• Sonuç bulunamadı

ÜNİTE DİN SOSYOLOJİSİ İÇİNDEKİLER HEDEFLER MODERNLEŞME, KÜRESELLEŞME, SEKÜLERLEŞME VE DİN

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "ÜNİTE DİN SOSYOLOJİSİ İÇİNDEKİLER HEDEFLER MODERNLEŞME, KÜRESELLEŞME, SEKÜLERLEŞME VE DİN"

Copied!
20
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İÇ İNDEK İLER

• Büyük Anlatılar Çerçevesinde 

• Modernleşme

• Modernleşme Sürecinde Din

• Çoklu‐modernlikler, Türkiye ve Din

• Küreşelleşme ve Din İlişkisi Üzerine

• Küreselleşmenin Dini Hayat Üzerine  Etkisi

• Uluslararası İlişkilerde Dinin Rolü

• Küreselleşme, Türkiye ve Din

• Sekülerleşme ve Din İlişkisine Bakış

• Klasik Sekülerleşme Teorisi ve Din

• Klasik Sekülerleşme Teorileri

• Yeni Sekülerleşme Teorileri ve Din

HEDEFLER

• Bu üniteyi çalıştıktan sonra; 

• Modernleşme sürecinde din, çoklu  modernlikler ve Türkiye’de dinin  moderniteyle ilişkisine dair temel  bilgileri öğrenecek,

• Küreselleşmenin dini hayat  üzerindeki etkisi, uluslararası  ilişkilerde dinin rolü ve bunların  Türkiye’ye yansılamalarını anlayıp  açıklayabilecek,

• Farklı sosyolojik sekülerleşme  yaklaşım biçimlerinin dine ilişkin  genel bakış açılarını 

kavrayabileceksiniz.

 

 

   

MODERNLEŞME, KÜRESELLEŞME,  SEKÜLERLEŞME VE DİN  

DİN SOSYOLOJİSİ 

 

ÜNİTE

13

(2)

  Modernleşme; 

sanayileşme,  şehirleşme,  rasyonelleşme ve  sekülerleşme gibi alt 

süreçlerin adıdır. 

  Modernite, post‐

modernite,  küreselleşme ve  sekülerleşme gibi 

kavramların  analizleriyle aslında 

çağın ruhu  yakalanmaya  çalışılmaktadır. 

MODERNLEŞME, KÜRESELLEŞME, SEKÜLERLEŞME ve  DİN 

Çeşitli sosyal bilimsel alanlarda olduğu gibi din sosyolojisinde de teorik  yaklaşımlar ve kavramlar birer analitik (çözümlemeci) araçlar olarak 

kullanılırlar. Tabii bilimler laboratuvar ortamlarında birçok ölçüm aletlerinden  yararlanırken; sosyal bilimlerde bunlar, teoriler ve kavramlar şeklinde ortaya  çıkarlar.

 

Beşeri ya da sosyal bilimlerde kullanılan bu tür tahlil araçlarının belli  sosyal ve kültürel ortamların ürünü olduğu unutulmamalıdır. Bu bakımdan  sosyal bilimciler, çeşitli iç ve dış faktörlerin ve dinamiklerin etkisiyle bu  sosyolojik kavramların muhtevalarının değişebileceğini belirtmektedir. 

Teorilerin ve kavramların tarihi‐toplumsal temelli açıklamalar olduğunu  ifade ederken bunların din sosyolojisinde kullanılmayacağını söylemek 

istemiyoruz. Ancak sosyologların bunları kullanırken çok dikkatli olmaları ve  hangi anlamda kullandıklarını belirtmeleri gerektiğini dile getirmek istiyorum. 

Bunların doğru ve önyargılardan uzak biçimde kullanılmaları sosyal bilimsel  araştırmalarda önemli olmaktadır. 

Günümüz toplumların işleyiş biçimlerini ve temel özelliklerini belirleme  adına yoğun sosyolojik araştırma ve tartışmalar devam etmektedir. Büyük  hikayeler olarak da bilinen modernite, post‐modernite, küreselleşme ve  sekülerleşme gibi teori ve kavramlarla “çağın ruhu”nun (Furselth, 2006: 75‐96)  yakalanması amaçlanmaktadır. Sosyal bilim dallarında farklı yönleriyle 

gündeme gelen ve araştırma konusu yapılan bu kavramların ve teorik bakış  açılarının tanımladıkları sosyal ilişkilerin din sosyolojisinde önemli bir araştırma  alanı teşkil ettiğini söyleyebiliriz. 

Modernleşme ve bundan türeyen ya da bununla ilişkili olan kavram ve  süreçlerle din arasındaki ilişkilerin analizine girmeden evvel, bu kavramın  anlamı üzerinde kısaca durmakta yarar vardır. 

Kökleri V. yüzyıla kadar uzanan Latince “modernus” kelimesi, eski  putperestlik dönemi ile yeni Hristiyanlaşma dönemini ayırmak üzere  kullanılmıştır. Böylece linguistik (dil bilimsel) olarak modern kavramı, eski  dönemin yerine yakın geçmişe ya da mevcut zamana ait olana işaret etmek için  kullanılmaya başlamıştır. 

Türkçede “çağa ait” anlamına gelen modern kelimesi ilk önce “asri” 

olarak kullanılmış, daha sonra “çağdaş” terimi bunun yerine ikame edilmiştir. 

Nihayet günümüzde modern kelimesi yaygın bir kullanıma sahip  olmuştur.(Günay, 2011: 24‐34; Bodur, 2010: 33‐48) 

Modernleşme, insanoğlunun sosyo‐kültürel seviyelerinde, düşünce ve  yaşama biçimlerinde, tutum ve davranışlarında, değerlerinde gelenekselden  ayrı olarak yeni hayat telakkilerinin hakim olması anlamına gelmektedir. 

Sanayileşme, şehirleşme, rasyonelleşme ve sekülerleşme modernleşmeyi  meydana getiren alt süreçlerdir. Buna göre kurumsal farklılaşma, 

bürokratikleşme ve uzmanlaşmış iş bölümünün artması, bilim ve teknolojinin  gelişmesi, sosyal ilişkilerin kurumsallaşması, okuma‐yazma bilenlerin sayısının  artması, eğitim‐öğretim kurumlarının ve bilhassa yüksek öğrenimin 

yaygınlaşması gibi gelişmeler modernleşmenin göstergeleri arasındadır. 

Bütün bu gelişmelere ve göstergelere bakarak modernleşmeyi tarım  toplumundan gelişmiş sanayi toplumuna doğru bir geçişi ve değişimi içeren  daha geniş ve kapsamlı toplumsal değişim süreci olarak tanımlamak  mümkündür. 

(3)

  Marx, Durkheim, Comte 

ve Weber gibi  sosyologlar  moderniteyle birlikte 

dinin öneminin  azalacağını iddia 

Dönem itibariyle başlangıcı tartışılan modernleşmenin bilhassa  Aydınlanma Çağı sonrasındaki Batılı toplumların yapısını tasvir etmek ve  tanımlamak üzere kullanıldığı anlaşılmaktadır. Modernleşme, Batılılaşma adı  altında gelişmekte olan ülkelerin gündemine oturmuş ve dünya ölçeğinde bir  yaygınlığa ulaşmıştır. 

Modern sözcüğünden türetilen bir başka kavram olan modernite  (modernlik, çağcıllık) de, modernleşme sürecindeki toplumun en son halini ve  bu dönemle ilişkili yaşama biçimi ve stilini tasvir etmek üzere yaygın bir  kullanım kazanmıştır. Batı’da iki devrimi kapsayan ve daha çok 1800’lü yılların  ürünü olduğu anlaşılan modernitenin, sosyoloji yazınındaki ağırlığı 1960’lara  kadar devam etmiştir. 

Modern zamanların ruhu, düşüncesi ya da karakteri anlamına gelen  modernizm de modern kavramından türetilmiştir. Modernizm, modernliğin  felsefi temeli olarak yeni bir yaşama biçimi ve dünya görüşünün 

parametrelerini veren bir ideoloji olmuştur. Modernleşmenin Batı’da gelişen  sistemik yapıları içeren kapsamlı bir değişim süreci olduğunu belirtmiştik. Bu  bakımdan modernleşme teorisi toplumsal gelişme modeli olarak başta Talcott  Parsons olmak üzere ABD’li fonksiyonalist sosyologlar tarafından 1950 ve  1960’larda yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Modernleşme tanımı üzerinde  nerdeyse bir tekel oluşturan bu modelin en belirleyici unsuru, sosyal değişmeyi  ve ekonomik gelişmeyi engelleyici olarak görülen geleneksel değerler yerine,  insan davranışlarını gelişme yönünde motive edecek yeni değerlerin ikame  edilmesidir. Bu bakımdan modernleşmenin tipik tezahürü olarak görülen  kapitalistik gelişmenin motivasyon kaynağının Protestan ahlakı olduğu  belirtilmiştir. Yine modernleşme ile ilişkilendirilen yeni sosyal ilişki ağları,  kültürel değerler ve siyasi kalıplar geleneksel değerlerin üstesinden gelecek  yeni temel motivasyon kaynakları olarak görülmüştür. 

 

BÜYÜK ANLATILAR ÇERÇEVESİNDE MODERNLEŞME 

 

Modernleşme Sürecinde Din 

Toplumsal ilişkilerin geliştirilmesi ve sürdürülmesinde anlam 

sistemlerinin son derece önemli olduğu ifade edilmektedir. Din sosyologları  anlam dünyalarının daha geniş dini sistemin bir parçası olduğunu kabul  etmektedirler. Dini kurum; inançlar, ibadet, pratik ve ritüeller, semboller ve  değer tanımlamaları gibi unsurlardan meydana gelir. Böylece din ve dini hayat  toplumsal bütünün bir alt sistemi olarak hem kendi unsurlarıyla hem topyekûn  toplumla etkileşim halindedir.

