• Sonuç bulunamadı

14. YİRMİNCİ YÜZYILDA DÜNYA EKONOMİSİ: SAVAŞLAR VE EKONOMİK PERFORMANS

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "14. YİRMİNCİ YÜZYILDA DÜNYA EKONOMİSİ: SAVAŞLAR VE EKONOMİK PERFORMANS"

Copied!
23
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

265

14. YİRMİNCİ YÜZYILDA DÜNYA EKONOMİSİ: SAVAŞLAR VE

EKONOMİK PERFORMANS

(2)

266

Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

14.1. Birinci Dünya Savaşı’nın Ekonomik Sonuçları 14.2. Barışın Ekonomik Sonucu

14.3. Büyük Bunalım

14.4. İkinci Dünya Savaşı ve Dünya Ekonomisinin Yeniden İnşası

14.5. Yirminci Yüzyılın İkinci Yarısında Dünya Ekonomisindeki Gelişmeler

(3)

267

Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

1. Savaşların ekonomi üzerine olan etkisi nasıl cereyan etmiştir?

2. Büyük Bunalım’ın etkileri nelerdir?

3. Günümüzde ekonomik gelişmeler nelerdir?

(4)

268

Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde

edileceği veya geliştirileceği 20. yüzyıl ekonomisinin

genel özellikleri 20. yüzyılda dünya

ekonomisinin genel seyrinin ne yönde geliştiği konusunda bilgi sahibi olmak.

Teorik anlatım yöntemiyle

Dünya savaşları ve ekonomi Birinci ve İkinci dünya savaşlarının ekonomiye olan olumsuz etkilerini

açıklayabilmek.

Teorik anlatım yöntemiyle

Günümüz ekonomileri Yüzyılın ikinci yarısında yaşanan ekonomik büyümenin nedenlerini ortaya koyabilmek.

Teorik anlatım yöntemiyle

(5)

269

Anahtar Kavramlar

 Büyük Bunalım

 Dünya savaşları

Ekonomik geri kalmışlık

(6)

270

Giriş

Bu bölümde 20. yüzyılın ilk yarısında dünya ekonomisinde yaşanan gelişmelere yer verilmiştir. 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki dünya savaşının dünya ekonomisini nasıl etkilediği incelenmiştir. Yüzyılın ikinci yarısında ekonomide yaşanan büyüme sürecinin nedenleri üzerinde durulmuştur.

(7)

271

14.1. Birinci Dünya Savaşı’nın Ekonomik Sonuçları

Savaş, 10 milyon askerin ölümüne, 20 milyon insanın yaralanmasına neden oldu. Sivil ölümler, 10 milyonu bulurken 20 milyon insan açlık ve hastalıkların kurbanı oldu. Savaş için yapılan askerî harcamalar, 1914’teki satın alma gücüyle 180-230 milyar dolar arasındaydı.

Savaşın dolaylı maliyeti yani evlere, sınai tesislere, madenlere, hayvanlara, tarım araçlarına, taşıma ve haberleşme sistemlerine verdiği zarar ise 150 milyar dolardan fazlaydı. Okyanus denizciliği, denizaltı savaşından zarar görmüştü. Savaşın maliyeti ile ilgili bütün bu tahminler eksiktir. Ayrıca sanayide işgücü ve ham madde yetersizliği, sınai tesislerin bakımsızlığı ve yenilenmeme nedeniyle aşırı aşınmasıyla tarımda gübre ve çekim hayvanı eksikliğinin yol açtığı zararlar bu hesaplara dâhil değildir.

Ekonomik açıdan uzun dönemde fiziki yıkımdan daha zararlı olan, normal ekonomik ilişkilerin bozulmasıydı. 1914 öncesinde dünya ekonomisi, serbestçe ve etkin bir şekilde işlemekteydi. Koruyucu tarifeler, özel tekeller ve uluslararası karteller şeklindeki bazı sınırlamalara rağmen, gerek ülkelerin içinde gerekse uluslararası planda ekonomik faaliyetlerin önemli bir bölümü serbest pazarlarda cereyan ediyordu. Savaş sırasında devletler fiyatlara, üretime ve işgücü dağılımına müdahalelerde bulundular. Bu kontroller, bazı sektörleri suni olarak teşvik ederken bazılarını sınırladı. Savaş sonunda bu sınırlamalar kaldırılmakla birlikte, savaş öncesi ilişkiler kolaylıkla ve süratle yeniden kurulamadı.

Daha ciddi bir problem, dış ticaretin altüst olmasından ve savaşan ülkeler -özellikle de Almanya ve İngiltere- arasındaki ekonomik savaştan kaynaklanıyordu. Savaştan önce İngiltere, Almanya, Fransa ve ABD dünyanın önde gelen sınai ve ticari ülkeleri olarak birbirlerinin en iyi alıcı ve satıcısıydı. Savaş başlayınca Almanya ile diğerleri arasındaki ticari temaslar derhâl kesilirken ABD, ilişkilerini korumaya çalıştıysa da İngiltere ve Almanya’nın misilleme gayretleri karşısında başarılı olamadı.

Uluslararası ticaretin kesintiye uğraması ve devlet müdahalelerinin ortaya çıkması kadar dış pazarların kaybedilmesi de uzun ömürlü etkilere yol açtı. Almanya, denizaşırı pazarlarını tamamen yitirdi. Savaşan ülkeler, kaynaklarını normal kullanımlardan savaşın gerek duyurduğu alanlara doğru kaydırdılar. 1918’de İngiltere’nin sınai mal ihracatı, savaştan önceki düzeyinin yarısına düştü. Sonuçta denizaşırı ülkeler, Avrupa’dan satın aldıkları malları ya kendileri üretmek ya da başka ülkelerden satın almak zorunda kaldılar.

Savaş dünya tarımının dengesini altüst etti. Bazı bölgeler, üretim faaliyetlerine son verirken ya da pazarın dışında kalırken yiyecek ve ham madde taleplerinin artışı diğer bölgelerde üretimi teşvik etti. Bu durum, 1920’lerde üretim fazlasına ve dolayısıyla fiyatların düşmesine yol açtı. Buğday, şeker, kahve ve kauçuk üreticileri, en çok zarar gören ülkeler oldu.

