• Sonuç bulunamadı

Kardeşim Dr. Reyhan Erez e...

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Kardeşim Dr. Reyhan Erez e..."

Copied!
29
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Kardeşim Dr. Reyhan Erez’e...

(3)

Büyükbabam İsmail Hakkı Paşa, göğsünde bir Plevne Madalyası’yla muayenehanemin duvarındaki fotoğrafında vakur bakar. İlerlemiş yaşına ve gözlerinin altındaki torbacık- lara rağmen yakışıklıdır. İtinayla burularak şekillendirilmiş Kayser Wilhelm bıyıkları etkileyicidir; babaannemin vaktiyle bana dediğine, “Paşa, ata binip gittiğinde, bıyıklarının çeh- resinden iki yana taştığına, arkasından bakanlarca -uzaktan bile- görüldüğüne” inanmaktayım.

Babamın anlattığına göre, bu fotoğraftaki pozu ona pek yaramamış: Sultan Abdülhamid, Kahire’de ve İskenderiye’de çıkan karışıklıkları inceleyecek heyete başkan olarak atayaca- ğı kişiyi saptamak için istediği fotoğraflara şöyle bir göz atmış ve dik dik bakan büyükbabamı değil, fotoğrafını iki büklüm çektirmiş olduğu için sadece fesinin yusyuvarlak tepesi görü- nen paşayı tercih etmiş. Ardından da, “Yüce Tanrı’nın yeryü- zündeki halifesine sunulan bir resimde işte böyle saygılı duran, bu işe layıktır!” demiş.

Babaannem ise başka bir duvarda, herhalde nüfus kâğıdı, belki de bir tapu ya da başka bir resmî evrak için çekilmiş, yıl- lar sonra büyütülüp rötuşlanmış fotoğrafında, gözlerini sanki ufuklardan öteye dikmiş gibidir. Saçlarını Halide Edip’in İstiklal Savaşı’nda çekilmiş fotoğraflarındaki gibi örten eşarbı ve boynundaki ipek fuları, bu ince dudaklı, kare çeneli, güzel olmayan ama asil bakan kadını, simsiyah bir zemin üzerinde daha da belirgin kılar.

Çocukluğumda babaannemi tanımıştım. Ancak, namaz kılarken sırtına binip dehdehlediğim Hatice İhsan Hanım’ı o

(4)

12

küçük yaşlarda nasıl anlar, nasıl değerlendirebilirdim? Acaba eşi İsmail Hakkı Paşa nasıl bir adamdı? Ailemin büyükleri için önemli biri olduğu kesin. Soyadı yasası çıktığında, Orta Asya dillerinden birinde cesur anlamına gelen Erez’i benim- serken, onun cesaretine gönderme yaptıklarını biliyorum.

Ama Paşa’nın el yazısıyla yazılmış üç beş deftere, büyükleri- mizin laf arasında anlattıklarını ya da saklambaç veya köşe kapmaca oynadığımız günlerde onlar aralarında söyleşirken kulak misafiri olduğumuz konuşmaları eklesek bile bildik- lerimiz eksik ve güdük kalıyor. Nasıl ve hangi koşullarda yaşamışlardı? Nelere güler, nelere üzülürlerdi? Bu Osmanlıları bizden ayıran nelerdi? Benzerliklerimiz mi, yoksa farklılıkla- rımız daha çoktu?

Cumhuriyet’in ilk kuşağının başarılarını, Osmanlıların 19. ve 20. yüzyılın başında yaptıkları ufaklı büyüklü reform- lara, çağdaşlaşma yönünde attıkları adımlara bağlayan tarih- çiler vardır. Öyleyse, sadece bizlere aktarılmış bazı kalıtımsal ögelerle değil; davranışlarıyla, yaklaşımlarıyla, anlayışlarıyla Cumhuriyet kuşaklarına bir yol açtıkları söylenen bu insan- ları daha iyi tanımak bize çok şey öğretmez mi? Sadece bin sekiz yüz ya da bin dokuz yüz bilmem kaçta ne yapmış olduklarını değil, neyi niçin yaptıklarını, Osmanlı Devleti’ni, kendilerini, birbirleriyle ve dünyayla ilişkilerini nasıl algıla- dıklarını anlamaktan söz ediyorum.

Bizden önceki kuşaklar konusundaki bilgi eksikliğim, halamın kızı Selma’nın günün birinde, “Al eline kalemi kâğıdı da, sana eskileri anlatayım!” dediği güne kadar devam etti. Onun anlattıklarına eski evrak bohçalarında, sandıklar- da, tavan aralarında bulduklarımı ekledim. Çocukluğumdan kulağımda kalanlar, kardeşim Reyhan’ın ve aileden başkala- rının anlattıklarıyla da birleşince karşıma şaşırtıcı bir man- zara çıktı. Bu manzarada, sadece Osmanlı Devleti’nin son

(5)

13

yılları ile Cumhuriyet’in ilk günlerini yaşayan bir aile yoktu, karşıma çıkan bunun çok daha ötesindeydi. Rütbelerinden çok, kişilikleriyle etkileyici iki insan ön plana çıkıyordu, iki önemli kişi: Hatice İhsan Hanım ve eşi İsmail Hakkı Paşa.

Onların yaşadığı yıllar, bizimkilerle karşılaştırıldığında, anımsadığımız bütün ekonomik sıkıntıları, tüm politik çal- kantıları çok mutlu evreler sayabileceğimiz kadar kötü ve boğucuydu; felaketlerle, sarsıntılarla doluydu. Buna rağmen, bu erkek ile bu kadının böyle bir ortamda oluşan ve süren ilişkileri, kurdukları dengeler, alabildiğine olumsuz koşullara karşı tepkileri ilginçti, etkileyiciydi. Kimi iyi bilinen, kimi ise belki de şimdi tanıyacağımız küçüklü büyüklü birçok sıradışı karakter de sahnede yerlerini alarak tabloyu bütünlediler.

Şimdi son rötuşları yapılmış olan bu tabloyu korku ve haz karışımı bir duyguyla seyrediyorum. İçinde bulunduğum ruh durumunu tam olarak yansıtabilecek bir kelime ne dili- mizde var ne de soyadımı aldığım Orta Asya Türkçesi’nde.

Makriköy’e Dönüş’ü yazarken geçmişe döndüğümü, mezarlık- lara, harabelere uğradığımı, buralardaki geçitlerden inerek ölmüşlerin peşine düştüğümü, aslında uğranılmaması gere- ken yerlere vardığımı biliyorum. Orfeus da sevdiğini ölüler diyarından alıp yeryüzüne taşımaya kalkmamış mıydı? Neden böyle davranmıştı? Sevdiği, yani Euridike, onun ruhunu sim- gelemiyor muydu? Yeryüzünden, derinlere doğru yaptığı yol- culuk, aslında kendi benliğine varmak, benliğini bulmak için verdiği bir uğraş değil miydi? Her geriye bakışın, bu diyarları yıllar önce terk edenleri geri getirmeye kalkışmanın, galiba böyle bir yönü de var. Bu tür girişimler, bu nedenle, sadece öteye göçmüş olanları değil, onları geri getirmeye girişenleri de rahatsız edebilir. Korkutan da aslında budur!

