İÇ İNDEK İLER
• Büyük Anlatılar Çerçevesinde
• Modernleşme
• Modernleşme Sürecinde Din
• Çoklu‐modernlikler, Türkiye ve Din
• Küreşelleşme ve Din İlişkisi Üzerine
• Küreselleşmenin Dini Hayat Üzerine Etkisi
• Uluslararası İlişkilerde Dinin Rolü
• Küreselleşme, Türkiye ve Din
• Sekülerleşme ve Din İlişkisine Bakış
• Klasik Sekülerleşme Teorisi ve Din
• Klasik Sekülerleşme Teorileri
• Yeni Sekülerleşme Teorileri ve Din
HEDEFLER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Modernleşme sürecinde din, çoklu modernlikler ve Türkiye’de dinin moderniteyle ilişkisine dair temel bilgileri öğrenecek,
• Küreselleşmenin dini hayat üzerindeki etkisi, uluslararası ilişkilerde dinin rolü ve bunların Türkiye’ye yansılamalarını anlayıp açıklayabilecek,
• Farklı sosyolojik sekülerleşme yaklaşım biçimlerinin dine ilişkin genel bakış açılarını
kavrayabileceksiniz.
MODERNLEŞME, KÜRESELLEŞME, SEKÜLERLEŞME VE DİN
DİN SOSYOLOJİSİ
ÜNİTE
13
Modernleşme;
sanayileşme, şehirleşme, rasyonelleşme ve sekülerleşme gibi alt
süreçlerin adıdır.
Modernite, post‐
modernite, küreselleşme ve sekülerleşme gibi
kavramların analizleriyle aslında
çağın ruhu yakalanmaya çalışılmaktadır.
MODERNLEŞME, KÜRESELLEŞME, SEKÜLERLEŞME ve DİN
Çeşitli sosyal bilimsel alanlarda olduğu gibi din sosyolojisinde de teorik yaklaşımlar ve kavramlar birer analitik (çözümlemeci) araçlar olarak
kullanılırlar. Tabii bilimler laboratuvar ortamlarında birçok ölçüm aletlerinden yararlanırken; sosyal bilimlerde bunlar, teoriler ve kavramlar şeklinde ortaya çıkarlar.
Beşeri ya da sosyal bilimlerde kullanılan bu tür tahlil araçlarının belli sosyal ve kültürel ortamların ürünü olduğu unutulmamalıdır. Bu bakımdan sosyal bilimciler, çeşitli iç ve dış faktörlerin ve dinamiklerin etkisiyle bu sosyolojik kavramların muhtevalarının değişebileceğini belirtmektedir.
Teorilerin ve kavramların tarihi‐toplumsal temelli açıklamalar olduğunu ifade ederken bunların din sosyolojisinde kullanılmayacağını söylemek
istemiyoruz. Ancak sosyologların bunları kullanırken çok dikkatli olmaları ve hangi anlamda kullandıklarını belirtmeleri gerektiğini dile getirmek istiyorum.
Bunların doğru ve önyargılardan uzak biçimde kullanılmaları sosyal bilimsel araştırmalarda önemli olmaktadır.
Günümüz toplumların işleyiş biçimlerini ve temel özelliklerini belirleme adına yoğun sosyolojik araştırma ve tartışmalar devam etmektedir. Büyük hikayeler olarak da bilinen modernite, post‐modernite, küreselleşme ve sekülerleşme gibi teori ve kavramlarla “çağın ruhu”nun (Furselth, 2006: 75‐96) yakalanması amaçlanmaktadır. Sosyal bilim dallarında farklı yönleriyle
gündeme gelen ve araştırma konusu yapılan bu kavramların ve teorik bakış açılarının tanımladıkları sosyal ilişkilerin din sosyolojisinde önemli bir araştırma alanı teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Modernleşme ve bundan türeyen ya da bununla ilişkili olan kavram ve süreçlerle din arasındaki ilişkilerin analizine girmeden evvel, bu kavramın anlamı üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
Kökleri V. yüzyıla kadar uzanan Latince “modernus” kelimesi, eski putperestlik dönemi ile yeni Hristiyanlaşma dönemini ayırmak üzere kullanılmıştır. Böylece linguistik (dil bilimsel) olarak modern kavramı, eski dönemin yerine yakın geçmişe ya da mevcut zamana ait olana işaret etmek için kullanılmaya başlamıştır.
Türkçede “çağa ait” anlamına gelen modern kelimesi ilk önce “asri”
olarak kullanılmış, daha sonra “çağdaş” terimi bunun yerine ikame edilmiştir.
Nihayet günümüzde modern kelimesi yaygın bir kullanıma sahip olmuştur.(Günay, 2011: 24‐34; Bodur, 2010: 33‐48)
Modernleşme, insanoğlunun sosyo‐kültürel seviyelerinde, düşünce ve yaşama biçimlerinde, tutum ve davranışlarında, değerlerinde gelenekselden ayrı olarak yeni hayat telakkilerinin hakim olması anlamına gelmektedir.
Sanayileşme, şehirleşme, rasyonelleşme ve sekülerleşme modernleşmeyi meydana getiren alt süreçlerdir. Buna göre kurumsal farklılaşma,
bürokratikleşme ve uzmanlaşmış iş bölümünün artması, bilim ve teknolojinin gelişmesi, sosyal ilişkilerin kurumsallaşması, okuma‐yazma bilenlerin sayısının artması, eğitim‐öğretim kurumlarının ve bilhassa yüksek öğrenimin
yaygınlaşması gibi gelişmeler modernleşmenin göstergeleri arasındadır.
Bütün bu gelişmelere ve göstergelere bakarak modernleşmeyi tarım toplumundan gelişmiş sanayi toplumuna doğru bir geçişi ve değişimi içeren daha geniş ve kapsamlı toplumsal değişim süreci olarak tanımlamak mümkündür.
Marx, Durkheim, Comte
ve Weber gibi sosyologlar moderniteyle birlikte
dinin öneminin azalacağını iddia
Dönem itibariyle başlangıcı tartışılan modernleşmenin bilhassa Aydınlanma Çağı sonrasındaki Batılı toplumların yapısını tasvir etmek ve tanımlamak üzere kullanıldığı anlaşılmaktadır. Modernleşme, Batılılaşma adı altında gelişmekte olan ülkelerin gündemine oturmuş ve dünya ölçeğinde bir yaygınlığa ulaşmıştır.
Modern sözcüğünden türetilen bir başka kavram olan modernite (modernlik, çağcıllık) de, modernleşme sürecindeki toplumun en son halini ve bu dönemle ilişkili yaşama biçimi ve stilini tasvir etmek üzere yaygın bir kullanım kazanmıştır. Batı’da iki devrimi kapsayan ve daha çok 1800’lü yılların ürünü olduğu anlaşılan modernitenin, sosyoloji yazınındaki ağırlığı 1960’lara kadar devam etmiştir.
Modern zamanların ruhu, düşüncesi ya da karakteri anlamına gelen modernizm de modern kavramından türetilmiştir. Modernizm, modernliğin felsefi temeli olarak yeni bir yaşama biçimi ve dünya görüşünün
parametrelerini veren bir ideoloji olmuştur. Modernleşmenin Batı’da gelişen sistemik yapıları içeren kapsamlı bir değişim süreci olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan modernleşme teorisi toplumsal gelişme modeli olarak başta Talcott Parsons olmak üzere ABD’li fonksiyonalist sosyologlar tarafından 1950 ve 1960’larda yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Modernleşme tanımı üzerinde nerdeyse bir tekel oluşturan bu modelin en belirleyici unsuru, sosyal değişmeyi ve ekonomik gelişmeyi engelleyici olarak görülen geleneksel değerler yerine, insan davranışlarını gelişme yönünde motive edecek yeni değerlerin ikame edilmesidir. Bu bakımdan modernleşmenin tipik tezahürü olarak görülen kapitalistik gelişmenin motivasyon kaynağının Protestan ahlakı olduğu belirtilmiştir. Yine modernleşme ile ilişkilendirilen yeni sosyal ilişki ağları, kültürel değerler ve siyasi kalıplar geleneksel değerlerin üstesinden gelecek yeni temel motivasyon kaynakları olarak görülmüştür.
BÜYÜK ANLATILAR ÇERÇEVESİNDE MODERNLEŞME
Modernleşme Sürecinde Din
Toplumsal ilişkilerin geliştirilmesi ve sürdürülmesinde anlam
sistemlerinin son derece önemli olduğu ifade edilmektedir. Din sosyologları anlam dünyalarının daha geniş dini sistemin bir parçası olduğunu kabul etmektedirler. Dini kurum; inançlar, ibadet, pratik ve ritüeller, semboller ve değer tanımlamaları gibi unsurlardan meydana gelir. Böylece din ve dini hayat toplumsal bütünün bir alt sistemi olarak hem kendi unsurlarıyla hem topyekûn toplumla etkileşim halindedir.