 

Dinin toplumsal yapılarla ve süreçlerle son derece karmaşık ilişki ağlarıyla  birleştiğini söylemek mümkündür. Böylece dinle modernleşme ve onun 

şehirleşme, rasyonelleşme, sanayileşme ve sekülerleşme gibi alt sistemleri ve  oluşturucuları arasında karşılıklı etkileşim ilişkisinden bahsedilebilir. 

Modernleşme ile din arasındaki ilişki biçimlerini birkaç başlık altında  toplayabiliriz. 

 Modernleşmenin dinin toplumsal etkinliğini azalttığını ileri süren  yaklaşımlar 

 Modernleşmenin dini hayatta ve dindarlık düzeylerinde  farklılaşmalara neden olması 

 Dinin modernleşmeyi engelleyici bir güç olarak görülmesi 

 Dinin modernleşmeye yol açması 

(4)

Marx, Durkheim ve Weber gibi klasik modernite teorisyenleri toplumların  modernleşmelerine paralel olarak dinin toplumsal önemini ve etkisini 

kaybedeceğini hatta gözden kaybolacağını iddia etmişlerdir. Bu çerçevede dinin  bireysel bir mesele haline geleceği ve bireysel düzeyde de dini bağlılık ve  pratiklerde bir gevşemenin olacağından söz edilmiştir. Klasik modernite  teorisyenleri “ilerleme” fikrine ve endüstrinin gücüne inanmışlardır. 

İnsanoğlunun akıl yoluyla, objektif ve evrensel olan rasyonel bilgiyi elde  edebilecekleri bu dönemin hakim düşüncesi olmuştur. Test edilip doğruluğu  ispatlanan bu bilgi vasıtasıyla toplumun tüm kesimlerinin sosyal hayatlarının  tüm boyutlarında bir iyileşmenin görüleceğinden bahsedilmiştir. Dinin bu  süreçte böyle bir başarıyı mümkün kılamayacağı iddiasıyla eleştirildiğine şahit  olunmuştur. 

Bağımsız kararlar alabilen modern bireyin doğuşuyla dinin artık dünyevi  meseleler üzerinde müdahalesinin söz konusu olamayacağı iddia edilmiştir. 

Modernite ile dinin etkisinden kurtuluş, modern bireyin dine referansta  bulunmaksızın sosyal ilişkileri düzenleyip toplumu organize edeceğine  inanılmıştır. 

Modern bireyin ilerleme adına oluşturduğu toplumsal düzen nasıl  sürdürülecektir? gibi birçok soru sosyologların gündemine yerleşmeye başladı. 

Modernitede dinin yeri ve rolü, sosyal bilimcilerin teorik yaklaşımlarında  dikkate alınmaya başladı. Ayrıca sosyal bilimciler arasında modernleşmenin  dinin birey ve toplum üzerindeki etkilerini yok edeceği şeklindeki inanç öylesine  güçlüydü ki, bunun değişmesi ve sorgulanması 1960’lı yıllara kadar sürmüştür. 

Sanayileşmiş toplumlar, dünya görüşlerini dini inanç ve sembollerden  bağımsız oluşturma eğilimindedirler. Modernleşmenin meydana getirdiği  değişim ve dönüşüm sonucu ortaya çıkan dünya görüşleri, bu toplumların  geleneksel inanç sistemlerini şekillendirmeye başlamıştır. Bu durum yalnızca  dini kurum ve oluşumlarla toplum arasında bir çatışma anlamına gelmekte,  aynı zamanda dini grupların içerisinde de bir çatışmaya neden olmaktadır. 

Böylece dinde meydana gelen değişim bazen, “modernizm” sözcüğü ile  açıklanmıştır.  

Modernleşme ve değişim bir yandan geleneksel din kavramının üzerinde  etkili olup farklı dini yorumlara yol açarken bir yandan da dindarlık 

düzeylerinde çeşitlenmelere neden olmuştur. Bugün modernleşmiş toplumlar  dahil dünyanın birçok yerinde çeşitli tezahür biçimleriyle bir dini canlanmadan  söz edilmektedir. Modernleşme, yeni dini oluşumlara sebebiyet vererek din  kurumu ve dini hayatta bir kısım değişmelere kaynaklık etmiştir. 

Şerif Mardin’in bir gazeteye verdiği “Günümüz Türkiye’sinde İslam” 

konulu mülakatta ve onun etrafında gelişen tartışmalarda bir “İslami diriliş” ten  söz edilmektedir. (Mardin, 2011; Akyol, 2011; Kahraman, 2011; Kıvanç, 2011; 

Alpay, 2011)Türkiye’nin dindar bir toplum olduğu, ancak bu dindarlaşmanın  köktenci ya da siyasal İslamcı söylem ve aktivitilere yol açmadığı bunun yerine  daha liberal yorum ve anlayışların ön plana çıktığı belirtilmektedir. Bu süreçte  modernleşme olgusunun önemli rol oynadığına bilhassa dikkat çekilmiştir. 

Modernleşme ve onun beraberinde getirdiği değişim ve dönüşüme karşı  tepkisel bir tavrın geliştiği de görülmektedir. Modernleşmenin geleneksel  dayanışma bağlarını tahrip ettiği, dolayısıyla kimlik bunalımına, anomiye,  yalnızlığa ve yabancılaşmaya yol açtığı gerekçesiyle anti‐modernist bir tavrın  çeşitli dini kesimlerde yükselişine şahit olunmaktadır. Böyle  tepkisel hareketin  modernleşmeye engel olacağı, modernleşme‐din ilişkisi bağlamında ele alınan  bir başka konu olmuştur. 

(5)

  Kimi Batılı yazarlar  İslam’ın demokrasiyle  uzlaşmasının mümkün 

olmadığına ilişkin  görüşlerini ön yargılı 

olarak sık sık tekrar  etmektedirler. 

Amerika Birleşik Devletleri’nde 20. yüzyılın ilk çeyreğinde modern 

“ilerleme” fikrini reddeden, modernleşme karşıtı bir gücün doğuşuna şahit  olunmuştur. Modern topluma bir reaksiyonu ifade eden dini fundamentalizm  (köktencilik), bilhassa bilim olmak üzere modern olan her şeyi reddetmiş ve  ABD’nin modern öncesi dini‐kültürel mirasını faaliyetlerle yeniden 

canlandırmaya yoğunlaştırmıştır. Fundamentalistler, modernleşme ve 

beraberinde meydana gelen köklü değişimin toplumsal yapıları bozduğunu ve  insanları köklerinden kopararak yabancılaştırdığını iddia ederek kurtuluşun  İncil’in literal (lafzi) okunmasına dayalı esaslarına dönmede yattığını  belirtmişlerdir. 

Dinin, bir başka açıdan, modernleşmeye yol açtığından söz edilmiştir. 

Dinin bağlıları üzerinde meydana getirdiği zihniyet ve davranış biçiminin bazı  durumlarda modernleşme yönünde bir değişime neden olacağı ifade edilmiştir. 

Max Weber’in Batı modernleşmesinin kaynağını dinde gören Protestan Ahlakı  ve Kapitalist Zihniyet isimli ünlü tezi, bu kategoride önemli bir örnektir. 

Dini inanç, sembol ve aktivitelerin ekonomik kalkınma üzerinde etkili  olduğu birçok ampirik araştırmalar tarafından ulaşılan bir sonuçtur. Ancak dini  öğretilerin ekonomik ya da başka türden gelişmeler için bir araç olarak 

kullanılmasının, dini, gerçek kurumsal anlamından uzaklaştıracağından endişe  edilmiştir. 

Çoklu Modernlikler, Türkiye ve Din 

Modernleşme teorisyenleri, modernitenin temel özellikleri olarak  belirledikleri kapitalizm, demokrasi ve bilime dayalı ilerleme fikrine uyan  toplumları modern, uymayanları da modern karşıtı toplumlar olarak tasvir  etmişlerdir. Batıyı modernleşmenin merkezine oturtarak mutlaklaştıran ve  eşsizleştiren bu yaklaşımlara göre modernleşmek için bu kiriterlere uymaktan  başka bir çare yoktur. 

Batı merkezli modernleşme teorisyenlerinden olan Bernard Lewis ve  Samual Huntington İslam’ı, kapitalistik üretim tarzı bakış açısıyla ve demokrasi  ile uzlaşması mümkün olmayan bir din olarak resmedip oryantalisttik ön  yargılarını her fırsatta dile getirmişlerdir. İslam hakkında Batı’da üretilen  sözlerin aşırı genellemelere ve basitleştirmelere dayandırıldığını belirtmek  gerekir. Bilimsel bilginin evrensel ölçütleri arasında yer alan objektiflik kuralı,  eleştirel bakış açısı ve ampiriklik, İslam söz konusu olduğunda pek dikkate  alınmamaktadır. 

İslam, modern Türk toplumunun ve kültürünün şekillendirici amili olarak  önemli bir referans kaynağı olmaya devam etmektedir. Ancak modern 

Türkiye’de dinin toplumsal tezahürlerine baktığımızda, İslam’ın monolitik  (tekbiçimci) bir din olmadığını görürüz. Mevcut İslam anlayışı ve pratiği, resmi‐

kitabi İslam’dan halk İslam’ına, mistik tasavvufi pratikten, yenilikçi İslami  anlayışa kadar büyük bir çeşitliliği barındırmaktadır.   