Yoksa Makriköy’e Dönüş’ü yazmamalı mıydım?

(6)
(7)

BİRİNCİ BÖLÜM

(8)
(9)

SARIGÖL’DEN MAKRİKÖY’E

İsmail Hakkı Paşa’nın büyükbabası Abdi Efendi, eski Yugoslavya’dan, Sarıgöl’denmiş. Köyün ortasından bir akar- suyun geçtiği, Abdi Efendi’nin evinin bu akarsuya hemen bitişik bir bahçede bulunduğu söylenirdi.

Abdi Efendi’nin torunlarının hiçbiri Sarıgöl’ü görmediler.

Ömürlerinde dedeleri ve bir iki uzak akrabaları dışında, hiç- bir Sarıgöllüyle karşılaşmadılar.

Abdi Efendigiller, atalarının yaşadığı bu köyü, ancak avcı büyükbabalarının çocuklarına anlattığı, onların da kendi çocuklarına aktardığı kadarıyla tanıdılar. Ama Sarıgöl onla- ra o kadar aşina geliyordu ki, ellerine kâğıdı kalemi alsalar kolaylıkla resmini yapabileceklerine, günün birinde biri gözlerini bağlayıp onları Sarıgöl’e kaçırsa, gözleri açıldığında hiç şaşırmadan, hiç duraksamadan, “Burası Sarıgöl!” diyebi- leceklerine canı gönülden inanırlardı.

Resimli masal kitaplarındaki köyler gibi bir yerdi Sarıgöl.

Ormanlarla kaplı dağlar arasında, derelerin suladığı otlak- larında koyunların, davarın otlatıldığı, tek katlı, bazen çift katlı, altı taş, üstü ahşap evleri olan, yassı ve yosunlu taşlarla örtülü damlarında, bacalarında leyleklerin yuva yaptıkları bir köy... Köyün bir ucunda cami, diğerinde de bir kilise vardı.

Caminin de bir zamanlar kilise olduğu söylenirdi; tıpkı köy halkının bir kısmı gibi o da sonradan Müslüman olmuş.

Abdi Efendi koyun, davar tüccarıymış, yani celepmiş. Bir de ava meraklıymış. Günün birinde avda kazayla bir arkadaşı- nı vurmuş. Bu olay üzerine babası, “Seni burada yaşatmazlar.

(10)

18

İki at hazırlayalım, heybelerini de altınla dolduralım, uzakla- ra gidelim!” demiş.

Günlerce yol alıp İstanbul’a gelmişler. Yola çıkmadan önce tanıştıkları, Balkanlardan koyun toplayıp İstanbul’a sürüler halinde götüren celepten methini duydukları Makriköy’e, bugünkü adıyla Bakırköy’e varmışlar. Pek beğenmişler bura- yı. Deniz kıyısında bir yer bulup satın almışlar. İncirlik yolun- da da başka bir yer edinmişler.

Makriköy, bağı, bahçesi bol, küçük bir balıkçı köyüdür.

Balıkçı evlerinin çoğu deniz kenarında birbirlerine kâh dik, kâh yamuk uzanan birkaç sokak boyunca dizili durur. Bu evle- rin berisinde geniş ağaçlıklarla ayrılmış büyük bağlar vardır.

İstanbul’u Selanik’e bağlayan çok eski bir Bizans yolunun üstünde olan Makriköy, aynı zamanda Balkanlardan gelen kervanların başkente varmadan önce mola verdikleri son duraktı. Makriköy’den İstanbul’a gidildiğinde altı köyden daha geçilirdi, ama bunların hiçbirinin havası Makriköy’ünkü gibi berrak, hiçbirinin suyu Makriköy’ünkü kadar güzel, hiç- birinin balığı, üzümü Makriköy’ün balığı, üzümü kadar bol değildi. Sarıgöllülerin kaçacak yer düşündüklerinde akılları- na ilk gelen yerin Makriköy olması işte bu yüzdendi. Aslında onlar için İstanbul yaşanılacak yer değildi. Ama Makriköy Sarıgöl’ü andırıyordu; bu toprakları da Sarıgöl gibi akarsular yeşertiyordu. Köye yakın otlaklar ve ağaçlıklar da avlanmak için çok elverişliydi. Makriköy ile Yeşilköy arasında sarıasma ve üveyik, az daha ötede, Florya’da keklik ve bıldırcın avla- nırdı. Küçükçekmece Gölü’nde ise çeşit çeşit ördek yüzerdi.

Babası, Abdi Efendi’yi İstanbul’a yerleştirdikten sonra Sarıgöl’e dönmüş. İzi belli olmasın diye uzun süre mektuplaş- mamışlar bile. Ancak seneler geçtikten sonra haberleşmeye cesaret edebilmişler. Abdi Efendi’nin ağabeyi Sait sekiz sene sonra yazdığı ilk mektubunda, “Babam senin bulunduğun yeri

(11)

19

ağzından kaçırır, birine söyler, onlar da gelip seni bulurlar korkusuyla anamıza bile açıklamamıştı. Bu arada ölseydi, senin nerede yaşadığını asla bilemeyecek, belki de seni bir daha bulamayacaktık” demişti.

Abdi Efendi, İstanbul’da da avlanmaya devam etmiş.

Çekmece göllerinde ördek, Beykoz ormanlarında karaca avlarmış. Cumaları erkenden arkadaşlarıyla ava çıkar, bütün gün avlandıktan sonra cuma akşamı, bazen cumartesi ya da pazar günü evine torbalar dolusu keklik, sarıasma ve bıldır- cınla dönermiş.

Bir süre sonra Yalova’da. Avcı İsmail adlı birinin kızıyla evlenmiş ve ikisi kız, sekiz çocuğu olmuş. Bunlardan biri, İsmail Paşa’nın babası Mustafa Efendi. Mustafa Efendi’nin anasının adı kalıntıların, yıkıntıların arasında kalmış. Fatma olduğunu sanıyoruz, ama emin de değiliz.

Abdi Efendi bir bayram Laleli’de oturan kızlarını ziyaret- ten dönerken fırtınaya yakalanmış. Dereye düşüp boğulmuş.

Atı, evine binicisiz dönünce arayıp derede bulmuşlar Abdi Efendi’yi.

Abdi Efendi’nin oğullarından Mustafa Efendi subay olmuş, ama o da daha rütbesi küçükken, genç yaşta ölmüş.

