• Sonuç bulunamadı

Ölme lütfen! Beni bırakma, hey! İşi bitti. Bırak onu Gökçe. Lütfen. Lütfen. Lütfen...Kapama gözlerini, bu kadar basit değil. Anlamıyorsun.

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Ölme lütfen! Beni bırakma, hey! İşi bitti. Bırak onu Gökçe. Lütfen. Lütfen. Lütfen...Kapama gözlerini, bu kadar basit değil. Anlamıyorsun."

Copied!
34
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

1

Son…

“Ölme lütfen! Beni bırakma, hey!”

“İşi bitti. Bırak onu Gökçe.”

“Lütfen. Lütfen. Lütfen...Kapama gözlerini, bu kadar basit değil. Anlamıyorsun. Seni korkak!

Vazgeçme...” Şoka girdiğinin farkında değildi, duruma odaklanmakta zorlanıyordu.

“Gökçe sana diyorum. O artık işe yaramaz.

Zamanı çoktan doldu. ”

“Hayır! İnanmıyorum. Olamaz. O yaşamalı.

Yaşat onu lütfen. ” Gökçe önünde cansız yatan adamın her yeri delik deşik olmuş vücuduna durmaksızın gözyaşı akıtıyordu. Bir yandan da durmadan kalp masajı yapıyor, Azrail’e yalvarırcasına adamı yaşatmak istiyordu. Ona göre adam yaşamalıydı. Yanındaki orta yaşlı diğer adam kıza şefkatle baktı. Boğazını temizledi.

“Kızım bırak onu lütfen. Kendine acı çektirmenin ne anlamı var? Yapılacak bir şey kalmadı. Her şey bitti.” Bunu söylerken o kadar içten ve babacandı ki onları izleyenler bir an gözyaşlarına boğuldu. En sert mizaçlısının bile gözlerinden bir iki damla yaş aktı. Kimse görmesin diye yaşları hemen sildi.

(2)

2

Sarı saçlı ince yapılı bir kadın Gökçe’ye yaklaştı ve ona sarılıp saçlarını okşadı.

“Gökçe’m, güzel yavrum hadi kalk yerden, gel.

Kendini de bizi de bu kadar yıpratma tamam mı? ” Grubun arkasında duran üç kişi aralarında konuşuyordu.

“Hakan, şu örtüyü adamın üstüne ört.”

“Tamam abi.” Gökçe kendini kaybetmiş, çığlık atıyor durumu kabullenmiyordu.

“Hakan abi örtme. Ölmedi o. Ölemez. Ferdi abi onu yaşatacak. Yapabilir değil mi?” Cümlesini söylerken etrafındaki diğer insanlardan onay bekledi. İnsanlar kızın yüzüne bakamadılar.

Başlarını önlerine eğen ve ellerinden bir şey gelmeyen umutsuzlar sadece üzülebiliyordu. Kimse kıza umut vermek istemiyordu. Olanları kabullenmek zorundaydı. Diğer iki adam yarım kalan konuşmasını tamamlamak üzere Hakan’ın işinin bitmesini bekliyordu. Hakan geldi, konuşma devam etti.

“Ferdi yeni bir yol bulmamız lazım. İşimiz bitti.

Size daha önce söyledim. Planlar kişilere bağlı yapılmamalı.”

“Haklısın abi, sana karşı çıktığım için affet beni. ”

“Abi, şimdi ne düşünüyorsun? Kafanda bir plan var mı?”

“Ferdi. Hakan. Yaklaşın...” Adamlar birbirine biraz daha sokuldular.

“Aslında yedek bir kaç planım var. Riskleri çok fazla. Şu durumda başvuracağım çok seçenek yok. Bana güveniyor musunuz? ”

(3)

3

“Sonuna kadar.” dedi Hakan.

“İlk günden son güne her zaman.” Ferdi kesin ve netti.

“O zaman Gökçe’yi ondan uzaklaştırınbaşka bir odaya götürün. ”

“Sen ne yapacaksın?” Hakanın meraklı gözleri yuvasından az kalsın fırlayacaktı. Adam gözlerindeki belirsizlikle yerdeki cansız adama doğru yürüdü ve omzunun üzerinden bakarak cevapladı:

“Bilmiyorum...”

(4)

4

2

Burası neresi ?

Bir ağacın altında gökyüzünü izlemek...

Ağacın yapraklarını okşayan rüzgarın sesi... Dallar neşe içinde homurdanıyor. Ne söylediğini çok anlamıyorsunuz. Duymaktansa hissetmek daha çok hoşunuza gidiyor... Esen bahar yelleri saçlarıma ahenk veriyor ve bir annenin oğlunun saçını taradığı gibi şefkatle tarıyor. Tenimde rüzgarın ve doğanın tadı eşsiz musikiyle birlikte can buluyor. Gri bulutlar , sanki dünya buradan güzel görünüyor cümlesini haykırırcasına rüzgarı yeryüzüne salıyor.

Kulaklarımı kapattım... Kendime dedim ki duymak istemiyorum. Bir şey anlamak istediğinizde gökyüzündeki bulutlar size anlamanız gerekenleri zaten gösteriyor. Yorumlamak ya da hiçbir şeyi anlamamayı seçmek size kalıyor.

Parmağıma konan uğur böceği... İki farklı rengin uyumlu olduğu güzel yaratılmış varlıklar...

Dizlerimin üzerine doğruldum, onun parmaklarım arasında dolaşmasını izledim. Küçük bedeniyle kanatlarını çırpıyordu. Eğlenirken zamanın nasıl geçtiğini anlamayan bir yavru köpek gibi etrafına mutluluk saçıyordu. Enerjisi beni baştan aşağıya

(5)

5

dinçleştirdi. Bu durumun doğanın benzersiz bir harikası olduğunu düşünüyorken, bir an bana gülümsediğini sandım. Organik gezisini tamamlayan böcek, elimin bir yaprak ayası olmadığını anlayınca uçuvermişti. Arkasından bakıp derin düşlere daldım...

Yatıyor ve hiçbir şey yapmıyordum. Sadece baharın tatlı soğuk esintisini ürperen bedenimde hissediyordum. Saat kaç olmuştu ? Yapacak bir işim var mıydı ? Daha ne kadar böyle yatıp boş boş duracaktım inanın hiçbir fikrim yoktu. Fakat zamanın boşa gitmeyeceğini düşündüğüm şu ortamda harcadığım vaktin hesabını yapmam anlamsızdı.

Kendime soru sormayı bıraktım, ellerimi başımın altına koydum ve gökyüzünü izlemeye koyuldum.

***

Henry pis pis sırıtıyordu. Sol tarafımdan yürüyerek yanıma geldi ve bağdaş kurup oturdu.

“Daha ne kadar miskince yatacaksın?”

“Bilirsin doktor Henry, miskinlik en sevdiğim renk ve beni çok açıyor”

“Sorun yatman ya da oturman değil, insanlar özünde diyalog kuran varlıklardır.”

“O zaman iletişim alanında doktora yapan sayın Henry hocamıza teşekkür ediyoruz.

Alkışlayan elleriniz dert görmesin.”

Henry içten içe bana kızmış fakat keskin zekası sayesinde kendiyle alay edilmesini hoş karşıladı.

(6)

6

“Hey Kayra sana bir şey danışabilir miyim?”

Konunun ciddi olduğunu sezdim ve dizlerimin üstüne oturdum. Başımı evet anlamında salladım.

“Bugünlerde içimde çok garip endişeler var.

