sevdaya nispet sevmeye çalışmak kendisini kandırmakla. Kalbi kanmadı yüzündeki yalancı mutluluk ifadesine.

Sevdayı bir görev bildi karşılık olaraktan. Yalandan.

Anlamsızca. Kalbinde uzaklar. Ve özlemi hep yanında.

Her an. Gidemedi yakınına bir daha, yakın edemedi uzağı.

Uzaklaşır diyerek. Yanında götürdü özlemiyle kalbini uzaklardaki eski mutluluğun.

Mutsuz ama mutlu bir ifade yüzünde.

Yalandan...

(31)

Bir Gün

Hayal bile edemediği miktardaki parayı önünde gören genç adam o anda geçmişte hayal edip gerçekleştirmesi onun için imkansız ama hep “belki bir gün” rüyasının gerçek olup olmadığının verdiği sersemlik ve şaşkınlığı içindeydi.

Ne o güne kadar güneş altında çalışmaktan kısılmış zayıf gözleri, ne kazma kürek sallamaktan nasırlaşmış elleri ne de ilkokuldan terk bilgisi o parayı kullanmak bir yana, saymaya bile elverişli değildi. Onun için para günlük kazanılan ve yaşamak için sadece cebinde bulunan ve kısıtlı olarak sadece temel ihtiyaçlar için kullanılan bir şeydi. Banka, hesap tasarruf ona yabancı kelimelerdi.

Zaten güvenemezdi de alışkın olmadığı şeylere.

(32)

Parasını çantaya doldururken birbirlerine ne kadar yabancı oldukları aşikardı. Ürkekti, sanki dokunursa büyü bozulur onları kaybeder diye. Çantasına, yıllarca bekleyip kavuştuğu hayalindeki sevgiliye sarılır gibi, sımsıkı sarılmıştı. Ama farklı davranmamalıydı, ve en iyisi “tren”

olacaktı; her zamanki durak, her zamanki kompartman ve aşina yüzler ve her zamanki Hüsnü. Belki bu yeni hayatına geçişin ilk, eski hayatının da son günü olacaktı.

Eve götüreceği üç ekmek ve biraz zerzavat da çantanın doğal görüntüsünü tamamlayacaktı.

Trenin raylar üzerinde kayışının sesi yine ona bir ninni gibi geliyordu ve istemese bile yine hergün olduğu gibi içi geçti ve o dayanılmaz ağırlık onu eski rüyalarına götürdü.

Rüyaları mı gerçek olmuştu yoksa hala rüyada mıydı?

Herşey birbirine karışmış artık uyanmak istiyordu.

Alışkanlıkları onu inmesi gereken durakta uyandırdı.

Yeni hayatı ancak o sabah uykusunu aldığı tren yolculuğu kadar sürmüştü. Oysa daha önce kimse ekmeğine göz dikmemişti!

O, bir gün yaşadı. Diğerlerinin aynısı bir günü farklı yaşadı...

(33)

Mehmet Diye Biri

Genç ömrüne sığdırdığı tatlı ve tatsız olaylar, yaşadıkları ve başardıkları, en önemlisi sahip olduğu bilgi hazinesi, sabrı ve hoşgörüsü elinde bulundurduğu hünerlerini ne kadar açığa çıkarıp, değerini ele veriyorsa, yaşam şekli ve davranışlarıyla da bu yönünü o kadar saklamaya çalışıyordu.

Altyapısının sağlamlığı ve davranış güzellikleri onun eğitiminin daha küçük yaşlarda ailesi ile başladığını gösteriyordu Bu temeli o kadar iyi işlemiş ve kendisine öyle bir felsefe çizmişti ki farklı olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yoktu.

(34)

Sabrı ve hoşgörüsü ise bu felsefe ve altyapıyı öyle bir harmanlıyordu ki varlığı bulunduğu ortamlar için bir huzur vesilesi, yaptığı sohbetler dolu dolu ve insana birşeyler veren, en önemlisi düşündüren türdendi.

