• Sonuç bulunamadı

PAUL FOULQUIE VAROLUŞÇUNUN VAROLUŞU

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "PAUL FOULQUIE VAROLUŞÇUNUN VAROLUŞU"

Copied!
127
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

PAUL FOULQUIE

VAROLUŞÇUNUN

VAROLUŞU

(3)

Toplumsal Dönüşüm Yayınları: 104 Kuram Dizisi: 1 2

Paul Foulquie Varoluşçunun Varoluşu

Çeviri:

Yakup Şahan

1 . Baskı: Gelişim Yayınları 1 967, İstanbul

2. Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınlan 1 995, İstanbul

3. Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları Ekim 1 998 -İstanbul

ISBN 975-7244-04-X Kapak:

Ali Şimşek

Genel Dağıtım: KARDAK I Narlıbahçe Sk. No:6/3 Cağaloğlu I İST ANBUL

Telefax: 5 1 2 45 9 1 Tel: 5 1 2 31 6 1

Toplumsal Dönüşüm Yayınlan v e 2B/Bilgi Birikim, Kınlak Eğitim ve Külıür Hizm. Ltd. Şii. yan kuruluşlandır.

(4)

PAUL FOULQUIE

VAROLUŞÇUNUN VAROLUŞU

Çeviri:

Yakup Şahan

(5)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ . . . ... . . . . .. . . ... ... . . . . ... ... 7

GİRİŞ: ÖZ VE VAROLUŞ KAVRAMLARI ... . . . . ... . . ... 9

BİRİNCİ KİTAP: ÖZCÜ FELSEFE . . . ... . . . .... . . 13

BİRİNCİ BÖLÜM: DİNBİLİMSEL ÖZCÜLÜK . . . .. . . . .. . . . .... 15

1. -Eflatuncu Özcülük ..... . .... . . . ... . . . 15

il. - Augustinusçu Özcülük ........ . . . .. . . 19

İKİNCİ BÖLÜM: KAVRAMCI ÖZCÜLÜK ... 23

1. - Aristotelesçi Kavramcılık ... . . ... . . . ... . . . 24

il. - Tommasocu Kavramcılık ... ... ... 25

III. -Bilimci Kavramcılık ...... . . ......... 27

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: OLA YBİLİMCİ ÖZCÜLÜK .. . . . .... . . .... 31

İKİNCİ KİTAP: VAROLUŞÇU FELSEFE ....... 37

BİRİNCİ BÖLÜM: GENEL OLARAK VAROLUŞÇULUK . . . . ...... . . ... . . . 39

1. - Genel Fikir . . .. . . ... . . ........... 39

il. -Varoluşun Bulunuşu ... .41 III. - "Varolmak" Nedir? . . . .. . . ............ .44

iV Varoluş Dramı .. . . ... ... .48

İKİNCİ BÖLÜM: TANRITANIMAZ VAROLUŞÇULUK ... 53

(6)

il. -Varoluşçunun İlkeleri ... 58 ili. - Tanrıtanımaz Varoluşçuluğun Felsefe Sorunlarına

Yanıtı ... 68 iV. -Varoluşçuluk ve Komünizm ... 85

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: HIRİSTİY AN V AROLUŞÇULUK ... 97 1. - Hıristiyanlığın Varoluşçuluğu ... 98 il. -Bir Protestan Varoluşçu: Kierkegaard ... l 00 ili. -Katolik Bir Varoluşçu: M. G. Marcel ........ 103

· IV. -Kari Jaspers ve Aşkınlık ........... 107

ÜÇÜNCÜ KİTAP: ÖZCÜ VAROLUŞÇULUK ....... 111 BİRİNCİ BÖLÜM: LOUİS LAVELLE'İN FELSEFESİ ...113 1. -Temel Savlar ... 113 ll. -Louis Lavelle'in Varoluşçuluğu ... 115 ili. -Louis Lavelle'in Özcülüğü ... 117

İKİNCİ BÖLÜM: GEORGES GUSDORF'UN AHLAKI ... 121

SONUÇ . . . .. . . ... . ... . . . 125

(7)

ÖN SÖZ

II. Dünya Savaşındaki Fransız Kurtuluş hareketinden bu yana, varoluşçuluk, haftalıkların çoğunda ve geniş halk kitlelerine hitap eden dergilerde birçok yazılara konu teşkil etmiştir. Buna karşın, felsefe dergileri bu güne dek bu konuyu ele almaktan sakınmak suretiyle burada, gerçek filozofların ilgi göstermemeyi yeğledikleri, geleceği olmayan bir tıkanmadan başka bir şey söz konusu ola­

mayacağını anlatmak istemişlerdir.