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren uygulamaya konulan  modernleşme projesi, yeni dini eğitim ve öğretim programı ve kurumlarıyla iyi  eğitilmiş dindar elitin doğmasına yol açtı. Bu yeni modernist İslami elit ve  gruplar bir yandan İslami canlanışta önemli rol oynarken, diğer yandan piyasa  modeline dayalı ekonomik gelişmede ahlaki değerlerin moral dindarlığın rolü,  kadının statüsü dahil temel hak ve özgürlükler ve demokratikleşme gibi 

“modern” ilgiler hakkında sorular sormaya başladılar. 

Türkiye’de dinin konumu ile ilgili gerek yurt dışında gerek yurt içinde  yapılan ve 1990’larda ivme kazanan çalışmalar, farklı modernizm yorumlarının  göstergeleri olarak önemlidir. Buna göre, “Türkiye’de Din, Toplum ve 

(6)

  Küreselleşme, dünyada 

meydana gelen her  hangi bir  olayın/olgunun kısa 

sürede her tarafa  yayılmasıdır. 

Çağımızda bir tek   modernleşme şekli 

yerine çoklu  modernitelerden  bahsedilmesi daha 

uygun olacaktır. 

Modernite”, “Sekülerizm, İslam ve Demokrasi”, “Türkiye'de Din, Toplum ve  Siyaset”, “Türk Modernleşmesi ve İslam”, "Türkiye'de Modernizm, 

Sekülerleşme, Demokrasi ve AK Parti", “İslam‐Batı ilişkileri”, “İslam ve 

Modernlik Üzerine”, “İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri” gibi, birçok Türk ve yabancı  araştırmacıların Türkiye’de İslam’la ilgili yaptıkları çalışmalar, din ve modernite  konusunda farklı algıları göstermektedir. 

Eisenstadt tarafından geliştirilen çoklu moderniteler tezi, orijinal Batılı  modernitenin  tektipleştiriciliğinin dışında çoklu modernlik yorumlarının  olduğunu ileri sürmektedir.  Modernite projesinin başarısızlığı ve bir sosyal  krize yol açtığı hususunda 1960’lardan sonra sosyal bilimciler arasında bir  eğilim değişmesine şahit olunmuştur. Bu durum iki asır önce teklif edilen,  ekonomik gelişme ve maddi refah yönündeki vurgusuyla ilerleme anlayışının  makullüğünün sorgulanmasını kaybetmesi anlamına gelmektedir. 

Sosyo‐kültürel değişimi ve dönüşümü tanımlamak üzere kullanılan  modernite kavramı,  plüralist (çoğulcu) bir toplum tipi çerçevesinde her ülkenin  kendi lokal tecrübelerine dayalı bir modernlik tanımlaması geliştirecektir. Buna  göre Uzak Doğu toplumlarının farklı bir modernleşme yoluna girmeleri çoklu‐

moderniteler yaklaşımı içerisinde ele alınabilir. Gelenek‐modern karşıtlığında  içsel olan dışlayıcılık anlayışı yerine modernizmin kültürlerarası etkileşimin bir  sonucu olarak ulaştığı kapsayıcılığı çeşitli kültürler tarafından farklı modernite  anlayışlarına yol açmıştır. 

 

KÜRESELLEŞME VE DİN İLİŞKİSİ ÜZERİNE 

Geride bıraktığımız yüzyılın ortalarından itibaren dünyanın neredeyse  tüm toplumları köklü bir değişim ve dönüşüm tecrübesi yaşamaktadır. Artık  toplumlar ve ülkeler birbirlerinden kopuk ve bağımsız hareket eden sosyal  birimler değillerdir. Küreselleşme olarak tanımlanan bu süreçte dünyanın, ortak  sosyo‐kültürel ilişkiler ağıyla küçük bir köy haline geldiği, hemen hemen bütün  sosyal bilimciler arasında kabul görmüştür. 

Küreselleşme ile ilgili çalışmalar, değişik sosyal bilim dallarında bilhassa  sosyolojide 1990’lı yılların başında yoğun bir biçimde görülmeye başlamıştır. Bu  bakımdan neredeyse son yirmi beş yıldır küreselleşme, basında, akademik ve  siyasi çevrelerde, ayrıca popüler kültürde yoğun olarak tartışılan bir kavram  olmuştur. İnsanların, fikirlerin, imajların, paranın, mal ve hizmetlerin, ulusal  sınırların dışında dünya ölçeğinde serbestçe yayılması ve dolaşması sonucunda  meydana gelen etkileşimi, değişimi ve gelişmeleri tasvir etmek üzere çeşitli  küreselleşme tanımlamaları yapılmıştır. 

Küreselleşme hakkındaki teorik tartışmalar, ilk önce bu sürecin  mevcudiyeti ve mahiyeti etrafında cereyan etmiştir. Daha sonra bu sürecin  sonuçları ile ilgili çalışmalar bu alandaki yeni bir safhayı oluşturmuştur. Son  yıllardaki küreselleşme çalışmaları, daha çok bu sürecin olumsuz sonuçları  üzerinde yoğunlaşmışa benzemektedir. 

Dünyanın herhangi bir bölgesinde meydana gelen bir olgunun etkilerinin  kısa sürede başka yerlerinde de görülmesi anlamındaki küreselleşmenin  doğuşu, geride bıraktığımız yüzyılın son on yılındaki gelişmelerle 

sınırlandırılabilir mi? Tarihin derinliklerinde ticari, dini amaçlı kültürel  etkileşimler ya da savaşlar yoluyla insanların karşı karşıya gelmeleri  küreselleşmenin prototipi olarak görülemez mi? Çeşitli ülkelerde faaliyet  gösteren çok uluslu şirketlerin varlığı ekonomik küreselleşme değil midir? Bu ve  benzeri sorulara verilen cevaplar farklı küreselleşme anlayışlarının doğmasına  neden olmuştur. 

(7)

Üç temel küreselleşme   teorisi: Aşırı  küreselleşme, septik 

küreselleşme ve  dönüştürücü  küreselleşme olarak 

ifade edilebilir. 

Bağımlılık teorisinde   zengin ülkeler merkezi, 

fakir ülkeler çevreyi  oluşturur.   

Küreselleşme din ilişkisinin analizinde teorik çerçeve oluşturmada katkı  sağlayacak küreselleşme teorilerini üç grupta toplayabiliriz. Daha doğrusu  küreselleşme teorisyenlerinin düşünceleri üç ana teorinin doğmasına yol  açmıştır.(Rantanen, 2004: 5‐6) Bunlardan birincisi, ulus‐devletin 

önemsizleşeceğini ve sınırların kalkacağını vurgulayan aşırı küreselleşme (hyper  globalisation) teorisidir. Küreselleşmenin bir mit olduğunu ve ulusal 

ekonomilerin seviyesinin yükselişini açıklamak üzere geliştirildiğini iddia eden  septik küreselleşme (skeptical globalisation) teorisyenleri ikinci grubu oluşturur. 

Üçüncü kategoriyi; küreselleşmeyi hızlı sosyal, siyasal ve ekonomik değişimlerin  arkasındaki en temel güdüleyici güç olarak gören ve modern toplumların ve  dünya düzeninin bu süreçle yeniden şekilleneceğine inanan teorisyenlerin  geliştirdikleri dönüştürücü küreselleşme (transformationcal globalisation)  yaklaşımı meydana getirir.    

Geleneksel ulus devletlerin sonunun geldiğine inanan aşırı 

küreselleşmeci tez yanlıları gibi septikler de küreselleşmenin tek bir dünya  piyasasına yol açtığına inanmaktadır. Ancak birincilerin aksine septikler,  küreselleşmenin insanlık tarihinde yeni ortaya çıkmadığını, gelişmiş ülkelerle  gelişmekte olanlar arasındaki gelir adaletsizliğini daha da artırdığına  inanmaktadır. Bu yüzden küreselleşmenin medeniyetler çatışmasına yol 

açacağına inanan septikler, kültürel homojenleşmeyi ve ulus devletlerin gücünü  yitireceğini bir mit olarak görmektedirler. (Filiz, 85‐86), Son tezi savunanlar,  küreselleşmenin bir dünya toplumu meydana getireceğine inanmamaktadırlar. 

Ancak küreselleşmenin, olguları, anlamları, etkileri, inançları, tercihleri, tatları  ve değerleri temsil eden sembollerin üretilmesi, ifa edilmesi ve paylaşılması ile  ilgili sosyal düzenlemeler üzerinde etkili olacağını düşünmektedirler.(Rantanen,  2004: 5)        

Küreselleşme, tüm dünyada gerek etkileşimci ve birbiriyle bağlantılı  ağların yoğunluğu, gerek ilişkilerin köy ve kasaba gibi en küçük birimleri  etkileyecek kadar genişliği ile tarihte eşi benzeri olmayan yeni bir duruma   işaret etmektedir. Buna göre dünyanın sanayileşmiş bölgelerinde üretilen  zenginliğin ya da mal veya hizmetin çok uluslu şirketler yoluyla başka yerlere  taşınmasından ziyade, çeşitli ürünlerin parçalarının değişik ülkelerde üretilmesi  ve bu yolla birbirine bağımlılık ilişkisinin doğması, küreselleşme anlamına  gelmektedir. 

Serbest piyasa sisteminin ya da kapitalistik üretim biçiminin tüm dünyaya  yayılarak küresel bir güç haline gelmesiyle ve kitle iletişim teknolojileri devrimi  yoluyla insanların birbirinden kopuk ve kapalı topluluklar halinde yaşamalarının  zor olduğu ifade edilmektedir. İnsanlar, giderek birbiriyle bağlantılı ve birbirine  bağımlı dünyada yaşadıklarının bilincine varmışlardır.  