Sabrı, sabır taşını bile çatlatacak türdendi. Bu kadar güzelliğin yanında tek olumsuz yönü ise kendisinden kaynaklanmayan ama yine kendisinden başkalarına da zarar vermeyen sorunları idi. O ne kadar başkalarına karşı iyi ve hoşgörülü olursa, ödül olarak da müsibetler gelip onu buluyordu.

O başkalarını dinler, başkasına en ufak sorununu bile anlatmaz, herkes tarafından iyi durumda olmadığı bilinse de kendisine durumu sorulduğunda hep iyi olduğunu söyler,üstüne üstlük kendisinin inandığı veya öyle göstermeye çalıştığı şeyleri saklaması ve başkalarına yansıtmamasıyla hayatı idame konusunda da çevresindekilere ayrı bir ders verirdi.

Sanki sorunlar ve dertler de onun bu yönünü iyi bildiği için, ya da “ne olursan ol, gel” felsefesinin verdiği davetkarlık onu zorlu bir rakip kılıyordu. Şeytan bu!

Sevmişti onu bir kez , yalnız bırakır mıydı hiç!

Sorun yaşamak istemeyen, beladan uzak durmak isteyenin aslında ondan uzak durması, ya da onun yaptıklarının tersini yapması yeterliymiş gibi düşünülse de, müsibetler sanki üzerinde bir çekim varmış gibi sadece onu bulur, etrafındakilere bir zarar vermezdi.

Yol kenarında yürürken bir binanın balkonundan saksı düşse arayıp onun kafasını bulur, arabasını yıkatsa beş dakika sonra yağmur yağar, başkası normal, sıradan bir

(35)

saatle denize girse birşey olmaz ama onun su geçirmez saati ellerini yıkarken suyla temas etmese bile su alırdı.

Başkası için yaptığı bir iş başarıyla sonuçlanırken aynı şeyi kendisi için yapsa bir trajedi ile sonuçlanırdı. Ve belki de bir çocuğa maşallah dese bir hafta yaşamazdı!...

Çok iyi olduğundan mı yoksa insanlara çok güvendiğinden mi bilinmez doğal aksiliklerin yanı sıra insanlardan da çok darbe yedi. İyilik yaptı kötülük buldu;

ama yine hoşgörü, yine anlayış.

Bir insan bu kadar hoşgörülü ve iyi niyetli, en önemlisi bu kadar sabırlı olabilir miydi diye düşünürken başına gelen son olaylardaki sükuneti ve metaneti artık insanı çileden çıkartıyordu. Üstüne üstlük o kadar sorunun içinde daha önceleri defalarca kazık yemiş olmasına rağmen insanlara güvenini kaybetmemesi acaba başka bir gezegenden mi geldi yoksa başka bir hal mi var üzerinde diye sorduruyordu insana ister istemez.

Normal, sıradan bir insanı bunalıma sürükleyebilecek düzeyde ekonomik zorluk içinde olacaksın ve hiçbir şey yokmuş gibi davranacak, hiçbir zaman duygu sömürüsü yapmayıp kişiliğinden ve karakterinden ödün vermeyeceksin. Bir tanesi bile insanı yıkmaya yetecek olan sorunları yanından hiç ayırmayıp sanki başkalarına zarar vermesin diye şeytanı yanında gezdirip, oyalayacaksın. Tüm bu oyunun finalini de şeytanını gezdirmek için kullandığın arabanı hiç yoktan, gerçekleşmesi imkansız gibi görünen bir şekilde başka bir arabaya vurup şeytanınla yaya kalacaksın.

Şeytan bu ya, alışmış yalnız bırakır mı seni. Duymuş ki ün salmışsın etrafa. Arabasını kaza mahallinden

(36)

çektiremeyecek kadar darboğazda iken bile hemen etrafta dolaşan birinin lafı ile bir oto tamircisine güvenip arabanı teslim edeceksin! “Adam kim, tanıyor musun?” “Hayır”

“Peki kim tavsiye etti, yeri nerede, bir telefon numarası?”