Dinin toplumsal yapılarla ve süreçlerle son derece karmaşık ilişki ağlarıyla birleştiğini söylemek mümkündür. Böylece dinle modernleşme ve onun
şehirleşme, rasyonelleşme, sanayileşme ve sekülerleşme gibi alt sistemleri ve oluşturucuları arasında karşılıklı etkileşim ilişkisinden bahsedilebilir.
Modernleşme ile din arasındaki ilişki biçimlerini birkaç başlık altında toplayabiliriz.
Modernleşmenin dinin toplumsal etkinliğini azalttığını ileri süren yaklaşımlar
Modernleşmenin dini hayatta ve dindarlık düzeylerinde farklılaşmalara neden olması
Dinin modernleşmeyi engelleyici bir güç olarak görülmesi
Dinin modernleşmeye yol açması
Marx, Durkheim ve Weber gibi klasik modernite teorisyenleri toplumların modernleşmelerine paralel olarak dinin toplumsal önemini ve etkisini
kaybedeceğini hatta gözden kaybolacağını iddia etmişlerdir. Bu çerçevede dinin bireysel bir mesele haline geleceği ve bireysel düzeyde de dini bağlılık ve pratiklerde bir gevşemenin olacağından söz edilmiştir. Klasik modernite teorisyenleri “ilerleme” fikrine ve endüstrinin gücüne inanmışlardır.
İnsanoğlunun akıl yoluyla, objektif ve evrensel olan rasyonel bilgiyi elde edebilecekleri bu dönemin hakim düşüncesi olmuştur. Test edilip doğruluğu ispatlanan bu bilgi vasıtasıyla toplumun tüm kesimlerinin sosyal hayatlarının tüm boyutlarında bir iyileşmenin görüleceğinden bahsedilmiştir. Dinin bu süreçte böyle bir başarıyı mümkün kılamayacağı iddiasıyla eleştirildiğine şahit olunmuştur.
Bağımsız kararlar alabilen modern bireyin doğuşuyla dinin artık dünyevi meseleler üzerinde müdahalesinin söz konusu olamayacağı iddia edilmiştir.
Modernite ile dinin etkisinden kurtuluş, modern bireyin dine referansta bulunmaksızın sosyal ilişkileri düzenleyip toplumu organize edeceğine inanılmıştır.
Modern bireyin ilerleme adına oluşturduğu toplumsal düzen nasıl sürdürülecektir? gibi birçok soru sosyologların gündemine yerleşmeye başladı.
Modernitede dinin yeri ve rolü, sosyal bilimcilerin teorik yaklaşımlarında dikkate alınmaya başladı. Ayrıca sosyal bilimciler arasında modernleşmenin dinin birey ve toplum üzerindeki etkilerini yok edeceği şeklindeki inanç öylesine güçlüydü ki, bunun değişmesi ve sorgulanması 1960’lı yıllara kadar sürmüştür.
Sanayileşmiş toplumlar, dünya görüşlerini dini inanç ve sembollerden bağımsız oluşturma eğilimindedirler. Modernleşmenin meydana getirdiği değişim ve dönüşüm sonucu ortaya çıkan dünya görüşleri, bu toplumların geleneksel inanç sistemlerini şekillendirmeye başlamıştır. Bu durum yalnızca dini kurum ve oluşumlarla toplum arasında bir çatışma anlamına gelmekte, aynı zamanda dini grupların içerisinde de bir çatışmaya neden olmaktadır.
Böylece dinde meydana gelen değişim bazen, “modernizm” sözcüğü ile açıklanmıştır.
Modernleşme ve değişim bir yandan geleneksel din kavramının üzerinde etkili olup farklı dini yorumlara yol açarken bir yandan da dindarlık
düzeylerinde çeşitlenmelere neden olmuştur. Bugün modernleşmiş toplumlar dahil dünyanın birçok yerinde çeşitli tezahür biçimleriyle bir dini canlanmadan söz edilmektedir. Modernleşme, yeni dini oluşumlara sebebiyet vererek din kurumu ve dini hayatta bir kısım değişmelere kaynaklık etmiştir.
Şerif Mardin’in bir gazeteye verdiği “Günümüz Türkiye’sinde İslam”
konulu mülakatta ve onun etrafında gelişen tartışmalarda bir “İslami diriliş” ten söz edilmektedir. (Mardin, 2011; Akyol, 2011; Kahraman, 2011; Kıvanç, 2011;
Alpay, 2011)Türkiye’nin dindar bir toplum olduğu, ancak bu dindarlaşmanın köktenci ya da siyasal İslamcı söylem ve aktivitilere yol açmadığı bunun yerine daha liberal yorum ve anlayışların ön plana çıktığı belirtilmektedir. Bu süreçte modernleşme olgusunun önemli rol oynadığına bilhassa dikkat çekilmiştir.
Modernleşme ve onun beraberinde getirdiği değişim ve dönüşüme karşı tepkisel bir tavrın geliştiği de görülmektedir. Modernleşmenin geleneksel dayanışma bağlarını tahrip ettiği, dolayısıyla kimlik bunalımına, anomiye, yalnızlığa ve yabancılaşmaya yol açtığı gerekçesiyle anti‐modernist bir tavrın çeşitli dini kesimlerde yükselişine şahit olunmaktadır. Böyle tepkisel hareketin modernleşmeye engel olacağı, modernleşme‐din ilişkisi bağlamında ele alınan bir başka konu olmuştur.
Kimi Batılı yazarlar İslam’ın demokrasiyle uzlaşmasının mümkün
olmadığına ilişkin görüşlerini ön yargılı
olarak sık sık tekrar etmektedirler.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 20. yüzyılın ilk çeyreğinde modern
“ilerleme” fikrini reddeden, modernleşme karşıtı bir gücün doğuşuna şahit olunmuştur. Modern topluma bir reaksiyonu ifade eden dini fundamentalizm (köktencilik), bilhassa bilim olmak üzere modern olan her şeyi reddetmiş ve ABD’nin modern öncesi dini‐kültürel mirasını faaliyetlerle yeniden
canlandırmaya yoğunlaştırmıştır. Fundamentalistler, modernleşme ve
beraberinde meydana gelen köklü değişimin toplumsal yapıları bozduğunu ve insanları köklerinden kopararak yabancılaştırdığını iddia ederek kurtuluşun İncil’in literal (lafzi) okunmasına dayalı esaslarına dönmede yattığını belirtmişlerdir.
Dinin, bir başka açıdan, modernleşmeye yol açtığından söz edilmiştir.
Dinin bağlıları üzerinde meydana getirdiği zihniyet ve davranış biçiminin bazı durumlarda modernleşme yönünde bir değişime neden olacağı ifade edilmiştir.
Max Weber’in Batı modernleşmesinin kaynağını dinde gören Protestan Ahlakı ve Kapitalist Zihniyet isimli ünlü tezi, bu kategoride önemli bir örnektir.
Dini inanç, sembol ve aktivitelerin ekonomik kalkınma üzerinde etkili olduğu birçok ampirik araştırmalar tarafından ulaşılan bir sonuçtur. Ancak dini öğretilerin ekonomik ya da başka türden gelişmeler için bir araç olarak
kullanılmasının, dini, gerçek kurumsal anlamından uzaklaştıracağından endişe edilmiştir.
Çoklu Modernlikler, Türkiye ve Din
Modernleşme teorisyenleri, modernitenin temel özellikleri olarak belirledikleri kapitalizm, demokrasi ve bilime dayalı ilerleme fikrine uyan toplumları modern, uymayanları da modern karşıtı toplumlar olarak tasvir etmişlerdir. Batıyı modernleşmenin merkezine oturtarak mutlaklaştıran ve eşsizleştiren bu yaklaşımlara göre modernleşmek için bu kiriterlere uymaktan başka bir çare yoktur.
Batı merkezli modernleşme teorisyenlerinden olan Bernard Lewis ve Samual Huntington İslam’ı, kapitalistik üretim tarzı bakış açısıyla ve demokrasi ile uzlaşması mümkün olmayan bir din olarak resmedip oryantalisttik ön yargılarını her fırsatta dile getirmişlerdir. İslam hakkında Batı’da üretilen sözlerin aşırı genellemelere ve basitleştirmelere dayandırıldığını belirtmek gerekir. Bilimsel bilginin evrensel ölçütleri arasında yer alan objektiflik kuralı, eleştirel bakış açısı ve ampiriklik, İslam söz konusu olduğunda pek dikkate alınmamaktadır.
İslam, modern Türk toplumunun ve kültürünün şekillendirici amili olarak önemli bir referans kaynağı olmaya devam etmektedir. Ancak modern
Türkiye’de dinin toplumsal tezahürlerine baktığımızda, İslam’ın monolitik (tekbiçimci) bir din olmadığını görürüz. Mevcut İslam anlayışı ve pratiği, resmi‐
kitabi İslam’dan halk İslam’ına, mistik tasavvufi pratikten, yenilikçi İslami anlayışa kadar büyük bir çeşitliliği barındırmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren uygulamaya konulan modernleşme projesi, yeni dini eğitim ve öğretim programı ve kurumlarıyla iyi eğitilmiş dindar elitin doğmasına yol açtı. Bu yeni modernist İslami elit ve gruplar bir yandan İslami canlanışta önemli rol oynarken, diğer yandan piyasa modeline dayalı ekonomik gelişmede ahlaki değerlerin moral dindarlığın rolü, kadının statüsü dahil temel hak ve özgürlükler ve demokratikleşme gibi
“modern” ilgiler hakkında sorular sormaya başladılar.