Savaşan ülkeler, dış pazarları yitirmelerine ek olarak gemicilik ve diğer faaliyetlerdeki gelir kayıplarından da zarar gördüler. Londra ve Avrupa’nın diğer mali merkezleri, savaş sırasında bankacılık, sigortacılık gibi mali ve ticari hizmetlerinden elde ettikleri gelirlerin bir kısmını New York ve diğer merkezlere kaptırdılar. Savaşın yol açtığı diğer bir kayıp da dış yatırım gelirleriydi. Savaştan önce İngiltere, Fransa ve Almanya önemli ölçüde dış yatırımı

(8)

272 olan ülkelerdi. İngiltere ve Fransa, ihraç ettiklerinden daha fazla ithalat yaptıklarından dış yatırım gelirleri ithalat fazlalarını ödemelerine yardımcı oluyordu. Her ikisi de acil olarak ihtiyaç duydukları savaş harcamalarını finanse edebilmek için dış yatırımlarının bir bölümünü satmak zorunda kaldılar; bir bölümü ise enflasyon ve ilgili döviz problemleri nedeniyle önemli ölçüde değer yitirdi. Ayrıca yatırımın yapıldığı ülkelerin dış yatırımları tanımayı reddetmesiyle de zararlar ortaya çıktı. Savaşan ülkelerdeki Alman yatırımlarına savaş sırasında el konuldu.

Millî ve milletlerarası düzeyde nihai bir ekonomik problem de enflasyondu. Savaşın maliyetinin baskıları, savaşan ülkeleri savaş öncesinde fiyat hareketlerinin istikrarını koruyan ya da en azından uyumlu hâle getiren altın standardının dışına itti. Savaşan ülkeler, büyük ölçekli borçlanmalara başvurdular ve savaşı finanse etmek için kâğıt para bastılar. Bu uygulamalar, her ülkede aynı ölçüde olmamakla birlikte fiyatları yükseltti. Savaş sonunda ABD’de fiyatlar, 1914’te olduğunun yaklaşık 2,5 katıydı. Aynı dönemde fiyatlar İngiltere’de 3, Fransa’da 5,5 ve Almanya’da 15 katına yükselmişti. Fiyat düzeyleri arasındaki bu dengesizlik ve bunun sonucunda doğan döviz değerlerindeki farklılıklar, uluslararası ticaretin yeniden başlamasını güçleştirdi.

14.2. Barışın Ekonomik Sonucu

Savaş sonrasının önemli problemleri; ekonomik milliyetçiliğin doğuşu ile parasal ve mali problemlerdi. Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan Paris Barış Antlaşması sonucunda Almanya, savaş öncesi ekili alanlarının %15’ini, demir rezervlerinin 3/4’ünü, kömür yataklarının 1/4’ünü yitirdi. Afrika ve Pasifik’teki Alman sömürgeleri, müttefiklerce işgal edildi. Ayrıca Almanya, savaş tazminatı ödemeye de mahkûm edildi.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla bölgede pek çok yeni küçük devlet doğdu. Bu imparatorluk, Tuna bölgesinde geniş bir serbest ticaret bölgesi oluşturarak yararlı bir ekonomik işlev görmekteydi. Yeni ülkeler, ekonomik alanda kendi kendilerine yeterli olma gayreti içindeydiler. Sınır anlaşmazlıkları nedeniyle tren seferlerine izin verilmemesi, ulaşım sisteminin işlemesini engelleyerek ticareti âdeta durma noktasına getirdi. Daha sonra yapılan anlaşmalarla ekonomik milliyetçiliğin bu aşırı örnekleri düzeltildiyse de diğer sınırlamalar devam etti.

Ekonomik milliyetçilik, yalnız imparatorlukların parçalanması ile doğan yeni devletlerle sınırlı değildi. Rusya, sivil savaş sırasında uluslararası ekonomiden tamamen çekildi. Sovyet rejimi altında yeniden ortaya çıktığında, Rusya’nın ekonomik ilişkileri yeni bir tarz aldı. Devlet, uluslararası ticarette tek alıcı ve satıcı oldu: Yalnızca siyasi yöneticilerin stratejik olarak gerekli gördükleri şeyleri satın aldı ya da sattı.

Batı’da daha önce uluslararası ticarete ileri ölçüde bağımlı olan ülkeler de yalnızca koruyucu tarifeleri değil, ithalat kotaları ve ithalat yasakları gibi daha katı tedbirleri de kapsayan çeşitli sınırlamalar uygulamaya koydular. Aynı zamanda ihracat sübvansiyonlarını ve diğer tedbirlerle ihracatlarını teşvike başladılar. Serbest ticaretin şampiyonluğunu yapan İngiltere, savaşın finansmanı amacıyla savaş sırasında gümrük tarifelerine başvurdu. Savaştan sonra geçici olarak uygulanmaya devam edilen ve sayısı ile oranı artan tarifeler, 1932’den

(9)

273 sonra resmî korumacı politikaya dönüştü.

Yeni merkantilizm olarak adlandırılan bu uygulamalar, diğer devletlerin mukabil tedbirler getirmesiyle yaygınlaşarak ticaretin daha da sınırlanmasına yol açtı. Nitekim savaştan önceki 20 yıl içinde iki katından daha fazlaya yükselen toplam dünya ticareti, savaşı izleyen 20 yılda bu seviyesini güçlükle koruyabildi. Savaş öncesi 20 yılda ikiye katlanan Avrupa ülkelerinin dış ticareti, aynı dönem içinde yalnızca 1929 yılında savaş öncesi düzeyine ulaşabildi; 1932 ve 1933 yıllarında ise 1900’de olduğu seviyenin de altında kaldı.

Bu aşırı ekonomik milliyetçilik, savunucularının amaçladıkları sonucun tersine olarak daha düşük gelir ve üretim düzeylerine yol açtı.