“Bilmem, Mehmet diye biri! Girne’deymiş yeri!”

Arabanı teslim ettiğin yetmiyormuş gibi tamirat ücretini bulup buluşturup peşin olarak ödeyeceksin ve üstüne üstlük ekonomik kriz patlak verince de Mehmet’den bir talep olmamasına rağmen döviz kurundaki farkı ayrıca ödeyeceksin. Sen kimsin? Tövbeler olsun Peygamber misin de bizim haberimiz yok! Yoksa bu nadide özelliklerinden dolayı hem kendine daha fazla zarar vermeyesin hem de daha sonraki nesillerin de bu varlığı görmesini sağlamak için koruma altına mı alınman gerekir! Ya da en iyi yol teknolojinin nimetlerinden faydalanıp kopyalamak mı seni?

Düşünmesi bile ne kadar büyük bir ferahlık veriyor insana. Birkaç milyon kopyalanmış olsa ondan hiç aç Mehmet kalır mıydı toplumda? Hatta bırakın açlığı refah seviyesi yükselirdi. Belki de tam tersine bir felaket olurdu toplum için; ama onun şeytanı ile yaptığı anlaşması göz önünde bulundurulursa tehlikenin o kadar büyük boyutlarda olmadığı rahatlıkla anlaşılabilirdi.

Ama herşey nafile. Nadide orkide çiçeği yalnız belli yerlerde yetişir, tarihe damgasını vuran liderler belki yüz yılda bir gelir ve insanın hayatı boyunca arzu edip hayalini kurduğu, gerçekleşmesini istediği düşlerinin ya hiçbiri ya da çok azı gerçekleşirse onun gibilerin de fazlaca bulunması ya da kopyalansa bile aslı gibi olmayacağı da bir gerçekti. Çünkü o bir gerçekti ve gerçekten de öyleydi.

Olmak istediği ya da olmayı hak ettiği gibi değildi.

(37)

Mehmet diye birisinin olması gerektiğine dair bir tereddüt bile geçimedi aklından.

Ona göre herşey gerçek, söylenen herşey doğruydu.

Aynı Mehmet diye birinin olmadığı gerçeği gibi..

(38)

Haydar

Haydar iki arkadaşı ile birlikte köyünden çıkıp büyük şehire gelmiş, belki de diğerleriyle aynı veya benzer sebeplerle ortak bir kaderi paylaşan bir gurbet yolcusuydu.

O başlık parası illeti olmasa köyünde yüz yıl da kalsa parayla pek bir işi olmayacak ve toprağıyla, hayvanıyla uğraşıp saf ve temiz dünyasında kalacak, belki de yavuklusundan ayrı düşmek zorunda kalmayacaktı.

(39)

Ortak yönleri, şehre geliş sebepleri ne olursa olsun kader onları aynı yerde buluşturuyordu. Ucuz emek...Ve sonuç; bir inşaatta amelelik. Başka ne olabilirdi ki?

Sabahın köründe kalkıp bir sigara molası bile vermeden öğlen yemeğine kadar durmadan çalışacak ve acele ile yemeğin üstüne yaktığı sigarasını daha bitiremeden ustabaşının gür sesi ile şartlanmış bir hayvan gibi işinin başına dönecek.

Akşam paydosundan sonra da öğlen yemeğinin aynısını yer, sonra da kapı ve penceresi naylon ile kapatılmış odalarında boş çimento torbalarını üstüste koyarak yaptıkları yataklarına kıvrılıp yatar ve o yorgunluğun ardına sanki kuş tüyü yatakta yatarmışcasına derin bir uyku çeker ve hatta hayallerini rüyalarında gerçekleştirirlerdi.