Eşi Çürüksulu, yani Gürcü’ymüş. Adı Sıdıka. İki çocukları olmuş; Fatma ve İsmail. İsmail, 1854’te Kırım Savaşı sırasın- da doğmuş.

(12)

MAKRİKÖY, 1867

“İstanbul çok mu uzaktadır?”

“Babam söyledi, Makriköy’den Sirkeci’ye yol faytonla iki saatten fazla sürermiş.”

“Sakızlı Ali öldüğünde cenazesini buradan Eyüpsultan’a bir saat üç çeyrekte götürmüşler.”

“Sakızlı Ali kimmiş?”

“Bir tulumbacı. Çok yakışıklıymış, sesi de çok güzelmiş, kahvelerde, mesire yerlerinde semaî okurmuş. Kadınlar ona bayılırlarmış. Genç yaşta veremden ölmüş zavallı. Cenazesini yüz tulumbacı taşımış oraya.”

Çocuklar sabah erkenden sahilden midye toplamış, bunları kırmış, içlerinden çıkanı oltalarına yem yapıp salaş balıkçı kahvesinin iskelesinde balık tutmuşlardı. Aralarından denize girenler de oldu. Öğleye doğru denizin üstü, ocaktaki çaydan- lıkların tepesindeki hava gibi titreşmeye başlayınca ve yaz sıca- ğı adamakıllı bunaltınca, Çırpıcı Deresi’nin oradaki ağaçlığa sığındılar. Yerlere ilişip analarından, babalarından duydukları, en deneyimlilerinin bile sadece bir kez gördüğü İstanbul’u, Köprü’yü, Galata’yı birbirlerine anlatmaya başladılar.

“İçine on beş tane ev yapabileceğin kadar büyük camileri varmış.”

“Süleymaniye’nin şerefelerinden bakınca Çanakkale Boğazı görünürmüş.”

“İstanbul’un içine yedi yüz tane Makriköy sığarmış.”

“Eminönü Meydanı’nda beş yüz dükkân varmış. Yolun bir tarafından diğerine geçerken bir an boş bulunsan, sağa sola bakmasan, seni fayton ezermiş.”

(13)

21

“Kenar mahallelerini bile kazınca altınlar, hazineler bulurmuşsun.”

“Makriköy’den bakınca denizin üstünde koskocaman bir ada, iki de ufak hayırsız adacık görürsün ya... İşin aslı İstanbul’dan bakınca anlaşılırmış. O bizim kocaman tek bir ada sandığımız, aslında birbirine yakın, ama birbirinden ayrı duran dört adaymış.”

Andrikos dışında hiçbiri bu adalara gitmemişti.

Yaşamlarında çok önemli bir yer tutan denizin ortasında duran ve her ufka bakışta gördükleri adalar ile geceleri gökte beliren ay arasında pek bir fark yoktu onlar için. İkisi de çok uzaklardaydı. Zamana, havaya, mevsime göre bazen görünürler, bazen görünmezlerdi. Onların bileceği iş... Bazen de puslu, bulutlu ya da yarım yamalak görünürlerdi. Bu da onların bileceği iş... Çocuklara gelince... Onlar adaların da, ayın da hayallerinde en fazla heyecan yaratan masallarla yarıştığını biliyorlardı; ikisi de çağrışımlarının şehzadeleri ya da sultanlarıydı.

“Vapur kaç saatte gider İstanbul’a?”

“Bir buçuk saatte. Ben bir defa gittimdi. Ama şimdi salgın bir hastalık varmış. O yüzden bu ara hem gitmiyorlar hem de götürmüyorlar.”

Birbirlerine İstanbul’u anlatan arkadaşlarını dinleyen Andrikos, az önce kalktı balıkhaneye gitti. Balıkçılık yapan babasına yardım edecek. Birazdan İsmail de gider. Mahallenin diğer çocukları mı? Çoğu bu saatte evlerine döner, gözden kay- bolurlar. Akşama doğru yeniden sokaklara atarlar kendilerini.

Makriköy’ün sokakları şimdi boştur. İçinde insan figürü olmayan, yaprağı, çiçeği bol dışavurumcu manzara resim- lerini anımsatır. Bu saatte buralardan toz kaldıracak ne bir araba ne de bir satıcı geçer. Denizi olduğu gibi karayı da bulutsuz, kesintisiz, masmavi bir gök örtmektedir. Sıcağa rağmen bir sürü boş kayığın ve mavnanın bağlı bulunduğu

(14)

22

rıhtıma sırtınızı dönüp sahilden uzaklaşır, köyün ağaçlıklı sokaklarından çarşıya doğru yürümeye kalkarsanız, duvar diplerinde, gölgeliklerde kıvrılıp uyumuş, düşük kulaklı köpeklere, ahşap evlerin merdiven altlarında yayılmış, siz geçerken sadece bir saniye için kulaklarını dikip gözlerinin tekiyle bakan, sonra varlığınızı önemsemeyip kestirmelerini sürdüren tok kedilere de rastlarsınız.

Duvarların ötesinde, bahçelerde ve avlularda da yaşam bu saatlerde yavaşlamıştır. Arada sokağa ulaşan tek tük kadın ve çocuk sesi olmasa buralarda oturanların sabah erkenden, aceleyle, kapıyı, pencereyi açık bırakıp hatta yemeğin altını bile kapatmadan çıkıp gitmiş olduklarını düşünebilirsiniz.

Çiçeği bol bahçelerden arı vızıltıları duyulur. Eğer kula- ğınıza vızıltı gelmiyorsa, o bahçede sadece ot vardır. Arılı bahçelerden özellikle hanımeli, sonra yasemin ve morsalkım kokuları, çamlardan, defne yapraklarından tütenlere karışıp sokağa taşarlar.

Bakırköy, eskiden...

(15)

23

İsmail evine vardığında Fatma Abla’sı yoktu. Annesi, onun bir teneke içinde getirdiği üçü iri, gerisi ufak tefek balıkları alıp bir sefertasına yerleştirdi. Sonra bahçeye çıktı, kuyudan kovayı çekti. Bu sefertasını kovaya yerleştirip kovayı yeniden kuyunun diplerine doğru sarkıttı ve her zaman yaptığı gibi,

“Yine geciktin! Zamanında gelsen çarşıya çıkacaktım!” diye söylendi İsmail’e.

İsmail’in bu akşam tasarladığını yapabilmesi için anasını fazla kızdırmaması gerek. Yoksa onu dışarıya salmayabilir.

Yok, buna “salmamaya kalkabilir” demek daha doğru olur.