Bu süreçte kapitalizmin tüm dünya ölçeğinde etkili olması anlamında,  ekonomik hayatta yaşanan küreselleşmeyi göstermek veya yeni bağımlılık  ilişkisini ve bunun neden olduğu dönüşümü açıklamak üzere Immanual 

Wallerstein tarafından “dünya sistemleri” teorisi geliştirilmiştir. (Roberts, 2011: 

374) Bazen “bağımlılık teorisi” de denen bu yaklaşıma göre, kapitalistik  ekonomik modeli benimseyen zengin sanayileşmiş varlıklı ülkeler, dünya  ekonomilerinin “merkez”ini oluştururlar. Buna karşılık fakir, sanayileşmemiş  toplumlar da “çevre” ülkelerini meydana getirirler. Bu teori çevre ülkelerinin,  kaynaklara sahip olmamalarından veya çok çalışmamalarından değil, sermaye  ve teknolojiyi kontrol eden varlıklı merkez ülkeleri tarafından 

sömürülmelerinden dolayı fakir kaldıklarını belirtmektedir. 

Walllerstein’in Marksist ya da çatışmacı model üzerinden inşa ettiği ve  1980’li ve 90’ların en çok tartışılan küreselleşme teorilerinden biri olan “dünya 

(8)

  Dünyadaki tüm  ekonomilerin küresel 

kapitalizmin etki  alanına girmesi, 

“ekonomik  küreselleşme” olarak 

tanımlanmıştır. 

  Sosyal yapıların ve 

kültürlerin  modernleşmesi ya da 

sekülerleşmesi dini  hayat üzerinde etkili 

olmuştur. 

sistemleri teorisi” din hakkında fazla bir şey söylememektedir. Hatta önüne  geçilemeyecek bir güç olan modernleşme ve sekülerleşme yoluyla dinin eninde  sonunda toplumdan silinip atılacak bir kalıntı halini alacağı Wallerstein  tarafından iddia edilmektedir. 

Küreselleşme hakkındaki tartışmalar ilk önce bu sürecin ekonomik  boyutu üzerinde yoğunlaşmış ve bir ekonomik küreselleşmeden söz edilmiştir. 

Ancak bu konunun çeşitli sosyal bilimsel alanlardaki yansımaları, bu sürecin  siyasal ve dini‐kültürel boyutlarının da olduğunu göstermiştir. Son yıllarda din  sosyolojisi çalışmalarında, kültürel‐dini küreselleşme konusu önemli bir yer  tutmaktadır. Kültürel küreselleşme teorileri çerçevesinde dini seviyede yaşanan  küreselleşme süreci ile ilgili çalışmalar hayli yekun tutmaya başlamıştır. 

Sosyal davranışın temel güdüleyicisi olarak ekonomiyi öne çıkaran dünya  sistemleri teorisinin küreselleşme tartışmalarında önemli bir konumda olması,  farklı küreselleşme teorilerini bir süre gölgede bırakmıştır. Küreselleşmenin dini  yönüne dikkat çeken alternatif küreselleşme teorileri içerisinde Ronald 

Robertson tarafından geliştirilen teori, bilhassa önemli olmuştur. Böylece sosyal  süreçlerin belirleyicileri olarak kültürel değerlerin ve normların küreselleşme  perspektiflerinde daha ciddi bir şekilde ele alınmaya başladığı görülmüştür. 

  Robertson, dinin küreselleşme üzerinde etkili olduğunu ve bunun  küresel dönüşüm sürecinde önemli bir faktör olarak görülmesi gereğinin altını  çizmektedir. Ayrıca Robertson, dinin de bu süreçten birçok bakımlardan  etkilendiğini belirterek dinle küreselleşme arasında karşılıklı etkileşimin  varlığına dikkat çekmektedir. Yani din, yerine göre bağımsız, yerine göre de  bağımlı değişken olabilmektedir. (Roberts, 2011: 375)  

Din ve küreselleşme ilişkisini, küreselleşmenin iki temel oluşturucuları  çerçevesinde ele alabiliriz. Bunlardan biri, lokal ve modern öncesi ekonomilerin  yerine geçen ve dünya ölçeğinde yaygınlaşan kapitalist sistemdir. Aslında  kapitalizmin son safhasını temsil eden küresel ekonomik sistem birçok  toplumda, dini temelli sosyal hareketler üzerinde etkili olabilmektedir. 

(Lundskow, 2008: 341‐342)Küreselleşmenin diğer oluşturucu unsuru kitle  iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, çeşitli toplumlarda tecrübe edilen dini  hayattaki canlanmalara ve yeni dini hareketlerin doğmasına etki etmektedir. 

Neo‐liberal ekonomik modelin dünya ölçeğinde yaygınlaşması, dünyanın  sosyo‐kültürel bakımdan aynılaşması anlamında küreselleşmenin öteki 

oluşturucu öğesi olan ve dünyayı iyice daraltan kitle iletişim teknolojilerinin  kültürel küreselleşmeye yol açtığını söyleyebiliriz. Ancak bu iki oluşturucudan  birincisi, daha çok küreselleşmenin kültürel homojenleştirici yönünü ortaya  çıkarırken ikincisi, heterojenleştirici boyutuyla öne çıkmaktadır. 

Küreselleşmenin bu iki temel dayanağından yola çıkarak küreselleşme ile  dini kurum ve dindarlık arasındaki karşılıklı etkileşim ilişkisini analiz edebiliriz. 

 Küreselleşmenin Dini Hayat Üzerine Etkisi 

Dünya ülkelerinin giderek birbirine daha çok bağımlı hale gelmesi, çeşitli  dini hareketlerin doğmasında ve değişik biçimlerde şekillenmesinde önemli bir  faktördür. Dini geleneklerde görülen yenilikçi ve modernist yaklaşım ve  gelişmelerin motivasyon kaynaklarından biri şüphesiz, küreselleşme sürecidir. 

Küreselleşmenin önemli unsuru ve dayanağı olan kitle iletişim  teknolojilerinin bu süreçte yoğun bir şekilde kullanılması ve sanayileşmiş  toplumların iş gücü açığını karşılamak üzere bu ülkelere doğru işgücü göçü, dini  çoğulculuğa neden olmuştur. Bir yandan ekonomik liberalleşmenin dini alanda  meydana getirdiği gelişmeler, diğer yandan dini inanç, pratik ve sembollerin  serbestçe dolaşımı, dinin daha özgürlükçü yorum ve algılarına yol açmıştır. 

(9)

Dünya sistemleri tezi, sosyal davranışın temel güdüleyicisi olarak  ekonomiyi görmektedir. Bu bakımdan küreselleşmeyi ekonomik boyutun  yanında dini yönüne dikkat çeken alternatif küreselleşme teorileri de  geliştirilmiştir. Sosyal süreçlerin belirleyicileri olarak kültürel değerleri ve  normları daha ciddiye alan küreselleşme perspektifi Roland Robertson  tarafından geliştirilmiştir. 

Robertson’un küreselleşme teorisi bu sürecin din tarafından  etkilendiğini, dinin küresel dönüşüm sürecinde oldukça önemli bir aktör  olduğunu ileri sürmektedir. Buna karşılık dinin de birçok bakımlardan 

küreselleşme sürecinden etkilendiği kabul edilmektedir. Yani din, küreselleşme  konusunda yerine göre hem bağımlı hem de bağımsız bir değişken olmaktadır. 

Dünyanın tek bir sosyokültürel alan haline gelmesi yönündeki değişimi  belirtmek üzere kullanılan küreselleşme, birkaç birbiriyle bağlantılı süreçten  meydana gelir. Buna göre, ulus‐devletlerin birbiriyle yapısal bir bağımlılık  ilişkilerine girmeleri; toplumların birbirlerinden fikir, teknoloji, sanatsal 

kavramlar, kitle iletişim prosedürleri ve insan hakları ile ilgili tanımlamalar gibi  birçok kültürel unsurları alıp yeni sentezler oluşturmaları; diğerlerini kuşatıcılık  kapsamda çevrelerini genişletmeleri yönünde bir sosyalleşme tecrübelerinde  değişme; aile ve aşiret bağları gibi geleneksel kontrol mekanizmalarının  etkinliğini azaltmasıyla birlikte bir bireyciliğin gelişmesi gibi süreçler küresel  kültürün oluşturucularından bazıları olarak görülecektir. (Bodur, 2008: 17‐43) 

Küresel kültürün birbiriyle bağımlı süreçleri olarak görülen bu ve benzeri  değişim unsurları aslında modernleşme ve bununla bağlantılı değişim ve  dönüşüm süreçlerinin küresel ölçeğe taşınma girişiminden başka bir şey  değildir. Yani küreselleşme bir anlamda Batılı modernizmin tüm dünya  toplumlarına taşınarak uygulanabilir kılınması olarak da düşünülebilir. 

Evrensel dini geleneklerin doktriner ve ahlaki sistemleri gibi kurumsal  oluşturucuları, değişik seviyelerde olsa da, artan küresel etkileşim çerçevesinde  gözlenen değişimlere uyum çerçevesinde bir değişim talebiyle karşı karşıya  gelmektedir. Ayrıca küreselleşme süreci, günümüzdeki dini grup ve 

hareketlerin düşünceleri, yöntemleri ve işleyiş mekanizmaları üzerinde önemli  etkilere sahiptir. Küreselleşmenin dini alandaki bir başka etkisi de, çeşitli dini  gelenek, oluşum ve hareketlerin daha liberal yorumlara yönelmeleri şeklinde  olmaktadır. 