Sabah aç karnına yakılan ilk sigarayı bile bitiremeden, kendilerini yarı uyku yarı gerçek inşaata atarlardı. Bırakın birşeyler yemeyi, sıcak bir çay içmeyi, uyanmaya bile fırsat bulamaz, ancak sırtlarındaki ağırlığın baskısı ve yorgunluktan yanan adeleleri onları uyandırır, gerçeğin acı şamarı gibi vururdu suratlarına.

Yemek molasını açlık değil de daha çok biraz nefeslenip, dinlenmek için dört gözle bekler ve ancak o mola sırasında karşılıklı bir çift laf edebilir, hayallerini paylaşarak biraz olsun umut tazeler ve işbaşı yaptıklarında kendilerini biraz da olsa güçlü hissederlerdi.

Yine öyle bir yemek molası ve iki adet gazete sayfası genişce yere serilmiş ve üzerine koydukları ekmek, biraz

(40)

zeytin ile soyulmadan parçalanmış birkaç salatalık ve domates, sanki yarışır gibi ya da acele etmezlerse birileri yemeklerini önlerinden alacakmışcasına, uğraşırlarken Haydar’ın gözü gazete üzerindeki bir yazıya takıldı.

Önlerindekileri bitirme mücadelesi kızıştıkça ve nevale iyiden iyiye azaldıkça yazıyı daha net görebiliyor ve büyük puntolarla yazılmış yazıyı zor da olsa daha iyi okuyabiliyordu. “Türkiye’ye geleli bir hafta oldu ama Alman Helga hala bir erkek arkadaş bulamadı!” Yazının biraz altında daha küçük puntolarla yazılı kısmı gözleri fıldır fıldır okumaya çalıştı Haydar. Burası daha bir ilginç gelmişti ona; “Türk erkekleri çok güçlü ama herşeyi gözleriyle hallediyor, hiç yaklaşmıyorlar.” Hemen yazının yanında davetkar bakışlarıyla Helga’nın bikinili resmini de gören Haydar kendisini tutamıyarak, içinden “Ulan biz başlık diye uğraşırken bunlar beleş be!” diyerek ihtiras dolu bir bakışla tekrar gazeteye çevirdi gözünü. Şöyle güzelce süzemeden dilberi bir daha ustabaşının gür sesi aldı Haydar’ı fantezilerinden.

Kolay değil, hayatında ilk elini tuttuğu, alnına masumca bir öpücük kondurduğu karşı cins sadece eşi olurdu; ister imam nikahlı ister resmi nikahlı olsun, ve onu da gerdekten önce göremez ve dokunamazdı. Ne çıkarsa bahtına misali...

Hani eli işte gözü oynaşta derler ya Haydar’ın aklı Helga’da kalmıştı. Hayallerini onun üzerine yoğunlaştırabilmek için bir an önce akşam olmasını bekliyordu. O resim ve sözler bir türlü gözünün önünden gitmiyordu.

Aslında hayalleri çok da uzağında sayılmazdı. İnşaata ilk geldiklerinde deniz kenarında çok görmüştü onlardan;

(41)

ama utandığı için dönüp bakamamıştı bile. Kimbilir bakmadığı için onun hakkında da neler düşünmüşlerdir.

Belki de tam onların istediği gibiydi Haydar; güçlü kuvvetli, bakmasını bile bilmez!...

Günlerce, gece gündüz çıkmadı Haydar’ın aklından o sözler ve gitmedi gözünün önünden o davetkar bakışlar.

Acaba hala yalnız mıydı Helga? Bulamamış mıydı bir arkadaş? O arkadaş Haydar olamaz mıydı acaba! Ama bilmezdi Haydar onun dilini. Bırakın yabancı dili kendi dilini bile düzgünce konuşamazdı zaten.