Geceleri herkesin yaptığı gibi uyku rutinimi tamamlayamıyorum, defalarca uyanıyorum. Bir problem var ama ne olduğu hakkında hiçbir bir fikrim yok.”

Onun omzuna dokundum.

“Henry, bu durum çok üzücü Valeria ile herşey yolunda mı?”

“Vall iyi, aramızda herhangi bir sorun yok.

Zaten sıkıntı da bu. Her şey iyi gözüküyorken neden canın sıkılır? ”

“Seni anlıyorum. Ara sıra bana da böyle şeyler oluyor. Ne yaparsan yap, düzelmiyorsun.

Kendiliğinden geçmesini beklemekten başka çaren olmuyor.”

“Galiba haklısın Kayra. Bazı şeyleri gereğinden fazla kafama takıyorum. Biliyorsun, işlerimizin idari yönü normal olsa bile insani sorumluluğu çok fazla. Sen, ben ve diğerleri içinde durum aynı.”

Henry bu cümleyi sarf ettiğinde yanı başımda ağaca yaslamış olduğum keskin nişancı tüfeğine baktım. Tam bir ölüm makinesi. Yeşil ve koyu siyahın dolambaçlı karışımıyla boyanmış, yüksek kalibreli ve uzun menzilli bir Azrail.

“Sanırım haklısın Henry. Ama yapacak bir şey yok. Elden bir şey gelmez. Sorumluluklarımızın olduğu yerde ödeyeceğimiz bedeller de vardır.

Düşüneceğimiz birileri, hata yaptığımızda zarar

(7)

7

görecek başka birileri de her zaman olacak.

Yapılması gereken tüm bunlara alışmak. ”

“Doğru söze ne hacet. Sanırım sizin millet böyle telaffuz ediyordu.”

Henry’nin cümlesine bir süre güldük.

***

Karşımda sıra sıra çizik atılmış ve işlenmiş tarlalar, alabildiğince heybetli gövdesiyle hasat mevsimini bekliyordu. Halen daha yetişmesi gereken bir miktar alan mevcuttu. Tarlayı işleyen Dona teyze halinden memnundu. Onun hemen sağ tarafında birbiri ardına dağlar elim sende oynayan yaşı küçük ama gövdesi kalıplı yaramaz çocuklar gibi birbirleri ardına koşarak uzaklaşıyorlardı. Dona teyze terleyen kafasını kaldırıp bize baktı.

“Kayra, eşin geçen gün gönderdiğim biberleri beğendi mi?”

“Çok beğendik Dona teyze, sen olmasan acaba biz bu nimetlerin tadına varabilecek miyiz?

Teşekkür ederim.”

Dona teyze kendinin işe yarar olduğuna ikna olmuştu.

“Lafını bile etme. Senin yaptıklarının yanında benim verdiğim iki üç sebzenin önemi var mı?”

“Bu şekilde söyleme lütfen insanlar için çalışan herkes değerlidir.”

Henry kıskançlık yapıp hemen araya girdi.

“Dona teyze susmakta direniyordum fakat Kayra ile olan sohbetini kıskandım. Ben hiç biber salatalık görmedim. Getiren birileri de olmadı.

(8)

8 Alınmalı mıyım? ”

Dona teyze kıkırdayarak Henry’nin sorusunu cevapladı.

“Alınma derim. Şu yanımda duran sepetin içindekileri görebiliyorsan bunlar bu akşam sizin eve gelecekler. Alıngan bir beyefendi sepet tarafından seçilmiş adam olamaz.”

Henry bir anda kendini bırakıverdi. Kahkaha krizine girdi. Hepimiz o an güldük. Dona teyzeyle vedalaştık, evine gitmek üzere yola çıktı. Evi şehrin biraz dışında tarlalarına yakın bir yerdeydi. Dona teyze gibi sadece birkaç kişi şehrin dışında yaşayacak kadar cesaretli ya da deliydi. Dona teyzenin hangisi olduğunu söylemek zor. Evine doğru yürürken önünden vuran güneş arkasına heybetli bir gölge yansıtmaktaydı...

***

Tarlanın solunda gri bulutların ve mavi gökyüzünün yeryüzüne beslediği aşkı anlatan o eşsiz göl yer alıyordu. Bulutun ve gökyüzünün aralarında ettiği aşk kavgası her dakika kızışıyordu.

Gökyüzü sevgilisine daha yakın olmak için gölün görünen kısmına yansımasını daha çok yayıyordu.

Mavi benliğini aşkının şeffaf bedenine yansıtıyordu.

Sevgilisine dokunmak onunla birlikte aynı karede yer almak... Lakin bulut bu durum karşısında kıskanmadan edemiyordu. Çünkü o da göle aşıktı.

O da dokunmak istiyordu. Sevgisini ona yansıtmak için kilometrelerce yukarıdan yere düşmeye razıydı.

Bu durum onu içten içe yıprattı ve ağlamaya

(9)

9

başladı. Platonik aşkına yağmur damlalarıyla dokunmak, ona gökyüzünden daha fazla aşık olduğunu anlatmak istiyordu. Ama göl yağmurun her damlasında titriyor ve bu ikilem arasında kalmaktan korkuyordu. Olayı fark eden güneş bir anda babacan tavrıyla araya girip duruma müdahale ediyor, haylaz gençlerin kavgasını ayırıp onların kulaklarını çekiyordu. Bu olaydan rahatsız olan göl, onu koruyan şefkatli abisine şükranlarını sunuyor ve eski duru haline geri dönüyordu.

Dağların arasındaki güneş bir babanın çelik göğsünün vermiş olduğu güveni yansıtırcasına gölgesini dağlara bahşediyordu. Hayvanlar serin gölgenin tadını çıkarıyor. Islak toprak kokusunu ciğerlerine çeken tüm canlılar bir gün ruhlarının ebediyete, vücutlarının da o güzel kokulu toprağa çekileceğini hissedebiliyorlardı. Doğa, içinde yaşam olan her şeyle kucaklaşıp kainatın kurallarını uyguluyordu.

Henry’nin sesi ile daldığım hülyalardan uyandım.

“Kayra, artık gitme vakti geldi. İşimin başına dönmem lazım. Sonra görüşürüz Hoşçakal.”

“Hoşçakal Henry, kafana bir şey takma. ” Tebessüm edip yanımdan ayrıldı. Bir süre daha öylece durdum. Neticede bugün yapacak önemli işlerim yoktu.

***

Arkamda yaşadığım şehir tüm anılarıyla duruyordu. Ayağa kalkıp eve gitmek üzere döndüm.

Keskin nişancı tüfeğimi yerden aldım, askısını

(10)

10

omzuma taktım. Uzun ince eski bir yol şehre kadar uzanıyordu. Eğimli yolun bir batıp bir çıkması, atari oyunlarında zıplayan avatarların hareketlerini taklit eder gibi görünüyordu. Yolun her bir battı çıktısını düşmeden geçtiğimde tam on puan alıyordum. Tüm eğimleri arkamda bıraktığımda cebimde yüz kırk puan vardı. Eğlenceli bir denge oyununa dönüşen yol bana veda ederken bitmişti. Hüznünü belli edercesine çamurlu su birikintileri arkamdan ağlıyordu.

Dönüp ardımdaki ormanlara ve insanın içini huzurlu kılan doğaya baktım. Her şey olması gerektiği gibi duruyordu. Doğanın kanunu buydu.

İnsanlar doğanın kurallarına saygı göstermesi gerektiğini çok uzun yıllar önce anlamalıydı. Ama anlayamadılar. Derin bir iç çekip şehre ya da önceden şehirken şimdilerse medeniyetin beşiği kabul edilen yere yöneldim.

