• Sonuç bulunamadı

“welcome to Kyoto business” Beklenilen tarih geldi. 2008 y

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "“welcome to Kyoto business” Beklenilen tarih geldi. 2008 y"

Copied!
5
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

“welcome to Kyoto business”

Beklenilen tarih geldi. 2008 yılıyla birlikte Birleşmiş Milletler çatısı altında iklim değişikliğine karşı ilk küresel harekat olan Kyoto Protokolü'nün sera gazlarını azaltma dönemi başlıyor. Birleşik Devletler'in metnini hazırlayıp imzaladıktan sonra parlementosunda onaylamadığı, liberalleşme yolundaki Türkiye'ninse henüz imzalayacak kadar idrak edemediği Protokol, insanlığın gerçek anlamda küresel ilk meselesini çerçeveliyor. Yaklaşık 20 yıllık bir gecikmeyle ve marketin gizli elinin yardımıyla dünyayı kurtarmaya soyunan bu girişimi kapitalizmin (kendi dinamiklerine) yenilişini yeni bir zafere dönüştürme faaliyeti olarak okumak mümkün.

Kapma Aygıtı

1970'lere kadar doğrudan karşıt algılanan iki kavram olan kalkınma ve çevre, ekoloji ile kapitalizm arasındaki bir karşıtlığın temelini oluşturuyordu. Rachel Carson'un 1963 tarihli çokça hatırlanan Sessiz Bahar1 kitabında

dillendirdiği “ya kâr tanrılarına başkaldırcağız, ya da kontrolden çıkan ekolojik ve toplumsal kriz gibi sonuçlarıyla yüzleşmeye hazırlanacağız” fikri 70'ler boyunca güçlendi. Bhopal, çernobil benzeri, felaket kategorisinde yer alan kazaların ürettiği gerilimden de beslenen gezegen duyarlılığı, teknoloji ve sanayinin radikal bir sorgulamasına doğru ilerledi. 70'lerin akademik çevre tartışmalarındaki temel fay hattı sınırsız büyümenin imkan(sızlığ)ı, ekonomik gelişmenin sınırları, kalkınmanın ekolojik sınırları ya da “ekonomik kalkınmaya karşı çevre” oldu.

Ve 70'lerde kuzey hükümetleri WWF, IUCN, Sierra Club gibi çevreci gruplarla “bilimsel” işbirliğini arttırmaya gittiler. Hedef sadece sanayi toplumunu hepten karşısına almaya giden çevre hareketini kaşağılamak değil, uzlaşmaz ya da düşman kavramlar halini almış 'kalkınma' ile 'çevre'yi aynı cümle içinde kullanmaktı, ki uluslararası ajanslar arasında bunu ilk yapan Dünya Bankası oldu2. 1972 Stockholm Konferansı ile resmiyet kazanan bu flörte (Birleşmiş Milletler çevre Programı UNEP bu toplantı ile kurulur), 1987'de Dünya çevre ve Kalkınma Komisyonu (WCED) Raporu3 ile nikah kıyılır. Sürdürülebilir kalkınma isimli ogzimoron bebeğin doğumuna sebep olan bu evliliği kutsayan tüm STK'lar ihya edilecek, UNEP ve benzeri mekanizmalarla dağıtılan çil çil altın 'çevre sektörü'nü insşa edecektir. Bu şekilde, sermaye birikimi rejiminin varlığını sürdürebilmek için çevrecileşmeye başlaması, çevrecilerin sermaye etrafında birikmesi süreci olarak yaşandı.