Bu fikri paylaşsak da ve Jean Paul Sartre tarafından günün mo­

dası haline getirilen varoluşçuluğun hiçbir geleceği olmasa da, buna ilgi duyulduğu bir gerçektir ve bu, pek yabana atılmayacak nitelikte­

dir. İlgi duyulduğuna göre, neden varoluşçu felsefeden gidilerek sırf

(8)

Gerçekten de, varoluşçuluk, halka mal edici nitelikteki bazı ya­

zıların bizi inanmaya sevk edeceği gibi, nereden geldiği bilmeme­

den, fırtınalı bir gecede yerden biten, bir çeşit kocaman mantar de­

ğildir: Ancak kendisinden önce olup bitenlere karşı durmak sure­

tiyle ortaya çıkmakta ve neden olduğu karşıtlıklarla bizi felsefenin sonsuz sorunlarına geri götürmektedir.

Bu şekilde anlaşıldığında, varoluşçuluğun öğrenilmesine girişil­

mesi, felsefe öğrencileri için herhangi bir özel sistemin incelenmesi kadar bize yararlı görünmektedir.

Öğrenmek ve anlamak amacıyla, felsefi varoluşçuluğa değişik eği­

limlerle yaklaşılsa yeridir. Böyle bir davranış, anlatılmasına ve çö­

zümlenmesine çalışılan bazı durumlar karşısında sağlıksız bir izlenim edinilmesini önleyecek, zihni uyanık tutacak ve de en temiz vicdan­

lann derinliklerinde saklı duran seks düşkünlüğünü sindirecektir. Öğ­

renmeyi ve muhakeme etmeyi yeğlersek, yapıtın bizi sürüklemesine meydan vermeden etkisinden sıynlıp, ona hakim olabileceğiz.

Ancak, bunun için yazarın temel tezlerini bilmemiz kaçınılmaz­

dır ve bu sayfalarla amaçlanan da budur.

Çev.: Galip NEGİŞ

(9)

GİRİŞ

ÖZ VE VAROLUŞ KAVRAMLARI

Varoluşçuluğu tanımlamak için, sözcüğün kendisinden işe baş­

layacağız. Bu yeni türetilmiş sözcük varoluş (existence) isminden ilkin varoluşsal (existentiel) ve varoluşla ilgili (existential) sıfatları türetilerek ve daha sonra bunlara ( culuk) soneki eklenerek ortaya çıkarılmıştır. Bu sonek, genellikle, bir öncelliğin tanınıp kabul edil­

diğini gösterir; sözgelimi, (toplumculuk). kuramsal olarak, toplum çıkarlarını bireyin çıkarlarının önüne geçirir; tersine bireycilik, bireyi, siyasal güçlerin başlıca uğraş konusu yapar.

Öyle ise varoluşçuluk, buna göre, varoluşun önceliğini ya da ilk­

liğini benimseyen bir kura��dır.

(10)

Ama bu öncelik ya da bu ilklik neye oranla anlatılmaktadır? Öze (essence) oranla.

Öz ve varoluş -Gerçekten varlıkbilim (ontologie), yaşantımıza giren varlıklarda iki metafizik ilke görür: Öz ve varoluş.

Öz, bir varlığın (etre) ne olduğunu gösterir: Bu bir kağıttır, ben bir insanım, insan özüne sahibim.

Ne var ki, hemen anlaşılacağı gibi, böyle demekle ben, bu kağı­

dın ne olduğunu kesin olarak belirtmiş olmuyorum. Kendimin ve kağıdın, sadece, bir türün tüm varlıkları ile ortaklaşa taşıdığı nite­

likleri söylemiş oluyorum: Bu niteliklerle tamamlandıkları zaman, evrensel öz, bireysel olur.

Kısaca öz dendiği zaman, iş re bu evrensel öz, tanımların< 1 > be­

lirlemiş olduğu öz anlatılmış olur. Sözgelimi, insan özünde, insanın ana nitelikleri, başka bir deyişle, eksikliğinde bir insanın var olmayacağını, insandan ayrı bir şeyin ortaya çıkacağını gösteren nitelikler bulunur; sözgelimi, bedeni yoksa, katışıksız bir ruh ya da bir melek; düşünen bir nıha sahip değilse, bir hayvan gibi.