Bir haller olmuştu Haydar’a. Arkadaşlarıyla konuşmuyor, yemek molalarında pek iştahla saldırmıyordu zeytin ekmeğe. Katılmıyordu arkadaşlarının köy sohbetlerine, hatta adını bile anmıyordu dilinden düşürmediği Zeynep’ini. Sigarasını yalnız içiyor, sazına bile dokunmuyordu kaç gündür.

Günler sonra Haydar’ın sessizliğini bir öğlen yemeğinde yine bir gazete bozdu.Yine benzer renkli resimlerle dolu bir gazete ve üzerinde benzer resimler ve yazılar vardı. Merakla yemek kırıntılarını kenara çekip yazıları okuyup resmi görmeye çalıştı. Gördükleri karşısında şok olmuş arkadaşlarının ısrarı bile onu konuşturamamıştı. Arkadaşları merakla birbirine bakarak ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ortadaki gazeteden başka bir sebep yoktu. Şoka girmeden önce en son gözlerini gazetedeki resme dikmişti Haydar. Gazetede de her zamankine benzer şeyler vardı; “Alman kızı Helga bir restoranda tanıştığı garson Murat’a sırılsıklam aşık oldu”, ve yazının hemen yanında Helga ve Murat’ın samimi bir fotoğrafı!...

(42)

Arkadaşlarının ısrarlarına rağmen konuşmayan Haydar bir sigara daha yakarak aşağıya, denize doğru dalgın ve düşünceli bir şekilde yürüdü ve uzaklaştı...

O günden sonra Haydar’dan bir haber alınamadı.

Geriye sadece boş çimento torbalarından yapılmış yataklarının başucunda üzerinde zeytin yağı ve domates lekeleri bulunan buruşuk ve eski bir gazete kaldı.

Nerelerdesin be Haydar? Niye gettin? Şunun şurasında başlık parasının tamamlanmasına ne kalmıştı sanki!..

(43)

Bir Çocuk

Bir çocuktu kasabadan çok uzaklardaki bir dağ köyünde. Hani o bildiğiniz elekriği olmayan, suyu sadece köy meydanındaki çeşmeden alınan. Kış geldiğinde aylarca bırakın kasabaya ulaşmayı evin dışına bile çıkmanın mümkün olmadığı, yufka ekmeği arasına biraz küflü çökeleğin katık edildiği, baharda çiçeklerin açtığı ve üzerlerine kekik kokusu sinmiş insanların yaşadığı o köylerden.

Hep o gitti ihtiyaçlarına; okula kilometrelerce uzağa, kar demeden kış demeden. Suya köy meydanına. Kışlık

(44)

erzak için kavurucu yaz sıcağında boyundan büyük buğday tarlalarına. Koca bir sürüyü büyük bir adam gibi dağlara, bayırlara....

Yatağını paylaştı kardeşleriyle, yufka ekmeğini böldü, işi paylaştı, aşı paylaştı.

Bayramlığı hep aynıydı; kar beyazı ipek bir poşi.

Bayramlarda dolardı anası boynuna. Ev ev gezerdi akranlarıyla bayramlık bahşişi için. Kuru dut ya da kurutulmuş kayısı ya da bir parça pestil...

Yüzmeyi kazayla düştüğü derede öğrendi içgüdüleriyle; derede kurbağa misali. Bent yaptı sonra dere önüne. Dayak yedi dedesinden suyun önünü kesti diye.

Oyun yasaktı. Ağaca çıktı oyun niyetine. Dedesinin sesini duyunca korktu düştü ağaçtan. Kırdı kolunu.

Düzeltmeye çalıştı yamuldu diye. Acıyı hissetmedi sıcağı sıcağına. Kendisine ait değildi bedeni. Ödünçtü sanki.

Korktu zarar verdi diye. İş göremezse ileride!...

Fazlasını bilmediği, görmediği için hep tatminkardı,

“şükür” dedi öyle gördüğü öyle alıştığı için. İstemesini bilmezdi zaten. Gerekirse eğer bir şey, verilirdi kendisine.

Çocuk büyüdü ve evleneceksin bu kızla dediler.