Küreselleşmenin etkileri bağlamında günümüzde, gerek evrensel dini  geleneklerin ve bunların içinden çıkmış dini oluşumların gerekse eklektik yapılı  yeni dini hareketlerin kendilerini yeni duruma uyarlayarak varlıklarını 

sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Bu dini oluşumların uyumlama sürecine  girmeleri ve diğer dini geleneklere karşı hoşgörülü davranma yönünde bir  değişim arzusu taşıdıkları fikri, sosyal bilimciler arasında yaygın bir düşünce  olarak gelişmeye başlamıştır. Uluslararası ilişkilerde ve işlerde yer alan ve belli  bir düzeyde tecrübe eden yerlerde dinlerin daha liberal ve toleranslı yorumları  benimsemeleri kuvvetle muhtemeldir. Bu bakımdan şehirler, ticaret merkezleri  ve diğer kültürler arası etkileşime sahne olan bölgelerde yaşayan halkın, daha  homojen görünümlü kırsal bölge insanına göre, heterojen ve çoğulcu yaşama  pratiği ile temayüz etme eğilimi yüksektir. 

Dinin kurumsal yapısı, diğer sosyal kurumlarla ilişkisi ve davranış norm ve  kuralları koyarak insanların tecrübelerini etkileyen anlam sistemi oluşturması,  küresel trendlerden önemli ölçüde etkilenebilmektedir. Rasyonel‐faydacı dünya  görüşünün küresel ölçekte yaygınlaşması, dinin kurumsal farklılaşması, iletişim 

(10)

Din, sosyo‐kültürel   değişmenin en güçlü  faktörlerinden biridir. 

teknolojilerinin gelişmesi, şehirleşme ve uluslar arası göç gibi küresel ölçekli  gelişmeler, din üzerinde etkili olmaktadır. (Roberts, 2011: 388) 

   

Uluslararası İlişkilerde Dinin Rolü 

Uluslararası ilişkilerde din, giderek artan bir şekilde önemli bir faktör  haline gelmeye başladı. Bu bağlamda diğer dini geleneklerde olduğu gibi İslami  canlanma, Batılı akademisyen, siyasetçi ve medya tarafından “Siyasal İslam”ın,  hatta kökten dinciliğin yükselişi olarak resmedilmiştir. İslami canlanmanın en  zayıf ve marjinal yönünü oluşturan siyasallık boyutu üzerindeki aşırı vurgu,  oryantalistik anlayışın ve ön yargının dışa vurumu olarak görülebilir. 

Günümüz dünyasında dinin toplumsal önemi ve rolü ile ilgili çalışmaların  hak ettiği yerde olmadıklarını söyleyebiliriz. Din, sosyo‐kültürel değişmenin en  güçlü faktörlerinden biridir.Teolojik olarak aşırı muhafazakar görünümlü birçok  dini hareketin piyasa ekonomisi bağlamında modern‐rasyonel davranış 

sergilediklerini söylemek mümkündür.  

Din, küreselleşme sürecinde her zaman bağımlı değişken değildir. Bazen  din, küresel süreçlerin nedeni olabilmektedir. Bazı dini organizasyonlar uluslar  arası boyutlarda faaliyet yürütebilmektedirler. 

Birçok dini hareketin ya da oluşumun dünyada çeşitli eğitim  programlarını yürüttüğüne şahit olunmaktadır. Aynı zamanda yoksul  bölgelerde bu tür dini hareketlerin halkın yaşam standartlarını yükseltmeye  yönelik projeleri yönettikleri de görülmektedir. 

Bilhassa 20. yüzyılın başlarından itibaren sayısı giderek artan Protestan  misyonerlerin neredeyse tamamı Amerikan vatandaşıdır. Şüphesiz Roma  Katolikleri ve diğer Hristiyan gruplar da misyonerler göndermektedirler. Ancak  bu alanda aktif olanlar ABD'den dünyaya yayılan Protestan Hristiyan 

misyonerlerdir. Bu misyonerlerin faaliyetleri yerli kültürlerin parçalanması gibi  uluslararası siyasette bir takım sonuçlar doğurmuştur. ABD kiliselerinin  sponsorluğunda Latin Amerika'da faaliyet gösteren misyonerlerin gittikleri  ülkelerden ziyade ABD'nin uluslararası çıkarlarını korumaya yönelik faaliyetler  içerisinde oldukları söylenmektedir. Açıkça ABD yönetiminin kilise 

misyonerliğiyle problemlerini, kapitalist işletme çıkarlarını ve ulusal güvenliğe  katkıda bulunması yönünde desteklediği bilinmektedir. Dini hareketler ve  kurumların uluslar arası süreçler üzerindeki etkisi başka şekillerde de  olmaktadır. Amerikalı yayın programlarını genişleterek bir çok bölgeye  ulaşabilmektedirler. Böyle yaparak Hristiyanlığın Amerikanlaşmış versiyonunu  yaymaya çalışmaktadırlar. (Roberts, 2011: 388‐389) 

Küreselleşme, Türkiye ve Din  

Daha evvel belirttiğimiz gibi küreselleşme; mal ve hizmetlerin, insanların,  inanç unsurlarının, kültürel ürünlerin, imajların ve değerlerin ulusal sınırları  aşarak tüm dünyaya yayılmasına katkı sağlayan bir süreçtir. Küreselleşmenin  biri kapitalizmin küresel bir sistem haline gelmesi anlamında ekonomik, diğeri  de dünyayı iyice küçülten kitle iletişim teknolojilerinin gelişmesi ve 

yaygınlaşması olmak üzere iki ana dayanağı vardır. 

Küreselleşmenin Türkiye’deki dini hayat üzerindeki etkilerini, bu iki temel  oluşturucuları ve dayanakları çerçevesinde analiz edebiliriz. Bilindiği gibi Turgut  Özal'ın 1983 yılından 1993 yılına kadar başbakan ve cumhurbaşkanı olarak  ekonomik ve siyasal alanda takip ettiği liberalleşme politikaları, Türk  toplumunda köklü değişmelere yol açmıştır. Özal döneminde, yani 1980 

(11)

  Çeşitli ekonomik,  siyasal ve kültürel 

oluşumlar,  küreselleşmeye karşı 

çıkma yerine, bu  süreçten yararlanma 

yoluna gitmişlerdir. 

sonrasında, ithal ikameci devletçi ekonomik model yerine, dışa açık ihracat  yönelimli politikalar uygulanmaya başlamıştır. Bu süreçte yapısal uyum ve  ekonomik reform programı çerçevesinde görülen liberalleşme çabaları,  toplumu küreselleşmenin etkilerine açmıştır. (Koyuncu, 2010: 106; Başkan,  2000: 273‐293) 

Küreselleşme bilhassa din‐devlet‐ekonomi ilişkileri bakımından önemli  sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yansımalarıyla kendini hissettirmiştir. 1980  sonrası dönemin akademik ve kamusal söyleminde din‐siyaset ilişkisini ele alan  çalışmalarda bir artış gözlenmiştir. Bu çalışmaların hemen hepsinde 

küreselleşmenin, Türk toplumunun dini hayatında bir canlanmaya yol açtığı tezi  öne çıkmaktadır. Küreselleşme sürecinin bilhassa 1990’larda Türk siyasal,  ekonomik ve kültürel hayatında önemli değişmelere neden olarak İslami  canlanmaya uygun zemin hazırladığı söylenebilir. 

Küreselleşme ile ilgili değişmeler, Türkiye'de serbest piyasa sisteminin  güçlendirilmesi çerçevesinde, ekonomik alanda küçük ve orta ölçekli 

işletmelerle yeni İslami orta sınıfın doğmasına yol açmıştır. Öte yandan çeşitli  toplumsal katmanlara mensup olanların yanı sıra, bu yeni kesimin sosyal,  ekonomik ve siyasal alanlarda etkilerini artırmak için küreselleşme sürecinden  yararlandıkları görülmüştür. 

Küreselleşmenin de etkisiyle ulusal ve uluslararası düzeylerde sosyo‐

kültürel, ekonomik ve siyasal fırsat yapıları ekonomik, siyasal ve kültürel  alanlarda dini temelli oluşumlara zemin hazırlayarak bir çeşitlenmeye ve  zenginliğe yol açmıştır. “Peti burjuva” olarak isimlendirilen küçük ticari  birimlerin, esnaf ve sanatkarların oluşturduğu geleneksel sınıftan beslenen bu  yeni ekonomik girişimciler grubu, geleneklerini ve dini değerlerini koruyarak  kültürel muhafazakarlıklarını liberal ekonomik rasyonellikle birleştirerek yeni bir  sentezle ve din algılarıyla temayüz etmiştir. 

Küreselleşme ile ilişkisi bağlamında, Kasım 2002 seçimlerinden bu yana  günümüze kadar üç dönemdir, oyunu artırarak tek başına iktidar olma 

başarısını gösteren Adalet ve Kalkınma Partisi, bir “ağ” toplumu olarak temayüz  eden küresel dünyada dinin güçlü bir kimlik kaynağı olması çerçevesinde, İslami  kimliği siyasal söylemlerle seslendirmektedir. Ak Parti hakkında araştırma  yapan Türk siyaset bilimcilerinin bu partinin Türk toplumunu İslamlaştırma ya  da İslami prensiplere uygun bir yönetim biçimini oluşturma yönünde bir gizli  gündeminin olmadığı noktasında hemfikirdirler. Türkiye’de 1970’li yıllarda  popüler olmaya başlayan siyasal İslami gelenekten gelen Ak Parti, kendisini  muhafazakar demokrat olarak tanımlamaktadır. Şüphesiz bu muhafazakarlık  ve demokratlık algısının şekillenmesinde küreselleşmenin de payının olduğu  ifade edilmektedir.(Özbudun, 2010; Keyman, 2010: 312‐327) 

Görüldüğü gibi 1980 sonrası dönemde siyasi, ekonomik ve sosyo‐kültürel  alanlarda aktif olan dini temelli organizasyonlar küreselleşmenin etkisiyle  kendilerini dönüştürmüşlerdir. Daha doğrusu 1980’lerden bilhassa 1990’lı  yıllardan itibaren küreselleşme süreçleri din, devlet ve ekonomi arasındaki  ilişkileri değiştirmiş, demokratikleşme ve sekülerleşme süreçleri üzerinde etkili  olmuştur.  