Türkiye’de dinin konumu ile ilgili gerek yurt dışında gerek yurt içinde yapılan ve 1990’larda ivme kazanan çalışmalar, farklı modernizm yorumlarının göstergeleri olarak önemlidir. Buna göre, “Türkiye’de Din, Toplum ve
Küreselleşme, dünyada
meydana gelen her hangi bir olayın/olgunun kısa
sürede her tarafa yayılmasıdır.
Çağımızda bir tek modernleşme şekli
yerine çoklu modernitelerden bahsedilmesi daha
uygun olacaktır.
Modernite”, “Sekülerizm, İslam ve Demokrasi”, “Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset”, “Türk Modernleşmesi ve İslam”, "Türkiye'de Modernizm,
Sekülerleşme, Demokrasi ve AK Parti", “İslam‐Batı ilişkileri”, “İslam ve
Modernlik Üzerine”, “İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri” gibi, birçok Türk ve yabancı araştırmacıların Türkiye’de İslam’la ilgili yaptıkları çalışmalar, din ve modernite konusunda farklı algıları göstermektedir.
Eisenstadt tarafından geliştirilen çoklu moderniteler tezi, orijinal Batılı modernitenin tektipleştiriciliğinin dışında çoklu modernlik yorumlarının olduğunu ileri sürmektedir. Modernite projesinin başarısızlığı ve bir sosyal krize yol açtığı hususunda 1960’lardan sonra sosyal bilimciler arasında bir eğilim değişmesine şahit olunmuştur. Bu durum iki asır önce teklif edilen, ekonomik gelişme ve maddi refah yönündeki vurgusuyla ilerleme anlayışının makullüğünün sorgulanmasını kaybetmesi anlamına gelmektedir.
Sosyo‐kültürel değişimi ve dönüşümü tanımlamak üzere kullanılan modernite kavramı, plüralist (çoğulcu) bir toplum tipi çerçevesinde her ülkenin kendi lokal tecrübelerine dayalı bir modernlik tanımlaması geliştirecektir. Buna göre Uzak Doğu toplumlarının farklı bir modernleşme yoluna girmeleri çoklu‐
moderniteler yaklaşımı içerisinde ele alınabilir. Gelenek‐modern karşıtlığında içsel olan dışlayıcılık anlayışı yerine modernizmin kültürlerarası etkileşimin bir sonucu olarak ulaştığı kapsayıcılığı çeşitli kültürler tarafından farklı modernite anlayışlarına yol açmıştır.
KÜRESELLEŞME VE DİN İLİŞKİSİ ÜZERİNE
Geride bıraktığımız yüzyılın ortalarından itibaren dünyanın neredeyse tüm toplumları köklü bir değişim ve dönüşüm tecrübesi yaşamaktadır. Artık toplumlar ve ülkeler birbirlerinden kopuk ve bağımsız hareket eden sosyal birimler değillerdir. Küreselleşme olarak tanımlanan bu süreçte dünyanın, ortak sosyo‐kültürel ilişkiler ağıyla küçük bir köy haline geldiği, hemen hemen bütün sosyal bilimciler arasında kabul görmüştür.
Küreselleşme ile ilgili çalışmalar, değişik sosyal bilim dallarında bilhassa sosyolojide 1990’lı yılların başında yoğun bir biçimde görülmeye başlamıştır. Bu bakımdan neredeyse son yirmi beş yıldır küreselleşme, basında, akademik ve siyasi çevrelerde, ayrıca popüler kültürde yoğun olarak tartışılan bir kavram olmuştur. İnsanların, fikirlerin, imajların, paranın, mal ve hizmetlerin, ulusal sınırların dışında dünya ölçeğinde serbestçe yayılması ve dolaşması sonucunda meydana gelen etkileşimi, değişimi ve gelişmeleri tasvir etmek üzere çeşitli küreselleşme tanımlamaları yapılmıştır.
Küreselleşme hakkındaki teorik tartışmalar, ilk önce bu sürecin mevcudiyeti ve mahiyeti etrafında cereyan etmiştir. Daha sonra bu sürecin sonuçları ile ilgili çalışmalar bu alandaki yeni bir safhayı oluşturmuştur. Son yıllardaki küreselleşme çalışmaları, daha çok bu sürecin olumsuz sonuçları üzerinde yoğunlaşmışa benzemektedir.
Dünyanın herhangi bir bölgesinde meydana gelen bir olgunun etkilerinin kısa sürede başka yerlerinde de görülmesi anlamındaki küreselleşmenin doğuşu, geride bıraktığımız yüzyılın son on yılındaki gelişmelerle
sınırlandırılabilir mi? Tarihin derinliklerinde ticari, dini amaçlı kültürel etkileşimler ya da savaşlar yoluyla insanların karşı karşıya gelmeleri küreselleşmenin prototipi olarak görülemez mi? Çeşitli ülkelerde faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerin varlığı ekonomik küreselleşme değil midir? Bu ve benzeri sorulara verilen cevaplar farklı küreselleşme anlayışlarının doğmasına neden olmuştur.
Üç temel küreselleşme teorisi: Aşırı küreselleşme, septik
küreselleşme ve dönüştürücü küreselleşme olarak
ifade edilebilir.
Bağımlılık teorisinde zengin ülkeler merkezi,
fakir ülkeler çevreyi oluşturur.
Küreselleşme din ilişkisinin analizinde teorik çerçeve oluşturmada katkı sağlayacak küreselleşme teorilerini üç grupta toplayabiliriz. Daha doğrusu küreselleşme teorisyenlerinin düşünceleri üç ana teorinin doğmasına yol açmıştır.(Rantanen, 2004: 5‐6) Bunlardan birincisi, ulus‐devletin
önemsizleşeceğini ve sınırların kalkacağını vurgulayan aşırı küreselleşme (hyper globalisation) teorisidir. Küreselleşmenin bir mit olduğunu ve ulusal
ekonomilerin seviyesinin yükselişini açıklamak üzere geliştirildiğini iddia eden septik küreselleşme (skeptical globalisation) teorisyenleri ikinci grubu oluşturur.
Üçüncü kategoriyi; küreselleşmeyi hızlı sosyal, siyasal ve ekonomik değişimlerin arkasındaki en temel güdüleyici güç olarak gören ve modern toplumların ve dünya düzeninin bu süreçle yeniden şekilleneceğine inanan teorisyenlerin geliştirdikleri dönüştürücü küreselleşme (transformationcal globalisation) yaklaşımı meydana getirir.
Geleneksel ulus devletlerin sonunun geldiğine inanan aşırı
küreselleşmeci tez yanlıları gibi septikler de küreselleşmenin tek bir dünya piyasasına yol açtığına inanmaktadır. Ancak birincilerin aksine septikler, küreselleşmenin insanlık tarihinde yeni ortaya çıkmadığını, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olanlar arasındaki gelir adaletsizliğini daha da artırdığına inanmaktadır. Bu yüzden küreselleşmenin medeniyetler çatışmasına yol
açacağına inanan septikler, kültürel homojenleşmeyi ve ulus devletlerin gücünü yitireceğini bir mit olarak görmektedirler. (Filiz, 85‐86), Son tezi savunanlar, küreselleşmenin bir dünya toplumu meydana getireceğine inanmamaktadırlar.
Ancak küreselleşmenin, olguları, anlamları, etkileri, inançları, tercihleri, tatları ve değerleri temsil eden sembollerin üretilmesi, ifa edilmesi ve paylaşılması ile ilgili sosyal düzenlemeler üzerinde etkili olacağını düşünmektedirler.(Rantanen, 2004: 5)
Küreselleşme, tüm dünyada gerek etkileşimci ve birbiriyle bağlantılı ağların yoğunluğu, gerek ilişkilerin köy ve kasaba gibi en küçük birimleri etkileyecek kadar genişliği ile tarihte eşi benzeri olmayan yeni bir duruma işaret etmektedir. Buna göre dünyanın sanayileşmiş bölgelerinde üretilen zenginliğin ya da mal veya hizmetin çok uluslu şirketler yoluyla başka yerlere taşınmasından ziyade, çeşitli ürünlerin parçalarının değişik ülkelerde üretilmesi ve bu yolla birbirine bağımlılık ilişkisinin doğması, küreselleşme anlamına gelmektedir.
Serbest piyasa sisteminin ya da kapitalistik üretim biçiminin tüm dünyaya yayılarak küresel bir güç haline gelmesiyle ve kitle iletişim teknolojileri devrimi yoluyla insanların birbirinden kopuk ve kapalı topluluklar halinde yaşamalarının zor olduğu ifade edilmektedir. İnsanlar, giderek birbiriyle bağlantılı ve birbirine bağımlı dünyada yaşadıklarının bilincine varmışlardır.