Evlendi tereddütsüz. Adettendi, karşı gelemezdi kızı daha önce hiç görmemiş olsa, erkekliğini hissetmese de! Baba oldu torun verdi atasına.

Sormadı hiç kimse hatırını hayatı boyunca, gelmedi kimse dert dinlemeye. Varlığı unutuldu derken dağ

(45)

başında, tanımadığı bilmediği bir yerden birileri geldi.

Borcu olduğu çıktı ortaya. Hatırlanmıştı borç için bile olsa.

Çıktı kapalı dünyasından, gitti uzaklara.

Seve seve!...

(46)

Aşk

O kadar çok sevmişlerdi ki birbirlerini, hiç ayrılma- yacak, kader birliği edecek ve birbirlerini hiç üzme- yeceklerdi. Aynı işyerinde çalışmaları zaten dakikaların hatta saniyelerin bile onları ayıramayacağı bir imkan tanımıştı, bu ilişkiyi gizli tutmaya ve kimseye belli etmmemeye dair karar almışlardı ama bu aşktı, siz saklasanız da gözlerinizdeki parıltılar, biraraya geldiğinizde ortaya saçtığınız o aşk ateşi çevredekileri bile

(47)

bazen gıpta bazen kıskançlık ile etkilemeye yetiyordu.

Zaman geçtikçe bu alev her ikisini de iyice yakıp kavuruyor, artık sadece geceleri ayrı kalmak bile onlara zor geliyordu.

Yeryüzünde böyle bir aşk ne yaşanmış ne duyulmuştu.

Nefes alıp vermeleri, yemeleri içmeleri ve yatıp kalkmaları; kısacası tüm hayatları bu aşkın vazgeçilmez büyüsü etrafında , onun kontrolünde gerçekleşiyordu.

O kadar kenetlenmiş ve bağlanmışlardı ki birbirlerine içgüdüsel bir istekle hiç tereddütsüz teslim etmişlerdi kendilerini birbirlerine. Bir aşkın getireceği her duyguyu, her zevki kısa zaman içinde yaşamışlardı.

Aslında daha dün gibiydi o bakışların değişimi; ürkek ürkek kıpkırmızı yanaklar ve sigarasını yakarken titreyen eller. Elini bile tutmanın dünyanın en büyük mutluluğu olacağını düşünürken artık bedenleriyle bile birlikte olmuşlar ve aşkın sunabileceği tüm meyvaları doyasıya yiyorlardı.

Nereden çıkmıştı o ayrılık? Ne kadar da güzel gidiyordu herşey! Olsun, ne çıkardı ki biraz ayrı kalmaktan? Zaten filmlerde de öyle olmuyor muydu?

Biraz ayrılıktan ne zarar gelirdi?

Ama bu ayrılık bir başkaydı, benzemiyordu filmlerdekine! Bırakın beraber olmayı artık birbirlerinin sesini bile duyamaz olmuşlardı. Aslında bir sorun da yoktu; el ele tutuşup sinemaya gitmişler, aşkın meyvasını birlikte yemişlerdi.

(48)

Hiç yaşanmamış mıydı o aşk, yoksa yaşadıkları aşk değil miydi? O zaman aşk neydi?

(49)

Bir Genç; adı Mahmut yaşı yetmiş üç!

Gömleği “Van Houssen” ayakkabıları “Bally”, sigara içmezdi ama ara sıra bir tane yakmak isterse de purosu

“Havana” olmalıydı. Daha önceki yıllarda öğrenciliği sırasında göstermiş olduğu üstün performans ve başarılı bir öğretmen olarak yetiştirdiği ve bugün herbiri önemli mevkilerde bulunan öğrencileri ve İngiltere’ye gittiği o ilk yıllarda çekmiş olduğu zorluklara rağmen çalışkanlığı ve girişimciliği ile bir sermayesi olmaksızın mütevazı da görünse emeği ile geldiği bu yeri çoktan haketmişti.