 

SEKÜLERLEŞME VE DİN İLİŞKİSİNE BAKIŞ 

Klasik Sekülerleşme Teorisi ve Din 

Sekülerleşme ya da dünyevileşme konusu, her bir sosyal bilim dalına  göre farklı anlamlara gelecek şekilde tartışılmaya devam etmektedir. Bu 

bakımdan tarihçiler, filozoflar, teologlar, hukukçular, sosyal ve siyaset bilimciler 

(12)

  Karl Marx (1818‐1883)  sınıflı kapitalist toplum 

tipinde dinin üst  tabakaların elinde  statükoyu sürdüren bir 

araç konumunda  olacağını iddia etmiştir. 

  Batı toplumlarında 

sekülerleşme,  modernleşme ile  birlikte meydana gelen 

bir fenomendir. 

meseleyi değişik yönleriyle ele alıp incelemektedirler. Modernleşme olgusunun  alt sistemi ve oluşturucusu olan sekülerleşme süreci din sosyolojisinin üzerinde  önemle durduğu konuların başında gelmektedir. 

XX. yüzyılın sonlarında neredeyse tüm toplumlarda dini canlılığın  görülmesi önemli küresel gelişmelerden biri olarak görülmüştür. Bu sürecin  açıklanması Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa’da farklı sosyolojik  perspektifler çerçevesinde olmuştur. Kuzey Amerika’da dini hayatta görülen  canlılık dini piyasa ekonomisi modeli çerçevesinde analiz edilmiştir. Oysa  Avrupa’da dinin toplumsal otoritesi etrafındaki tartışmalar sekülerleşme  teorileri ile yürütülmüştür. 

Dini‐sosyolojik perspektiften ele alınan sekülerleşme olgusu, din‐siyaset  ilişkilerinde yeni anlayışların ve teorilerin geliştirilmesine yol açmıştır. Bu  çerçevede hem süreç hem de teorik gelişme olarak sekülerleşme ile ilgili  tartışmalar din sosyolojisinde devam etmekte, hatta onun rotasını  belirlemektedir. 

Westphalia Antlaşması (1648) genel olarak modern ulus‐devlet 

sisteminin başlangıcına işaret eder.  Aynı zamanda birçok sosyal bilimci, bu yeni  modeli dünya tarihinde kutsalın öneminin azalmaya başladığı dönem olarak  görmektedir.(Esposito, 2000: 613‐639) İşte bu süreci tanımlamak üzere  modernleşme kavramsallaştırması çerçevesinde, sekülerleşme teorilerinin  geliştirilmeye başladığını söylemek mümkündür. 

Tarihsel olarak sekülerleşme kavramı, Protestan reformasyonunu tecrübe  eden Batılı toplumlarda kilise mallarının devletleştirilmesi sürecini tasvir etmek  üzere kullanılmıştır. Sosyolojide sekülerleşmenin yaygın kullanımı XIX. yüzyılın  başlarına tekabül etmektedir.Batı toplumlarında sekülerleşme, modernleşme  ile birlikte meydana gelen bir fenomendir. Sanayileşme süreciyle birlikte,  modern öncesi (pre‐modern) dönemde ağırlığı olan geleneksel değerlerin,  sosyal sistemin işleyişindeki belirleyici ve hakim rolünde bir azalma gözlenmeye  başlamıştır.  

Klasik Sekülerleşme Teorileri 

Klasik sekülerleşme teorilerinin izlerine ilk olarak Saint‐Simon (1760‐

1825) ve Auguste Comte (1798‐1857)’un yayınlarında rastlanmaktadır. Bu iki  düşünürün analizlerinde detaya inildikçe bazı farklılıklar görülse de “tekamülcü  toplum görüşü” aralarındaki en temel noktayı oluşturur. İnsanlık tarihinin belli  merhalelerden geçerek geliştiğini belirten bu sosyal bilimciler, bürokratikleşmiş  devlet yapısının ve bilimin artan etkisiyle geleneksel dinin gücünün, 

makullüğünün yavaş yavaş kaybolacağını iddia etmişlerdir. 

Bu görüş, daha sonra sosyolojinin önemli isimleri olan Marx, Durkheim  ve Weber’in yazılarına yansıyacaktır. Karl Marx (1818‐1883) sınıflı kapitalist  toplum tipinde dinin üst tabakaların elinde statükoyu sürdüren bir araç 

konumunda olacağını iddia etmiştir. Marx, kapitalizmin eninde sonunda sınıfsız  bir topluma doğru evrilmesiyle dinin sosyal amacını ve statükoyu koruyucu  fonksiyonunu yitireceğine ve toplumdan atılacağına inanmaktadır.   

Emile Durkheim (1858‐1917) de modern toplumlarda dinin sosyal  önemini kaybedeceğinden söz etmektedir. Geleneksel toplum tiplerinde dinin  sosyal birliği sağlayıcı fonksiyonunu modern toplumlarında eğitim gibi kurumlar  yerine getirecektir. 

Max Weber (1864‐1920) de Batı’da reformasyon hareketinin dini  erozyona uğratacak bireyciliğe ve rasyonelliğe yol açtığına inanmaktadır. 

Rasyonelleşme ve bürokratikleşme dinin insan düşüncesi ve davranışı  üzerindeki etkisini azaltarak bir sekülerleşmeye yol açacaktır. 

(13)

  Savaş sonrası din  sosyologları, Parsons 

hariç, dinin kamusal  alandaki etkisinin  azalması noktasında 

hemfikirdirler. 

  Sekülerleşme toplumun 

organizasyonunda,  kültüründe ve kolektif 

mentalitesinde  meydana gelen en  temel sosyal süreç  olarak tanımlanır. 

Sosyolojinin sacayağı olarak bilinen ve klasik sosyolojik bakış açısını  oluşturan bu üç sosyal düşünürün modern sanayi toplumlarında dinin  konumuna ilişkin yaklaşımları, dini inanç sisteminin ya da dini otoritenin  giderek sosyal önemini kaybetmesi anlamında bir sekülerleşmenin  kaçınılmazlığına olan inançlarını yansıtmaktadır. Yani 19. yüzyıl sosyal  teorisyenleri rasyonalist, bilimin gücüne inanma bakımından iyimser 

(optimistik) ve toplumun çeşitli safhalardan geçerek geliştiği anlamında evrimci  karakterdedir. (Furselth, 2006: 83) 

Sekülerleşme tezinin 1960’larda merkezi aksiyomlarından biri,  toplumların daha karmaşık, daha rasyonelleşmiş ve daha bireycileşmiş hale  gelmesiyle dindarlığın boyutlarında ve bu arada dini pratiklerde bir gevşemenin  ve değişmenin görüleceği beklentisidir. 

Modernleşme ile birlikte dinin otoritesinde düşüşün yaşanacağını hatta   dinin yok olacağını belirtmek üzere kullanılan sekülerleşme fikri çeşitli sosyal  süreçlere referansta bulunarak açıklanmaktadır. Buna göre kurumsal  farklılaşma, rasyonelleşme, sanayileşme ve şehirleşme gibi sosyal süreçlerin  dini kurumların ve inançların gücünü ve makullüğünü azalttığına 

inanılmaktadır. 

Sekülerleşme tezini savunanlar genel olarak iki gelişmeye dikkat çekerler. 

Bir zamanlar dinin hakimiyeti altında olan çeşitli faaliyet alanlarının seküler  kurumların etkisi altına girmeyi, yani dinin bazı sosyal fonksiyonlarında 

kayıpların yaşanması birinci gelişme olarak görülür. Çağdaş gözlemcilerin dikkat  çektikleri ikinci gelişme ise başta Hristiyanlık olmak üzere çeşitli dini 

geleneklerin inanç ve pratiklerinde, uzun dönemde bir düşüşün ve zayıflamanın  görülmesidir.(Pollack, 2008: 168‐187)  Sekülerleşmenin üç alandaki tezahürleri  farklı teorik bakış açılarının gelişmesine neden olmuştur. Çeşitli sekülerlik  biçimleri;  

 toplumsal,  

 organizasyonel,  

 bireysel seviyelerde olmaktadır. 

Toplumsal farklılaşma denen süreçte yaşanan gelişmeler ve dini  otoritenin toplumsal yapı ve kurumları üzerindeki etkisi ile ilgili tartışmalar  çeşitli sekülerleşme anlayışlarına yol açmıştır. Aynı şekilde toplumun normatif  çerçevesine dinin etki edip etmediği meselesi de farklı sekülerleşme 

teorilerinin oluşturulmasında rol oynamıştır. Toplumsal kurumların 

düzenlenişinde dinin fonksiyonel olup olmaması da sekülerlik anlayışına etki  etmektedir.(Gorski, 2003: 110‐122) 

Toplumsal, organizasyonel ve bireysel seviyelerdeki gözlenen  sekülerleşme ile ilgili açıklamaları iki ana grupta toplayabiliriz. Bunlardan  birinci kategoride yer alanları “klasik sekülerleşme tezi” olarak 

isimlendirebiliriz. Dinin sosyal öneminin giderek yok olacağını iddia eden “katı” 

sekülerleşmeci anlayışa karşı, bu sürecin çeşitli boyutlardaki tezahürlerinin dinin  sosyal hayattan çıkarılma anlamına gelmeyeceğini savunan genelde ılımlı, yeni  sekülerleşme teorileri yer almaktadır. 

Bryn Wilson, Steve Bruce ve hatta erken döneminde Peter Berger gibi  sosyologlar sosyolojinin öncülerinin izinden giderek sekülerleşmenin önüne  geçilemez bir güç olduğunu kabul etmişlerdir. Sekülerleşme toplumun  organizasyonunda, kültüründe ve kolektif zihniyetinde meydana gelen en  temel sosyal süreç olarak tanımlanır.Bu değişim sürecinde dini düşünce, pratik  ve kurumların sosyal sistemin işleyişi üzerindeki etkisi giderek kaybolmaya  başlar. 