Bu süreçte kapitalizmin tüm dünya ölçeğinde etkili olması anlamında, ekonomik hayatta yaşanan küreselleşmeyi göstermek veya yeni bağımlılık ilişkisini ve bunun neden olduğu dönüşümü açıklamak üzere Immanual
Wallerstein tarafından “dünya sistemleri” teorisi geliştirilmiştir. (Roberts, 2011:
374) Bazen “bağımlılık teorisi” de denen bu yaklaşıma göre, kapitalistik ekonomik modeli benimseyen zengin sanayileşmiş varlıklı ülkeler, dünya ekonomilerinin “merkez”ini oluştururlar. Buna karşılık fakir, sanayileşmemiş toplumlar da “çevre” ülkelerini meydana getirirler. Bu teori çevre ülkelerinin, kaynaklara sahip olmamalarından veya çok çalışmamalarından değil, sermaye ve teknolojiyi kontrol eden varlıklı merkez ülkeleri tarafından
sömürülmelerinden dolayı fakir kaldıklarını belirtmektedir.
Walllerstein’in Marksist ya da çatışmacı model üzerinden inşa ettiği ve 1980’li ve 90’ların en çok tartışılan küreselleşme teorilerinden biri olan “dünya
Dünyadaki tüm ekonomilerin küresel
kapitalizmin etki alanına girmesi,
“ekonomik küreselleşme” olarak
tanımlanmıştır.
Sosyal yapıların ve
kültürlerin modernleşmesi ya da
sekülerleşmesi dini hayat üzerinde etkili
olmuştur.
sistemleri teorisi” din hakkında fazla bir şey söylememektedir. Hatta önüne geçilemeyecek bir güç olan modernleşme ve sekülerleşme yoluyla dinin eninde sonunda toplumdan silinip atılacak bir kalıntı halini alacağı Wallerstein tarafından iddia edilmektedir.
Küreselleşme hakkındaki tartışmalar ilk önce bu sürecin ekonomik boyutu üzerinde yoğunlaşmış ve bir ekonomik küreselleşmeden söz edilmiştir.
Ancak bu konunun çeşitli sosyal bilimsel alanlardaki yansımaları, bu sürecin siyasal ve dini‐kültürel boyutlarının da olduğunu göstermiştir. Son yıllarda din sosyolojisi çalışmalarında, kültürel‐dini küreselleşme konusu önemli bir yer tutmaktadır. Kültürel küreselleşme teorileri çerçevesinde dini seviyede yaşanan küreselleşme süreci ile ilgili çalışmalar hayli yekun tutmaya başlamıştır.
Sosyal davranışın temel güdüleyicisi olarak ekonomiyi öne çıkaran dünya sistemleri teorisinin küreselleşme tartışmalarında önemli bir konumda olması, farklı küreselleşme teorilerini bir süre gölgede bırakmıştır. Küreselleşmenin dini yönüne dikkat çeken alternatif küreselleşme teorileri içerisinde Ronald
Robertson tarafından geliştirilen teori, bilhassa önemli olmuştur. Böylece sosyal süreçlerin belirleyicileri olarak kültürel değerlerin ve normların küreselleşme perspektiflerinde daha ciddi bir şekilde ele alınmaya başladığı görülmüştür.
Robertson, dinin küreselleşme üzerinde etkili olduğunu ve bunun küresel dönüşüm sürecinde önemli bir faktör olarak görülmesi gereğinin altını çizmektedir. Ayrıca Robertson, dinin de bu süreçten birçok bakımlardan etkilendiğini belirterek dinle küreselleşme arasında karşılıklı etkileşimin varlığına dikkat çekmektedir. Yani din, yerine göre bağımsız, yerine göre de bağımlı değişken olabilmektedir. (Roberts, 2011: 375)
Din ve küreselleşme ilişkisini, küreselleşmenin iki temel oluşturucuları çerçevesinde ele alabiliriz. Bunlardan biri, lokal ve modern öncesi ekonomilerin yerine geçen ve dünya ölçeğinde yaygınlaşan kapitalist sistemdir. Aslında kapitalizmin son safhasını temsil eden küresel ekonomik sistem birçok toplumda, dini temelli sosyal hareketler üzerinde etkili olabilmektedir.
(Lundskow, 2008: 341‐342)Küreselleşmenin diğer oluşturucu unsuru kitle iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, çeşitli toplumlarda tecrübe edilen dini hayattaki canlanmalara ve yeni dini hareketlerin doğmasına etki etmektedir.
Neo‐liberal ekonomik modelin dünya ölçeğinde yaygınlaşması, dünyanın sosyo‐kültürel bakımdan aynılaşması anlamında küreselleşmenin öteki
oluşturucu öğesi olan ve dünyayı iyice daraltan kitle iletişim teknolojilerinin kültürel küreselleşmeye yol açtığını söyleyebiliriz. Ancak bu iki oluşturucudan birincisi, daha çok küreselleşmenin kültürel homojenleştirici yönünü ortaya çıkarırken ikincisi, heterojenleştirici boyutuyla öne çıkmaktadır.
Küreselleşmenin bu iki temel dayanağından yola çıkarak küreselleşme ile dini kurum ve dindarlık arasındaki karşılıklı etkileşim ilişkisini analiz edebiliriz.
Küreselleşmenin Dini Hayat Üzerine Etkisi
Dünya ülkelerinin giderek birbirine daha çok bağımlı hale gelmesi, çeşitli dini hareketlerin doğmasında ve değişik biçimlerde şekillenmesinde önemli bir faktördür. Dini geleneklerde görülen yenilikçi ve modernist yaklaşım ve gelişmelerin motivasyon kaynaklarından biri şüphesiz, küreselleşme sürecidir.
Küreselleşmenin önemli unsuru ve dayanağı olan kitle iletişim teknolojilerinin bu süreçte yoğun bir şekilde kullanılması ve sanayileşmiş toplumların iş gücü açığını karşılamak üzere bu ülkelere doğru işgücü göçü, dini çoğulculuğa neden olmuştur. Bir yandan ekonomik liberalleşmenin dini alanda meydana getirdiği gelişmeler, diğer yandan dini inanç, pratik ve sembollerin serbestçe dolaşımı, dinin daha özgürlükçü yorum ve algılarına yol açmıştır.
Dünya sistemleri tezi, sosyal davranışın temel güdüleyicisi olarak ekonomiyi görmektedir. Bu bakımdan küreselleşmeyi ekonomik boyutun yanında dini yönüne dikkat çeken alternatif küreselleşme teorileri de geliştirilmiştir. Sosyal süreçlerin belirleyicileri olarak kültürel değerleri ve normları daha ciddiye alan küreselleşme perspektifi Roland Robertson tarafından geliştirilmiştir.
Robertson’un küreselleşme teorisi bu sürecin din tarafından etkilendiğini, dinin küresel dönüşüm sürecinde oldukça önemli bir aktör olduğunu ileri sürmektedir. Buna karşılık dinin de birçok bakımlardan
küreselleşme sürecinden etkilendiği kabul edilmektedir. Yani din, küreselleşme konusunda yerine göre hem bağımlı hem de bağımsız bir değişken olmaktadır.
Dünyanın tek bir sosyokültürel alan haline gelmesi yönündeki değişimi belirtmek üzere kullanılan küreselleşme, birkaç birbiriyle bağlantılı süreçten meydana gelir. Buna göre, ulus‐devletlerin birbiriyle yapısal bir bağımlılık ilişkilerine girmeleri; toplumların birbirlerinden fikir, teknoloji, sanatsal
kavramlar, kitle iletişim prosedürleri ve insan hakları ile ilgili tanımlamalar gibi birçok kültürel unsurları alıp yeni sentezler oluşturmaları; diğerlerini kuşatıcılık kapsamda çevrelerini genişletmeleri yönünde bir sosyalleşme tecrübelerinde değişme; aile ve aşiret bağları gibi geleneksel kontrol mekanizmalarının etkinliğini azaltmasıyla birlikte bir bireyciliğin gelişmesi gibi süreçler küresel kültürün oluşturucularından bazıları olarak görülecektir. (Bodur, 2008: 17‐43)
Küresel kültürün birbiriyle bağımlı süreçleri olarak görülen bu ve benzeri değişim unsurları aslında modernleşme ve bununla bağlantılı değişim ve dönüşüm süreçlerinin küresel ölçeğe taşınma girişiminden başka bir şey değildir. Yani küreselleşme bir anlamda Batılı modernizmin tüm dünya toplumlarına taşınarak uygulanabilir kılınması olarak da düşünülebilir.