Savaşın doğurduğu ve barışın şiddetlendirdiği mali ve parasal problemler ise uluslararası ekonominin tamamen dağılmasına yol açtı. Bu karışıklığın temelinde, tazminat meselesi ile savaş dönemindeki borçlanmaların geri ödenmesi problemi yatıyordu. 1917’ye kadar İngiltere, müttefiklerin yürüttüğü savaşın en büyük finansman kaynağıydı. Bu yıla kadar İngiltere, müttefiklerine 4 milyar dolar borç vermişti. ABD, savaşa girince savaşın finansmanında İngiltere’nin yerini aldı. Savaş sona erdiğinde müttefiklerin toplam borcu 20 milyar doları bulmuştu. Bunun yarısı ABD’den alınmıştı. İngiltere, 7,5 milyar dolar borç vermiş; bunun yarısı kadar ABD’den borç almıştı. Fransa’nın borç aldığı ve verdiği miktar ise birbirine aşağı yukarı eşit olup 2,5 milyar dolar civarındaydı. Avrupalı müttefikler, birbirlerine olan borçlarını savaş sonrasında karşılıklı olarak tasfiye etmeyi umuyorlardı. Aynı şeyi, Amerikan borçları için de düşünüyorlardı. Fakat ABD, borçları tamamen ticari bir gözle görüyordu. ABD, savaştan sonra faiz oranını indirmeyi ve geri ödeme süresini uzatmayı kabul etmekle birlikte tüm borçların ödenmesinde ısrarlıydı.

Diğer bir problem, savaş tazminatı meselesiydi. Fransa ve İngiltere, Almanya’dan yalnız sivil şahıslara verilen zararları değil, müttefik hükûmetlerin tüm savaş masraflarını da ödemesini istiyorlardı. Almanya’nın ödeyeceği tazminat miktarı, 33 milyar dolar olarak belirlendi. Bu miktar, Alman millî gelirinin iki katı civarındaydı.

Almanya tazminat ödemesine 1919 Ağustos’unda başladı. Avrupa ekonomilerinin zayıflığı ve uluslararası ekonominin kritik durumu nedeniyle Fransa, İngiltere ve diğer müttefik ülkelerin ABD’ye olan borçlarını ödeyebilmeleri tazminat olarak alacakları miktarlara, Almanya’nın tazminat ödeme kapasitesi ise ödemelerini yapabileceği dövizi ve altını elde edeceği ihracat fazlasına bağlı bulunuyordu. Oysa müttefiklerin uyguladıkları ekonomik sınırlamalar, Almanya’nın ödemelerini yapabileceği böyle bir ticaret fazlasını elde etmesine imkân vermiyordu. 1922 yaz sonlarında Alman markının değeri, tazminat ödemelerinin ağır baskısı altında hızla düşmeye başladı. Yılın sonuna doğru baskı o denli artmıştı ki Almanya, ödemeleri tamamen durdurmak zorunda kaldı.

Fransa ve Belçika orduları, 1923 Ocak ayında Ruhr bölgesini işgal ederek kömür madenleri ile demir yollarını kontrollerine aldılar ve Alman maden sahiplerini ve işçileri kömür teslim etmeye zorladılar. Almanlar pasif direnişe geçti. Hükûmet, işçilerin ve maden sahiplerinin tazminat ödemelerini karşılayabilmek için çok büyük miktarda kâğıt para bastı.

Bu durum, hızlı bir enflasyon dalgasına yol açtı. 1914’te doların değeri 4,2 Alman altın

(10)

274 markına eşitti. Savaş sona erdiğinde 351-2 kâğıt mark 1 dolar değerindeydi. 1922’de bu değer 493 ve Ocak 1923’te ise 17.792 marka düştü. Bundan sonra markın değer kaybı çok hızlı oldu. 15 Kasım 1923’te son resmî işlemde doların değişim kuru 4,2 trilyon marktı. Markın değeri, basıldığı kâğıdın değerinden daha düşüktü. Alman otoriteleri, markın yerine 1 trilyon marka eşit olan yeni bir para birimi çıkardılar.

Probleme çare bulmak için kurulan uluslararası bir komisyon Almanya’nın yıllık tazminat ödeme yükünün azaltılmasını, Alman Merkez Bankası’nın yeniden organize edilmesini ve Almanya’ya 200 milyon dolar dış borç verilmesini tavsiye etti. Dış borçlanma, 1924’te Almanya’nın yeniden tazminat ödemelerine başlamasını ve altın standardına dönmesini mümkün kıldı. Bu gelişmeler, Amerikan sermayesinin özel yatırımlar şeklinde Almanya’ya akışını sağladı. Böylece Alman sanayisi teknik olarak modernleşirken Alman hükûmeti de tazminatları ödemek için gerekli dövizi elde etti.

Savaş sonrası İngiltere’de ekonomik problemler büyüdü. Savaş sırasında İngiltere yabancı pazarlarını, dış yatırımlarını, ticari filosunun büyük bir bölümünü ve dış ticaret gelirlerini yitirdi. Buna karşılık, yiyecek ve hammadde ithaline daha önce olduğundan daha fazla bağımlı hâle geldi. İngiltere’nin ihracatını arttırması gerekirken tam tersine fabrikalar ve madenler kapandı; işsizlik arttı. Hükûmetin ekonomik problemlere karşı aldığı tedbirlerse yetersizdi. İşsizliğe karşı başvurulan tedbir yoksulluk ödemeleriydi. Bu ödemeler, bütçeye büyük yük getirmesine karşılık işsiz ailelerin desteklenmesinde yetersiz kaldı. Hükûmetin bir başka uygulaması da bütçe harcamalarını kısmaktı. Bu ise ülkenin şiddetle ihtiyaç duyduğu kamu hizmetlerindeki genişleme ve modernleşmeden yoksun kalmasına neden oldu.