Yaşadığımız yeri çevreleyen belirli aralıklarla dikilmiş çam ağaçlarının daire şeklindeki alanından çıkıp, girişin olduğu tarafa yöneldim. Ilıman havanın yeşerttiği otlara basa basa hedefime ilerliyordum.

Kafamı kaldırıp gökyüzündeki kargaların aralarında tutuştukları amansız kovalamacaya şahit oldum.

Öndekinin ağzında canhıraş vaziyette sallanan büyük bir solucan, arkasından onu kovalayanın yüzünde aç gözlü bir tavır vardı. Eğer öndeki yakalanırsa aç kalabilirdi. Bunun farkındaydı ve sonunda kendisinin mutlu olduğu bir senaryo için son hız kaçıyordu. Fakat arkadakinin hiçte vazgeçecek hali yoktu. O da kendisini mutlu edecek bir son istiyordu. Var güçleriyle uçuyorlardı. Derken

(11)

11

arkadaki amacına ulaşıp öndekinin ağzından solucanın yarısını koparıp almıştı. Bu durumda kazanan var mıydı, ya da kaybeden kimdi?

Muhtemelen kaybeden taraf solucan kazanan taraf ise kargalar olmuştu. Ama mücadeleyi solucan başlatmadı. Solucan bırakın savaşı bu konuda taraf dahi olmamıştı. İki karganın arasında geçen arbedede neden kaybeden bu savunmasız solucan oldu. Bunun cevabında mantıklı bir temel yok... Kim bilir bu kargalar kaç yaşındaydı? Kaç asır yaşamışlar ve bu hayattan neler öğrenmişlerdi?

Geçen her yıl onları daha bilge mi yoksa daha vahşimi yapmıştı? Gerçekten de kargalar enteresan hayvanlardı.

Düşüncelerin vermiş olduğu esaretten hedefime vardığımı anlayınca kurtuldum. Uzun zamandır evim dediğim yer karşımda öylece duruyordu. Çok büyük ve heybetli bir yer değildi.

Zaten büyük bir yer olması gerekmiyordu. Burada yaşayan insanların ihtiyaçlarını karşılıyorsa fazlasını istemek aptallık olurdu. Girişinde yeşil sarmaşıklar ve dolgun dalların birbirine has uyumuyla süslediğibirkaç metre boyunda ve onlarca kilometre uzunluğunda bir duvar yer alıyordu. Tüm şehrin etrafını kaplayan duvar yukarıdan bakıldığında kenarları eşit uzunluklarda bir üçgene benziyordu.

Duvarların üzerine dört metre arayla yerleştirilmiş ileri teknoloji makineli tüfekler, dev gövdeleriyle ejderhaya benziyordu. Kanatsız, korkutucu ve ateş yerine yüksek kalibre mermi kusan binlerce canavardan bahsediyorum. Gelişmiş yapay zekaları, yüksek teknolojinin nimetlerini taşıyordu.

(12)

12

Çalışmaları için insana ihtiyaçları yoktu. Tehdit olarak gördüğü her varlığı yeryüzünden silmek için yapılmışlardı.

Şehrin kilometrelerce alanı olmasına rağmen sadece yedi girişi vardı. Ana girişler üçgen şeklin köşelerinde yer alıyordu. Diğer üç giriş kenarların ortasında ve son giriş şehrin yöneticilerine ait bir yerdeydi. Her girişin olduğu yol şehrin meydanındaki yuvarlak alana bağlıydı. Altı ana yol ve yüzlerce ara yollardan oluşan şehrin damarları her yere dağılıyor, insanları gideceği yerlere taşıyorlardı. Şehre gelen her vatandaşın içine güven veren kurşun gri renkteki duvarın hemen ortasında yer alan devasa cüsseli çelik kapı şehir girişiydi.

Tonlarca ağırlıktaki çelik kapının üst kısmında iki nöbetçi ellerindeki ağır makineli tüfekleriyle pür dikkat etrafı gözetliyordu.

“Mainland’a hoş geldiniz komutanım.” Esas duruşa geçen askerler selam verdi.

“Rahat asker. Nöbet nasıl gidiyor.

Nasılsınız?”

“İyiyiz komutanım. Bugün nöbet sırası bizde, görevimizi icra ediyoruz.”

“Aferin evlat. İyi nöbetler.”

Bu kısa konuşmadan sonra şehrin görkemli girişinden içeri girdim. Girişte güvenlik tedbirleri yoğundu. Komutan ya da bir yönetici bile olsanız sistem sizi atlamıyordu. Kameralardan kişinin kimliğini tespit edip geçişinize onay veren bir mekanizma yer alıyordu. Kamera işini bitirince sesli yanıt sisteminden cevap geliyordu.

“Komutan Kayra geçiş talebiniz kabul edildi.”

(13)

13

***

Şehrin içinde başlayan ,sokakları pembe bir rüyaya çeviren sakuralar bütün zerafetiyle yollara anlam katıyorlardı. Sakura bir japon bitkisiydi. Ve japonlar için derin bir anlama sahipti. Sakuranın anlamı "kiraz çiceği" idi. Japonların inanışına göre sakuralar yeniden doğuşu simgelerdi. Fani bir bedenin ölmesinin aslında bir başlangıç olduğuna ölümün ise bir son olmadığına inanılırdı. Bir sakura açıp da o benzersiz ihtişamını kazandığında insanın doğuşuna , dökülüp güzelliğini kaybetmesi de bir insanın ölüşüne atıf edilirdi. Pembe rüyaların asilliğini sergileyen bu şehrin sokaklarında sakuranın olması burada sonsuz bir yaşamın olduğu anlamına geliyordu.

Adım attıkça derli toplu ve sıra sıra dizilmiş evlerin yanından ilerliyordum. Yüzyılın en iyi tasarımı ödülünü hakedecek olan bu güzel evler çok farklı geometrik şekillerde yapılmışlardı. İlk kez bakan birisi bu yapılardan gözlerini saatlerce alamazdı. İncelenecek çok fazla ayrıntısı bulunmaktaydı. Şehir tamamen planlı ve makul ölçülerle inşa edilmişti. Birbirinden farklı yapıları aynı bölgede barındırıyordu. Solumdaki binalar şehrin genelinde olduğu gibi en çok üç katlıydı. Kat sayılarının farklılık gösterdiği birkaç istisnai yer mevcuttu. Bir alandaki binaların görünümü kübik ve bahçesinde doğayı barındıran şekiller varken, bir başka alandaki binalar büyük bir geminin burgulu motor pervanesini andırmaktaydı. Bir başka bina ise sırtında kayakla uzun atlama yapılan eğimli bir

(14)

14

platformu andıracak şekilde inşa edilmişti. Şehrin her tarafı ileri bir bakış açısıyla dizayn edilmişti.

Yaşam merkezleri derli toplu, sokakları temiz, altyapısı gelişmiş, şehrin mimari yapısı olağanüstü görünmekteydi.

Yolda yürürken iki gencin tartışmasının ortasında kaldım.

“Bana bak Sergey defalarca söyledim sana.

En iyisi diye bir şey yok. Seçkin birlikteki askerlerin hepsi işinin ehli kişilerdir.”

“Madem öyleler neden bazılarının haklarında ayrıca hikayeler anlatılıyor? Demek aralarından birkaçı diğerlerinden farklı.”

“Of Sergey hep böyle kalın kafalı olmak zorunda mısın?”

“Kalın kafalı değil, sadece bazı bilgilerden iyi istihbarat çıkartıyorum.”