Evrensel dini geleneklerin doktriner ve ahlaki sistemleri gibi kurumsal oluşturucuları, değişik seviyelerde olsa da, artan küresel etkileşim çerçevesinde gözlenen değişimlere uyum çerçevesinde bir değişim talebiyle karşı karşıya gelmektedir. Ayrıca küreselleşme süreci, günümüzdeki dini grup ve
hareketlerin düşünceleri, yöntemleri ve işleyiş mekanizmaları üzerinde önemli etkilere sahiptir. Küreselleşmenin dini alandaki bir başka etkisi de, çeşitli dini gelenek, oluşum ve hareketlerin daha liberal yorumlara yönelmeleri şeklinde olmaktadır.
Küreselleşmenin etkileri bağlamında günümüzde, gerek evrensel dini geleneklerin ve bunların içinden çıkmış dini oluşumların gerekse eklektik yapılı yeni dini hareketlerin kendilerini yeni duruma uyarlayarak varlıklarını
sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Bu dini oluşumların uyumlama sürecine girmeleri ve diğer dini geleneklere karşı hoşgörülü davranma yönünde bir değişim arzusu taşıdıkları fikri, sosyal bilimciler arasında yaygın bir düşünce olarak gelişmeye başlamıştır. Uluslararası ilişkilerde ve işlerde yer alan ve belli bir düzeyde tecrübe eden yerlerde dinlerin daha liberal ve toleranslı yorumları benimsemeleri kuvvetle muhtemeldir. Bu bakımdan şehirler, ticaret merkezleri ve diğer kültürler arası etkileşime sahne olan bölgelerde yaşayan halkın, daha homojen görünümlü kırsal bölge insanına göre, heterojen ve çoğulcu yaşama pratiği ile temayüz etme eğilimi yüksektir.
Dinin kurumsal yapısı, diğer sosyal kurumlarla ilişkisi ve davranış norm ve kuralları koyarak insanların tecrübelerini etkileyen anlam sistemi oluşturması, küresel trendlerden önemli ölçüde etkilenebilmektedir. Rasyonel‐faydacı dünya görüşünün küresel ölçekte yaygınlaşması, dinin kurumsal farklılaşması, iletişim
Din, sosyo‐kültürel değişmenin en güçlü faktörlerinden biridir.
teknolojilerinin gelişmesi, şehirleşme ve uluslar arası göç gibi küresel ölçekli gelişmeler, din üzerinde etkili olmaktadır. (Roberts, 2011: 388)
Uluslararası İlişkilerde Dinin Rolü
Uluslararası ilişkilerde din, giderek artan bir şekilde önemli bir faktör haline gelmeye başladı. Bu bağlamda diğer dini geleneklerde olduğu gibi İslami canlanma, Batılı akademisyen, siyasetçi ve medya tarafından “Siyasal İslam”ın, hatta kökten dinciliğin yükselişi olarak resmedilmiştir. İslami canlanmanın en zayıf ve marjinal yönünü oluşturan siyasallık boyutu üzerindeki aşırı vurgu, oryantalistik anlayışın ve ön yargının dışa vurumu olarak görülebilir.
Günümüz dünyasında dinin toplumsal önemi ve rolü ile ilgili çalışmaların hak ettiği yerde olmadıklarını söyleyebiliriz. Din, sosyo‐kültürel değişmenin en güçlü faktörlerinden biridir.Teolojik olarak aşırı muhafazakar görünümlü birçok dini hareketin piyasa ekonomisi bağlamında modern‐rasyonel davranış
sergilediklerini söylemek mümkündür.
Din, küreselleşme sürecinde her zaman bağımlı değişken değildir. Bazen din, küresel süreçlerin nedeni olabilmektedir. Bazı dini organizasyonlar uluslar arası boyutlarda faaliyet yürütebilmektedirler.
Birçok dini hareketin ya da oluşumun dünyada çeşitli eğitim programlarını yürüttüğüne şahit olunmaktadır. Aynı zamanda yoksul bölgelerde bu tür dini hareketlerin halkın yaşam standartlarını yükseltmeye yönelik projeleri yönettikleri de görülmektedir.
Bilhassa 20. yüzyılın başlarından itibaren sayısı giderek artan Protestan misyonerlerin neredeyse tamamı Amerikan vatandaşıdır. Şüphesiz Roma Katolikleri ve diğer Hristiyan gruplar da misyonerler göndermektedirler. Ancak bu alanda aktif olanlar ABD'den dünyaya yayılan Protestan Hristiyan
misyonerlerdir. Bu misyonerlerin faaliyetleri yerli kültürlerin parçalanması gibi uluslararası siyasette bir takım sonuçlar doğurmuştur. ABD kiliselerinin sponsorluğunda Latin Amerika'da faaliyet gösteren misyonerlerin gittikleri ülkelerden ziyade ABD'nin uluslararası çıkarlarını korumaya yönelik faaliyetler içerisinde oldukları söylenmektedir. Açıkça ABD yönetiminin kilise
misyonerliğiyle problemlerini, kapitalist işletme çıkarlarını ve ulusal güvenliğe katkıda bulunması yönünde desteklediği bilinmektedir. Dini hareketler ve kurumların uluslar arası süreçler üzerindeki etkisi başka şekillerde de olmaktadır. Amerikalı yayın programlarını genişleterek bir çok bölgeye ulaşabilmektedirler. Böyle yaparak Hristiyanlığın Amerikanlaşmış versiyonunu yaymaya çalışmaktadırlar. (Roberts, 2011: 388‐389)
Küreselleşme, Türkiye ve Din
Daha evvel belirttiğimiz gibi küreselleşme; mal ve hizmetlerin, insanların, inanç unsurlarının, kültürel ürünlerin, imajların ve değerlerin ulusal sınırları aşarak tüm dünyaya yayılmasına katkı sağlayan bir süreçtir. Küreselleşmenin biri kapitalizmin küresel bir sistem haline gelmesi anlamında ekonomik, diğeri de dünyayı iyice küçülten kitle iletişim teknolojilerinin gelişmesi ve
yaygınlaşması olmak üzere iki ana dayanağı vardır.
Küreselleşmenin Türkiye’deki dini hayat üzerindeki etkilerini, bu iki temel oluşturucuları ve dayanakları çerçevesinde analiz edebiliriz. Bilindiği gibi Turgut Özal'ın 1983 yılından 1993 yılına kadar başbakan ve cumhurbaşkanı olarak ekonomik ve siyasal alanda takip ettiği liberalleşme politikaları, Türk toplumunda köklü değişmelere yol açmıştır. Özal döneminde, yani 1980
Çeşitli ekonomik, siyasal ve kültürel
oluşumlar, küreselleşmeye karşı
çıkma yerine, bu süreçten yararlanma
yoluna gitmişlerdir.
sonrasında, ithal ikameci devletçi ekonomik model yerine, dışa açık ihracat yönelimli politikalar uygulanmaya başlamıştır. Bu süreçte yapısal uyum ve ekonomik reform programı çerçevesinde görülen liberalleşme çabaları, toplumu küreselleşmenin etkilerine açmıştır. (Koyuncu, 2010: 106; Başkan, 2000: 273‐293)
Küreselleşme bilhassa din‐devlet‐ekonomi ilişkileri bakımından önemli sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yansımalarıyla kendini hissettirmiştir. 1980 sonrası dönemin akademik ve kamusal söyleminde din‐siyaset ilişkisini ele alan çalışmalarda bir artış gözlenmiştir. Bu çalışmaların hemen hepsinde
küreselleşmenin, Türk toplumunun dini hayatında bir canlanmaya yol açtığı tezi öne çıkmaktadır. Küreselleşme sürecinin bilhassa 1990’larda Türk siyasal, ekonomik ve kültürel hayatında önemli değişmelere neden olarak İslami canlanmaya uygun zemin hazırladığı söylenebilir.
Küreselleşme ile ilgili değişmeler, Türkiye'de serbest piyasa sisteminin güçlendirilmesi çerçevesinde, ekonomik alanda küçük ve orta ölçekli
işletmelerle yeni İslami orta sınıfın doğmasına yol açmıştır. Öte yandan çeşitli toplumsal katmanlara mensup olanların yanı sıra, bu yeni kesimin sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda etkilerini artırmak için küreselleşme sürecinden yararlandıkları görülmüştür.
Küreselleşmenin de etkisiyle ulusal ve uluslararası düzeylerde sosyo‐
kültürel, ekonomik ve siyasal fırsat yapıları ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda dini temelli oluşumlara zemin hazırlayarak bir çeşitlenmeye ve zenginliğe yol açmıştır. “Peti burjuva” olarak isimlendirilen küçük ticari birimlerin, esnaf ve sanatkarların oluşturduğu geleneksel sınıftan beslenen bu yeni ekonomik girişimciler grubu, geleneklerini ve dini değerlerini koruyarak kültürel muhafazakarlıklarını liberal ekonomik rasyonellikle birleştirerek yeni bir sentezle ve din algılarıyla temayüz etmiştir.