İngiltere, savaşın finansmanı için bir önlem olarak 1914’te altın standardını terk etmişti. Londra’nın dünyanın mali merkezi olması nedeniyle savaş boyunca altın standardına dönülmesi için ağır baskı vardı. Fakat bunun için İngiltere Merkez Bankası’nın yeterli rezervleri yoktu. 1920’lerin ortasında yeterli birikim sağlanmıştı. Ancak daha önemli bir problem, sterlinin değeriyle ilgiliydi. Savaştan önce 1 sterlin 4,86 dolara eşitti. Ancak savaş sırasında ABD altın standardını sürdürürken İngiltere’de yüksek bir enflasyon yaşanmıştı.

Savaş öncesi parite ile altın standardına dönülmesi, İngiliz sanayiinin rekabet gücünü zayıflatacaktı. Çoğu İngiliz dış yatırımı altın ya da sterlin olarak yapılmış olduğundan daha düşük parite ile altın standardına dönmek, bu yatırımların önemli ölçüde değer kaybetmesine neden olacaktı. Öte yandan İngiltere’de maliye gibi önemli konularda gelenekleri koruma eğilimi hâkimdi. Bu yüzden 1925’te İngiltere, savaş öncesi parite ile altın standardına döndü.

İngiliz sanayisinin rekabet gücünü zayıflatmamak için ücretlerin %10 civarında düşürülmesi gerekli oldu. Altın standardına dönüş yüzünden ücretlerde yapılan bu indirim üzerine kömür madencileri greve gittiler ve diğer sendikaların çoğunu da genel bir grev için ikna ettiler.

Ancak grev, 10 gün sürdü ve sendikaların yenilgisi ile sonuçlandı.

İngiltere’nin problemlerine karşılık, Avrupa’nın çoğu ülkesi 1920’lerin sonlarında refaha kavuşmuştu. 1924 ile 1929 yılları arasındaki 5 yılda normal duruma dönülmüş, fiziki hasarlar büyük ölçüde onarılmış ve savaş sonrasının en acil problemleri çözümlenmişti. ABD, Almanya ve Fransa başta olmak üzere çoğu ülkeler bir refah dönemine girmişti. Ancak bu

(11)

275 refah, Amerika’dan Avrupa’ya fon akışının devamına bağlı her an bozulabilir bir denge üzerine kurulmuştu.

14.3. Büyük Bunalım

Avrupa ülkelerinden farklı olarak ABD, savaştan çok daha güçlü olarak çıktı:

Ekonomik olarak net borç alan bir ülke iken net borç veren bir ülke durumuna geldi. İçeride ve dışarıda Avrupalı üreticiler aleyhine pazarlarını genişleterek oldukça iyi bir dış ticaret dengesine kavuşan ABD; genişleyen pazarı, artan nüfusu ve hızla ilerleyen teknolojisi ile sürekli refahın altın anahtarını ele geçirmiş gibi görünüyordu.

1928 yılı yazında Amerikan bankaları ve yatırımcıları yabancı tahvil almaktan vazgeçerek mali fonlarını New York borsasında değerlendirmeye başlayınca borsada hızlı bir yükselme görüldü. Bu spekülatif hareketten yararlanmak isteyenler, kredi ile hisse senedi alma yarışına girdiler. 1929 yaz başlarına gelmeden Avrupa, Amerikan yatırımlarının kesilmesinin sancısını hissetmeye başlamıştı. Amerikan ekonomisinde de genişleme durmuştu. Nitekim ABD’nin gayrisafi millî hasılası, 1929’un ilk çeyreğinde en yüksek noktasına ulaşmış ve daha sonra düşmeye başlamıştı. Avrupa’da başta İngiltere, Almanya ve İtalya olmak üzere pek çok ülke bunalımın eşiğindeydi.

1929 yılının Ekim ayında New York borsasında yaşanan kriz, hisse senedi fiyatlarının düşmesine yol açtı. Bankalar, verdikleri kredileri geri istediler. Bu, pek çok yatırımcıyı senetlerini ellerinden çıkarmaya sevk etti. Avrupa’da yatırım yapan Amerikalılar da yeni yatırım yapmadıkları gibi, mevcut fonlarını da çektiler. 1930’lar boyunca Avrupa’dan sermaye çekişi devam etti. Daha sonra mali piyasalar duruldu, fakat mal fiyatları düşmeye başlamıştı.

Borsa krizi; depresyonun sebebi değildi, fakat depresyonun açık bir işaretiydi. 1931’in ilk üç ayında toplam uluslararası ticaretin hacmi, 1929’un aynı dönemine oranla üçte ikisinin bile altına düşmüştü. 1931 yılının Mayıs ayında Viyana’da, Orta Avrupa’nın en büyük ve önemli bankalarından biri ödemelerini durdurdu. Panik Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Polonya ve özellikle de Almanya’yı etkisi altına aldı. Almanya’da işsiz sayısı 2 milyona yükseldi. Haziran ayında büyük ölçüde mevduatların çekilmesi, pek çok bankanın iflası ile sonuçlandı. Panik, İngiltere’ye sıçradı ve 21 Eylül’de Merkez Bankası altın ödemelerini durdurdu.

Temel malların fiyatlarındaki düşme, pek çok ülkeyi güç durumda bıraktı. 1931 Eylül’ü ile 1932 Nisan’ı arasında 24 ülke altın standardını terk etti. Diğer pek çok ülke de altın standardını sürdürmekle birlikte fiilî altın ödemelerini askıya aldı. Para değerleri arz ve talebe göre büyük dalgalanmalar gösterdi. Uluslararası ticaret, 1929 ile 1932 yılları arasında büyük ölçüde düştü. Üretim, istihdam ve kişi başına gelirlerde de düşme görüldü. Kriz sonrasında ABD’de gayrisafi hasıla %30 oranında düştü. 1929’daki üretim düzeylerine dönülebilmesi, İngiltere ve Almanya’da 6, Fransa ve ABD’de 10 yılda mümkün oldu.

Bunalımı çözmek için yapılan çeşitli uluslararası konferans teşebbüsleri başarılı olamadı.