Birleşmiş Milletler'in çeşitli organ ve kurumlarının planlama, kurumsallaştırma ve desteği ile 20 yıldır ehlilleştirilip içselleştirilen çevreci söyleminin çevre hareketlerini kabaca ikiye böldüğü söylenebilir4. BM, hükümet, sermaye ya da benzeri kurumlarla ortaklıklar kurarak 'içeriden' birşeyler yapmaya çalışan “proje çevrecileri”, ki bu grup sadece maddi olanaklara ulaşmakla kalmadı, süreç içinde profesyonelleşti, uzmanlaştı, bilimselleşti, hatta -isimleri STK olsa da- devletleşti. Sivil, talepkar ve muhalif konumda kalmayı seçmiş ikinci grup 'dışarıda' yeşil bir siyaset üretme kararıyla sermayeden, ortaklıklar ve projelerden, esasında çevre sektörüne angajmandan uzak durdukça dergi/gazete/bildiri çıkarmaktan başka bir şey yapamayacak hale geldi.

Bugün her iki grubun da yukarıda sözü edilen kalkınmacı-çevreci söylemin içine gitgide daha fazla sıkıştığını görüyoruz. Hegemonya doğrudan bu kavramların üretilip dolaşıma sokulması ile kuruluyor. Örneğin, eğer iklim değişikliğine karşı somut bir öneri olarak 600km'nin altındaki mesafelere uçuşların kaldırılmasını ileri sürecek olsanız, ciddiye alınması için önce sektörel risk analizi yapmalı, istihdam sorunlarını paydaşlara taşımalı, yönetişim mekanizmalarında oluşturacağınız bir finansal planlamayla bunu “sürdürülebilir kalkınma dili”nde ifade

edebilmelisiniz. Tam da bu (devletin dilini ve sorumluluklarını devralmak) yüzünden çevreci örgütler radikal değişiklikler talep edemeyecek hale gelmiş durumdalar.

Küresel İklim Değişikliği Nasıl Durdurulacak?

O vakit henüz bir popülerliği bulunmayan bir olasılık olarak iklim değişikliği, 1987 tarihli WCED raporunda 2030 yılı için ortalama 1.5 ila 4.5 santigrad dercelik artış beklentisi ile ele alınmıştır. O tarihten beri spekülasyonu bol bu alanda türlü inkar faaliyetleri, senaryolar, açıklamalar ve sınırlar ortaya atılageldi. Greenpeace ve AB politika üreticilerinin

(2)

hesapladıkları 2°C'nin üzerindeki bir ısınmanın iklim sistemini geri dönülemez noktaya taşıyacağı iddiası, James Hansen'in iklim dengesinin kontrolden çıkacağı limit olarak hesapladığı 1°C, ve niceleri.. Bugün 1°Clik ortalama sıcaklık artışını yaşamaya sadece birkaç yıl kala 3.5 ila 6 derecelik ısınmaları anlaşılmaz bir rahatlıkla telaffuz edebiliyoruz. Yani geri dönülmez nokta herkes için başka bir yerde, e-posta “forvart”layarak iklim konusunda duyarlılık yaratmaya çalışan Avrupalı çevreci için “en fazla on yılımız kaldı”, müzakerelerdeki Türk bürokrat için “önce ayrıcalıklı durumumuz tanınmalı” ve Bangladeşli çiftçi içinse geri dönülmez nokta çoktan geçilmiş durumda. Demek ki iklim değişiliğini -öteki ekolojik sorunları da- hakikat kategorisinde değil algılanan gerçeklikler olarak da düşünmek gerekiyor. Bu elbette sorunu görmezden gelmek değil, sorunu vareden koşulları saptamak için gerekli. İklim değişikliği dendiğinde bir hidroloğun, bir bakterioloğun, veterinerin, ya da bir sigorta uzmanının kendilerine göre öncelikli çok farklı acil meseleleri olduğu ortaya çıkıyor. Herkesin kendine göre bir küresel ısınması olunca, göreceli siyaset devrinin çözüm önerileri de binbir çiçek açıyor... Mega teknolojik fantazilerin (bulutları ya da okyanusları çeşitli parçacıklarla bombalamak gibi) başı çektiği neo-liberal çözüm havuzunda tek bir şeye yer yok: Rahatımız kaçmayacak, hiçbir tüketim nesnesi eksilmeyecek, tesis kapanmayacak, kalkınmamız, gelişmemiz yavaşlamayacak. En verimli buzdolaplarından mı istersiniz, hidrojenle çalışan otomobillerden mi, çevreci kredi kartlarından mı? Sonuç olarak sermaye cephesinde en uygulanabilir (en kârlı) görünen çözümler uygulamaya geçiyor. Tüketim toplumuna, ticari metalaşmaya alternatif önerilerin bir tür “gerçekçilik” değirmeninde öğütülüp yok sayıldığı ve tek istikamet olarak Kyoto Protokolünü gösteren bu yeşil şovun yıldızları henüz sahne almakta olan 'özel teşebbüs'. Assolistler meydana çıkana kadar heyecanı tırmandıran akademisyenler ve çevreciler şimdi kenara çekilip dünya nasıl kurtarılırmış görecekler. Bu müzakereler silsilesinin heyecanına Aralık 2007'de Endonezya'da yapılan taraflar