(50)

Çok iş kurdu, kazandı, kaybetti. En zor durumlarda bile hep bir çıkış yolu buldu. Belki yaşadıklarını bir başkası yaşamış olsaydı karşılaştığı olumsuzluklar o sıradan insanı hayatından bezdirebilirdi.

Hayatı boyonca özgürlüğün ve hürriyetin bir sevdalısı olarak girip çıkmadığı cemiyet, yardımcı olmadığı insan kalmadı. Çoğu zaman riyakarlık gördü iyilikleri karşısında. Ama o yaptıklarını karşılık görmek için yapmadığı için hep hoşgörülü oldu. Vatana hizmetin sadece vatan topraklarında verilemeyeceğini, dünyanın neresinde olursan ol gönüllü bir vatan evladı gibi çalışarak çok daha etkili olunabileceğini söyleyerek insanlara haklılığını gösterebileceği halde mütevazı kişiliği buna her zaman engel oldu. O lafla, gösterişle değil gönlünde hissettiklerini yaptı.

Yapmış oldukları ve başarılarına rağmen hep mütevazı olmak en belirgin özelliğiydi. Kaliteli yaşayıp hep kaliteyi tercih ederken ailesinin geleceğini hiçbir zaman ihmal etmedi. En ince detayına kadar geleceğini planladı ve çocuklarını en iyi bir şekilde yetiştirdi. Ama yine mütevazı, yine yardımsever yine çalışkan.

Belki de elde ettikleriyle ömrünün sonuna kadar rahat bir yaşam sürebilir ama o bir bordrolu; yaş haddini doldurmuş olmasına rağmen bir unutkanlık ya da bir umursamazlıktan dolayı emeklilik hakkı bile bulunmadığı halde sanki ömrünün ilkbaharında; bir delikanlıdan daha delikanlı, zihni yeni öğrenmeye başlamış bir çocuk gibi açık, neşesi neşe verir, anıları bir ders, varlığı çevresindekilere bir kazanç.

(51)

O bir genç; fikirleriyle, ruhuyla ve beyniyle genç. Cep telefonu olmayan bir genç!..

(52)

Merak!...

Sabah kaltığımda ilk iş olarak her vatandaş gibi ben de bazı doğal ihtiyaçlarımı karşılamak için tuvalete giderim ki vatandaşlık görevimi daha iyi yapabileyim. Sanki çok

(53)

önemli bir iş mi bu diyecek olur insan; ama gerçekten insanın güne en iyi konsantre olduğu yer burasıdır. Belki de günün en önemli dakikaları da burada harcanır. Hatta bazen dakikalar saat olabilir.

Hani insanın aklına en iyi fikirler burada gelir derler ya gerçekten de doğrudur! İnsanın büyük bir görevi yerine getirmenin rahatlığıyla başbaşa kaldığı başka bir mekan ya da an var mıdır? Görev büyük ya da küçük olsun, acele ya da zamana yayarak gazete eşliğinde olsun önemli bir misyondur bu!

Belki de bir tabudur ama en zevk aldığımız şey nedir diye sorulsa bir çoğumuz ya kaçamak cevap verir ya da kendimizi zorlayarak gerçeği söylemekten kaçınırız. Sanki yaptığımız iş çok ayıpmış gibi gelir bize. Aslında bu fiziksel ihtiyaç aklımıza gelebilecek herkesin gerçekleştirdiği bir şeydir. Herkes yapar bunu; ama sanki bazı insanları orasıyla bağdaştıramayız. Onları neredeyse tuvalete bile sokmayız. Nereden biliyoruz onların da normal insanlar gibi sıradan ihtiyaçları olmadığını. Nasıl inkar edebiliriz ki onların da bu tür ihtiyaçlarını gidermek için günün muayyen vakitlerinde (belki farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda olabilir) bu müstesna bölgeyi ziyaret ettiklerini! Çatlatacak mıyız bu muhteremleri...