Küreselleşme ile ilişkisi bağlamında, Kasım 2002 seçimlerinden bu yana günümüze kadar üç dönemdir, oyunu artırarak tek başına iktidar olma
başarısını gösteren Adalet ve Kalkınma Partisi, bir “ağ” toplumu olarak temayüz eden küresel dünyada dinin güçlü bir kimlik kaynağı olması çerçevesinde, İslami kimliği siyasal söylemlerle seslendirmektedir. Ak Parti hakkında araştırma yapan Türk siyaset bilimcilerinin bu partinin Türk toplumunu İslamlaştırma ya da İslami prensiplere uygun bir yönetim biçimini oluşturma yönünde bir gizli gündeminin olmadığı noktasında hemfikirdirler. Türkiye’de 1970’li yıllarda popüler olmaya başlayan siyasal İslami gelenekten gelen Ak Parti, kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımlamaktadır. Şüphesiz bu muhafazakarlık ve demokratlık algısının şekillenmesinde küreselleşmenin de payının olduğu ifade edilmektedir.(Özbudun, 2010; Keyman, 2010: 312‐327)
Görüldüğü gibi 1980 sonrası dönemde siyasi, ekonomik ve sosyo‐kültürel alanlarda aktif olan dini temelli organizasyonlar küreselleşmenin etkisiyle kendilerini dönüştürmüşlerdir. Daha doğrusu 1980’lerden bilhassa 1990’lı yıllardan itibaren küreselleşme süreçleri din, devlet ve ekonomi arasındaki ilişkileri değiştirmiş, demokratikleşme ve sekülerleşme süreçleri üzerinde etkili olmuştur.
SEKÜLERLEŞME VE DİN İLİŞKİSİNE BAKIŞ
Klasik Sekülerleşme Teorisi ve Din
Sekülerleşme ya da dünyevileşme konusu, her bir sosyal bilim dalına göre farklı anlamlara gelecek şekilde tartışılmaya devam etmektedir. Bu
bakımdan tarihçiler, filozoflar, teologlar, hukukçular, sosyal ve siyaset bilimciler
Karl Marx (1818‐1883) sınıflı kapitalist toplum
tipinde dinin üst tabakaların elinde statükoyu sürdüren bir
araç konumunda olacağını iddia etmiştir.
Batı toplumlarında
sekülerleşme, modernleşme ile birlikte meydana gelen
bir fenomendir.
meseleyi değişik yönleriyle ele alıp incelemektedirler. Modernleşme olgusunun alt sistemi ve oluşturucusu olan sekülerleşme süreci din sosyolojisinin üzerinde önemle durduğu konuların başında gelmektedir.
XX. yüzyılın sonlarında neredeyse tüm toplumlarda dini canlılığın görülmesi önemli küresel gelişmelerden biri olarak görülmüştür. Bu sürecin açıklanması Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa’da farklı sosyolojik perspektifler çerçevesinde olmuştur. Kuzey Amerika’da dini hayatta görülen canlılık dini piyasa ekonomisi modeli çerçevesinde analiz edilmiştir. Oysa Avrupa’da dinin toplumsal otoritesi etrafındaki tartışmalar sekülerleşme teorileri ile yürütülmüştür.
Dini‐sosyolojik perspektiften ele alınan sekülerleşme olgusu, din‐siyaset ilişkilerinde yeni anlayışların ve teorilerin geliştirilmesine yol açmıştır. Bu çerçevede hem süreç hem de teorik gelişme olarak sekülerleşme ile ilgili tartışmalar din sosyolojisinde devam etmekte, hatta onun rotasını belirlemektedir.
Westphalia Antlaşması (1648) genel olarak modern ulus‐devlet
sisteminin başlangıcına işaret eder. Aynı zamanda birçok sosyal bilimci, bu yeni modeli dünya tarihinde kutsalın öneminin azalmaya başladığı dönem olarak görmektedir.(Esposito, 2000: 613‐639) İşte bu süreci tanımlamak üzere modernleşme kavramsallaştırması çerçevesinde, sekülerleşme teorilerinin geliştirilmeye başladığını söylemek mümkündür.
Tarihsel olarak sekülerleşme kavramı, Protestan reformasyonunu tecrübe eden Batılı toplumlarda kilise mallarının devletleştirilmesi sürecini tasvir etmek üzere kullanılmıştır. Sosyolojide sekülerleşmenin yaygın kullanımı XIX. yüzyılın başlarına tekabül etmektedir.Batı toplumlarında sekülerleşme, modernleşme ile birlikte meydana gelen bir fenomendir. Sanayileşme süreciyle birlikte, modern öncesi (pre‐modern) dönemde ağırlığı olan geleneksel değerlerin, sosyal sistemin işleyişindeki belirleyici ve hakim rolünde bir azalma gözlenmeye başlamıştır.
Klasik Sekülerleşme Teorileri
Klasik sekülerleşme teorilerinin izlerine ilk olarak Saint‐Simon (1760‐
1825) ve Auguste Comte (1798‐1857)’un yayınlarında rastlanmaktadır. Bu iki düşünürün analizlerinde detaya inildikçe bazı farklılıklar görülse de “tekamülcü toplum görüşü” aralarındaki en temel noktayı oluşturur. İnsanlık tarihinin belli merhalelerden geçerek geliştiğini belirten bu sosyal bilimciler, bürokratikleşmiş devlet yapısının ve bilimin artan etkisiyle geleneksel dinin gücünün,
makullüğünün yavaş yavaş kaybolacağını iddia etmişlerdir.
Bu görüş, daha sonra sosyolojinin önemli isimleri olan Marx, Durkheim ve Weber’in yazılarına yansıyacaktır. Karl Marx (1818‐1883) sınıflı kapitalist toplum tipinde dinin üst tabakaların elinde statükoyu sürdüren bir araç
konumunda olacağını iddia etmiştir. Marx, kapitalizmin eninde sonunda sınıfsız bir topluma doğru evrilmesiyle dinin sosyal amacını ve statükoyu koruyucu fonksiyonunu yitireceğine ve toplumdan atılacağına inanmaktadır.
Emile Durkheim (1858‐1917) de modern toplumlarda dinin sosyal önemini kaybedeceğinden söz etmektedir. Geleneksel toplum tiplerinde dinin sosyal birliği sağlayıcı fonksiyonunu modern toplumlarında eğitim gibi kurumlar yerine getirecektir.
Max Weber (1864‐1920) de Batı’da reformasyon hareketinin dini erozyona uğratacak bireyciliğe ve rasyonelliğe yol açtığına inanmaktadır.
Rasyonelleşme ve bürokratikleşme dinin insan düşüncesi ve davranışı üzerindeki etkisini azaltarak bir sekülerleşmeye yol açacaktır.
Savaş sonrası din sosyologları, Parsons
hariç, dinin kamusal alandaki etkisinin azalması noktasında
hemfikirdirler.
Sekülerleşme toplumun
organizasyonunda, kültüründe ve kolektif
mentalitesinde meydana gelen en temel sosyal süreç olarak tanımlanır.
Sosyolojinin sacayağı olarak bilinen ve klasik sosyolojik bakış açısını oluşturan bu üç sosyal düşünürün modern sanayi toplumlarında dinin konumuna ilişkin yaklaşımları, dini inanç sisteminin ya da dini otoritenin giderek sosyal önemini kaybetmesi anlamında bir sekülerleşmenin kaçınılmazlığına olan inançlarını yansıtmaktadır. Yani 19. yüzyıl sosyal teorisyenleri rasyonalist, bilimin gücüne inanma bakımından iyimser
(optimistik) ve toplumun çeşitli safhalardan geçerek geliştiği anlamında evrimci karakterdedir. (Furselth, 2006: 83)
Sekülerleşme tezinin 1960’larda merkezi aksiyomlarından biri, toplumların daha karmaşık, daha rasyonelleşmiş ve daha bireycileşmiş hale gelmesiyle dindarlığın boyutlarında ve bu arada dini pratiklerde bir gevşemenin ve değişmenin görüleceği beklentisidir.
Modernleşme ile birlikte dinin otoritesinde düşüşün yaşanacağını hatta dinin yok olacağını belirtmek üzere kullanılan sekülerleşme fikri çeşitli sosyal süreçlere referansta bulunarak açıklanmaktadır. Buna göre kurumsal farklılaşma, rasyonelleşme, sanayileşme ve şehirleşme gibi sosyal süreçlerin dini kurumların ve inançların gücünü ve makullüğünü azalttığına
inanılmaktadır.
Sekülerleşme tezini savunanlar genel olarak iki gelişmeye dikkat çekerler.
Bir zamanlar dinin hakimiyeti altında olan çeşitli faaliyet alanlarının seküler kurumların etkisi altına girmeyi, yani dinin bazı sosyal fonksiyonlarında
kayıpların yaşanması birinci gelişme olarak görülür. Çağdaş gözlemcilerin dikkat çektikleri ikinci gelişme ise başta Hristiyanlık olmak üzere çeşitli dini
geleneklerin inanç ve pratiklerinde, uzun dönemde bir düşüşün ve zayıflamanın görülmesidir.(Pollack, 2008: 168‐187) Sekülerleşmenin üç alandaki tezahürleri farklı teorik bakış açılarının gelişmesine neden olmuştur. Çeşitli sekülerlik biçimleri;
toplumsal,
organizasyonel,
bireysel seviyelerde olmaktadır.