Öz, kendisinin gerçekleşmesi için varlıkların var olmalarını ge­

rektirmez. Dünyanın hiçbir yerinde on bin kenarlı bir şekil yoktur;

bununla birlikte, geometriciler bu şekli pekala bilmekte ve özellik­

lerini belirlemektedirler. Kimyacılar, hiçbir örneğini görmedikleri maddeler düşünmekte ve bunların yapısını. özelliklerini ve ileride sağlayacakları yararları pekala bilmektedirler. Beceremedikleri tek şey, bu maddenin kurucu öğelerini bileşime sokacak yöntemi bul­

maktır.

Demek ki öz, bir şey olmadan da, katışıksız hiçlik değildir: On bin kenarlı şekil dairekareden; ilerde gerçekleşebilir bir madde.

önsel olarak bileşimi olanak taşımayan özleri yan yana getiren bir formülden daha fazla gerçeklik taşır. Özün varlığı, olabilir (müm­

kiin) olmasıdır.

Bu olabilirlilik. varoluşla gerçeğe ulaşır: Öyleyse varoluş, özü gerçeğe çıkaran şeydir. Varlıkların bu metafizik ilkesini, konuşma-

( 1) Tanım (Quid sit .. ."1 sorusuna yanıttır: buradan quidditas ya da quiddite sözcü­

ğü. (iiz-essence)'ın cşanlnı duğar.

(11)

lanmızda da gösteririz: "Ben bir insanım" dediğim zaman; "ben"

ve "-ım" soneki bu yeryüzündeki varoluşumu; "insan" da özümü gösterir. Yalnız Tanrı'da öz ile varoluş birbirinden ayrılmaz. Bu yüzden, Yahova, İncil'de (Çıkış, IV-14), kendini "varolan" diye ta­

nımlamıştır: "Ben varolanım." Varolmak Tanrı'nın özündedir; Tan­

rı, özü gereği ya da zorunlu olarak "varolan"dır. Varolmayabilen Tanrı varsayımı çelişkilidir.

Bu ayrımm nedenleri - Düşünürleri, ilkelerde bu ikiliği tanı­

maya zorlayan neden her şeyden önce, bilimsel ve epistemolojik ya da ahlakbilimsel düşüncelerdir.

Bilimin konusu, bireyleri değil, türü tanımaktır. Şu ya da bu fa­

reyi değil, fareyi; Pierre ya da Paul'ü değil, insanı. Ayrıca bilim, hep geneli gözler ve özel bir türden çok, birçok türleri kapsayan cinse ilgi duyar. Farelerden çok kemiricilere; kemiricilerden çok, omurgalılara; omurgalılardan çok, canlıya. Ne var ki, yaşadığımız dünyada, sadece, türlerinin öteki bireylerinden kendilerini ayıran nitelikteki menekşe ve düğün çiçekleri vardır: Botanikçilerin be­

timledileri menekşe ve düğün çiçeklerini, tanımlarının yalınlığı içinde aramaya kalkışmak boşunadır. Ancak, bilimin gerçeğe daya­

nan bir bilgi olabilmesi için, gözleyebileceğimiz bireysel niteliklerin ötesinde, türün genel bir örneğini, temel özünü benimsemekten de ka­

çınamayız: Böylece, kendisinden, varlığa aday sonsuz sayıda bireyin doğabileceği tek bir özü kabul etmek zorunluluğu karşısında kalırız.

Ahlak da, buna benzer bir sorun ortaya çıkarır; ama onunki daha ivedidir, çünkü, dünyanın bilinmesine pek ilgi duymasak da ola­

bilir; ama, bir davranışta bulunmaktan hiç bir zaman kendimizi alıkoyamayız.

Ahlaka en uygun bir biçimde yaşamak, insanca yaşamaktır:

Düşünürlerin tümü de bu tanımı benimser. Ama, örnek tutarak ya­

şayacağımız, insan kimdir? Bu ne Andre, ne Jean. ne Ncron ne de Caligula olabilir. Ortalama bir insan da (Beş para etmez bir model) Olamaz. Öyle görünüyor ki, ahlak, kendileriyle ilişkiler kurduğu­

muz insanların dışında, insanların gerçek örneğini. insan özünü benimsemedikçe olanak kazanamaz.