“Neden gidip orduya katılmıyorsun? ”

“Sus! Seni salak bu yasaklı kelime. Ordu yok, koruma birliği var.”

“Aynı şey değil mi? Bende bunu anlamıyorum.” dedi zayıf görünümlü genç.

“Madem bu kadar biliyorsun sende gidip yönetime katılsana.”

Zayıf olan önce sustu, biraz düşündü. Tam bir şey söyleyecek oldu, beni görünce ikisi de sustu.

“Gençler niye bu kadar hararetlisiniz?”

Sergey başını kaldırıp önce zayıf olana sonra da bana baktı.

“Komutanım bir şey yok. Sadece aramızda tartışıyorduk. Elit askerlerimiz konusunda...”

Zayıf olan Sergey’in sözünü yarıda kesti.

(15)

15 Mahcup bir tavırla:

“Komutanın değerli vaktini çalmayalım Sergey, yapacak daha önemli işleri vardır.”

Bunun üzerine biraz tebessüm ettim. İkisinin de gözlerine sorun yok dercesine baktım.

“Bakın çocuklar tartışmanıza kulak misafiri oldum. Merak etmeyin yasaklı kelimenizi de duymadım. Ama sizde bu konuda biraz daha dikkatli olun. Ve şu elit askerler konusuna gelecek olursak.

Evet bazılarımız en iyiler olarak seçildi. Hatta en iyinin iyisi demek daha doğru. Sonuçta hepimizin birbirimizden bazı farkları olabiliyor. Düşünürsek içimizden bazıları biraz daha iyi asker olabilir. En iyiden bile daha iyi. Muazzam birlikler. Bunlar olağan şeyler. Askeri alanda bu konuyu kısıtlamamak gerek. Her işte iyi ve kötü vardır. Her meslek grubunda daha iyi , en iyi kavramları olabilir.

Asıl konu hangi işi yapıyor olursak olalım onu çok iyi yapmaya çabalamaktır, o zaman sırtımız yere gelmez.”

Gençler ikna olmuş gibi kafalarını salladılar.

Gözleri parlıyordu.

“Bakışlarınızdan ikna olduğunuzu varsayıyorum.”

İkisinin başlarını okşadım. Gençler gibi yumruk selamı verdik. Vedalaşıp şehrin merkezine doğru devam ettim. Birkaç kilometre ileride şehrin göbeğinde bulunan ve medeniyetin simgesi sayılabilecek devasa boyutlarda bir havuz durmaktaydı. Etrafı ilk kez görüyormuş gibi inceleyerek meydana ulaştım. Baktığım her seferde özenli yapısına gıpta ettiğim bu yapı farklı farklı

(16)

16

ayrıntılarıyla gözüme çarpıyordu. Havuz, rengi göz alıcı beş katmandan oluşuyordu. İlk katman aynı ebatta ki beş renkli kareden meydana gelen bir beşgeni andırıyordu. Onun hemen üstünde dört adet kareden oluşmuş bir başka şekil, bu şeklinde üstünde üç renkli kare, o şeklin üstünde ise iki ve en üste tek bir kare yer almaktaydı. Tüm şekle karşısından bakarsanız, en alt köşeden başlamak üzere, yarısı füme ve yarısı bordo renklerle dairenin tam içine çizilen bir S harfi şeklinde boyandığı görebiliyorsunuz. En üste yer alan kare havuz çok güzel ve diğerlerinden biraz farklı bir tasarımdı.

Karenin ortasına yerleştirilmiş yüzlerce musluk bir insanın kalp atışının ritmine uygun olarak tazyikli suyu tertemiz havaya karıştırıyordu. Sanki o beton yapı yerine kanlı canlı nefes alan bir insan varmışçasına size huzur veriyordu. Bu yapıyı biraz daha içselleştirdiğinizde onun aslında yaşam saati olduğuna ikna oluyorsunuz. Bir dakika durup gözlerinizi kapattığınızda bütün her şeyi hissedebiliyorsunuz. Uzaydaki sonsuz döngünün ve uyumun efendisi olan zamana biatederken, ritminihiç bozmadan işlevini yerine getiren bir yaşam saati gibi uyum içinde görevini tamamlıyordu. Şehir bir insan formuna benzese, bu havuz şehrin tam ortasında yer aldığı için disiplinli çalışan bir kalp olurdu.

Havuzun etrafındaki banklarda insanlar oturmuş birbirleriyle sohbet ediyorlar, bu güzel yapının manzarasına bakıp anın tadını çıkarıyorlardı. Sizi gördüklerinde kafa selamı verip kibarlıklarını bozmayan beyefendi ve

(17)

17

hanımefendilerin yanlarından etrafı izleyerek geçtim. Yanlarından geçtiğim esnada bankta oturan yaşlı çiftin sohbetlerine kısaca kulak misafiri oldum.

Yaşının ayrıntılarını yüzünün kırışıklığından belli olan beyefendi gayet ılımlı bir ses tonuyla yanındaki hanımefendiye cevap verdi.

"O anı hatırlamaz olur muyum Catherine, baş döndüren reklam billboardların diyarı Times meydanında seninle tanıştığım o günü sonsuza denk hatırlayacağım. Çünkü Catherine, her gün oradan yüzbinlerce insan geçiyordu ve ben nasıl olurda yediğin muzun kabuğuna basıp düşmeyi başarabildim ? "

Küçük kahkahalar atmaya başladılar.

Catherine adama baktı, gülerek cevap verdi.

"Yakışıklı olduğun doğru Anthony, ama o an sadece sakardın."

Adam kendi hakkında söylenen gerçeği kabul edip gülmeye devam etti. İkisinin kahkahası tebessüme dönüşünce Anthony söz sırasını aldı.

"Ya çok sakardım ya da çok şanslı. Bu tesadüf olamayacak kadar güzel bir andı. Sonra yerden kalkmayı denedim ve senin yüzündeki o mahcup ifade hayatımın en anlamlı ifadesine dönüştü."

Tebessümler yerini saygıya bıraktı.

Catherine, Anthony'e öyle içten ve derin bakınca kadının o anda bir şey söylemesine gerek kalmamıştı. Bu bakışlar adama o kadar net cevap oldu ki ve birbirlerine uzun yılların özlemiyle sarılmışlardı. Onların aşkı bambaşka seviyelerdeydi. Bedenleri kaldıramazdı ama

(18)

18

yürekleri halen daha tango yapıyordu. Tutkunun zirvesine aşkları ile tırmanmışlardı.

Sol tarafa dönüp ana yoldan devam ederken bu sefer sağ yanımda kalan sosyal yaşam alanları ve eğlence merkezlerinin bulunduğu bölüme gözüm kaydı. Şehrin genel tasarımına uygunluk sağlayan sosyal tesis binaları koyu gri rengin egemenliğiyle boyanmıştı. İlk görüştenormal ve eskiden kalma bir yer gibi görünüyordu. Fakat daha dikkatlice baktığınızda şeffaf elektronik billboard tasarımı gerçekten yokmuş gibi duruyordu. İlginiz olduğu takdirde bakacağınız ve bakınca ayrıntılarını görebileceğiniz ilginç bir yapıydı. Gözüm buraya takıldı fakat ilgimi bağışlayacağım bir alan değildi.

En azından benim için...

***

Sokaklarda çok fazla insan yoktu. Akşamın bu saatlerinde insanlar evlerinde ya da gideceği yerlerde olmayı tercih ediyorlardı. Bu nedenle sokakların ıssız görünümü biraz can sıkabiliyordu.