O zaman İsmail’in evden çıkmadan önce annesinin bağırış çığırışını dinlemesi, sinirlenip söylenenlere karşılık vermesi, ardından da geçen gün yaptığı gibi, menteşeleri zaten laçka olmuş dış kapıyı sıvaları dökecek kadar çarparak vurup gitme- si gerekebilir. Doğal olarak bir de sabaha karşı döndüğünde kendisini bekleyen Sıdıka Hanım’la yeniden -komşuları uyandıracak çapta- bir bağırışmanın gerçekleşebileceğini hesaba katmalıdır. Tabii bunun Sıdıka Hanım’ın sinir krizleri geçirip kendini yerlere atması, ağzında firketeler eğriltmesi ya da bayılmasıyla sonuçlanacağını da unutmamalıdır. Oysa İsmail’in bu gece böyle sinirli, gerilimli değil, bilakis soğuk- kanlı olması gerekir. Çünkü Andrikos’u korkutacak! Bu yüzden İsmail uslu bir çocuk gibi davrandı ve Sıdıka Hanım’a sadece, “Doğru, tamam, haklısınız!” diye cevap verdi.

İsmail’e ailesinin Sarıgöl’de otuz odalı bir evde yaşamış olduğu söylenmiştir, ama şimdi anası ve ablasıyla alçakgönül- lü, altı kâgir, üstü ahşap iki katlı bir evde yaşar.

Ev, Dadyan Ermeni Okulu’na çıkan sokağın bir köşesin- de, dar zeminiyle çömelmiş, kaldırıma yorgun argın oturmuş gibidir: İlk katının aşıboyaları yer yer uçuklaşmış, pervazları aralanmış ve çatlamış, ikinci katının çıkmalarını taşıyan ve bundan olsa olsa otuz kırk sene önce çakılmış elibelindelerin

(16)

24

kaplama tahtaları dökülmüştür. Alıcı gözle bakıldığında, bu evin yıllar önce, ilk yapıldığında bile Makriköy’ün görkemli yapılarından biri olmadığı anlaşılır.

İlk katta bir taşlığa açılan iki yan odadan biri yemek odası, diğeri de oturma odası olarak kullanılmaktadır. Sokak kapı- sının tam karşısındaki ufacık bahçede, ayrı bir yapı içinde, mutfak, hamam ve hela vardır. Üst katta da, sokak tarafında, İsmail’in tek başına yattığı oda... Bahçe tarafında ise anası ile ablasının ortak kullandıkları başka bir yatak odası bulun- maktadır.

Bahçedeki küçük kümeste birkaç tavuk ile bir horoz, bir de başıboş gezen bir kaplumbağa vardır. Tavuklar ile horo- zun neye yaradığı malum... Kaplumbağa ise bahçede belirip ilkbaharın, sonra da kaybolup sonbaharın geldiğini haber verir. Sarı çiçekli ve testere yapraklı aslanağızları da ilkba- harda açıp sonbaharda kaybolurlar, ama bu belirişin ve yok oluşun anlamı Sıdıka Hanım’a göre bambaşkaydı: “Şuayb Peygamber, onları kaplumbağalar yesin diye yetiştirmiş. Bu yüzden kaplumbağalar sonbaharda kış uykusuna yatarken aslanağızları da gözden kaybolur.” Sıdıka Hanım bunları annesinden öğrenmiştir. Her yaz bahçelerde, yol kenarların- da, kâh şurada kâh burada, kendi kendine biten gecesefaları konusunda da annesi buna benzer bir şeyler söylemiştir, ama maalesef Sıdıka Hanım -buna çok hayıflanır- rahmetlinin tam olarak ne dediğini, gecesefasını hangi yaratığın, hangi mevsimde, niçin yediğini aklında tutamamıştır.

Sıdıka Hanım’ın eşyaları da evi gibi yalındır. Sıradışı bir eşya yok gibidir bu evde. Belki de büyük duvar aynası ile oturma odasının duvarının önemli bir bölümünü kaplayan tabloyu diğerlerinden ayırmalı... Duvar aynası girişteki taşlık- ta asılıdır. Yaldızı yer yer dökülmüştür; çerçevesinde davullu, mızraklı, borazanlı armalar, onların iki yanında da alçı kuşlar

(17)

25

vardır. Oturma odasının duvarını kaplayan kocaman yağlıbo- ya tabloda ise bir dere akmaktadır. Ardında dumanlı dağlar ve ormanlar yer alır. Ağaçların berisinde birkaç tane kara kaz uçar. Sıdıka Hanım, bir Rus ressam tarafından yapıldığı söylenen bu resmi, kayınpederinden kaldığı için ne atabilir ne de satabilir. Söz tablodan açıldığında, rahmetli eşinin çocukken babasına, “Bu dere ne deresidir?” diye sorduğunu, kayınpederinin de “Ayamama Deresi’dir!” diye cevap verdi- ğini anlatır.

İsmail’in babası Mustafa Bey’in ancak on beşine var- dığında gelmiştir aklına, “O Rus ressamı Makriköy’e mi gelmiş, nereden bilecek Ayamama Deresi’ni?” diye sormak.

Bu soruyu, babası artık hayatta olmadığı için annesi yanıt- lamak zorunda kalmış: “Ayamama Deresi dünyada bir tek Makriköy’de yoktu ya! Mutlaka Rusya’da, Balkanlar’da da birçok Ayamama Deresi bulunuyordu...” Mustafa Bey, babası resmi beğenip aldığına göre, “Herhalde bu dereden bir tane de Sarıgöl’de vardır” diye düşünürmüş.

İsmail ise evlerindeki bu tek resme her baktığında yeni bir şey algıladığını, bazen resimdeki derenin sanki gerçekten akar gibi göründüğünü, bazen de ağaçların, arkalarından esen bir rüzgârla sallandığını düşünürdü. Bir keresinde bu fikrini ablasına açtığında, o da “Bana da öyle geldiği olur” demişti.

“Peki, sen hiç Ayamama Deresi’nin orada böyle kara kaz- ların uçtuğunu gördün mü?”

“Görmedim, mutlaka eskiden uçarlardı ama büyükbabam vurmuştur onları!”

İsmail, annesinin bu dereli, ormanlı, kazlı tabloda hiçbir kıpırtı, hiçbir devinim görmediğini, daha doğrusu göremedi- ğini gayet iyi bilirdi, Sıdıka Hanım’ın sadece, cahillerin iyi anlamadıkları dinî bir simgeye, ikonlara gösterdikleri saygıyı andıran bir davranışla, her gün önce çerçevesinin tozunu

(18)

26

aldığını, sonra bu sırada çarpılıveren resmi düzeltip yeniden tavana ve yere paralel kıldığını görürdü.

İsmail sabah uyandığında, annesi mutfakta dün onun getirdi- ği balıkların yanında yenecek patatesleri soyuyordu. Bunları akşama verecekti çocuklara. Balıkları bir gün önce pişirmişti.

Tek geliri, genç yaşta, küçük rütbeli bir subayken ölen eşinden bağlanan maaş olan Sıdıka Hanım kıt kanaat geçinir.