konferansında bir kez daha şahit olduk. Öyle bir heyecan ki bu, Ocak 2008 itibarıyla dünyada bu müzakereler yoluyla 1 gram sera gazı azaltılmış değil!

Serbest Pazar çevreciliği

Küreselleşen çevre problemleri sürecinden bakıldığında modern siyasetin iki dönemi net bir şekilde ortaya çıkıyor: 1980'lere kadar gelen ulus-devlet, düzenleyici yönetim, yönetilen toplum devri, ki çevresel teknolojik standartlar, lisanslar ve kanuni limitlerle işliyordu; ve 80'lerden sonraki yönetişim, küreselleşme, görecelik ya da pesimizm dönemi. İşte bugün tüm angaje çevreciler tarafından “yetersiz ama zorunlu istikamet” olarak kabul edilen Kyoto

Protokolü çevre siyasetinde bu dönemler arası geçişin imzası. İktidarın yeni dönemde yeniden tertiplenmesini Foucault üç eksende izliyordu, bakınız nasıl uyuyor: kurumsal merkezileşme (UN FCCC), yeni ve etkin bilgi üretimi (IPCC), iktidarın çözülmesi/yayılması (bölgesel ve uluslarası sinerjiler ve kamu-özel sektör ortaklıkları, boru hatları gibi yeni bölgeler ve onların hukuku, vs.)

1970'lerden beri küresel ısınma konusunda birşeyler yapmayı tartışıp duran sanayi ülkeleri 1992'deki ünlü Rio

zirvesinde İklim Değişikliği çerçeve Sözleşmesini (UN FCCC) imzaya açarken Birleşik Devletler'in (I. Bush dönemi) garantiye aldığı şey bunun yasal bağlayıcılığı olmayan bir “çerçeve” olmasıydı, zaten yıllardır yasal bağlayıcılığı olan hiçbir metne imza atmayacağını ısrarla belirtiyordu bu petrol müptelası. Ancak bilim dünyasının ve Avrupa'nın

baskısına daha fazla direnilemeyeceği bilindiğinden UN FCCC sonrasında Kyoto'ya giden 5 yıllık müzakere sürecinde (I. Clinton dönemi) söylem değiştirildi: Eğer yasal bağlayıcılık olacaksa belli “esneklikler” olması gerekiyordu5. 1997 tarihli Kyoto Protokolü Amerika'nın AB'yi ikna etmesiyle “esnek” bir yaptırım (ve yatırım) anlaşması olarak çıktı, sorun küresel olduğu için esneklik de küreseldi, ticaret de.