Ana yolda epey gittikten sonra birkaç ara yola saptım, gördüğüm yollar geçtiğim yerler şehrin bütünlüğünü bozmayacak kadar benzer ve hiçbir yere benzemeyecek kadar eşsizdi. Dakikalarca attığım adımların mükafatını verme zamanı gelmişti.

Durdum ve kafamı kaldırıp evimin penceresine baktım. Neşeli beyaz papatyalar, birkaç renkli saksıdan sarkan begonyalar, asil olduğu kadar keskin duran kılıç çiçekleri bana ilk hoş geldin deme nezaketini gösterdiler. Bende hoş bulduk dercesine

(19)

19

onlara tebessüm ettim. Kapısı olmayan girişten geçip merdivenleri kullanarak ikinci kata çıktım.

Aradaki koridordan bir miktar ilerleyip evime ulaştım. Ayakkabılarımdan kurtulup eşim Yuziki görmeden hemen duş almam gerekiyordu. Üstüm çok kirli değildi ama bu şekilde gizem katarak alacağım duş beni rahatlatıyordu. Ayak parmaklarımın ucunda banyoya doğru ilerledim. O an işinin ehli bir Ninja gibi gölgelerde ve sessizce yürüyordum. Tam banyoya bir metre kalmıştı ki Yuzikitebessümlü ses tonuyla mutfaktan seslendi;

"Seni görmediğimide nereden çıkardın acemi Ninja ? Eve geldiğinde ben geldim demeyi adet edinmen gerekiyor biliyorsun değil mi ?"

Beceriksiz olduğunu kabul eden bir tavırla cevap verdim.

"Ben doğuştan Japon değilim Ninjalık bana göre değil. Ayrıca hayatım, ben geldim"

Son cümleyi sevimlilik yapmak için heceleyerek ve yüksek sesle söylemiştim. Yuziki, gülerek mutfaktan çıkınca hoş bir türlü kokusu burnuma ilişti, midemin kontrolünü ele alarak beni yönetmeye başladı. Yuziki boynuma sarıldı;

"Siz bayım çok tatlı ve makul miktarda beceriksiz olduğunuzu kabul edin, ödülünüz içerideki yemek fakat önce yarım kalan işinizi tamamlayın."

Yuziki cümlesini tamamladığında noktayı beni öperek koydu. Arkasını dönerek mutfağa yöneldi, kapının mor renkli püsküllerinin bir kısmını eline alarak bana döndü ve gülerek acele etmemi söyledi. Hemen banyoya girdim, duştan önceki son

(20)

20

hazırlıkları yaptıktan sonra suyu istediğim dereceye ayarlayıp duvarın içine gömülen duş başlığının altına geçtim. Akan su bedenimde yolculuğa başlamıştı. Önce kafamı suyun altına eğdim.

Sıcaklığın vermiş olduğu rahatlama hissi tarif edilemezdi. Sonra boynumdan aşağı akan su sinirlerimi gevşetti. Kollarımı birbirine sürtüp ellerimle kollarımı yıkadım. Dünyadaki en samimi terapi duş olsa gerek. Kimseye kendimizi tam açamayız. Yüzde yüz açıkça anlatılamaz duygulara sahiptir insan... Dertlerinizi ve sorunlarınızı sorarak yükünüzü hafifletmeye çalışan iyi niyetli dostlarınıza bile tamamıyla açıkolamıyorsunuz. Ama duştayken sıcak suya tamamıyla samimi davranırsınız, bedeninizi ve ruhunuzu her şeyinizle tüm benliğinizle onun şefkat dolu rahatlatma gücüne bırakırsınız.

Duş bitti! Kurulanıp çıktım ve yemek masasına oturdum. Yuziki, her zaman olduğu gibi yemeklerde detaylarını atlamamıştı. Yemeğin kokusu ile görüntüsünün uyumu çok netti. İki kişilik bir şölene gelmiş gibiydim. Masa kraliyet ailesine ait gibi durmuyordu. Fakat sosyal sınıfının farkında olan birisi için kusursuzdu. Özenle süslenmiş yemek tabakları, orta doğunun desenlerini taşıyan baharatlıklar, üzerinde tek bir leke izi bulunmayan çatal, bıçak ve kaşıklar, şişman aşçıbaşıfigürlü peçeteler olmak üzere herşey eksiksizdi. Masanın üstünde tek başına kırmızı bir mum durmaktaydı.

Mum masamız için gerekli bir materyal değildi.

Lakin odaya kattığı romantik ambiyans tartışılamazdı. Yandığı her saniye ateşin alt

(21)

21

kısmında oluşan erimiş mum kuyusu emektar bir işçinin alnı gibi terlemekteydi. İşini düzgün yapmanın verdiği gururla yanan mum, başı dik bir vaziyette görevinin icrasına devam etmekteydi.

Yuziki masaya oturmuş, yemekler tabaklara konmuştu.

"Duamızı edelim hayatım, acıktım." dedi Yuziki.

Ellerimizi dua pozisyonuna alıp duamızı tamamladık. Bu, yemeğe gösterdiğimiz bir saygı, büyüklerimizden bize kalan bir gelenekti. Eğer bir yemekte bile dua etmezsem kendimi eksik hissediyordum. Alışkanlık ya da adına her ne demek isterseniz. Yemeğe başladık. Yuziki günümün nasıl geçtiğini sordu. Biribirimize anlatıp meraklarımızı giderdiğimizde yemeklerde bitti.

Masayı birlikte topladık. Ardından biraz oturup sohbet ettik. Eski bir DVD alıp güzel bir film izledik.

Ardından uyku için hazırlanıp yatağa girdik. Yuziki gözlerimin içine baktı.

"Seni her gün daha fazla seviyorum, bunu her gün daha çok hissediyorum." dedi.

Ben de cevap vermeden önce bir süre gözlerine bakıp her zamanki gibi kayboldum.

Yaşamak sizin aldığınız nefesle değil, aşkı bulduğunuz kişinin nefesini de içinizeçektiğiniz zaman anlam buluyor. Bu derin düşünceden sıyrıldım.

"Sen benim kiraz çiçeğimsin, solduğun gün hayat benim için sona yaklaşacak. Seni ilk gördüğüm gün de sevdim, son göreceğim gün de seveceğim..."

(22)

22

"Bu gecem de iyi geçecekçünkü sen varsın, yanımdasın. İyi geceler..."

"İyi geceler sevgilim."

Gözlerimi kapatıp uyudum.

(23)

23

3

Kara orman!

Kayra sabah erken kalkmıştı. Dünkü yere gidiyordu. Eşiyle vedalaştı, evden çıktı. Akşam geldiği yoldan geri dönerek ağacın altına vardı. Gün daha doğmamış, doğmasına ramak kalmıştı.

Dünyanın yüzü güneşle aydınlanırken, doğa ananın her bir parçası uyanıyordu. Sabah uyanan bir annenin kollarını açıp gerinerek eşine sarılması gibiydi tablo. Güneş dağların ardından kafasını kaldırırken yeni uyanan doğa kollarını açarak güneşi kucaklıyordu. Kainat uyanmıştı. Böcekler, hayvanlar, bitkiler, göller, bulutlar daha nicesi doğan güne merhaba demişti. Selamlaşmaları bitince her şey günlük rutinine başladı.

Çam ağaçların akonan kuşlar, alacaklı gibi sıkboğaz edercesine dalları sallıyordu. Sallanan dalların şiddetine dayanamayan kozalaklar yer çekimi kanununa boyun eğerek yere düşüyordu.

Sincaplar düşen kozalakları alıp yuvalarına, beslemesi gereken yavrularına götürüyordu.