(12)

Sorun - Şimdi artık, varoluşçuluğun klasik felsefe karşısındaki durumunu belirleyen sorunu ortaya çıkarabiliriz: Söz konusu insan olduğu zaman, iki ilkeden hangisine öncelik tanımalıyız: Öze mi, yoksa varoluşa mı?

XIX. yüzyıla kadar klasik felsefe, özün önce geldiğinden kuşku duymazdı. Klasik felsefe ile varoluşçuluk arasındaki karşıtlığı be­

lirgin kılmak için, bu felsefeye, bir süredir kullanılmaz olan bir te­

rimle, özcü felsefe (philosophie essehtialiste)(2) adını vereceğiz.

Varoluşçular ise tersine, ön plana varoluşu alıyorlar.

Ne var ki, bir görüşten ötekine hiç duyulmadan yavaş yavaş geçilir ve birçok düşünür taşıdıkları görüş açılarına göre, ya özcü­

ler ya da varoluşçular arasına girerler. Bunun için, bu girşi bitirir­

ken, iki karşıt kuramın en iyi bireşimini yapmış gibi görünen filo­

zoflara değineceğiz: Onlara göre insanda varoluş, özden önce gelir.

Ancak, varoluşçulara da katılarak, insan değerinin özüne bağlı ol­

duğunu; yeni varoluşuna değil, yani sırf varlık olgusuna değil de, ne olduğuna bağlı olduğunu tutarlar.

(2) Kitabımızın ilk basımından bu yana, bu terim, bazı eleştirilere yol açtıktan sonra, artık yerleşmiş bulunuyor. Zaten biz onu kendimiz çıkarmamıştık.

Lalcndc'ın sözlüğü okunduğu zaman, bu hemen anlaşılır; aynı terim. E.

GiLSON'un Thomisme'inde de ve P. DUHEM'in Le systeme du monde'unda vardır.

(13)

BİRİNCİ KİTAP

ÖZCÜ FELSEFE

İlk bakışta, ancak varoluş gerçek bir varlık (etre) oluşturabilir, gibi gelir; olabilir (possible), mutlak hiçlikten birazcık fazla bir şeydir ancak. Geometricilerin hiçbir örneğini göstermeden tasar­

ladıkları on bin kenarlı şekil, tahtaya çizilebilen ve bir mukavvadan örneği kesilebilen üçgenin, dikdörtgenin ya da beşgenin yanında hemen hemen bir hiçtir.

Ne var ki, felsefe düşüncesi, kaygısızca söylenivermiş olan bu görüşleri hemen benimseyivermez; gerçekten de, varoluş, bir şeyin varoluşudur; yoksa varoluş da olamazdı. Ne olduğumuz, var olmak olgusudan da önemlidir: Biz, herhangi bir varoluştan, örneğin bir taşın varoluşundan doğmadık; yapımıza uygun bir varoluştan doğ­

duk. Öyle ise, i:'nceliği öze vermek gerekir.

(14)

Özcü düşünürler bu görüşler üzerinde artık dunnuyorlar. Ancak, özlerin ne oldukları sorusu ortaya çıkınca, üç büyük akımda toplaya­

bileceğimiz birçok kuramın ileri sürüldüğünü görüyoruz:

a) Önce dinsel özcülük: Buna göre, özler Tanrı'da ya da bu dün­

ya üstünde bir evrende var olurlar;

b) Sonra kavramcı (conccptualiste) özcülük: Buna göre, özler ancak insan zihninde bulunur;

c) Son olarak olaybilimsel (phenomenologique) özcülük: Bu Husserl'in özcülüğüdür; çağdaş Fransız varoluşçuluğuna etkisi.

büyüktür.

(15)

BİRİNCİ BÖLÜM

DİNBİLİMSEL ÖZCÜLÜK

Dinbilimsel olarak nitelediğimiz özcülüğe göre, özler, Tanrı 'nın kendisi değilse bile, Tanrısal bir şeylerdir.

Bu görüşün kaynağında, sezgileri bizi hala aydınlatan Eflatun'u buluyoruz; ancak, bu görüş, Ermiş Augustinus'un vermiş olduğu biçimden sonra, bizce yetkinleşmiş ve özümlenebilir olmuştur.