Toplumsal farklılaşma denen süreçte yaşanan gelişmeler ve dini otoritenin toplumsal yapı ve kurumları üzerindeki etkisi ile ilgili tartışmalar çeşitli sekülerleşme anlayışlarına yol açmıştır. Aynı şekilde toplumun normatif çerçevesine dinin etki edip etmediği meselesi de farklı sekülerleşme
teorilerinin oluşturulmasında rol oynamıştır. Toplumsal kurumların
düzenlenişinde dinin fonksiyonel olup olmaması da sekülerlik anlayışına etki etmektedir.(Gorski, 2003: 110‐122)
Toplumsal, organizasyonel ve bireysel seviyelerdeki gözlenen sekülerleşme ile ilgili açıklamaları iki ana grupta toplayabiliriz. Bunlardan birinci kategoride yer alanları “klasik sekülerleşme tezi” olarak
isimlendirebiliriz. Dinin sosyal öneminin giderek yok olacağını iddia eden “katı”
sekülerleşmeci anlayışa karşı, bu sürecin çeşitli boyutlardaki tezahürlerinin dinin sosyal hayattan çıkarılma anlamına gelmeyeceğini savunan genelde ılımlı, yeni sekülerleşme teorileri yer almaktadır.
Bryn Wilson, Steve Bruce ve hatta erken döneminde Peter Berger gibi sosyologlar sosyolojinin öncülerinin izinden giderek sekülerleşmenin önüne geçilemez bir güç olduğunu kabul etmişlerdir. Sekülerleşme toplumun organizasyonunda, kültüründe ve kolektif zihniyetinde meydana gelen en temel sosyal süreç olarak tanımlanır.Bu değişim sürecinde dini düşünce, pratik ve kurumların sosyal sistemin işleyişi üzerindeki etkisi giderek kaybolmaya başlar.
Son dönemlerde yapılan çalışmalardan dinin sosyal öneminde
bir azalmanın olmadığını göstermektedir.
Klasik sekülerleşme tezine göre din, şehirleşme, sanayileşme ve kitlesel eğitim gibi sosyal süreç ve güçlerin meydana getirdiği ve daha genel değişimin adı olan modernleşme sürecinin içerisinde giderek marjinalleşen geleneksel bir olgu olarak görülür. Aslında hızlı sosyal değişme, dinin sosyal öneminin
azalmasına yol açmaktadır. Buna göre dini düşünce, pratik ve sembollerin sosyal sistemin işleyişi üzerindeki etkisinin kaybolmaya başlaması olarak bilinen sekülerleşme süreci modern toplumların kaderi olmaktadır.
Yeni Sekülerleşme Teorileri ve Din: Eleştirel Bakış
Aşırı sekülerleşme formu, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin toplumsal sorunları çözeceğine dair iyimser beklentilerle birlikte gelişmiştir. Böyle bir ilerleme fikrinin yeni bir dünya görüşünün temelini oluşturacağına inanılmıştır.
Bugün modernleşme süreci ile birlikte dinin sosyal hayattaki rolünün ve öneminin kaybolacağına inanan sosyologların sayısı azalmaktadır. Din sosyolojisi alanında katı sekülerleşme teorileri yerine bunu çeşitli açılardan eleştiren yeni sekülerleşme teorilerinin geliştiğine şahit olunmaktadır.
Geride bıraktığımız yüzyılın bilhassa son on’lu yıllarında, dünyanın birçok yerinde sanayileşmiş ülkeler dahil, dini temelli sosyal hareket faaliyetlerdeki artışlardan ya da canlanmadan söz edilmektedir. Bu gelişmeler, modernleşme süreçlerinin önemli bileşenlerinden olan ve dinin giderek toplumsal önemini yitireceği anlamına gelen sekülerleşme tezinin öngörülerine karşı dinin modern toplumlarda varlığını sürdürmesi yönünde gelişmeler olarak değerlendirilebilir.
Sosyalist toplumlarda dini ilgi artması ve dini canlanma denen süreç gelişimini belirtmek üzere çeşitli kavramlar geliştirilmiştir. Buna göre, dinin yeniden toplumsal önemini elde etmesi anlamında "de‐sekülarizasyon" (Mert, 1994: 87) ve dinin bireysel ya da özel hayattan çıkması, yani deprivatization ve geleneksel din formundan farklı moderniteyle eklemlenmiş yeni dini kimliklerin ortaya çıkması demek olan “sakralizasyon” (Koyuncu, 1990: 128) gibi kavramlar sosyal bilimsel alanda kullanılmaya başlanmıştır. Bütün bunlar din ve toplum ilişkilerinde ciddi değişmelerin tecrübe edilmeye başladığını ve katı
sekülerleşme anlayışlarına karşı yeni sekülerleşme tiplerinin doğduğunu göstermektedir.
Son yılarda yeni sekülerleşme hakkında yapılan ve yeni sekülerleşme teorileri olarak isimlendirilen çalışmalar, dinin sosyal öneminde bir azalmanın olmadığını göstermektedir. Her şeyden evvel dindarlık ve sekülerleşme
kavramlarının üzerinde bir fikir birliği olmamasından dolayı sosyologlar bunlara farklı anlamlar vermektedir. Bir araştırmacı dinin temel unsurunun pratik veya ibadet olduğunu söyleyebilir. Buna göre dini pratikleri yerine getirmede bir azalmanın ya da gevşemenin olması sekülerleşmenin işareti olarak görülebilir.
Bazı araştırmacılarda inancın ve dini pratikleri yerine getirmenin dini kuruma devam etme ile bir ilişkisinin olmadığını ifade etmesi de pekala mümkündür.
Dini pratiklere katılmada bir azalmanın yaşanması farklı biçimlerde yorumlanabilir. Bryn Wilson gibi din sosyologları dini mabetlere devam etmede bir azalmanın yaşanmasını sekülerleşmenin bir ölçüsü olarak görürler. Ancak insanların topluca ibadette yer almadan bireysel olarak ibadet yapabilecekleri de mümkündür. İbadet yerlerinin giderek boşalmasını ve dinin toplumdan çekilmesini ve yapısal farklılaşmasını sekülerleşme delili olarak görmek de tartışmalıdır. Yapısal farklılaşmayı sekülerleşmeye eşit görme fikrine Talcott Parsons karşı çıkmıştır. Parsons’a göre toplumun evrimi, yapısal farklılaşma sürecini içerir. Sosyal sistemin farklılaşması, onların önemsizleşmesi anlamına gelmez. Parsons, dini böyle bir farklılaşma sürecinde inançların hala sosyal
hayat için önemli olduğunu ve ona anlam verdiğini iddia ederek toplumsal farklılaşmanın sekülerleşme anlamına gelmediğini belirtmektedir.
İçsel sekülerleşme bağlamında dini inanç sisteminin veya kurumun bazı görüşlerinden vazgeçmesi, yeni şartlara uygun yorumlar getirmesi de
mümkündür. Aynı şekilde dinin Batı toplumlarında önemli rol oynadığı ve dini kurumun kendi alanında uzmanlaşmasıyla dini inanç ve değerlerin
genelleşeceği, sosyal normlar ve değerler, sosyal aksiyon ve bilinç üzerinde etkili olacağı ifade edilmektedir. Böylece sekülerleşme deyimi birçok sosyolog tarafından farklı şekillerde kullanıldığı ve tanımı üzerinde genel bir anlaşmanın olmadığı anlaşılmaktadır. (Haralambus vd., 2004: 479‐497)
Ödev gönderimi
Öz et
•Büyük hikayeler olarak da bilinen modernite, post‐modernite, küreselleşme ve sekülerleşme gibi teori ve kavramlar, çeşitli sosyal bilimsel alanlarda olduğu gibi din sosyolojisinde de birer analitik araç olarak kullanılmaktadır.
•Modernleşme, insanoğlunun sosyo‐kültürel seviyelerinde, düşünce ve yaşama biçimlerinde, tutum ve davranışlarında, değerlerinde
gelenekselden ayrı olarak yeni hayat telakkilerinin hakim olması anlamına gelmektedir. Din ile modernleşme ve onun şehirleşme, rasyonelleşme, sanayileşme ve sekülerleşme gibi alt sistemleri ve oluşturucuları arasında karşılıklı etkileşim ilişkisi söz konusudur.
•Küreselleşme, kısaca dünyada meydana gelen her hangi bir
olayın/olgunun kısa sürede her tarafa yayılmasıdır. Küreselleşme din ilişkisinin analizinde teorik çerçeve oluşturmada katkı sağlayacak küreselleşme teorilerini üç grupta toplayabiliriz. Bunlardan birincisi, ulus‐devletin önemsizleşeceğini ve sınırların kalkacağını vurgulayan aşırı küreselleşme teorisidir.Küreselleşmenin bir mit olduğunu ve ulusal ekonomilerin seviyesinin yükselişini açıklamak üzere geliştirildiğini iddia eden septik küreselleşme teorileri ikinci grubu oluşturur. Üçüncü kategoriyi ise küreselleşmeyi hızlı sosyal, siyasal ve ekonomik değişimlerin arkasındaki en temel güdüleyici güç olarak gören ve modern toplumların ve dünya düzeninin bu süreçle yeniden şekilleneceğine inanan teorisyenlerin geliştirdikleri dönüştürücü küreselleşme yaklaşımı meydana getirir.