Sonuçta hayvanlar da mideye sahipti. Doğanın döngüsünü tamamlamak zorundaydılar. Doğacak, beslenecek, büyüyecek; doğuracak, besleyecek, büyütecekti. Hayatın her alanında kanunlar yer almaktaydı. Her şey büyük bir kuralın bütünüydü...

(24)

24

Kayra vaktinin tamamına yakınını özenilerekyaratılmış bu ekosistemi izleyerek geçiriyordu. Gözlerini alamıyor, merak eden küçük çocuklar gibi etrafı inceliyordu. Kendi bakış açısıyla her şeyi yorumluyordu. Bazen anlayamadığı noktalar olabiliyordu.

***

Ufacık bir tarla faresi yaptığı yolculuğa Kayra'nın ayağında durup mola verdi. Farenin ayağında gezdiğini hissetti... Aslında hissetmedi!

Kayra'nın vücudunda bulunan binlerce his sensöründen sadece birkaçı o an harekete geçip hayvanın ayak üzerinde bıraktığı izleri yorumladı.

Algoritması gereği, bir insanın o an hissedeceği duyguyu tahmin etti ve beyine sonucu gönderdi.

Kod satırlarının tamamı harika şekilde yazılmış yüzlerce program düşünün. Her haliyle kusursuz ve görev bilinci son derece sağlam bir asker gibi verilen emirleri yerine getiriyordu. Kanlı canlı bir insan gibi görünen Kayra sibernetik bir bedene sahipti. Her detayı kusursuzca tasarlanmış, teknolojinin zirvedeki başarısıydı. Bu yapı tamamen bir insan bedenine göre tasarlanmıştı. Ayrıntıları çok iyi düşünülmüştü. Uzuvların ölçeği, çıkıntıları ve girintileri atlanmamıştı. Sibernetik bedeni başka bir insan bedeniyle yan yana koyduğunuzda hangisinin insan hangisinin sibernetik olduğunu ayırt etmeniz çok zordu. Bu tür yeniydi. En gelişmişiydi. İnsan oğlunun evrildiği milattı. Bu varlıklara Tioben adı verilmişti. Tioben bir kısaltmaydı. Açılımı Temel

(25)

25

İnsan Organizması Bazında Evrilen Nesil idi.

Baştan aşağı insanlık medeniyetinin binlerce yıl süre gelmiş tecrübesi adeta ışık saçıyordu. Fakat bu beden tek başına yeterli miydi? Bir makine mi yoksa bir insan mı olduğuna kim karar veriyordu. Ya da bedenin sahibi bunun ayrımına varabiliyor muydu ? Kayra, his sandığı dürtüyü yaşıyordu. İçi de ürpermişti. Kayraçok uzun yıllar önce her şeyin farkındaydı. Bildiği halde gerçek olmayanlara inanmayı seçmişti. Ama karakteri gereği sorgulamaktan hiç geri durmadı. Sadece miktarı azalmıştı. Uzun zaman önceYuziki ile tanıştı.

Kendini yoran bu sorulara bir ara verip aşık olmayı seçti. Yuziki de onu seviyordu, bunu her haliyle ve davranışıyla belli ediyordu. Kayra yorulduğunu anlamış, yorulmak yerine dinlenmeyi seçmişti.

Geçen yıllar boyunca birbirlerine olan aşkları da büyümüştü. Kayra artık kendine daha az soru sorar olmuştu. Aklı eşini mutlu etmenin yollarını bulmaya çabalıyordu.

Kayra bir anlığına Dona teyzenin tarlaya gelmemiş olduğunu fark etti. Sabahın erken saatlerinde hep burada olurdu. Uyku rutininde bir problem olmuş olabileceğini düşündü. Terapisine devam etti.

Rüzgarın ılık esintisini kollarında hissediyordu. Yani kollarındaki tanılama sensörü rüzgarın etkilerini ölçüyor, sıcaklık durum tespitinden sonra bir insanda oluşturması gereken duyguları oluşturuyordu. Bu algoritma sayesinde beyne iletilen sinyaller o anı bedene yaşatıyordu.

Gecikme ve algılamama durumu olmayacak kadar

(26)

26 gelişmiş bir teknolojiydi.

Kayra ılık esintiye kendini kaptırmıştı ki birden karargah iletişime geçti. Holografik çağrı sistemi çalıştı, komuta merkezinde komutan ve askerler sanki diken üstündeydi.

“Komutan Kayra acil bir durum söz konusu ivedi şekilde karargaha gelin.”

“Emredersiniz.”

Holografik çağrı sistemi aniden kapandı.

Uzun namlulu keskin nişancı tüfeğini aldı, sırtına yerleştirdi. Vakit kaybetmeden koşarak şehir merkezine yöneldi. Hava kapanmıştı. Şimşekler çakıyor ve kara bulutların eşliğinde yağmur yağıyordu. Kayra o kadar hızlı koşmaktaydı ki neredeyse normal hızda seyreden bir otomobil gibiydi. Yağmur damlaları hızlı makine bedeninin etrafında adeta bir koruma kalkanı oluşturuyordu.

Aslında onu koruduğu falan yoktu. Yüksek miktarda hız suyla temas edince bu durum normaldi.

Şehrin girişine yaklaştığında askerler komutanı fark etti. Arkasındaki kara bulutların dehlizinde devasa kudretli yıldırımlar çarpışırken komutan adeta fırtına misali şehre ilerliyordu. Hızını daha da artırınca askerler bir anda yıldırımdan çekinmeyi bırakıp asıl kudretin sahibi olan komutana baktılar.

“Komutanı görünüyor musun dostum.

Adamın kendisi zaten bir silah. Neden silah taşıdığını anlamıyorum.”

“Görüyorum adamım. Üst düzey giriş yetkisi verildi. Kapılar otomatik olarak açılacak silah sistemi onu es geçecek. Durum ciddi.”

(27)

27

Silah sistemleri ani bir irkilmeyle komutanı tanıdı. Hedefe kilitlenme modu bir anlığına pasifleşti. Gerçi bu hızda gelen bir varlığa karşı o silahların isabet edeceği meçhuldü... Tonlarca çeliğin ağırlığına rağmen kapı aniden hızlıca açıldı.

Komutan hızını daha da artırdığında artık bir otomobille kıyaslanamazdı. Kapıdan öyle bir hızla geçti ki, kapının etrafında bulunan duvarlara çamur ve ot parçaları kurşun gibi yapıştı. Yukarıda duran askerler elleriyle gözlerine siper etti.

“Dostum adam gerçekten takılan lakabı hak ediyor. Seviye olarak aramızda yüzyıllar var. “

“Komutan...Görevi hakkında hiçbir fikrim yok ama tanrı onu korusun. Acele gelişine bakılırsa bugün fazla yorulabilir.”

Kayra şehre girer girmez etrafında onu görenler şaşkına dönmüştü. Komutanlar bu hıza gerekmedikçe çıkmazlardı. İnsanların telaşlandığını gören Kayra, en yakın yol haritasını çıkarıp ara sokaklardan yoluna devam etti. Karargah üçgen şehrin kuzey ucunda, ana yolun sağ kısmında kalmaktaydı. Aslında havuzu düz geçip devam etse sağında kalacaktı. Ama vatandaşları telaşlandırmamak için yolunu biraz değiştirmişti.

Karargah görüş alanına girdi. Tesisin duvarları tıpkı dış duvarlar gibi özel beton ve çelik malzemeden yapılmıştı. Duvarların üzerinde dışarıdakine benzer bir teknolojiye sahip büyük kalibre silahlar durmaktaydı. Karargaha varınca nöbetçiler hemen çelik kapıları açtı. Silahlar pasif duruma geçtiler.