!. -Eflatuncu Özcülük

Eflatun, yalnız varoluşçu görüşle değil, genel anlamdaki özcü­

lükle de taban tabana zıt durumdadır.

(16)

Öz ve varoluş -Genellikle herkes için, varoluş öze gerçek varlı­

ğını (etre) kazandırır. Eflatun'a göre ise, varoluş gerçeğe çıkardığı özü zenginleştirecek yerde, yoksullaştırır: Bir anlamda, olabilir adını verdiğimiz durumdan, gerçek durumuna geçmek, değerini kaybetmektir.

Bu sözde, aykırılıktan çok başka bir şeyin bulunduğunu anla­

mak için, olabilirler (possibles) evreninin bir kesimini kuran düş dünyasından, gerçekler evrenine geçtiğimizde, içimizden geçenleri hatırlamamız yeter: Düşlerinin boşa çıkmasından üzülmeyen yok­

tur. Bunun gibi, kafamızda kurduğumuz tasarılar, gerçek olaylan ile bizi bekleyen gelecekten daima, karşılaştırılamayacak kadar zengin olmuştur. Bunun için, ilerde bir gün gerçekleştirebileceklerimizle hiçbir zaman gerçeklik kazandıramayacaklarımızın ikisinden de aynı zamanda yararlandığımız bir dönemde, gecikmekten ve ağır­

dan almaktan tat duyarız. Örneğin, bin franklık bir kağıt parayla sayısız alışveriş tasarlayabiliriz; çare ki, tasarımlarımızdan ancak bir tanesini gerçeğe çıkarabiliriz. Birçok tasarımdan bir teki için karar vermek, ötekilerin tümünden vazgeçmek demektir; işte bu nedenle, bazen, insan bir türlü karar veremez olur.

Bir anda ancak bir tek şey olabilmek; kendini, tüm olanakları yı­

kan bazı seçimler yapmak zorunda görmek; işte varoluşun dramının ve varoluşçuların umutsuzluklarının kökeni budur. Varoluşun, bir anlamda, gerileme, bir düşüş olarak karşılanmasının nedeni artık anlaşılmıştır, sanının. Bu nokta, özcü felsefenin belli başlı örneği olan ve bu yüzden de varoluşçu felsefenin en zıt örneğini vermiş bulunan Eflatun felsefesinin ozüne girilince daha iyi anlaşılacaktır.

Duyular dünyası ve düşün dünyası - Eflatun, iki evren vardır, diyor: Duyular dünyası ve düşün dünyası ya da fikirler dünyası.

Duyular dünyası halkın tanıdığı tek evrendir. Duyularla algıla­

nan gerçeklerden dokunup örülmüştür. Bu evrende, aynı örnekten gelen sayısız bireylerle (menekşeler, atlar, insanlar), ortak nitelikler taşıyan bireyler (eşitlik, güzellik, tüze vb.) görülür.

Fikirler evreni ise, sadece akıl yolu ile kavranabildiği için, halk­

ça bilinmez. Duylar evrenindeki varlıkların 0meği olan gerçek tip-

(17)

ler, ancak akıl evreninde göıiilebilir: Menekşe, at, insan; ya da, da­

ha çok, Tanrı'nın kendisi (Eflatun'un aklından geçirdiği de bundan başka bir şey değildir), en azından onun iyilik, güzellik ve tüze gi­

bi genci biçimleri göıiilebilir. Eflatun bunların yalın imgeler olduk­

larını benimsemez; aksine, onlarda şeylerin örneklerini, göıiir; bu yüzden de onlara fikir (idee) adını verir.

Konumuzun bizden gerektirdiği dille konuşursak, diyebiliriz ki, duyular evreni varoluşlar evreni; düşün evreni de özler evrenidir.

Varoluşlar evreninin ya da duyular evreninin çok dar bir varlığı vardır. Şöyle ki: Önce, bu evreni oluşturan nesnelere kesin bir bi­

çimde varlık (etre) yüklenemez. Çünkü, daha dün onlar var değildi­

ler ve yarın da var olmaktan çıkacaklardır: Var olacaklardır, ama, bu, bir hiçliğe doğru yola çıkmaktan başka bir şey değildir. Üstelik, bu geçici varlıkları da kendilerine bağlı değildir: Varlıklar, kendi başlarına varlığı olan bir fikrin (idenin) yansımasından, ka­

rışmasından (participation) başka bir şey değildir. Onu var eden, bu yansıma, bu katılmadır. En son olark diyebiliriz ki, bunlar, bağlı bu­

lundukları, kendisinden doğup çıktıkları tipi de kusurlu bir biçimde gerçekleştirirler: İdeal insan olabilmiş tek insan yoktur; iyi olabilir, fakat iyilik olamaz; ne kadar güzel olursa olsun, güzelliğin özü ola­

maz.

