YAŞAM FELSEFESİ
III
Alfred North Whitehead
Alfred North Whitehead de tıpkı Bergson gibi, olguların diğer olgulardan tam bir yalıtılmışlık hali içinde var olduğunu kabul eden analitik düşünce tarzına karşı çıkmaktaydı. Şeylerin özünde,
birbirleriyle ilişkili olmanın bulunduğunu söyleyen Whitehead, yine Bergson gibi töz metafiziğini eleştirerek, felsefede statik ya da değişmez bir varlık anlayışına karşı çıktı. Evrende sürekli bir oluş ve değişme olduğunu, onda aslında tek bir gerçekliğin bulunduğunu savunuyordu: Yalnızca görünen ve algılanan gerçektir. Whitehead “benlikle ben olmayan, düşünceyle eşya arasında bir boşluk ve ayrılık bulunmadığını” öne sürdü. Bunun nedeni ise, dünyadaki hiçbir şeyin başka her şeyden tecrit edilmiş ya da yalıtılmış olarak var olmamasıydı. Dünyadaki her şey bir başka şeye bağlanmış olup ancak başka şeylerle olan ilişkileriyle anlaşılabilirdi; bundan dolayı, kendi başına var olan statik bir varlık yoktu. . (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.575.)
Dünyada, ne varoluşu için başka bir şeye gerek duymayan bağımsız varlıkların, ne de statik varlıkları ifade eden kavramların söz konusu olabileceğini, yalnızca olaylardan meydana gelen sınırsız bir ağın varlığından söz edilebileceğini öne süren Whitehead, yine Bergson gibi felsefenin bilimin yarım bıraktığı şeyi tamamlamak durumunda olduğunu söylemekteydi. Bu yüzden bilimin ayırma eğilimi gösterdiğini, felsefenin birleştirmeye çalışması gerektiğini öne sürdü. (Ahmet
Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.575.)
Bergson’un mistik bir filozof olduğu yerde, Whitehead çok daha akılcı bir filozoftur. Rasyonalist gelenek içinde yer alan, bu geleneği temsil eden bir filozof olarak, bununla birlikte, sözgelimi Aydınlanmacıların rasyonalizminden önemli ölçüde ayrıldı. Süreci çok ciddiye alan Whitehead’in rasyonalizmi, Hegel’in akılcılığına yakındı. Bilimi tamamlayacak veya zenginleştirecek rasyonalist bir metafizik inşa etme noktasında Hegel’e çok yaklaşan Whitehead, Hegel’den üç noktada
farklılık gösterdi. Her şeyden önce inşacılığa karşı çıkarken, felsefeyi Principia Mathematica’yı [Matematiğin Temelleri] birlikte kaleme aldığı Russell benzeri çağdaş filozofları Kantçı
paradigmadan yola çıkarak nesnelliği olumlamaya sevkeden realist bir anlayışla ele aldı. Öte
yandan onun metafiziği Hegel’inki gibi, saf mantığa değil de fizik ve matematik bilimine dayanan bir kavramsal veya kategorik şema üzerine kurulmuştu. Ve nihayet, onda Hegelci anlamda bir diyalektik söz konusu değildi. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.575.)
Whitehead, metafiziksel bakış açısıyla, felsefenin görevinin evrendeki düzeni, var olan örüntüyü aramak ve bulup çıkarmak olduğunu düşündü. Araçları nispeten sınırlı ve zayıf olan felsefenin kendi içinde ilerledikçe bu araçları geliştirdiğini düşünen Whitehead açısından felsefe, evrenin sınırsızlığını dilin sınırlamalarıyla ifade etme yönünde bir teşebbüs olmak durumundaydı. Onun gözünde kısmi hakikatlerin, dogmatik genellemelerin ve sözlük çözümlerinin düşmanı olan
felsefenin, hiç kuşku yok ki bütün genel doğruların birbirlerini bir şekilde koşulladığını bildiği için temeldeki düzene, gerideki örüntüye ilişkin yetersiz açıklama ve teorilerden daha tatminkâr
açıklama ve teorilere doğru ilerlemesi gerekiyordu. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları 2009 s.575.)