(14)

  Son dönemlerde  yapılan çalışmalardan  dinin sosyal öneminde 

bir azalmanın  olmadığını  göstermektedir. 

Klasik sekülerleşme tezine göre din, şehirleşme, sanayileşme ve kitlesel  eğitim gibi sosyal süreç ve güçlerin meydana getirdiği ve daha genel değişimin  adı olan modernleşme sürecinin içerisinde giderek marjinalleşen geleneksel bir  olgu olarak görülür. Aslında hızlı sosyal değişme, dinin sosyal öneminin 

azalmasına yol açmaktadır. Buna göre dini düşünce, pratik ve sembollerin  sosyal sistemin işleyişi üzerindeki etkisinin kaybolmaya başlaması olarak bilinen  sekülerleşme süreci modern toplumların kaderi olmaktadır. 

Yeni Sekülerleşme Teorileri ve Din: Eleştirel Bakış 

Aşırı sekülerleşme formu, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin toplumsal  sorunları çözeceğine dair iyimser beklentilerle birlikte gelişmiştir. Böyle bir  ilerleme fikrinin yeni bir dünya görüşünün temelini oluşturacağına inanılmıştır. 

Bugün modernleşme süreci ile birlikte dinin sosyal hayattaki rolünün ve  öneminin kaybolacağına inanan sosyologların sayısı azalmaktadır. Din  sosyolojisi alanında katı sekülerleşme teorileri yerine bunu çeşitli açılardan  eleştiren yeni sekülerleşme teorilerinin geliştiğine şahit olunmaktadır. 

Geride bıraktığımız yüzyılın bilhassa son on’lu yıllarında, dünyanın birçok  yerinde sanayileşmiş ülkeler dahil,  dini temelli sosyal hareket faaliyetlerdeki  artışlardan ya da canlanmadan söz edilmektedir. Bu gelişmeler, modernleşme  süreçlerinin önemli bileşenlerinden olan ve dinin giderek toplumsal önemini  yitireceği anlamına gelen sekülerleşme tezinin öngörülerine karşı dinin modern  toplumlarda varlığını sürdürmesi yönünde gelişmeler olarak değerlendirilebilir.  

Sosyalist toplumlarda dini ilgi artması ve dini canlanma denen süreç  gelişimini belirtmek üzere çeşitli kavramlar geliştirilmiştir. Buna göre, dinin  yeniden toplumsal önemini elde etmesi anlamında "de‐sekülarizasyon" (Mert,  1994: 87) ve dinin bireysel ya da özel hayattan çıkması, yani deprivatization ve  geleneksel din formundan farklı moderniteyle eklemlenmiş yeni dini kimliklerin  ortaya çıkması demek olan “sakralizasyon” (Koyuncu, 1990: 128) gibi kavramlar  sosyal bilimsel alanda kullanılmaya başlanmıştır. Bütün bunlar din ve toplum  ilişkilerinde ciddi değişmelerin tecrübe edilmeye başladığını ve katı 

sekülerleşme anlayışlarına karşı yeni sekülerleşme tiplerinin doğduğunu  göstermektedir. 

Son yılarda yeni sekülerleşme hakkında yapılan ve yeni sekülerleşme  teorileri olarak isimlendirilen çalışmalar, dinin sosyal öneminde bir azalmanın  olmadığını göstermektedir. Her şeyden evvel dindarlık ve sekülerleşme 

kavramlarının üzerinde bir fikir birliği olmamasından dolayı sosyologlar bunlara  farklı anlamlar vermektedir. Bir araştırmacı dinin temel unsurunun pratik veya  ibadet olduğunu söyleyebilir. Buna göre dini pratikleri yerine getirmede bir  azalmanın ya da gevşemenin olması sekülerleşmenin işareti olarak görülebilir. 

Bazı araştırmacılarda inancın ve dini pratikleri yerine getirmenin dini kuruma  devam etme ile bir ilişkisinin olmadığını ifade etmesi de pekala mümkündür. 

Dini pratiklere katılmada bir azalmanın yaşanması farklı biçimlerde  yorumlanabilir. Bryn Wilson gibi din sosyologları dini mabetlere devam etmede  bir azalmanın yaşanmasını sekülerleşmenin bir ölçüsü olarak görürler. Ancak  insanların topluca ibadette yer almadan bireysel olarak ibadet yapabilecekleri  de mümkündür. İbadet yerlerinin giderek boşalmasını  ve dinin toplumdan  çekilmesini ve yapısal farklılaşmasını sekülerleşme delili olarak görmek de  tartışmalıdır. Yapısal farklılaşmayı sekülerleşmeye eşit görme fikrine Talcott  Parsons karşı çıkmıştır. Parsons’a göre toplumun evrimi, yapısal farklılaşma  sürecini içerir. Sosyal sistemin farklılaşması, onların önemsizleşmesi anlamına  gelmez. Parsons, dini böyle bir farklılaşma sürecinde inançların hala sosyal 

(15)

hayat için önemli olduğunu ve ona anlam verdiğini iddia ederek toplumsal  farklılaşmanın sekülerleşme anlamına gelmediğini belirtmektedir. 

İçsel sekülerleşme bağlamında dini inanç sisteminin veya kurumun bazı  görüşlerinden vazgeçmesi, yeni şartlara uygun yorumlar getirmesi de 

mümkündür. Aynı şekilde dinin Batı toplumlarında önemli rol oynadığı ve dini  kurumun kendi alanında uzmanlaşmasıyla dini inanç ve değerlerin 

genelleşeceği, sosyal normlar ve değerler, sosyal aksiyon ve bilinç üzerinde  etkili olacağı ifade edilmektedir. Böylece sekülerleşme deyimi birçok sosyolog  tarafından farklı şekillerde kullanıldığı ve tanımı üzerinde genel bir anlaşmanın  olmadığı anlaşılmaktadır.  (Haralambus vd., 2004: 479‐497) 

                                                                   

(16)

  Ödev gönderimi 

   

 

 

     

 

Öz et

•Büyük hikayeler olarak da bilinen modernite, post‐modernite,  küreselleşme ve sekülerleşme gibi teori ve kavramlar, çeşitli sosyal  bilimsel alanlarda olduğu gibi din sosyolojisinde de birer analitik araç  olarak kullanılmaktadır. 

•Modernleşme, insanoğlunun sosyo‐kültürel seviyelerinde, düşünce ve  yaşama biçimlerinde, tutum ve davranışlarında, değerlerinde 

gelenekselden ayrı olarak yeni hayat telakkilerinin hakim olması  anlamına gelmektedir. Din ile modernleşme ve onun şehirleşme,  rasyonelleşme, sanayileşme ve sekülerleşme gibi alt sistemleri ve  oluşturucuları arasında karşılıklı etkileşim ilişkisi söz konusudur.

•Küreselleşme, kısaca dünyada meydana gelen her hangi bir 

olayın/olgunun kısa sürede her tarafa yayılmasıdır.   Küreselleşme din  ilişkisinin analizinde teorik çerçeve oluşturmada katkı sağlayacak  küreselleşme teorilerini üç grupta toplayabiliriz. Bunlardan birincisi,  ulus‐devletin önemsizleşeceğini ve sınırların kalkacağını vurgulayan aşırı  küreselleşme teorisidir.Küreselleşmenin bir mit olduğunu ve ulusal  ekonomilerin seviyesinin yükselişini açıklamak üzere geliştirildiğini iddia  eden septik küreselleşme teorileri ikinci grubu oluşturur. Üçüncü  kategoriyi ise küreselleşmeyi hızlı sosyal, siyasal ve ekonomik  değişimlerin arkasındaki en temel güdüleyici güç olarak gören ve  modern toplumların ve dünya düzeninin bu süreçle yeniden  şekilleneceğine inanan teorisyenlerin geliştirdikleri dönüştürücü  küreselleşme yaklaşımı meydana getirir.

•Modernleşme ile birlikte dinin otoritesinde düşüşün yaşanacağını, hatta dinin yok olacağını belirtmek üzere kullanılan sekülerleşme fikri  çeşitli sosyal süreçlere referansta bulunarak açıklanmaktadır. Buna  göre kurumsal farklılaşma, rasyonelleşme, sanayileşme ve şehirleşme  gibi sosyal süreçlerin dini kurumların ve inançların gücünü ve 

makullüğünü azalttığına inanılmaktadır.

Öde v

• Sekülerleşmenin Türkiye’deki etkilerini inceleyen  200 kelimeyi geçmeyecek kompozisyonunuzu  yandaki ödev gönderme linki ile yollayınız.

(17)

  Değerlendirme  sorularını sistemde ilgili  ünite başlığı altında yer  alan “bölüm sonu testi” 

bölümünde etkileşimli  olarak 

cevaplayabilirsiniz. 

DEĞERLENDİRME SORULARI 

 

1. Modern kavramından türetilmiş, modern zamanların ruhu, düşüncesi ya  da karakteri anlamına gelen kavram aşağıdakilerden hangisidir? 

a) Modernleşme  b) Modernite  c) Modernizm  d) Modernus  e) Modern 

2.  Modernleşme  ile  din  arasındaki  ilişki  biçimleri  düşünüldüğünde  aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? 

a) Modernleşmenin dinin toplumsal etkinliğini azalttığını ileri süren  yaklaşımlar vardır. 

b) Modernleşme dini hayatta ve dindarlık düzeylerinde  farklılaşmalara neden olmaktadır. 

c) Dini, modernleşmeyi engelleyici bir güç olarak gören yaklaşımlar  vardır. 

d) Dinin modernleşmeye yol açtığını savunan yaklaşımlar vardır. 

e) Modernleşmenin geleneksel din anlayışı üzerinde hiçbir etkisi  olmamıştır. 