1929 krizini başlatan ülke ABD oldu. Fakat krizin yayılmasında uluslararası

(12)

276 sorumluluk da söz konusuydu. Her ülke, krizi derinleştirici politikalar izledi. Öte yandan depresyonun nedenleri konusu tartışmalıdır. Bazılarına göre sebep başta ABD olmak üzere sanayi ekonomilerindeki para arzında görülen büyük düşme idi. Diğerlerine göre tüketim ve yatırım harcamalarındaki otonom bir düşüş ekonomileri bunalıma götürmüştü. Bazılarına göre ise bunalımın nedenleri; tarımda daha önce başlayan bir daralma, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin temel malları için istikrarsız bir pazara aşırı şekilde bağımlı olmaları ve dünya altın stoklarının kıtlığı ya da dengesiz dağılımıydı. Uzlaşmacı bir yaklaşımla tek sebep yerine, parasal ve para dışı faktörlerin bir araya gelmeleriyle bunalımın doğduğu ve olayın sebeplerinin Birinci Dünya Savaşı’na kadar götürülebileceği söylenebilir. Altın standardından vazgeçilmesi, uluslararası ticaretin büyük ölçüde kesintiye uğraması ve 1920’lerin milliyetçi ekonomik politikaları da bunalımın sebepleridir.

Krizin kaynağı konusunda ihtilaf varsa da onun şiddetinin ve uzunluğunun nedenleri üzerinde uyuşma vardır: Bu neden, İngiltere ve ABD’nin politikalarının farklılığı idi.

Savaştan önce İngiltere, dünyanın en önde gelen ticari, mali ve 19. yüzyılın sonuna kadar da sınai ülkesi olarak dünya ekonomisinin istikrarı konusunda hayati bir rol oynuyordu. Onun serbest ticaret politikası sayesinde dünyanın her tarafından gelen mallar orada pazar bulabiliyordu. Onun büyük dış yatırımları, ülkelere önemli dış ticaret açıklarına rağmen ödemelerini dengeleme imkânını veriyordu. Londra’nın bir para piyasası olarak önderliği ile birlikte altın standardına bağlılığı, geçici ödemeler dengesi sıkıntısı olan ülkelerin bu problemlerini çözmelerini sağlıyordu. Savaştan sonra İngiltere, böyle bir liderlik rolünü oynayabilecek durumda değildi. ABD ise bu rolü üstlenmeye isteksizdi. Eğer ABD daha açık politikalar izleseydi bunalım daha kısa süreli ve hafif olabilirdi.

Bunalımın uzun dönemdeki en önemli sonucu ise, ekonomide devletin rolünün artması ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde ithal ikamesine dönük sanayilerin geliştirilmesi çabaları oldu.

Kriz sonrasında döviz rezervlerinin korunması, ithalat talebinin kısılması ve sermaye kaçışının önlenmesi amacıyla uluslararası sermaye hareketlerine 1980’lere kadar devam edecek olan çeşitli sınırlamalar getirildi. Bu politikanın uygulama araçları ise döviz kontrolleri ile ithalat kotaları oldu.

14.4. İkinci Dünya Savaşı ve Dünya Ekonomisinin Yeniden İnşası

İkinci Dünya Savaşı, tarihin en yıkıcı ve yaygın savaşıydı. Askerî harcamalar bakımından savaşın maliyeti, günümüzün satın alma gücüyle 1 trilyon dolardan fazlaydı.

Savaşın yol açtığı ölümler, Batı Avrupa’da 15 milyondu. Milyonlarca insan yaralandı, evsiz kaldı, açlıktan ve hastalıktan öldü. Rusya’da 15 milyon, Çin’de 2 milyon, Japonya’da 1,5 milyon asker ve milyonlarca sivil hayatını kaybetti. Hava bombardımanları, pek çok şehri yerle bir etti. Demir yollarına, köprülere, limanlara ve rıhtımlara yapılan saldırılar nedeniyle ulaşım tesisleri harap oldu. Savaşın sonunda, Avrupa’da ekonomik manzara oldukça kötüydü.

1945’te sınai ve zirai üretim, 1938’deki düzeyinin yarısının da altına düşmüştü. Problemi daha da kötüleştiren, ekonominin kurumsal çerçevesinin ağır şekilde yara almış olmasıydı.

Ekonominin yeniden inşası, kolay bir mesele olarak görünmüyordu.

Savaş sonunda Avrupa ekonomisi, tamamen felç olmuş durumdaydı. Savaştan önce

(13)

277 Avrupa ihraç ettiğinden daha fazla mal, özellikle yiyecek ve ham madde ithal etmekte ve aradaki farkı ise dış yatırımlarından, deniz taşımacılığından ve mali hizmetlerinden elde ettiği gelirlerle kapatmaktaydı. Savaştan sonra ticari filosu tahrip olmuş, dış yatırımları tasfiye edilmiş, mali piyasaları bozulmuş, dış pazarlarını başka ülkelere kaptırmış olan Avrupa, nüfusunun temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Gerçekten de tüm Avrupa büyük bir yoksulluk içinde bulunuyordu.

1930’ların parasal ve mali kargaşasında pek çok ülke döviz kontrolü uygulamaya başlamıştı: Yani onların paraları diğer paralara çevrilebilir değildi. Mal ticareti, karşılıklı olarak dengeleniyor ve bu da ticaret hacmini daraltıyordu. Bu kontroller, savaş sırasında zorunlu olarak uygulandı. Savaştan sonra mal kıtlıkları kontrollerin devamını gerektiriyordu.

Kıtlıkların çaresi ise Kuzey ve Güney Amerika’da bulunuyordu. Fakat bunların satın alınabilmesi için dolar gerekliydi ve Avrupa’daki en büyük kıtlık ise dolar kıtlığıydı.