Düşün evreninin özleri ise, tersine, varlık kavramını ya da örnek aldıkları tipi hiçbir sınır tanımadan gerçekleştirir: Değişmez, ölüm­

süz ve zorunludurlar; hiçbir kusur, hiçbir esiklik göstermezler.

Sadece onlar için, yoklukla karışmaksızın vardılar, denilebilir.

Gerçek dediğimiz dünyanın varlıkları, varolanlar (existants) onların yanında var sayılmazlar.

Bu evrenin düşsel niteliğini iyice belirtebilmek için, Eflatun bir mağara benzetmesi yapar: Kapısı önünden geçen insanların ya da nesnelerin gölgelerini yansıtan duvarın karşısında, doğdukları gün­

den beri zincire vurulmuş hükümlülerin içinde yaşadıkları derin bir mağara düşünün. Bu bahtsız tutsaklar, yalnız bu gölgeleri bildikleri için, onları tek gerçek sayarlar; kendilerine, güneşi, giderek göl­

gelerini gördükleri nesneler! göstermek için dışarı çıkarıldıkları za-

(18)

man, gözleri kamaşır ve bir şey göremezler. Ancak uzun bir eğitim­

den, bu gölgeleri saptamak yeteneğini kazandıktan sonra, asıl ger­

çeğin nerede olduğunu ve bu mağara yalanını anlarlar.

Duyular evreni ile düşün evreni arasındaki ilişkiler işte bun­

lardır.

İlkin, her şey, ancak düşün evreninin özlerinin katılması (parti­

cipation) ile var olabilir: Varolanların (existants) her varlığı (etre), katıldıkları özden gelir (Gölgelerin varlığı ışıktan ve kenarlarını çi­

zen eşyadan doğduğu gibi). Bunun sonucu olarak, varolan eşyada, katılmış oldukları özden çok daha az öz vardır. Gerçekten, bir mad­

de ile birleşmek ve çoğalmakla, öz, kendisini bireyselleştiren ve belirleyen -şu adamın Eflatun değil de Sokrates olduğunu gösteren;

şu iyiliğin babacanca değil de içli olduğunu belirleyen- güzelin, ozanca, yüce, hoş ya da heybetli diye ayrıldığını açığa vuran bir maddeye girmiş olur. Ama, belirlemek, sınır koymak demektir. Dü­

şün evreninin güzelliği bütün bu güzellikleri kapsamına alır: Ba­

harın tazeliğini güz akşamlarının sessizliğini, hareketin inceliğini ve ölümsüz durağanlıkları içinde dönüp kalmış dağların heybetini, esmer ve sarışınların yürek yakıcılığını .. . her şeyi kapsar. Oysa, bu güzellikleri taşıyan varlıklar, bu biçimlerden birine indirgenmek zorunluluğu ile karşı karşıyadılar; bu nedenle, özler evreninden duyular evrenine geçiş gerçek bir düş·me ve gerilemedir.

Öte yandan, her gerçek bilgi, hem kılgın (pratik) alanda, hem de kuramsal alanda, hep bu özlerle yapılan karşılaştırmalardan doğar:

Bir eylemin iyi, bir yüzün güzel, iki nesnenin eşit olduğunu söy­

lediğimiz zaman, kasabın et parçasını tartarken terazinin öteki ke­

fesine bir ağırlık birimi koyması gibi, biz de, bilinçsiz olarak, eşit­

lik, güzellik. iyilik örneğine (norme) dayanırız. Bir varlık hakkında verilen her yargı, o varlığın ya özünü ya da özelliklerinden birinin özünü bilmeyi gerektirir.

Bilim ve ahlak - Bu durumda biz, Eflatun'a göre. nesneleri tanıyabilmek olanağını veren ışığı ve davranışlarımız için gerekli bilgeliği, ancak özler dünyasında bulabiliriz.