3. Çoklu  moderniteler  tezi  aşağıdaki  bilim  adamlarından  hangisi  tarafından geliştirilmiştir? 

a) S. Eisenstadt  b) M. Weber  c) E. Durkheim  d) T. Parsons  e) K. Marx 

4. Dünyanın  herhangi  bir  bölgesinde  meydana  gelen  bir  olgunun  etkilerinin  kısa  sürede  başka  yerlerinde  de  görülmesi  anlamına  gelen  kavram aşağıdakilerden hangisidir? 

a) Modernleşme  b) Sekülerleşme  c) Laiklik  d) Küreselleşme  e) Post‐modernleşme 

5. Geleneksel  ulus  devletlerin  sonunun  geldiğine  inanan  görüşler  hangi  küreselleşme teorisi içerisinde değerlendirilebilir?   

a) Septik küreselleşme teorisi  b) Aşırı küreselleşme teorisi 

c) Dönüştürücü küreselleşme  teorisi  d) Hayali küreselleşme teorisi  e) Hiçbiri  

6. “Bağımlılık  teorisi”  de  denen  “dünya  sistemleri”  teorisini  geliştiren  düşünür aşağıdakilerden hangisidir? 

a) R. Robertson  b) E. Durkheim  c) K. Marx  d) S. Eisenstadt  e) I. Wallerstein  

(18)

7. Aşağıdakilerden  hangisi  dini  inanç  sisteminin  ya  da  dini  otoritenin  giderek  sosyal  önemini  kaybetmesi  anlamında  bir  sekülerleşmenin  kaçınılmazlığını savunan sosyologlar içerisinde yer almaz? 

a) E. Durkheim  b) K. Marx  c) T. Parsons  d) M. Weber  e) A. Comte 

8. Dinin  giderek  toplumsal  önemini  yitireceği  anlamına  gelen  klasik  sekülerleşme  tezinin  öngörülerine  karşı  dinin  yeniden  toplumsal  önemini  elde  etmesi  anlamında  sosyalist  toplumlarda  geliştirilen  kavram aşağıdakilerden hangisidir? 

a) De‐sekülarizasyon  b) Sakralizasyon  c) Modernleşme  d) Küreselleşme  e) Sekülerleşme 

9. Sekülerleşme ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? 

a) Avrupa’da dinin toplumsal otoritesi etrafındaki tartışmalar  sekülerleşme teorileri ile   yürütülmüştür. 

b) Sosyolojide sekülerleşmenin yaygın kullanımı XIX. yüzyılın  başlarına tekabül etmektedir. 

c) Klasik sekülerleşme teorilerinin izlerine Saint‐Simon ve Auguste  Comte’un çalışmalarında rastlanmaktadır. 

d) Talcott Parsons, yapısal farklılaşmayı sekülerleşmeye eşit görme  fikrine destek çıkmıştır. 

e) Weber’e göre, rasyonelleşme ve bürokratikleşme dinin insan  düşüncesi ve davranışı üzerindeki etkisini azaltarak bir  sekülerleşmeye yol açacaktır. 

10. Modernleşme ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? 

a) Modernleşme tarım toplumundan gelişmiş sanayi toplumuna  doğru bir geçişi ve değişimi içerir.  

b) Modernleşmenin dinin toplumsal etkinliğini azaltmadığı yaygın  kabul gören bir yaklaşımdır. 

c) Klasik modernite teorisyenleri ilerleme fikrine ve endüstrinin  gücüne inanmışlardır. 

d) Modernleşme ve onun beraberinde getirdiği değişim ve  dönüşüme karşı tepkisel bir tavır da gelişmiştir.   

e) Dinin, modernleşmeye yol açtığını savunan sosyologlar davardır. 

       

Cevap Anahtarı  1. C, 2. E, 3. A, 4. D, 5. B, 6.E, 7.C, 8.A, 9.D, 10.B 

 

 

 

(19)

YARARLANILAN KAYNAKLAR 

Akyol, T., “İslam Nereye”, Hürriyet, 14.10.2011. 

Alpay, Ş., “Şerif Mardin’e İtirazlarım, Zaman, 25.20.2011. 

Başkan, F. (2000), “Globalleşme, Sivil Toplum ve Fethullah Gülen”, Global  Yerel Eksende Türkiye, Der. E. Fuat Keyman‐Ali Yaşar Sarıbay, Alfa, İstanbul,  s.273‐293. 

Başkan, Filiz, “Globalization and Nationalism; The Nationalist Action  Party of Turkey”, Nationalism and Ethnic Politics, 12, 85‐86. 

Bodur, H E., "Büyük Anlatılar ve Din: Modern Türkiye'ye Yansımaları",  Toplum Bilimleri Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 8, Temmuz‐Aralık 2010, s. 33‐48. 

Bodur, H. E. (2007), “Küreselleşme, Din ve Ulus‐Devlet”, Küreselleşme,  Ulus‐Devlet ve Din, Ed., Ş. Gürsoy, İ. Çapcıoğlu, Platin, Ankara, s.17‐43. 

Bodur, H. E. (2008), “Sekülerleşme Teorileri Çerçevesinde din ve Sosyal  Değişme”, Sekülerleşme ve Dini Canlanma, Türkiye Dinler Tarihi Derneği  yayınları, Ankara, s.34‐47. 

Esposito, J.  – J.O. Voll (2000), “Islam and the West : Muslim Voices of  Dialogue”, Millennium‐Journal of International Studies, Vol.29, No.3, s.613‐

639. 

Findings (2008), Social Compass, Vol.  55/2, s. 168‐187. 

Furselth, I. (2006), Introduction to the Sociology of Religion; Classicaland  Contemporery Perspectives, Asegate Publishing, Oxon, GBR 

Gorski, Philip S. (2003), “Historicizing the Secularization Debate”,   Handbook of the Sociology of Religion, ed. M. Dillon, Cambridge University  Press, Cambridge, s. 110‐122. 

Günay, Ü., “Türkiye’de Modernleşme ve Din”, Türk Yurdu, Sayı 292,  Aralık 2011, s. 24‐34; 

Haralambus, M; Horborn, M, (2004) Sociology Themes and Perspectives,  Collins Educational: NY. 

Kahraman, H. B., “Muhafazakarlıkla Müslümanlık Arasında Türkiye”,  Sabah, 13.10.2011. 

Keyman, F. (2010), “Modernization, Globalizationand Democratization in  Turkey: The AKP Experienceanditslimits”, Constellations, Volume 17, Number  2, s. 312‐327. 

Kıvanç, T., “Bunu Bana Yapmayacaktın Hocam”, Star, 12 Ekim 2011. 

Koyuncu, B., “The Relationship Between Islamand Globalisation in  Turkey in the Post‐1990 Period: The Case of MÜSİAD”, bilig, number 52, winter  2010, s.106. 

Lundskow, George (2008), The Sociology of Religion, Sage Publications,  California. 

Mert, N., "Laiklik Tartışması ve Siyasal İslam". Cogito, Yaz '94, s. 87. 

Özbudun, E. (2010), Türkiye’de İslamcılık, Demokrasi ve Liberalizm, AKP  Olayı, Çev. E. Özbudun‐K. Göksel, Doğan Kitap, İstanbul. 

Pollack, D., "Religious Change in Europe: Theoretical Considerations and  Emprical 

Rantanen, T.(2004), Media andGlobalisation, Sage Publications, London. 

Roberts, Keith A. (2011), Religion in Sociological Perspective, Beşinci  baskı, Sage Publications. 

Şerif Mardin’in Taraf gazetesinden Neşe Düzel’e verdiği mülakat, Taraf,  10‐11 Ekim 2011. 

(20)

Titarenko, L. (2008), On the Shifting Nature of Religion During the  Ongoing Post‐Communist Transformation in Russia, Belerus and Ukraine, Social  Compass, 55(2), p. 237‐254. 

 

Referanslar

Benzer Belgeler

Kırsal ekonomilerin küresel ticari ağlardaki önemi arttığı için ulusal hükümetlerin kırsal alanlar için ekonomik yaşamı düzenleme kapasitesi azalmaktadır. World

 AAPC, Amerika’da dinî danışmanlık yapacak kişilerin bu işi yapabileceğine dair onay veren, danışma merkezlerini akredite eden ve eğitim programlarının

Bu eksikliklere rağmen Kırgızistan’ın “İnanç Özgürlüğü ve Dini Kurumlar ile İlgili” kanunu (1991) ve Kırgızistan Cumhurbaşkanı’nın “Kırgız

“Şeftali Bahçeleri” biyografik kuram, sosyal eleştiri kuramı ve okur algılama kuramı açısından bize zengin imkânlar sunmaktadır.. Mevcut tahliller genellikle

Araştırmaları sonucunda bisiklet sürücülerinin korunmak için aslında kask kullanmak istediğini, fakat rahat olmadıkları için kasktan uzak durduklarını keşfeden

Pocket Photo 2.0 yazıcı, özel olarak tasarlanmış fotoğraf kâğıtları üzerine ısı uygulayarak görüntü meydana getiren ZINC teknolojisi kullandığı için mürekkep

Unsurların den­ gelenmesi ve amaca uygun biçimde aksama­ sız yürümesi için; bu süreci, tam sorumluluk ve tam yetkiyle yürütecek bir sanatçı gereki­ yor ki buna rejisör

“ M illetvekilliği kesinleş­ tikten sonra hakim huzu­ runda sadakat yem ini edip, A m erikan vatandaşı olan bir kişinin, TBMM’de yapa­ cağı yem in nasıl inandırıcı