Evini kendi siler, süpürür, yemekleri kendi pişirir. Rahmetli eşinin kardeşlerinin gelirleri yerindedir, ama cimridirler. Ona yardım etmezler. Hatta çarşıdan elleri dolu dönerken, Sıdıka Hanım’a ya da çocuklarına rastlamamak için yollarını değiş- tirirler.

İsmail, öğle yemeği vaktinde biraz peynir ekmek, birkaç tane de domates yiyip sokağa fırladı. Fazla bir şey yemesine hiç gerek yoktu. Dün gece yaşadıklarının tadı hâlâ damağın- daydı nasıl olsa.

Öğleden sonra arkadaşlarıyla Baruthane’ye gitmiş, çelik- çomak, uzuneşek oynamıştı. Hava kararmadan Abdi adlı bir arkadaşıyla birlikte Baruthane’den ayrılmışlardı.

Sonra ne oldu?

Daha önceden yol kenarındaki büyük incir ağacının kovu- ğuna sakladığı beyaz çarşafı aldılar ve Rum mezarlığına doğru yola koyuldular. Elbette, o beyaz çarşafın evden çıktığından Sıdıka Hanım’ın haberi yoktu. İsmail bu küçük hırsızlığı ya- parken, “Valide öğrense, kıyameti koparır” diye düşünüyor, üç buçuk atıyordu.

Rum mezarlığı geceleri sürüler halinde gezen sokak köpek- lerinin uluduğu, gelip geçene havladığı, bazen de saldırdığı yerlerden biridir. Bu yüzden seyyar satıcılar, salepçiler, ke- tenhelvacılar bile geceleri buradan değil, iki üç sokak öteden

(19)

27

dolanıp gelirler İsmaillerin mahallesine. İsmail ile Abdi bu- radan geçmek zorundaydılar. Çünkü oynayacakları oyun bu- rada sahnelenecekti. Ama köpeklere karşı önlem almayı da ihmal etmemişlerdi. Yanlarında kav, çakmaktaşı ve bir parça demir vardı.

Andrikos evine giderken hep buradan geçer!

Abdi “erkete”ye yattı, uzun süre beklediler. Güneş battı, hava yarı karardı, sivrisinekler sokmaya başladı. Andrikos ge- cikince Abdi cıvıttı.

“Gelenin Andrikos olduğunu nasıl anlayacağım?”

“Leş gibi balık kokar, ordan anlarsın!”

“Mezarlığın taşları, ağaçları insana benziyor. Karanlıkta çok ürpertici görünüyor. Gel bunu başka zaman yapalım.”

“Hadi, sen kalk git. Ben kalıyorum. Yarın olanları hepini- ze anlatırım!”

İsmail böyle konuşunca, Abdi gitmekten vazgeçti.

İsmail içinden Abdi’nin haklı olduğunu düşünüyordu as- lında: “Şu Rum mezarlığının boy boy beyaz mezar taşları, gece kapkara görünen, ay ışığında uzun gölgeleri yola vuran sel- vilerin arasında, uzaktan bakınca bile korkutuyorlar insanı.

Ama buraya kadar geldikten sonra cayıp kaçmayı -çok ayıp- tır- aklım almaz.”

Biraz sonra Abdi yattığı yerden elini salladı. Bu Andrikos’u gördüğüne dair işaretti. İsmail de annesinden aşırdığı beyaz çarşafa sarılıp alçak duvarın dibine çömeldi. Andrikos tam oradan geçerken acayip sesler çıkararak karşısına dikiliverdi.

İsmail’in en zevk aldığı andı bu. Andrikos’un ödü patlamıştı.

İsmail dün geceyi düşünerek yolda ilerlerken, ablasına rastladı. Tüm hikâyeyi bir de ona anlattı. Tabii annesine söy- lemeyeceğine dair yeminler verdirerek.

“Ödünün nasıl patladığını, nasıl haç çıkara çıkara kaç- tığını görecektin Fatma Abla. Abdi, Andrikos kaçınca ne

(20)

28

dedi biliyor musun? ‘Ulan ben bile çok korktum!’ demez mi?

Öyle korkmuş ki! ‘Az daha altıma kaçırıyordum!’ dedi. Ben de ‘Kimse yok, yap şurada bir yere’ dedim. Mezarlıkta işersen çarpılırmışsın.”

Fatma İsmail’in heyecanına katılmadan, “Öyledir!” dedi.

İsmail sanki ona hiçbir şey söylenmemiş gibi anlatmaya de- vam etti.

“Evine tek başına gidemedi. Bir de onu evine kadar götür- düm. Oraya kadar dayandı da bahçelerine gelince artık ken- dini tutamadı. Kapılarının önündeki ıhlamurun dibine işedi.

Fatma Abla, tüm hikâyeyi sabırla dinledikten sonra tam bir ablaya yakışır cevabı verdi.

“İsmail, valla delisin sen! Mezarda bu kadar zaman Andrikos’u beklemek, iki defa güleceğim diye bunca gâvur hortlağın kol gezdiği yerde oturup durmak akıl işi mi yani?”

Aynı gece başkaları için hiç de o kadar eğlenceli geçmemiş- ti. Andrikos’un annesinin, oğlu geç kaldığı için gözüne uyku girmemişti, onu kapıda karşıladı. Çenesinin attığını görünce, sobanın ardındaki tel dolaptan, ayva ve incir reçeli kavanoz- larının, domates salçası ve asma yaprağı bastırılmış sırlı top- rak kapların arasından bir testi aldı. Testinin içinde Ayios Mamas Ayazması’ndan alınmış su vardı. Andrikos’a hemen bir bardak ondan içirdi. Sonra da çöreotu yakıp başında tütsü gezdirdi.

“Sana kaç kez bu kadar geç gelme dedim. Kaç kez bu saatte mezarlıktan geçme dedim. Sen adam olmazsın Andrikos!”

Andrikosların evinin damına bir çift martı yuva yapmıştı.

Kıyıda bunca kayalık dururken martılar iki yıldır bu damda yu- murtluyor, yavrularını bu damdan uçuruyorlardı. Kirya Kateri- na, annesinden bu kuşların gün batarken fazla haykırmalarının

(21)

29

pek iyiye yorumlanmayacağını öğrenmişti. Onu asıl endişelen- diren dün gece bu kuşların gün batarken fazla haykırmaları ol- muştu. Bunu kocasına söylemiş, o da her zaman dediğini yinele- mişti: “Anan uydurmuş bre bunları, ben duymadım böyle şey!”

Kirya Katerina’nın kocası tehlike işaretlerini doğru yo- rumlayamamıştı; yatıp uyudu. Ama kadın işaretler konusunda emindi. Andrikos gecikince çıkıp onu aramayı, arkadaşları- nın evlerine uğrayıp sormayı bile düşünmeye başlamıştı.

Geceyarısından sonra kapının önünde bir gürültü duyul- du; ardından kapı hafifçe itildi.

“Andrikos, sen misin?”