Böyle hızda bir cisim kim olursa olsun şehir için tehdit sayılırdı. Karargahın dış duvarını var hızıyla

(28)

28

geçti. Binanın önüne gelince bir anda durdu.

Komuta merkezine hızlı adımlarla çıktı.

Telaşlı havayı sezebiliyordu. Komutanına selam verdi. Diğer askerler Kayra’ya baş selamını verdiği anda komutan konuya girdi.

“Kayra, büyük bir problemimiz var. Konu kara orman...” Etraf bir anda ölüm sessizliğine büründü.

Askerlerin ekran sesleri kesildi, bazıları yutkundu.

Komutan devam etti.

“Kara ormanda yaşayan ve tehlike seviyesi 6/10 olan yırtıcı yaratık sınır haddini aştı. Bizim tarla ve yaşam alanlarımıza yakın yerlerde gözlendi.

Takibini yapıyorduk. Fakat dün başka bir sıkıntı çıktı. Türdeş başka bir yaratık ilgi diğerinin üstündeyken Dona’nın evine saldırdı.”

Kayra susmuştu pür dikkat komutanını dinliyordu.

“Maalesef Dona artık aramızda değil.”

Kendini çok zor tuttuğu her halinden belliydi.

Tek kelime etmemişti. Odanın içerisindeki askerler Kayra’nın yüz ifadesinden her şeyi anlamışlardı.

Yırtıcı bir kaplanın suratı tam karşılarında duruyordu. Her daim gözlerinde insani izler taşıyan bakışları bir anda soğudu, bir çeliğe dönüştü. Bu bakışlar artık bir insanın bakışları olamayacak kadar insan dışıydı. Sırtlarını birbirlerine emanet eden askerlerinin bile ödü kopuyordu.

“Kayra, senin için çok zor biliyorum. İstersen başka bir komutana bu görevi verebilirim. Yaratıklar dehşet verici seviyede tehlikeli ve bu türleri en çok sen avladın. Tecrübenin limitlerini tartışamam bile.”

“Komutanım emrinizi verin.” Yeşil gözlerinin

(29)

29

rengi kaybolmuş Kayra, kesin ve karşı konulamazdı.

Komutan şuan önündeki adamdan çekinmişti, görev konusunda aksini söyleyemedi.

“Yaratıkların sınıfını, bilgi ve ayrıntılarını sormadın. Neyle karşılaşacağını bilmiyorsun bile.”

“Fark etmez.” Kayra, donuk bakışı ve korkunç tavrıyla tek kelime etmişti. Oda iyice sessizleşmişti.

“Tamamdır evlat. Görev senin. Yaratıkların sınıfı mitorit. Ekibini topla ve işi bitir. Onların kellesini istiyorum anlaşıldı mı?”

“Emredersiniz. Komutanım bana güveniyor musunuz?”

“Evet.”

“O zaman yöntemlerimi lütfen sorgulamayın.

Bu iş için ekibimin hayatını riske atmayacağım. Tek başıma halledeceğim.”

“Kayra, söylediğin mümkün değil. Bir başına o yaratıkların ikisiyle birden mücadele edemezsin.

Tamam muazzam nesilden birisin. Yeteneklerini asla küçümsemem. Fakat o yaratıklardan sadece birini indirmek için elit takımdan yedi kişilik timimi görevlendiriyorum. Sen nasıl olur da ...”

Komutan sözünü yutkunarak yarıda bıraktı. O an karşısında duran şeyin askeri olmadığına emindi.

Kayranın gözlerine baktığında aklına bir mitorit gelmişti. Mitoritler derecelendirmesi on üzerinden altı seviyesinde , 3 ile 5 metre uzunluğunda, 3 metre boya erişebiliyorlar, çeliğe yakın sertlikte pençeleri vardı. Önceden hangi hayvan olduğu bilinmiyordu. Evrilmiş çağ dışı varlık… Dört ayaklı.

Genelde elit takımdan oluşan yedi kişi bu canavarlardan biriyle başa çıkabiliyordu. Rengi

(30)

30

siyah ve metalik karışımıydı. Eğik sırtlı, kuyruksuz.

Çok tehlikeli, tek içgüdüsü öldürmekti. Mitorit bu denli korkunçtu. Komutan şuan mitoritten değil de karşısında duran insan görünümlü canavardan daha fazla çekiniyordu. Komutan öyle korkak birisi değildi.

Ama karşısında duran gözü intikam bürümüş karanlık varlık onun sözünü yarıda bırakmasının tek nedeniydi. Çekinerek sözüne devam etmeye çalıştı.

“Tamam evlat, sen nasıl istersen öyle olsun ama bilmeni isterim hazırda bir tim bekleyecek, her ihtimale karşı ava yakın bir mesafede seni kollayacaklar. Umarım ihtiyacın olmaz.”

Kayra baş selamını verdi. Hiçbir şey demeden odadan volkan gibi çıktı. Onun bu halini gören askerler söyleyecek söz bulamadılar. Kayra karargahtan çıkmamıştı, hologram çağrı sistemiyle Yuziki’yi aradı.

“Hayatım her şey yolunda mı?”

“Göreve gidiyorum Yuu.”

“Kayra iyi misin?

“Anlatacağım. Önce görevimi yerine getirmem gerekiyor. ”

“Tamam, sen nasıl istersen. Ama dikkatli ol lütfen…”

“Tamam.”

“Hayatım, seni seviyorum.”

“Bende seni seviyorum, Yuu.” Görüşme sonlanmıştı. Yuziki, derin düşlere dalmıştı. Gözleri dolmuştu. Eşinin hali normal değildi. Bunun farkındaydı.

***

(31)

31

Komutan gerekli mühimmatı almak için depoya gitti. Yüksek kalibreli otomatik tüfekten iki adet aldı. Birini sırtına asıp diğerini boynundan sarkıttı. El bombaları, ateşli kasatura, ve sırtında özel yapım bir kılıç... Av, savaş veya cehennem adı her ne olursa olsun o şuan hazırdı. Komutanın vermiş olduğu emir açıktı fakat kafası onu gözetlemeye gelecek ekibe takılmıştı. Yan taraftaki diğer mühimmat odasına gitti. Elite tim hazırlıklarını yeni bitirmişti. Önce kapı hiddetle açıldı. Tim kapıya baktı. Kapıdan giren varlıkta ruh ve duygu yoktu.

Komutanla göz göze gelmekten kaçınan tim olacağı merak ediyordu.

“Beni bilen bilir. Sinirli birisi değilim. Fevri hareketlerden kaçınırım. Sonucunu kestiremediğim savaşa pek girmem. Askerlerime karşı hep samimi oldum. Geri de kaldım, kimseyi geride bırakmadım.

Anlaşıldı mı?” Tim afallamıştı. İçlerinden birisi çekinerek konuştu.

“Komutanım, sizi iyi tanıyoruz. Lütfen emrinizi açıkça söyler misiniz?” Komutanın beton suratı bir an yumuşar gibi oldu ama tonlarca ağırlık baskın geldi.

“Arkadaşlar, bu av benim için kişiselleşmiştir.

Dona teyze uzun zamandır tanıdığım birisiydi. Onun iyilik dolu yüreğini size anlatmak isterdim ama bunun için vaktim yok. İstesem günlerce odadan çıkamayız. O kadın eşini kaybetti. Yine de bizim için elinden geleni yapıyordu. İnsanlığımızı kaybetmeyelim diye çok çaba sarf etti. Bugüne kadar kimsenin iyiliğinin altında kalmadım.