Hatta en parlak fikirler onlardan çıktığı ve hatta toplumda önde gelen insanlar oldukları için bu insanların helaya normal insanlardan daha sık ziyaret etmeleri gerektiği sonucuna varamaz mıyız? Ya da daha sık ziyaret etmeseler bile ziyaretlerinin süresi mutlaka daha uzun oluyordur. Yoksa nasıl çıkarabilirlerdi yedikleri o kadar haltı!

(54)

Şimdi iş iyice sarpa sarmaya başladı. Gerçekten bu muhterem insanlar helada daha iyi düşünüp iyi fikirler ürettikleri için mi orada daha uzun kalıyorlar (memleket ve vatandaşa hizmet adına) yoksa orada daha fazla vakit geçirmeleri bir zorunluluk olduğu için mi uzun kalıyorlar?

Belki de onları orada düşünemeyen tabu doğru da onlar oralara hiç gitmiyorlar. Hayır bu imkansız. Eğer onlar da bizim gibi etten kemikten yapılmışlarsa ve biz faniler gibi yaşamak için yeyip içiyorlarsa kesinlikle gidiyorlardır.

Ben gittiklerinden eminim de oradaki durumlarını, işlerini görürken hallerini çok merak ediyorum. Muhakkak oturuyorlardır ya da çömeliyorlardır büyük abdestleri için.

Cinsiyete göre ayakta görenleri var ihtiyaçlarının küçüğünü. Sıradan, olağan işlemlerdir aslında bunlar.

İhtiyaç öyle ya da böyle görülür. Daha sonra genel bir temizlik ve son olarak sifonun çekilişi...

Ondan sonraki durum yine genelde normal insanlarınkiyle büyük bir benzerlik içindedir. Biraz önce oradan kimin çıktığını bilmesek bir umumi tuvaletteki varsayımlarımızdan öte gidemezdik. En fazla daha önceki deneyimlerimizden faydalanarak; ulan bu adam ya da kadın kesinlikle Konyalı, Kıbrıslı muhtemelen de Çatozlu olmalı (daha önce bir defasında aynı örnekten oralarda görmüştü ya!) der bir genelleme yaparız. Önyargılı.

Araştırmacı bir toplumuz ya! Aslında milletin bokunu incelediğimiz kadar başka konuları incelemiş olsaydık böyle boktan bir durumun içinde olmazdık ya! Hadi neyse kimsenin açmak istemediği ve itici bulduğu bir konuyu zar zor açmışken burnumuzu iyice içine sokmadan konumuza dönelim..

Referanslar

Benzer Belgeler

• Kımız starteri ilave edildikten sonra süt 1 saat hızla karıştırılarak sisteme hava girişi sağlanır (maya.

Her ne kadar henüz 1 sayısına inmemiş bir başlangıç sayısına rastlanmamış ise de, “başlangıç sayısı ne olursa olsun,.. sonunda mutlaka 1

[r]

Evvelki yazılarda yeni göçleri doğuran, 1) Siyasi baskı, 2) İk­ tisadi cezp, 3) Milli tecanüs ih­ tiyacı âmillerinin rol oynadığını görmüştük. Bir

Eski bir Boğaziçi yalısının yıkılmıya terk edilmiş bu hâli insanın içine hü­ zün vermektedir. Eski asırlardan bugüne ne kadar binamız

6.ayda gerçekleşen FEV1 değeri, preoperatif FEV1 değeri üzerinden hesaplanan prediktif postoperatif FEV1 değeri ile karşılaştırıldığında, iki değer arasında orta ve

In this study, effect of trade openness on external debt in Turkey has been analyzed and following theoretical and empirical conclusions were obtained;

Anahtar Kelimeler: Tiroid ili şkili oftalmopati, otoimmun tiroid hastalığı, retina sinir lifi kalınlığı, optik koherens tomografi, Hertel