Cevap yok. Katerina zinciri açmadan kapıyı aralayıp dı- şarı baktı. Zirzop gelmiş. Zirzop, Faik Paşaların aşçısı Madam Öjeni’nin kedisidir. Zirzop, Ermenice “deli” demekmiş. Bu kediyi tanımayan yoktur, Madam Öjeni dışında seven de yoktur. Semtin en hırsız kedisidir Zirzop; evinde bol yemek yedikten sonra komşu evlerin mutfaklarına dalar ve ne bulur- sa aşırıp yer.

“Anlaşılan şu saatte soyulma sırası bizim mutfağa gelmiş...”

Andrikos, evine Zirzop’tan yarım saat sonra döndüğünde kardeşleri, Panayotis, Spiros ve Despina uyuyorlardı. Annesi, bütün endişesine rağmen en büyük çocuğunun böyle yaramaz- lıklara çok yatkın olduğunu iyi bildiği için kocasını uyandır- mamayı yeğledi. Hem daha önce de bu saatlerde dönmüştü.

Zira babanın uyandığında ne yapacağı, Andrikos’u pataklayıp pataklamayacağı kestirilemez. Andrikos daha dün, babasının sofrada küllük üstünde yanar bıraktığı kehribar pipoyu ağzına alıp içine çekip çekip sersemleyip morardığında dayak yeme- miş miydi?

Kirya Katerina çok kızmış olduğu hâlde oğluna kıyamadı.

Kafasında tütsü gezdirdikten sonra akşam yemeğinden kalan çorbayı ısıttı. Çocuk yatmadan önce biraz patates ve çiroz

(22)

30

salatası da yedi. Andrikos uyuyunca anası, evin ikonu önün- de bir mum daha yakıp yüzdürdü, ardından Meryem Ana’ya, Andrikos’u sağ salim eve yolladığı için şükretti.

Sabah çocuklar iskelede buluştular. İsmail hepsinden sonra geldi. “Sabah evden çıkarken annem, ‘Bu yağmurda olmaz;

biraz da evde otur!’ diye tutturdu. ‘Abdi’ye borcum var, mu- hakkak vermem gerek!’ dedim ve arkama bakmadan fırladım çıktım. Buraya varıncaya kadar sırılsıklam oldum.”

İsmail geldiğinde Sarı Ali, Mahmud, Abdi, bir de Yorgo, gazinonun saçağının altında oturmuş, çene çalıyorlardı. Bu salaş gazino kim bilir kaç sene önce yapılmıştır. Karadan baş- lar, sonra gider, sığ yerlerde kuma çakılmış, kalın mı kalın kazıklar üstünde koskocaman bir yarımada gibi denize taşar.

Gazinoda çalışanlar her sabah erkenden gelir, zemininin kaplama tahtaları arasında bırakılmış -ama üstü çinko kap- lı tahta kapakla örtülü ve bir adam sığacak kadar geniş olan- açıklıktan ipe bağlanmış kovayla su çeker, yerleri silerler. Gazi- nonun tabakları, bardakları, çatal bıçakları da bu suda yıkanır.

Makriköy’ün önemli düğün ziyafetlerinin çoğu bu lokan- tada düzenlenir. Çocuklar, yarı bellerine kadar denize batmış bu kazıkların, düğünlerde o kadar çok sayıda insanın yükü al- tında nasıl bel vermediğine, tepelerine çökmediğine şaşarlar.

Büyükler, gazinonun kaplama tahtalarının üstünü, ço- cuklarsa altını severler. Bu gazinonun altındaki üstü kapalı alanın bir bölümü, denize girildiğinde soyunulabilecek, giysi bırakılabilecek yerdir. Burada soyunanlar çakıllara basa basa denize doğru yürüdüklerinde iskelenin üstünde durduğu tah- ta bacaklara yapışmış yosunların arasında kocaman midyeler görürler. Balık tuttuklarında oltalarına taktıkları midyelerin iyisi buralardan toplanır.

(23)

31

Özellikle güneş öğle saatlerinde tam tepedeyken birçok deniz yaratığı bu serin gölgeli alanı yeğler. Gazinonun altında ufak kayabalıkları, horozbinalar ve ipince küçük yılanbalık- ları kol gezer. İskele altı âleminin kuytuluklarında, dalgala- rın gazinonun yaslandığı kıyıya yakın kayalara çarpıp çarpıp geri çekildiği yerdeyse şeytanminareleri ve yengeçler oynaşır.

Bunlar, deniz kayalıkları ıslattığında kısa bir süre için belirir, sonra aceleyle kaçıp oyukların derinliklerinde saklanırlar.

Çocuklar deniz kenarında, gazinonun saçağı altında tar- tışırlarken Andrikos -herhalde kızmış olduğundan, belki de arkadaşlarının ödlekliğiyle eğleneceklerini düşündüğünden- henüz gelmemişti.

İsmail, arkadaşlarına bir gece önce olup bitenleri bal- landıra ballandıra anlattı. Cemaat de keyifle dinledi. Tabii, Abdi’nin bile korkmaya başladığını, kaçıp gitmesine ramak kaldığını söylemedi.

“Şimdi ne yapalım?”

“Yağmur yağmasa denize girecektik.”

“Yağarken girilmez mi?”

“Girilir mi?”

“Bal gibi de girilir!”

Bir ara gidip Yorgo’nun evinin sarnıcında yüzmeyi dü- şündüler. Yorgoların sarnıcı genişti, dört kişi rahat yüzebilir- di. Ama Yorgo, “Annem ve babaannem bu yağmurda dışarı çıkmaz, evde kalırlar. Onlara yakalanırız, olmaz!” dediği için vazgeçtiler. Oysa Yorgo da kardeşi de hatta mahallenin bazı çocukları da çok küçük yaşlarında yüzmeyi, -anaları, babaları yokken- girip kulaçladıkları bu sarnıçta öğrenmişlerdi.

Çocuklar gazinonun yüksek bölümünün altında, üstlerin- de bir tek donları kalıncaya kadar soyunup daldılar denize.

Onlar tam suya girerken kocaman bir dalga fışırdayarak gel- di, gazinonun altında, kumsala bırakılmış elbiselerini ıslattı.

(24)

32

Dalgalar öyle azgınlaştı ki az ötede demir atmış kayıklardan biri ipini kopardı, aldı başını gitti. Açıktan geçen gemiler yelken topladılar.

Denize dalanlar yağmura ve fırtınaya rağmen, rıhtımın açığında, dalgalarla batacakmışcasına çalkalanan, demir at- mış kayıklara doğru kulaç atıp yarışmaya başladılar.