Anlaşılmaz değil, (özellikle de kalkınmış bir ülkedeki) yatırımcının gözünden bakılınca, finans yönetimi dünyasında Kyoto Protokolü'nün ne kadar makul olduğu apaçıktır. Kar nerede fazlaysa oraya uçmak isteyen, zarar nerde azsa oraya kaçmak isteyecektir. Örneğin %7'lik emisyon azaltmasını kuzeydeki tesisinizin verimliliğini arttırarak

yapacağınıza mesela Hindistan'da yeni bir yatırımla yerine getirmiş oluyorsanız daha ne istersiniz? Teşvik! “Atmosfer metalaştırılıyor, alınıp satılan bir ürün haline getiriliyor” başka nasıl olabilir ki? çevresel maliyetlerin içselleştirilmesi süreci, elbette çevrenin, işte deltaların, ırmakların, ormanların vs. fiyatlandırılması, bunları kullananların /kirletenlerin hesaplarına dahil edilmesi, karşılanması, giderilmesi sürecidir. Kapitalizmin doğayı koruma yolu onu ölçüp biçmek, (işlevine ve piyasaya göre) fiyatlandırmak ve “yok olmayacak şekilde” sürmesini sağlamaktır. En verimli olduğu şekliyle “çalışmasını” sağlamak. Mesela ormanın işlevi nedir? Karbondioksiti oksijene çevirmek. Öyleyse en çok oksijen üreten orman en değerlisidir! Ekosistemin bütünlüğünü yarım yamalak anlayan kar hırsının onu “optimize etme”, “yönetme” çabası yeni birşey değil, yeni olan (kurtarılması, sürdürülmesi gereken bir gezegen olduğu için)

(3)

bulduğu taraftar zemini ve destek oranı.

Kyoto'yu bir çevre sözleşmesinin ötesinde, küreselleşme yolunda bir dönemeç olarak kurgulayan Birleşik Devletler, (II. Bush döneminde) “bebeğini” AB'ye emanet edip ortadoğu'ya askere gitti; Kyoto Protokolünü sırtlayıp reklamasyon “bir enerji devrimi”nde bayrağı taşımak yerine daha fazla petrol rezervini elaltına almayı seçti. Bu manevra tüm dünyada infialle karşılandı, öyle ki, Amerika'nın tüm düşmanları süreç içinde Kyoto Protokolü'nün ateşli savunucuları haline geldiler. Kyoto Protokolü yetersiz de olsa, eşitsiz de olsa tek istikamet haline geldi. Öyle ki, Kyoto Protokolü'ne dil uzatan her söylem komploculukla suçlanır oldu. Üstelik sadece Türkiye'de değil, bir çok ülkede Kyoto Protkolü'nün neo-liberal referanslarını, ekonomik küreselleşmenin tek yönlü modelindeki yerini ve özellikle de “serbest pazar çevreciliğini” tartışmaya açanlar petrol lobisi ile aynı kefeye kondu ve çözümün önündeki engeller olarak sunuldu. Tartışılmaya çalışılan Kyoto Protokolü'nün, ya da BM tarafından taşınan sürecin yetersizliğinin etkisizliğinin ötesinde, nasıl bir dünya tasavvur ettiği, nasıl bir politik/etik/sosyolojik çerçeve ile birlikte işlediğidir. Yaşamakta olan nesil kapitalizmin gezegenin sınırlarına kadar akıl almaz bir ivmeyle büyüdüğünü gördü. Sürdürülebilir kalkınma ile amaçlanan, temas edilen o sınırları (1) bilimsel yöntemlerle tayin etmek (ki aslında yukarıda kısacık tartışıldığı gibi bu bir değerler meselesidir), (2) tüketici ve arz üretme sistemini o sınırlar içinde en verimli şekilde işletmek, ve (3) bunu bir demokrasi/yönetişim tiyatrosu olarak sürekli yeniden sahnelemektir, her deltada, her ormanda, her boru hattında.