Problemin çözümünü, Marshall Planı çerçevesinde Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC) aracılığıyla Avrupa’ya akan yardımlar sağladı. Marshall Planı’nda toplam yardım miktarı, 23 milyar dolar olarak saptanmıştı. Avrupa’ya 1947 sonu ile 1952 başları arasında ABD’den borç ve hibe şeklinde fiilen yapılan yardım 13 milyar dolar oldu. Bu sayede Avrupa ülkeleri, dolar bölgesinden ihtiyaç duydukları malları alabildiler. Programın uygulanmaya başladığı ilk yılda bu malların üçte biri yiyecek, yem ve gübreydi. Ancak daha sonra ağırlık, Avrupa sanayilerinin yeniden kurulmasını sağlayacak sermaye mallarına, ham maddelere ve yakıta kaydı.

Marshall Planı, 1952’de sona erdi. Plan sayesinde yalnızca Batı Avrupa’nın ekonomik canlanması başarılmış olmadı, aynı zamanda ekonomik gelişmeleri teşvik edecek OEEC gibi yeni kurumlar doğmuş oldu. Bu kurumlar arasında en önemlisi, Avrupa Ödemeler Birliği (EPU) idi. Daha önce değinildiği gibi savaş sonrası yıllarda ticaretin gelişmesinin ana engeli döviz, özellikle de dolar kıtlığı ve dolayısıyla ticaretin karşılıklı olarak dengelenmesinin zorluklarıydı. 1950’de kurulan EPU, OEEC ülkeleri arasında ticaretin çok taraflı dengelenmesini sağlayarak bu ülkelerin birbirlerine ihracatlarını arttırmalarına ve ABD’ye ve diğer ülkelere bağımlıklarını azaltmalarına imkân verdi.

EPU’nun kurulmasından sonraki 20 yıl içinde dünya ticareti yıllık olarak %8 büyüdü.

Bu 1860’larda ticaret anlaşmalarından sonraki birkaç yıl bir yana bırakılırsa tarihteki en yüksek oranlardı. EPU, o denli başarılı oldu ki 1958’de OEEC ülkeleri paralarının konvertibilitesini yeniden kurabildiler. 1961’de OEEC, ABD ve Kanada’yı ve daha sonra da Japonya ve Avustralya’yı içine alarak Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) şekline dönüştü. Kuruluşun yeni amacı; ileri sanayi ülkelerinin az gelişmiş ülkelere yardımlarını koordine etmek, makro ekonomik politikalar üzerinde uzlaşma imkânları aramak ve karşılıklı problemlerin çözümlenmesine yardımcı olmaktı.

Avrupa ekonomisinin yeniden inşası, ekonomik ve sosyal hayatta devletin savaş öncesi dönemde olduğundan daha fazla rol almasını gerektirdi. Tüm ülkelerde politik, sosyal ve ekonomik reformlar için çok geniş bir kamu talebi vardı. Bu taleplerin ekonomik alandaki sonuçları ulaşım, enerji ve bankacılık gibi hayati sektörlerin millîleştirilmesi, emeklilik

(14)

278 maaşları ve ücretsiz tıbbi bakım gibi sosyal güvenlik sistemlerinin yaygınlaştırılması ve ekonomik performansın yükseltilmesinde hükûmetlerin daha büyük sorumluluklar yüklenmesi oldu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası iş birliği arzusu oldukça güçlüydü. İki taraflı anlaşmalar yerine, uluslararası düzeyde çok taraflı anlaşmalar yoluyla dünya ticareti sisteminin yeniden canlandırılması çabaları savaş sırasında başlamıştı. 1944’te bu alanda iki uluslararası kuruluşun temeli atıldı: Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (IBRD).

IMF, çeşitli dünya paraları arasındaki değişim oranının düzenlenmesi ve ülkeler arasındaki kısa dönemli ödemeler dengesi problemlerinin çözümlenmesi görevini üstlenmişti. Dünya Bankası ise hem savaştan zarar gören ekonomilerin yeniden inşası hem de yoksul ülkelerin gelişmesi için uzun dönemli krediler verecekti. İki kuruluş uzun süre etkinlik kazanamadı.

Ancak dünya ekonomisinin yeniden inşası için en azından bir temel atılmış oldu.

Avrupa ekonomisinin bir mucize olarak adlandırılan bu yeniden inşasında rol oynayan ilk önemli faktör Amerikan yardımlarıydı. Bu sayede teknolojik modernleşmenin başarılması, bu ekonomik mucizenin temelini oluşturuyordu. Diğer önemli bir faktör, hükûmetlerin yapıcı tutum ve rolleriydi. Hükûmetler doğrudan veya dolaylı şekilde ekonomik hayata çok geniş ölçüde katılarak bazı temel sanayileri millîleştirdiler, ekonomik planlar uyguladılar ve çeşitli sosyal hizmetler yerine getirdiler. Savaş sonrasında Batı Avrupa’nın ekonomik sistemleri, 19.

yüzyıl kapitalizminden ve Doğu Avrupa sosyalizminden farklıydı. Batı demokrasilerinin özelliği olan karma ya da refah devleti ekonomilerinde hükûmetler, genel istikrarı sağlama ve ekonomik büyümeye elverişli bir ortam yaratma görevini yerine getiriyor, mal ve hizmet üretimini özel teşebbüse bırakıyordu. Uluslararası düzeyde hükûmetler arası iş birliği de ekonomik performanstaki etkinliğin bir diğer önemli nedeniydi.

Son olarak fiziki ve mali kapital bu kalkınmanın sağlanması için gerekliydi, fakat hiçbir zaman yeterli değildi. Uzun dönemde Avrupa’nın beşerî sermaye gücü de önemliydi.

Onun yüksek okuma yazma oranı ve ihtisaslaşmış eğitim kurumları, yeni teknolojilerin işlerlik kazanmasını mümkün kılan hünerli işgücü ile beyin gücünü sağlamıştı.