Onlar, iskelenin hizasında demirlenmiş zift renginde mav- naya yaklaşırlarken Andrikos da geldi. Önce uzaktan küçük kuzuları andıran köpüklü dalgaları, sonra kopkoyu gökyüzü- nü ve bu koyu gökyüzünde beyaz birer leke gibi çığlık atarak uçuşan, bazen de denize çivileme dalarak balık kapıp kaçan martıları, dalgaların arasında yalpalayan karabatakları seyret- ti. Sonra, arkadaşlarının yüzdüklerini görünce, o da soyunup denize atlayıverdi.

Mavnaya önce İsmail vardı. Teknenin demirine bağlı zincire tutunup diğerlerinin gelmesini bekledi. Birden ge- minin zincirine dolanmış, yosunların arasında, suyun yü- zeyine yakın, dalgalarla yalpalanan bir insan cesediyle sırt sırta durduğunu fark etti. Midesi bulandı. Abdi ile Yorgo da yanına gelince, onlara adamı gösterdi. Düğmelerinden bazı- sı kopmuş siyah ceketi, beyaz bir gömleği, koyu mavi panto- lonu vardı. Orta yaşlı, sakallı ve bıyıklı bir adamdı. Vücudu hafif şişmişti.

Andrikos, “Hemen zaptiyeye haber verelim!” dedi. Diğer- leri, “Sakın ha... Sonra yüz kere sorgulanırız!” diye karşı gel- diler. “Belki de üç gün karakolda tutarlar bizi!”

Adama alışınca ona biraz daha yakından baktılar. Buralı, tanıdık biri değildi. Yorgo’nun aklına geldi, “Ceplerini karış- tıralım...”

“Sen karıştır.”

“Bir şey bulursam benim olur!”

“Yoo, paylaşacağız!”

(25)

33

“Öyleyse yardım edin...”

Çocuklar, ellerini cebine yönelttikçe, adam aksi yöne dö- nüyordu. Dalıp altından baktılar; dalgalar kum kaldırdığın- dan iyi seçilemiyordu, ama bir ayağı papuçsuzdu.

“Ulan, deniz içinde yankesicilik güç şeymiş.”

Adamın ceketinin yan cebinden bir para kesesi çıktı. Çok sevindiler. İç cebinden de üzerinde resim bulunan bir kim- lik... Mürekkebi hayli dağılmış, silikleşmiş ama güç bela oku- nabiliyordu: Adı Hüsamettin’miş.

Bir de tütün kutusu buldular.

Tüm ceplerini arayıp taradıktan sonra Hüsamettin Efendi’yi kara mavnanın demirinin orda, yüzdüğü yerde bıra- kıp iskeleye döndüler.

“Yahu benim pantolonum da gömleğim de sırılsıklam.”

“Yağmurda ıslanmış sanırlar.”

“Giy, giy! Üstünde kurur!”

Yağmur şiddetini yitirmişti, artık sadece çiseliyordu. He- nüz bulutlar dağılmamış, güneş tam anlamıyla meydana çıkıp ortalığı ısıtmamıştı, ama artık saçak altında beklemeye de ge- rek yoktu.

Hemen Yorgo’nun evinin yanındaki yangın yerine gitti- ler. Yanmış ve damı çökmüş bir harabe var ya orada; bu ha- rabede oynamaya bayılırlar. Hüsamettin’in para kesesini ve kimliğini orada inceleyecekler.

İsmail, bugüne kadar denizden akıntı çağanozu gibi geçen at ve köpek leşi çok görmüştü, ama insan ölüsüne hiç rast- lamamıştı. Hüsamettin Efendi, onun yakından gördüğü ilk ölüdür! Yorgo geçenlerde Ayamama Deresi’nin ağzında yüzen bir ceset görmüş. Diğerleri de, “Ben, Hatipzadelerin kayıkha- nesinin orada, ben falan yerde, filanca burunda gördüydüm”

dediler. Demek ki bu denizlerden arada sırada insan cesedi de geçermiş.

(26)

34

Yorgo, Hüsamettin’in para kesesini açtı. İçinden birkaç mangır çıktı.

“Adamı parası için öldürmemişler!”

“Ne öldürmesi? Herifin kendi düşmüş denize.”

“Demek ki yüzme bilmiyormuş. Belki de sarhoştu, ondan yüzemedi.”

“Belki de kendini atmış, intihar etmiştir.”

Hüsamettin’in cebinden çıkan parayla gidip kendilerine Bulgar sütçüden dondurma aldılar. Sonra bu dondurmaların helal olması için üç fakir çocuğa da dondurma alıp sevap işlediler. Ardından da İsmail ile Abdi Arapça, Yorgo ile Andrikos da Rumca dua ettiler Hüsamettin’in ruhuna.

Ertesi sabah yağmur yağmadı, güneş açtı; gidip denize girdiler, yüzdüler. Mavnaların oraya yeniden baktılar:

Hüsamettin gitmiş!

O gece, İsmail’i birkaç gündür az görmüş olan Sıdıka Hanım, belki de Fatma’dan duyduklarının etkisiyle, onu ciddi bir şekilde sorguladı. Ardından, İsmail’e her kızdığında söylediği sözleri tekrarladı.

“Kötü arkadaşlara, bilhassa o pis deniz böceklerini bile yiyen kefere çocuklarına kapılma. Haylazların aklına uyma.

Senin de iskeledeki serseri çocuklar gibi denizden kabuklu hayvan çıkarıp yediğini öğrenmediğimi mi sanıyorsun? Kim bilir benim bilmediğim başka ne haltlar karıştırıyorsundur.

Doğru yoldan sakın ayrılma!”

“Tamam, tamam! Bu vaazı biz zaten altı yüz kere dinle- miştik. Altı yüz birincisi şart değildi.”

“Terbiyesizliği bırak da, ablan gibi saygılı ol!”

İsmail annesinden çok, onu ispiyonlamış olan ablasına içerledi.

(27)

35

Sıdıka Hanım, geleceğinin tek güvencesi olan İsmail’in başına bir dert açılacak diye günaşırı tasalanıyor, ama bu çocuğu kollamak için ne yapacağını da bilemiyordu.

Kadıncağız son zamanlarda, “genç yaşında omuzlarına aldığı bu ağır yüke artık dayanamadığını” söylemeye başla- mıştı. Bir taraftan kısıtlı bir gelirle evi tek başına çekip çevir- mek... Diğer taraftan, biri haşarı mı haşarı bir oğlan çocuğu olan iki evladının doğru yol diye bellediği çizgilerden sapma- larını nasıl engelleyeceğini bilememek... Kolay değildi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de şu sıcak basmaları çıkmıştı başı- na. Altı aydır ikide bir sıcaktan bunalarak pencereleri açıp açıp kapıyor, eline ne geçerse yelpaze olarak kullanıyordu.

“Rahmetli baban gibi doğru, hak gözeten, fakir kollayan, saygılı insanlar olmalısınız. Ailenize ve memleketinize karşı görevlerinizi unutmamalısınız!”

Çocuklar onun bu gayretlerini, fedakârlıklarını takdir ederler mi?