İklim değişikliği gibi tüm diğer ekolojik (hatta ekonomik, sosyal) sorunları bir şekilde kesen küresel krizin gerçek muhattabı, kalkınmacılığı, sanayi toplumunu, özgür tüketimi, rıza üretimini, hatta moderniteyi karşısına alabilecek kadar sorgulayıcı bir çevre hareketi olmak zorunda. Kyoto'nun tek istikamet olması aslında bugünün seçenekler dünyasında seçeneği olmayan çevre hareketlerinin ideolojik teslimiyeti gibi görünüyor. Kyoto Protokolü'nün bayrak haline geldiği neo-liberal dünyayı kurtarma operasyonuna angajman çevre hareketleri için bir yandan kaçınılmaz görünürken bir yandan da muhalif, sivil, organik çevreciliğin sonunu tayin ediyor.

Marka

Olarak Çevrecilik: Plastik Ekolojisi

Kyoto Protokolü'nün faaliyette olacağı önümüzdeki dört yıl sadece ekolojik sistemin serbest market tarafından kurtarıldığına şahit olmayacağız, batı demokrasisinin son sürümü olan yönetişim mekanizmalarına da hayran kalacağız büyük olasılıkla. STK'ların rol almak için rekabet ettikleri kamu-özel sektör işbirlikleri evlerimize daha verimli mutfak aletleri, kurşunsuz, sülfürsüz vs. eşyalar olarak girecekler. En azından 15 yıldır hiçbir azaltma

yapmaksızın hazırlanılan/beklenilen ve ziyadesiyle düşük Kyoto hedeflerine büyük bir hızla erişilmesi işten bile değil. Pazar ekonomisi modelinin (dünyayı kurtarmaktaki) büyük başarısına “son zafer” denileceğini düşünmek hiç zor değil.

Bu küresel trendi erkenden yakalayan girişimler çoktan ne kadar çevreci olduklarını gösteren ürünler ve reklamlarla kentleri boyamaya başladılar. çünkü AB'nin başı çektiği kampın yıllardır herkesi ikna etmeye çalıştığı gibi, “bu işte iyi para var”. Dünyayı kurtarma işinde öyle para var ki, çevresine doğru daha fazla büyüyemeyecek hale gelmiş endüstriyel sistemi kendi içine çevirecek (verimlilik) ve teknolojiyle devamını getirebileceğine inandıracak kadar çok6. Bizi susuzluktan kurtarmak için yapılması gereken devasa su yatırımları, bizi elektriksiz bırakmamak için gereken enerji yatırımları, tuhaf virüslere karşı acil müdahale için gerekli tıbbi harcamalar gibi kaçınılmaz görünen yatırımlar... Bu acil ve “hayatî” yatırımlar iklim değişikliğine adaptasyon diyoruz ve bu bilançonun gitgide

kabaracağını biliyoruz. Kyoto Protokolü'nün devreye girmesiyle birlikte küresel ölçekte faaliyete geçen ticari-yönetsel mekanizmanın yeşil boyalısına çevre sektörü diyoruz. Öyle bir sektör ki, dünyayı kurtarma misyonuyla

görevlendirilmiş, yönetişim mekanizmalarıyla normlaştırılmış, bir eli borsada öbür eli tüketiciyi bilinçlendirip biçimlendiriyor.

Sürdürülebilir kalkınma kavramı ile özetlenen ve Kyoto protokolü ile örneklenen çevreciliğin endüstriyel ve ticari mayasını, küresel kapitalist sistemdeki model rolünü daha uzun tartışmak mümkün. Egemen siyasetin normlaştığı, ideolojiler dışı doğal yol olarak tarif edildiği günümüzde bu plastik çevreciliğin tek seçenek haline gelişini yaşıyoruz. Türkiye'de yeşil mücadelenin Kyoto kadar dar bir talebe, hem de “Kyoto'yu İmzala! İklim Değişikliğini Durdur” kadar sığ bir sloganla gerilemesini nasıl düşünmeliyiz? 2001 sonrası küresel ölçekte güvenlik siyaseti dönemine girmemiz,

(4)

akabinde küreselleşmeyi sorgulayan hareketin ivmesini yitirip dağılması, “başka bir dünya mümkün” sloganının ilk bestesini yitirmesi elbette genel bir cevap oluşturuyor. Ancak Türkiye'de bu sorunun cevabı başka ipuçları da sunmaya aday.