Karşılığını verdim. Lakin bugün Dona teyzeye veda

(32)

32

etme fırsatım bile olmadı. Benim elimden bunu alan yaratıklar o dakikadan itibaren ölü sayılır.”

Timden biri aniden komutan sözünü kesti.

Bunu yaptığına pişman olmuştu hem de ağzından ilk kelimesi çıkar çıkmaz. Yine de cümlelerini tamamlama cesaretini gösterebilmişti.

“Komutanım…ıııı, mitorit’den bahsediyoruz.

Hem de iki tane mitorit. Bu yaratıklar çok tehlikeli, yedi kişilik tim onlardan bir tanesiyle kafa kafaya başa çıkabiliyor. Sizi küçümseyemem. Ama…”

Komutan gözlerinden öfkesini kustu.

“Ne demeye çalıyorsun evlat, açık ol!”

“Komutanım siz kıymetlisiniz. Başımızda olmanız gerekiyor.” Komutan, solundaki askere döndü.

“Liam, benimle kaç operasyona çıktın?”

“1766 komutanım.”

“Kaçında başarısız oldum ya da ölçüsüz emir verdim.”

“Komutanım hata sıfır. Başarısızlık sıfır.”

Komutan, bir önceki sözleri söyleyen elit timin çaylağına baktı.

“Duydun mu acemi?”

“Duydum komutanım. Ben sadece endişelendim. Kusura bakmayın. Bir daha olmaz.”

Komutan bir anlığına kutupları andıran bakışlarını yumuşattı. Aceminin omzuna elini koydu.

“Endişelenme. Konuşmam bittiğinde odadan çıkıp av alanına gideceğim. Liam’a lütfen neden endişelenmemen gerektiğini sor.”

“Emredersiniz komutanım.” Komutan acemiyi önemsediysede aynı sertlikte yarım kalan

(33)

33 konuşmasını tamamladı.

“Komutanımızın size verdiği emri biliyorum.

Emir demiri keser. Maalesef ben kesebileceğiniz bir demir değilim. Arada kalmanızı asla istemem.

Kısacası yöntemlerimi sorgulamayın. Karışmayın, hazırda bekleyin, bana inanın.”

Hep bir ağızdan yedi kaplan kükredi.

“Emrederseniz komutanım!” Komutan başını saygıyla eğdi. Girdiği kapıdan aynı hiddetle çıktı. Elit tim harekat aracına bindi. Yolda acemi asker Liam’a sordu.

“Hey dostum komutanın sormamı istediği konu nedir?” Liam içini derince çekti. Ciğer sensörleri az kalsın arıza kaydı oluşturacaktı.

“Dostum burada öğrenecek çok şey var.

Önceliğin Kayra komutan. Adam timler içinde efsane. Yönettiği görevler, sağladığı faydalar, odaklandığı hedefler her açıdan kusursuz. Kendine olan güveni son derece yerinde. Onunla av veya keşif görevlerinde bulunman senin için öğretici olur.

Bak adamım, bundan uzun yıllar önce kara ormanın dışında bir göreve gitmiştik. Kayra komutasında o dahil yedi kişi vardı ve bize verilen istihbarat, hedefimizin bir adet mitorit olduğu yönündeydi.

Oraya vardık. Ortam çok sessizdi. Komutanın kulakları tıpkı kurdu andırıyordu. Teyakkuz halindeydi. Kendini ve çevresini koruyan emin adımları vardı. Birden sol arka taraftaki çalılıkta dal kırıldı. Sese anında tepki verdik. Kafamızı sesin geldiği yöne çevirene kadar komutan ortadan kaybolmuştu, bulunduğu yerde koyu toz bulutu vardı. Çalılığın arkasından uzaklaşan çarpışma

(34)

34

sesleri geliyordu. O yöne doğru koşarken ayaklarımızın dibine iri mitoritin kellesi yuvarlandı.

Çimenler ve çalı dalları yaratığın kafasının her yerine yapışmıştı. Yolundan sapmadan ayaklarımızın dibinde öylece bize bakıyordu.

Gövdesi olmayan yaratığın son bakışında dehşet vardı. Akıl almaz bir dehşet. Kendinden daha yırtıcı canavarı gören yaratığın şaşkın dehşeti. Hepimiz bakakalmıştık. Daha neyin ne olduğunu anlamadan iki orta büyüklükte dirapatın cansız bedenini arkasında sürükleyerek gelen her yeri kan içinde kara ormanın en tehlikeli canavarını gördük.

Gözlerinin rengi kaybolmuş, içinde insanlık adına hiçbir iz yoktu. O an etrafta korkulacak tek varlık tam karşımızdan bize doğru geliyordu. Önüme dirapatların leşlerini fırlatıp kellerini kesmemi söyledi. Bütün tim şaşkınlıkla donup kalmıştı. Korku, saygı, kafa karışıklığı…İçimizde o saniye sadece bunlar vardı. Bir anda tekrar döndü - Liam, hemen yap. - dedi. Kıpırdanıp dirapatların bedenleri hafiflettik. O bir kayaya geçti, sigarasını yaktı gözlerini ormana dikip düşüncelere daldı. Dostum dirapat diyorum. Mitoritten kalır yanı olmayan 5/10 derece iğrenç avcılar…Renginin farklı olması, çelik pençelerinin biraz küçük olması seni aldatmasın.

Dört ayaklı kaplanı andıran, 2-3 metre uzunluğunda iki metre boyunda pislik mutantlar.O serserilerinden birini elit takımdan üç kişi ancak alt ediyor. Ve bu adam dakikası dolmadan bir mitorit ve iki dirapatın mezarını nasıl olurda kazar.

Referanslar

Benzer Belgeler

A) Berke’yi erik yerken görmüş. B) Berke, erikleri yediğini söylemiş. Anne o gün erik almıştı. Yemekten sonra verecekti çocuklara. Erikleri tabağa boşalttı. O güne

Aşağıda Şeyma’nın aile ağacı gösterilmiştir.. 5 Lütfen sonraki sayfaya geçiniz. 14 -Aşağıdakilerden hangisi oyun kurallarına uymayan

Sözleşme’nin Şirket Tarafından Haklı Feshi: KULLANICI’nın, Site’yi, ÜRÜN ve/veya İÇERİKLERİ hukuka ve Sözleşme’ye aykırı, amacı dışında, hileli veya uygunsuz bir

 ŞAHSA AİT BANKA HESAP CÜZDANI ORJİNALİ (ISLAK İMZALI ,KAŞELİ) VEYA SON ALTI AYLIK HAREKETLERİ İÇEREN GÜNCEL BANKA HESAP DOKUMU BAKİYELİ (BANKADAN ISLAK IMZALI

Yükseköğretim Kurulu Başkanlığınca 31.07.2008 tarih ve 26953 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan ve 19.09.2009 tarih ve 27354 sayılı Resmi Gazetede yeniden düzenlenen

Çünkü her şeye rağ- men (toplumsal baskılara, çocuklardan gelebilecek tepkilere) şefkat ihtiyacı olan bir varlığa yardımcı olunacaktır. Bu süreçte üvey annenin

Yukarıda verilen şekillerle ilgili aşağıdaki bilgiler verilmiştir. Kare şeklinden 8 adet bulunmaktadır. Dikdörtgen şeklinden 6 adet vardır. Üçgen şeklinden 4 adet vardır.

- Mikro İşletme: 10 kişiden az çalışan, yıllık net satış hasılatı veya mali bilançosundan herhangi bir 3 milyon TL’yi aşmayan işletmeler. - Küçük İşletme: 50