14.5. Yirminci Yüzyılın İkinci Yarısında Dünya Ekonomisindeki Gelişmeler

20. yüzyılın ikinci yarısı, dünya ekonomisinin geçmişte gösterdiği en yüksek ekonomik performansa şahit oldu. 1950 ile 1998 arasında yılda %3,9 büyüyen dünya gayrisafi hasılası 6’ya katlandı. Büyüme oranı, 1820-1950 yılları arasında yılda %1,6 ve 1500-1820 döneminde sadece %0,3 düzeyindeydi. Hızlı ekonomik büyümeye rağmen yüksek nüfus artışı nedeniyle 1950-1998 yılları arasında kişi başına gelirlerdeki artış, yıllık %2,5 düzeyinde kaldı. Ancak bu oran, 1500-1820 dönemindeki artışın 42; 1820-1950 yılları arasındaki artışın ise 2 katından fazlaydı.

(15)

279 Tablo 5: Dünya Gayrisafi Hasılası, 1500-1998 (1990 uluslararası milyar dolar) (Kaynak)

Dünya ekonomisinin çeşitli bölgeleri arasındaki ilişkiler, daha da yoğunluk kazanmıştır. Dünya mal ticaret hacmi, üretimden daha hızlı artmıştır. Bu gelişmenin bir sonucu olarak dünya ihracatının gayrisafi hasılaya oranı 1950’de %5,5 iken 1998’de

%17,2’ye yükselmiştir.

Uluslararası ticarette, haberleşmede ve diğer hizmet işlemlerinde olağanüstü bir artış olmuştur. Bu durum, uluslararası iş bölümünü geliştirmiş, bilgi ve teknolojilerin yayılmasını hızlandırmış ve gelişmiş ülkelerin yüksek taleplerini dünyanın diğer bölgelerine aktarmıştır.

Yabancı sermayenin Afrika, Asya (Japonya hariç) ve Latin Amerika gibi yoksul bölgelere akışı, 20. yüzyılın ilk yarısına göre çok hızlı bir şekilde artmıştır. Yabancı sermaye stokunun gelişmekte olan ülkelerin toplam gayrisafi hasılasına oranı, 1950’de %4,4 iken 1998’de %21,7’ye yükselmiştir. Ancak bu oran, 1914’teki %32,4’lük oranın üçte ikisi düzeyindedir.

Uluslararası göç hareketleri, yeniden hız kazanmıştır. 1949’a kadar Batı Avrupa, göç veren bir bölge iken 1950’den sonra bu durum tersine dönmüştür. 1950 ile 1998 arasında Batı Avrupa ülkelerine 20 milyon; ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya 34 milyon insan göç etmiştir.

Dünyada kişi başına gelirlerin ortalama olarak yılda %2,93 oranında arttığı 1950-1973 dönemi, dünya ekonomisinin büyüme performansının en yüksek olduğu dönem oldu.

Sanayileşmiş ülkelerde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki çeyrek yüzyılda, yüksek oranlı ve istikrarlı ekonomik büyüme tam istihdam ve fiyat istikrarı ile birlikte gerçekleşti. Bir bütün olarak sanayileşmiş ülkelerde (OEEC ülkeleri, ABD, Kanada ve Japonya) çalışan kişi

Bölgeler 1500 1820 1950 1998

Batı Avrupa 44,3 163,7 1.401,6 6.960,6

ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni

Zelanda 1,1 13,5 1.635,5 8.456,1

Japonya 7,7 20,7 161,0 2.581,6

Asya (Japonya hariç) 153,6 390,5 824,7 9.953,0

Latin Amerika 7,3 14,1 423,6 2.941,6

Doğu Avrupa ve Eski Sovyetler Birliği 14,7 60,9 695,3 1.793,3

Afrika 18,4 31,0 194,6 1.039,4

Dünya 247,1 694,4 5.336,1 33.725,6

(16)

280 başına ortalama gayrisafi yurt içi hasıla 1950’den 1973’e kadar her yıl %4,5 civarında arttı.

Sanayileşmiş ülkeler arasında ABD, Kanada ve İngiltere gibi savaş sonunda en yüksek kişi başına gelir düzeyine sahip ülkelere göre Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi kişi başına gelir düzeyi daha düşük ülkeler, daha yüksek bir büyüme hızı gerçekleştirdiler.

Öte yandan dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan bölgelerinin kişi başına gelirlerindeki artışın aynı oranda gerçekleştiği 1950-1973 döneminde en yoksul (Afrika) ve en zengin (Kuzey Amerika) bölge arasındaki kişi başına gelir düzeyi farkı 15:1’den 13:1’e inmiştir.

1973’ten yüzyılın sonuna kadar devam eden ve neo-liberal düzenin uygulandığı yıllar dünya ekonomisinin ikinci en iyi ekonomik performans dönemidir. 1973 sonrasında liberalleşme sürecinin etkisiyle uluslararası ekonomik ilişkilerde hızlı bir gelişme görülmesine karşılık, ekonomik büyüme hızı yavaşlamış, işsizlik artmış ve dünya ekonomisinin çeşitli bölgelerinin ekonomik performansında ciddi bir farklılaşma ortaya çıkmıştır. Bu farklılaşmanın bir sonucu olarak en zengin ve en yoksul bölge arasındaki kişi başına gelir düzeyi farkı 1973-1998 döneminde 13,1’den 19,1’e kadar yükselmiştir.

1998 yılı itibarıyla dünya ekonomisinin 34 gelişmiş ekonomisi (ABD, Kanada, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Batı Avrupa ülkeleri) dünya üretiminin yarıdan fazlasını (%53,4) gerçekleştirirken bu ülkelerin dünya nüfusu içindeki payı yalnızca

%14,2’dir. 1973-1998 döneminde Çin, Hindistan, Pakistan, Malezya ve Güney Kore’nin de yer aldığı dünya ekonomisinin en hızlı gelişen 15 Asya ülkesi ise dünya nüfusunun yarısını oluştururken üretimin dörtte birini gerçekleştirmektedir. Hızlı gelişen Asya ülkelerinin başarıları olağanüstü olup gelişmiş ülkelerin düzeyini yakalama konusunda daha önce Japonya’nın gerçekleştirdiği başarının bir tekrarı niteliğindedir. Bu yüksek başarı;

kaynaklarını harekete geçirerek etkin bir şekilde dağıtan, insani ve fiziki sermayesi ile ileri teknolojilere uyum sağlayabilen düşük gelirli ülkelerin ekonomik geri kalmışlığı bir avantaja dönüştürerek hızlı bir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirme ve gelişmiş ülkeleri yakalama şansına sahip olduklarının açık bir göstergesi olarak da önemlidir.