Kyoto protokolü'nün içinde bulunup taraf olmayan ABD ve Avustralya'dan da farklı olarak henüz Kyoto'yu imzalama noktasına gelememiş Türkiye, iklim değişikliği ve enerji politikası konusunda dünya siyasetini en azından on yıl geriden takip ediyor. Öte yandan kalkınmışlık kriteri saydığı enerji ve enerji yoğun sektör yatırımlarını henüz yapabiliyor, daha doğrusu Kyoto Ek-B (sanayi) ülkelerinden kaçan kirli yatırımlara kucak açıyor. Adeta yangından mal kaçırma telaşıyla gerçekleştirilen enerji ve ilgili endüstri yatırımları “içeriden” hiçbir dirençle karşılaşmıyorlar7. Yani kamu sektörüne ve sermayeye angaje çevre örgütleri üzerlerine düşen “tartışmaya açma” “memleketi meseleye uyandırma” görevini yerine getirmedikleri ve bulundukları yeri dolduramadıkları için, boş bıraktıkları yeri sokaktaki “ideolojik” çevreciler doldurmaya çalışıyorlar. Yani, bugün anti-kapitalistleri, yeşilleri, ekolojistleri Kyoto savunucusu pozisyonuna kaymış görüyorsak bunun sorumlusu biraz da Türkiye'nin iklim değişikliği konusunda mevzuatı işletmesi gerektiğini bile savunamamış profesyonel çevrecileridir. Kamu-sivil toplum-özel sektör işbirliklerinde yer alan,

yönetişim mekanizmalarının vicdanı pozisyonunda projelere imza atan bu kurumların, içinde bulundukları 'sinerjilerde' en naif ifadelerle etkisiz ve sinik kaldıkları söylenebilir. 1980'lerden beri sürdürülebilir kalkınma emziği ile beslenen bu dernek vakıf ve ajansların Türkiye'de hâlâ ulus-devletin fosil vizyonuna karşı çıkacak kadar kendilerine

güvenmedikleri, ya da artık karşı çıkamayacak kadar dönüşüm geçirdikleri saptanmalıdır.

Ticari-endüstriyel çevreciliğin yönetişim tiyatrosu eşliğinde mühendislik ve işletmecilik vizyonunu ne kadar ileri götürebileceğini kestirmek zor; ancak enerjiyi gerekli olduğu yerde ve anda üretmenin, uyum sağlamanın, yavaş-yemeğin, yayalığın, bisikletin, kısacası sanayi sonrası bir çevreci anlayışın bu sahnede yeşermesinin imkansızlığı ortada. Sermayenin yeşillenmesi pahasına çevre sektörünün yönetişim mekanizmalarına kurban edilen çevre

hareketlerini ve neo-liberal küresel projelerin peşine takılan çevreci duyarlılığın enerjisini yeniden talepkar ve organik bir zemine çekmek mümkün mü? Bunun yolu, sektörün sürdürülebilir kalkınma, verimlilik, arz güvenliği, karbon karşılığı, tüketici bilinci gibi kavramlarıyla hesaplaşmaktan geçiyor.

Mehmet Ali ÜZELGÜN- Ekoloji Kolektifi

(1) Carlson, R., Silent spring. Harmondsworth, Penguin books, [1965]

(2) Young, Z. A new Green Order? The World Bank and the Politics of the Global Environmental Facility, 2002, Londra: Pluto Press

(3) World Comission on Environment and Development Report, Our Common Future, 1987, NY: Oxford Universtiy Press

(4) Murray Bookchin'in 1980'de kaleme aldığı ekoloji hareketine açık mektup, ekoloji hareketinin (1980'lerde) “... insanlık ve doğaya karşı sınırsız denetim, tahakküm ve sömürü ihtiyacıyla sürüp giden bir toplumun süsüne”

indirgenip indirgenemeyeceği sorusunu soruyordu. Bookchin, B. Ekolojik Bir Topluma Doğru, 1988, çev. Yılmaz, A. Ayrıntı Yayınları, 1996