•Modernleşme ile birlikte dinin otoritesinde düşüşün yaşanacağını, hatta dinin yok olacağını belirtmek üzere kullanılan sekülerleşme fikri çeşitli sosyal süreçlere referansta bulunarak açıklanmaktadır. Buna göre kurumsal farklılaşma, rasyonelleşme, sanayileşme ve şehirleşme gibi sosyal süreçlerin dini kurumların ve inançların gücünü ve
makullüğünü azalttığına inanılmaktadır.
Öde v
• Sekülerleşmenin Türkiye’deki etkilerini inceleyen 200 kelimeyi geçmeyecek kompozisyonunuzu yandaki ödev gönderme linki ile yollayınız.
Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Modern kavramından türetilmiş, modern zamanların ruhu, düşüncesi ya da karakteri anlamına gelen kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a) Modernleşme b) Modernite c) Modernizm d) Modernus e) Modern
2. Modernleşme ile din arasındaki ilişki biçimleri düşünüldüğünde aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Modernleşmenin dinin toplumsal etkinliğini azalttığını ileri süren yaklaşımlar vardır.
b) Modernleşme dini hayatta ve dindarlık düzeylerinde farklılaşmalara neden olmaktadır.
c) Dini, modernleşmeyi engelleyici bir güç olarak gören yaklaşımlar vardır.
d) Dinin modernleşmeye yol açtığını savunan yaklaşımlar vardır.
e) Modernleşmenin geleneksel din anlayışı üzerinde hiçbir etkisi olmamıştır.
3. Çoklu moderniteler tezi aşağıdaki bilim adamlarından hangisi tarafından geliştirilmiştir?
a) S. Eisenstadt b) M. Weber c) E. Durkheim d) T. Parsons e) K. Marx
4. Dünyanın herhangi bir bölgesinde meydana gelen bir olgunun etkilerinin kısa sürede başka yerlerinde de görülmesi anlamına gelen kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a) Modernleşme b) Sekülerleşme c) Laiklik d) Küreselleşme e) Post‐modernleşme
5. Geleneksel ulus devletlerin sonunun geldiğine inanan görüşler hangi küreselleşme teorisi içerisinde değerlendirilebilir?
a) Septik küreselleşme teorisi b) Aşırı küreselleşme teorisi
c) Dönüştürücü küreselleşme teorisi d) Hayali küreselleşme teorisi e) Hiçbiri
6. “Bağımlılık teorisi” de denen “dünya sistemleri” teorisini geliştiren düşünür aşağıdakilerden hangisidir?
a) R. Robertson b) E. Durkheim c) K. Marx d) S. Eisenstadt e) I. Wallerstein
7. Aşağıdakilerden hangisi dini inanç sisteminin ya da dini otoritenin giderek sosyal önemini kaybetmesi anlamında bir sekülerleşmenin kaçınılmazlığını savunan sosyologlar içerisinde yer almaz?
a) E. Durkheim b) K. Marx c) T. Parsons d) M. Weber e) A. Comte
8. Dinin giderek toplumsal önemini yitireceği anlamına gelen klasik sekülerleşme tezinin öngörülerine karşı dinin yeniden toplumsal önemini elde etmesi anlamında sosyalist toplumlarda geliştirilen kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a) De‐sekülarizasyon b) Sakralizasyon c) Modernleşme d) Küreselleşme e) Sekülerleşme
9. Sekülerleşme ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a) Avrupa’da dinin toplumsal otoritesi etrafındaki tartışmalar sekülerleşme teorileri ile yürütülmüştür.
b) Sosyolojide sekülerleşmenin yaygın kullanımı XIX. yüzyılın başlarına tekabül etmektedir.
c) Klasik sekülerleşme teorilerinin izlerine Saint‐Simon ve Auguste Comte’un çalışmalarında rastlanmaktadır.
d) Talcott Parsons, yapısal farklılaşmayı sekülerleşmeye eşit görme fikrine destek çıkmıştır.
e) Weber’e göre, rasyonelleşme ve bürokratikleşme dinin insan düşüncesi ve davranışı üzerindeki etkisini azaltarak bir sekülerleşmeye yol açacaktır.
10. Modernleşme ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a) Modernleşme tarım toplumundan gelişmiş sanayi toplumuna doğru bir geçişi ve değişimi içerir.
b) Modernleşmenin dinin toplumsal etkinliğini azaltmadığı yaygın kabul gören bir yaklaşımdır.
c) Klasik modernite teorisyenleri ilerleme fikrine ve endüstrinin gücüne inanmışlardır.
d) Modernleşme ve onun beraberinde getirdiği değişim ve dönüşüme karşı tepkisel bir tavır da gelişmiştir.
e) Dinin, modernleşmeye yol açtığını savunan sosyologlar davardır.
Cevap Anahtarı 1. C, 2. E, 3. A, 4. D, 5. B, 6.E, 7.C, 8.A, 9.D, 10.B
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Akyol, T., “İslam Nereye”, Hürriyet, 14.10.2011.
Alpay, Ş., “Şerif Mardin’e İtirazlarım, Zaman, 25.20.2011.
Başkan, F. (2000), “Globalleşme, Sivil Toplum ve Fethullah Gülen”, Global Yerel Eksende Türkiye, Der. E. Fuat Keyman‐Ali Yaşar Sarıbay, Alfa, İstanbul, s.273‐293.
Başkan, Filiz, “Globalization and Nationalism; The Nationalist Action Party of Turkey”, Nationalism and Ethnic Politics, 12, 85‐86.
Bodur, H E., "Büyük Anlatılar ve Din: Modern Türkiye'ye Yansımaları", Toplum Bilimleri Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 8, Temmuz‐Aralık 2010, s. 33‐48.
Bodur, H. E. (2007), “Küreselleşme, Din ve Ulus‐Devlet”, Küreselleşme, Ulus‐Devlet ve Din, Ed., Ş. Gürsoy, İ. Çapcıoğlu, Platin, Ankara, s.17‐43.
Bodur, H. E. (2008), “Sekülerleşme Teorileri Çerçevesinde din ve Sosyal Değişme”, Sekülerleşme ve Dini Canlanma, Türkiye Dinler Tarihi Derneği yayınları, Ankara, s.34‐47.
Esposito, J. – J.O. Voll (2000), “Islam and the West : Muslim Voices of Dialogue”, Millennium‐Journal of International Studies, Vol.29, No.3, s.613‐
639.
Findings (2008), Social Compass, Vol. 55/2, s. 168‐187.
Furselth, I. (2006), Introduction to the Sociology of Religion; Classicaland Contemporery Perspectives, Asegate Publishing, Oxon, GBR
Gorski, Philip S. (2003), “Historicizing the Secularization Debate”, Handbook of the Sociology of Religion, ed. M. Dillon, Cambridge University Press, Cambridge, s. 110‐122.
Günay, Ü., “Türkiye’de Modernleşme ve Din”, Türk Yurdu, Sayı 292, Aralık 2011, s. 24‐34;
Haralambus, M; Horborn, M, (2004) Sociology Themes and Perspectives, Collins Educational: NY.
Kahraman, H. B., “Muhafazakarlıkla Müslümanlık Arasında Türkiye”, Sabah, 13.10.2011.
Keyman, F. (2010), “Modernization, Globalizationand Democratization in Turkey: The AKP Experienceanditslimits”, Constellations, Volume 17, Number 2, s. 312‐327.
Kıvanç, T., “Bunu Bana Yapmayacaktın Hocam”, Star, 12 Ekim 2011.
Koyuncu, B., “The Relationship Between Islamand Globalisation in Turkey in the Post‐1990 Period: The Case of MÜSİAD”, bilig, number 52, winter 2010, s.106.
Lundskow, George (2008), The Sociology of Religion, Sage Publications, California.
Mert, N., "Laiklik Tartışması ve Siyasal İslam". Cogito, Yaz '94, s. 87.
Özbudun, E. (2010), Türkiye’de İslamcılık, Demokrasi ve Liberalizm, AKP Olayı, Çev. E. Özbudun‐K. Göksel, Doğan Kitap, İstanbul.
Pollack, D., "Religious Change in Europe: Theoretical Considerations and Emprical
Rantanen, T.(2004), Media andGlobalisation, Sage Publications, London.
Roberts, Keith A. (2011), Religion in Sociological Perspective, Beşinci baskı, Sage Publications.
Şerif Mardin’in Taraf gazetesinden Neşe Düzel’e verdiği mülakat, Taraf, 10‐11 Ekim 2011.
Titarenko, L. (2008), On the Shifting Nature of Religion During the Ongoing Post‐Communist Transformation in Russia, Belerus and Ukraine, Social Compass, 55(2), p. 237‐254.