“Anne, Allahını seversen, babam da çocukluğunda birdir- bir oynamaz mıydı, duvardan atlamaz, evden kaçmaz mıydı?”

Bu cevaplar, Sıdıka Hanım’ın ümidini giderek tüketmektedir.

Şeker Bayramı’nın ikinci günü Sıdıka Hanım’ın dayısı, oğlu ve gelini, komşularının en küçük kızını da alıp Makriköy’e geldiler.

Yemekte konu, Fatma’ya uygun ve hayırlı bir kısmetin nerede ve nasıl bulunabileceğinin -tüm olasılıklarla- tartışılmasından sonra, dönüp dolaşıp kendisine varınca, İsmail söylenenleri dik- katle dinlemeye başladı. İki dakika önce bastıran uykusu uçtu gitti, az önce kayan, kapanan gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Artık büyüdü. Bir tanıdık bulmalı, İsmail’i bir devlet da- iresine yerleştirmeliyiz.”

“Böyle bir tanıdığım olsaydı keşke.”

(28)

36

“Bizim oralı emekli bir gümrük kâtibi var; iyi görüşürüz.

Kardeşini Sadaret Mektubu kalemine yerleştirmişlerdi. Sonra da Fransa’ya gönderdiler.”

“Ne yapmış Fransa’da?”

“Dil öğrenmiş, ardından maliye okumuş.”

“Sonra?”

“Şimdi Atina Elçiliği’nde kâtip olarak çalışıyor.”

“Öyleyse niçin maliye okudu, yazık değil mi?”

“Onu kollayan paşa, galiba Posta, Telefon, Telgraf Nazırı Hulusi Paşa’ydı. Vefat edince ancak böyle bir yer bulabildi.

Zaten maliyeyi de hiç sevmezmiş. Ama koruyucusu, kolla- yıcısı paşa, rahmetli ‘Maliye okuyacaksın!’ deyince de karşı çıkamamış.”

“Öyle oluyor. Bir yüksek rütbelinin kanatları altına alın- mak talih, ama bir işe atanırken, yabancı ellere yollanırken sana, ‘Ne istersin?’ diye soran, seni yeteneğine, havana, suyu- na göre yönlendiren olmuyor!”

Bütün bu konuşulanları dikkatle izleyen İsmail, misafirler gidince ablasına, “Ben devlet dairesinde çalışamam, afakanlar basar” dedi. “Böyle oturduğum yerde beklersem günün birin- de annemin bir dayısı gelecek, ‘Şu dairede çalışmaya başlaya- caksın!’ diyecek. Hemen, kafama uyacak, seveceğim bir iş, bir çıkar yol bulmalıyım kendime.”

Fatma da kardeşi için endişeleniyordu. Etraflarındaki bir- çok genç meslek ediniyor, bir işe giriyordu.

“Baksana, Deli Hayriye Hanım’ın kardeşi Mithat Bey’in oğlu bu yıl devlet dairelerinden birine girip çalışmaya başlamış.”

“Bizim mahalleden Sarı Ali de ailesiyle Kastamonu’ya göç etti. Orada bir ayakkabıcının yanında çalışıyormuş. Agop’u da İstanbul Aksaray’da, akrabası olan bir eczacının yanına vermişler. O da artık oynamaya gelmiyor. Ödlek Abdi bile yakında bir işte çalışmaya başlayacak.”

(29)

37

İsmail için tehlike çanları çalıyordu. Ya bu çıkmazdan kurtulamayacak, bir cendereye girecekti ya da bir iğneli fı- çının içine düşecekti. “Sonra da hayatım boyunca ezilip bü- zülecek, keyifsiz ve heyecansız bir şekilde çürüyeceğim” diye düşündü. Yüksek sesle, “Ne yapmalı acaba?” dedi. “Nasıl bir yol bulmalı?”

Bir hafta önce çarşıdan yedi buçuk kuruşa aldığı kitaptaki çocuğun durumu amma da kendisine benziyordu. Kitap bir Rus yazarının anılarını anlatıyordu.

Sibirya’ya sürgüne yollanan mahkûmlar, bizim evin bulunduğu sokaktan geçirilip iskeleye indirilirlerdi. Bir gün elleri, ayakları prangalı bir mahkûm grubu önümüzden geçerken -fazlaca bakmış olacağım- kara sakallı, yırtık yüzlü, at gözlü bir tanesi, “Hey, baksana genç adam. Haydi gel, bize katıl!” dedi. Kendimi tuta- madım; bir gardiyan çıkışıncaya kadar onlarla beraber yürüdüm.

Zincirlere vurulmuş, belki de ölüme giden bu yırtık pırtık giy- sili insan kafilesi bu gence neden böyle çekici gelmişti? Yazar, çocuğu şöyle konuşturarak cevap veriyordu bu soruya:

Zincire vurulmuşlardı, silahlı gardiyanları vardı, ama bir geleceğe doğru yürüyorlardı; bense onlar gittikten sonra bodrumda yalnız kalmış bir sıçan gibi bu sokakta, bu evde aynı şekilde yaşamaya devam edecektim!

İsmail o hafta kimseye bir şey söylemeden gitti, Harbiye İdadisi’ne öğrenci olarak yazıldı.

Referanslar

Benzer Belgeler

Şekil 3 (E) de bu sabit fikrin mah- sulü olan bir şekil görülmektedir. Gerçi binanın kanatları bürolara tabii ışık temi- ni için dlışarı doğru uzanıyorsa da, mecmu

nndan Nwaİı özkan vc Se- nih özav.'Ttiıkive Elekrrik kıırumu ve termilt sanraJda sörevli büroLradara gönder- iliilsti 6in özcde şu gö,rı$c.. çı

Giresun’un Dereli İlçesi’nde hidroelektrik santral (HES) inşaatında meydana gelen toprak kaymasında 4 işçi öldü, 1 i şçi de yaralandı.. Geçtiğimiz günlerde de Adana

Sabri, R., (2015) “Transitions in the Ottoman Waqf’s traditional building upkeep and maintenance system in Cyprus during the British colonial era (1878–1960) and the emergence

“düşüncenin öz çocuğudur”. İşte düşünce-eylem ikileminin birleşimini en iyi uygulayan eğitimcilerin başında bir kadın eğitimci olma gurur ve onurunu taşıyan

Bu bağlamda bölüm isminin “Çalışma İlişkileri”, “Sosyal Politika” ya da hatta sadece “Çalışma Bölümü” ola- rak değiştirilmesi önerileri gündeme geldi,

• Tüm ARSA saptanan olguya amniyosentez ile karyotip ve 22q11.2 delesyonu saptanması için FISH yapılması seçeneği sunuldu.. düzey

 Demir karboksimaltoz ve demir izomaltozid 1000 daha güvenli yeni formlar, tek seferde tüm ihtiyacı 15-60 dakikada karşılamak mümkün. Parenteral