(5) Serbest pazar modeli esneklik önlemleri, emisyon ticaretini de barındıracak şekilde ulusal ölçekte ilk olarak ABD'de 1990'da denendi. Asit yağmuru protokolü olarak da bilenen ve SO2 gaz emisyonlarının 2000 yılında 1980 seviyesinin %50 altına çekilmesini hedefleyen ticaret modelinin “muazzam başarısı” daha 1995 yılında belli olur ve derhal Kyoto müzakerelerine taşınır. Bu başarı hikayesini http://www.epa.gov adresinde bulmak mümkün. Birleşik Devletlerin kolaylıkla kontrol edebildiği 400 kadar ünite üzerinde elde edilen başarıyı Montreal Protokolü ile de karşılaştırarak küresel ölçekte mükün mü sorusunu soran bir kaynak için: Lohmann, L. Carbon Trading: A Critical Conversation on Climate Change, Privatisation and Power, 2006, The Dag Hammarskjöld Centre

(6) Örneğin, Türkiye'nin AB çevre mevzuatına uymak için harcaması gereken TÜSİAD rakamlarıyla 70 ila 100 milyar avroyu bir kenara koyalım, üzerine kuraklık, taşkın uyum önlemleri gibi ulus-aşırı nitelikte ve gitgide kabaracak olan yatırımlar zincirini ekleyelim, bunları gerçekleştirmek için hazrolda tutulması gereken enerji arzını da katınca, karşımıza muaazzam bir mâli tablo çıkıyor.

(5)

(7) Örneğin, tarihi bir dönüm olarak 'lansmanı' yapılan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı gibi bir yatırımın habitata etkisini en azından tartışmak için gerekli her tür birikime sahip olduğu halde boru hattının geçtiği yörelerde BTC'nin çevreci kimliğini ön plana çıkaran türlü araştırma faaliyetleri yürütmeye kendilerini ikna edebilmiş uzmancı ve rekabetçi oluşumları hatırlayalım. Yürütülen projeler hakkında fikir sahibi olmak için:

http://www.btcinvestment.com

Referanslar

Benzer Belgeler

BMĐDÇS’de Türkiye’nin durumu incelendiğinde, Türkiye, OECD üyesi bir ülke olarak hem sera gazı salınımlarını azaltmada birinci derecede sorumlu olacak EK I

• bu koşullar altında özellikle enerji ilişkili CO 2 ve öteki sera gazı salımlarını 2000 yılına kadar 1990 düzeyine indirme, gelişme yolundaki ülkelere mali ve

Bush’un kanaati şöyleydi “ABD küresel ısınmayla mücadele için daha fazla girişimde bulunacak olursa, bu girişimler diğer ülkelerle birlikte imzalanmış

Konferansta sivil toplum örgütleri taraf ından oluşturulan bir komite, her gün toplantılar sonunda Kyoto Protokolü'nü ihlal eden ve küresel iklim de ğişikliğini önleme

Türkiye Kyoto Protokolü'nü uygulaması için kendisine baskı yapan AB'ye yanıt yolladı: Kyoto'yu imzalamak bir yana kömür kaynaklar ımızı en üst düzeyde kullanmak

Komisyona Türkiye'nin orta düzeyde sanayile şmiş bir ülke olarak küresel iklim değişikliğinde azımsanmayacak bir paya sahip olduğunu, sera gazı salımlarında ilk 20

İşte o zaman şimdi başlayan süreç tam olarak sonuçlanm ış olacak, zaman içinde zengin ülkeler emisyon haklarını güvence altına alacaklar ve bununla sedece çevreyi

Tasarının gerekçesinde, iklim de ğişikliğinin günümüzde salt bir çevre sorunu olmaktan çıktığı ve çok ciddi sosyo-ekonomik sonuçlara yol açabilecek ve hatta