Öte yandan yine 1998 yılı itibarıyla 40 Asya, 44 Latin Amerika, 27 Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği ülkesi ile 57 Afrika ülkesinden oluşan dünyanın ekonomik açıdan geri kalmış 168 ekonomisi, dünya üretiminin beşte birini (%21,4) gerçekleştirirken dünya nüfusu içinde üçte birlik (%34,9) bir oranı meydana getirmektedir. Bu ülkelerin ekonomik performansında, 1973 sonrasında önemli bir nispi kötüleşme söz konusudur. 1973-1998 döneminde kişi başına gelirlerin %1,1 düzeyinde düştüğü eski Sovyetler Birliği’nin yerini alan ülkelerde ekonomik durum daha da kötüleşmiştir.

1973’ten sonra, farklı zamanlarda dünyanın çeşitli bölgelerini farklı derecelerde etkileyen ve büyüme hızını düşüren 4 büyük ekonomik şok yaşanmıştır. İlk şok, 1970’lerde hızla yükselen enflasyondan, uluslararası para düzeninin çöküşünden ve OPEC’in ham petrol fiyatlarını 3-4 katına yükseltmesinden kaynaklanmış ve özellikle gelişmiş ülke ekonomilerini etkilemiştir. İkinci şokun nedeni, 1980’lerin başlarında Latin Amerika ekonomilerini sarsan borç kriziydi. Üçüncü şok, 1990’larda Japon senetlerinin fiyatlarının düşmesinin dünyanın bu

(17)

281 en dinamik ekonomisinde yarattığı deflasyonist etkiden doğmuştu. Sonuncu şoka ise 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Doğu Avrupa ülkelerinin üzerindeki Sovyet kontrolünün son bulması, COMECOM ticaret anlaşmalarının geçerliğini yitirmesi, Varşova Paktı’nın dağılması ve Sovyetler Birliği’nin yerine 15 ayrı devletin kurulması neden olmuştu.

(18)

282

Uygulamalar

(19)

283

Uygulama Soruları

(20)

284

Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti

Bu bölümde ele alınan 20. yüzyılın ilk yarısında dünya ekonomisine iki dünya savaşı yön vermiştir. Yüzyılın ikinci yarısında ise dünya ekonomisi, yeniden büyüme sürecine girmiştir.

(21)

285

Bölüm Soruları

1) Aşağıdakilerden hangisi Büyük Bunalım’ın başlangıç tarihidir?

a) 1945 b) 1873 c) 1929 d) 1913

2) Aşağıdakilerden hangisi 20. yüzyılda ortaya çıkan kuruluşlar arasında yer almaz?

a) IMF

b) OECD

c) EPU

d) MESTA

3) Aşağıdakilerden hangisi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ekonomisinin yeniden inşasında rol oynayan faktörlerden değildir?

a) Yabancı yatırımlar b) Hükûmet politikaları c) Amerikan yardımları

d) Avrupa’nın beşerî sermaye gücü

4) 1973-1998 döneminde dünyanın en hızlı ekonomik büyüme gerçekleştiren bölgesi aşağıdakilerden hangisidir?

a) Latin Amerika b) Kuzey Amerika c) Avrupa

d) Asya

5) Dünya ekonomisinin en yüksek ekonomik performansı gösterdiği dönem aşağıdakilerden hangisidir?

a) 1973-1998

(22)

286 b) 1950-1973

c) 1500-1820 d) 1820-1913

Cevaplar

1) C, 2)D, 3)A, 4)D, 5)B

(23)

287

KAYNAKÇA

Güran, T. (2009). İktisat Tarihi.

Cameron, R. ve Neal, L. (2003). A Concise Economic History of The World-From Paleolithic Times to the Present.

Hansen, E. D. (2001). European Economic History- From Mercantilism to Maastricht and Beyond.

Heaton, H. (1985). Avrupa İktisat Tarihi.

Referanslar

Benzer Belgeler

ABD Yüksek Mahkemesi, aldığı sürpriz bir kararla, Güney Afrika’daki ırkçı rejim döneminde bu ülkeyle işbirliği yapan çokuluslu şirketlere karşı, Amerikan

İki güçlü devlet, yurttaşlarının beslenmeden çok hayvan yemi olarak kulland ığı, fakat Meksika’nın temel besin maddelerinden olan mısır gibi ürünleri üretmekte.. Bu,

Her sonbaharda, 'Geçen y ıldan daha kurak bir mevsim yaşandığını' düşünmek yerine, 'Geçen yıldan daha kurak bir yıla girildiğini' idrak etmeliyiz!. Art ık hiçbir şey

Genelde bu sürecin etkilerini ortaya koymak üzere ĢekillenmiĢ olan bölgesel ekonomik entegrasyon teorileri, uluslararası ticaret teorisinin bir parçası olarak

Daha düşük bir orta gelirli ülke (kişi başına 2.000 $ 'a ulaşan bir ülke), alt orta gelir tuzağından kaçmak ve üst orta gelir seviyesine ulaşmak için yıllık kişi

SMS– Ahh, zat-ı şahaneleriniz için ne kadar feryad-u figan eylesem, ne kadar ah-u zar eylesem azdır?. Ne olmuş size

Hunlar Orta Asya‟da iken Çin ve öteki komşu kavimlerin adlarından etkilenmişler, Türk (Hun) adlarının yanında Çin erkek ya da kadın adlarını da kullanmışlardır. Kök

En yüksek gelire sahip İİT üyesi 10 ülkenin 2017 yılındaki insani gelişme eğilimi gelişmekte olan ülkeler, OECD ve dünya ortalaması ile karşılaştırıldığında