Bilimin amacı varolar şeyin bilgisini kazanmak değildir: Bi-

(19)

!imin amacı, daha çok şu ya da bu varlıklarda gerçekleşmiş olması­

nı aklından geçirmeden, özü belirlemektir. Matematik gibi .. . Zaten Eflatun dünyayı tanımaktan çok, insan toplumunu örgüt­

lemeyi ve bireyin düşünen bir varlık olmak amacına yardım etmeyi diler. Oysa bunun için varolanı gözlemlemek yetmez: İnsanın do­

ğasına ya da özüne giderek, varlığın tümüne sahip olan iyiliğin, bu­

nun sonucu olarak da insan varlığının bütünlüğünün özünü bilmek gerekir.

Yurttaşlarını yönetmeye aday olan seçkin gençler için Eflatun 'un mağara benzetmesine uygun olarak, hazırladığı eğitim programının amacı, gençleri, özleri görüp düşünmeye itmek kaygısı ile varlıkların tutkusundan yavaş yavaş uzaklaştırmaktır. Gençler, özler ya da fikirler (ideler) ve özellikle yücelik dizisinde en başta gelen iyilik fikri üstüne bir kez açık bir görüş kazanırlarsa, insan­

ların davranışlarının uyması gereken doğru kurallara sahip olurlar.

ll.- Augustinusçu Özcülük

Eflatun felsefesi bizim göıiişlerimizden çok uzaklaşmış gibi göıiinüyor bize. Yaratıcısının efsaneye büründüğü düşünceyi bize yaklaştırmak için, ermiş Augustinus 'un onu açık bir deyişle anlat­

ması ve bazı küçük değişiklikler yapması yeterli olacaktır: Düşün evreni, özler dünyası, bizim Kelam (le Verbe) adını verdiğimiz Tan­

rısal ruh ile karışmaktadır.

Ermiş A ugustinus - Ermiş Yohanna'nın da dediği gibi, ermiş Augustinus'un getirdiği yeniliğe göre, özler Tanrı'da bulunurlar:

"Yaratılmış olan her şey anda yaşandı." Başka bir deyişle düşün olarak var idi; tıpkı bir mobilyanın planının marangozun kafasında bulunduğu gibi.

Bu yüzden varolan her şey, Tanrı 'nın fikirlerinin (ideler) katıl­

maları ile var olurlar; Tanrı da, bütün gerçekliğin kaynağıdır. Öyle ise, bizim üzerinde durup düşündüğümüz yaratıklarda gördükleri­

miz, Kela!!!.' ın (le Verbe) kendisinden başka şey değildir: Onların

(20)

güzellikleri, onun güzelliğinin bir izi; azametleri azametının bir belirtisi; değişiklikleri, sonsuzluğunun bir görünümüdür. Dünya, bizi Tanrı' dan ayıran bir duvar değil, bizim küçüklüğümüzle onun sonsuz yüceliği arasına kurulmuş bir köprüdür.

Kelam, akla dayanan her türlü bilginin de kaynağıdır; çünkü Tanrı, yeryüzüne gelen her insanı aydınlığa çıkaran gerçek ışıktır.

Doğruluk, güzellik ve iyilik konusunda bir yargı ileri sürdüğümüz zaman, Eflatun 'un dediği gibi, ruhumuzun bedenimizle birleşme­

den önce, fikirler evreninde gördüğü ilkelere dayanamayız; gizem­

sel bir biçimde ruhlarımıza işlemiş olan Tanrı'nın temel fikirlerine dayanırız.

Ahlak da bu biçimde kurulmuştur. İyiliğin, güzelliğin ve doğru­

luğun ilkelerini bize, ruhlarımızı aydınlatan bu ışık sağlar: Niyet ve d� ,rranışlarımızın iyiliği ve kötülüğü üstüne yargıda bulunurken da­

yandığımız erdemlerin ülküsünü Kelam' da (le Verbe) buluruz. Vic­

dan, gerçek Tanrı sesidir.

Ama, dinlemesini bilmek koşuluyla. Tanrı 'nın kılavuzluğuna daha uyanık bulunmaları için insanlara yardımcı olmak amacı ile İsa, kiliseyi kurdu. Kilise papazları da, dindarların içlerinde zaten var olan Tanrısal ışıkla aydınlanmış ruhları yönetmek, davranış­

larına yön vermek ve onları belirlemek için gerekli doğruyu kendi kendilerine buldurabilecek bir biçimde yol göstermek görevini Üzerlerine aldılar. Bu yüzden, vaiz, ortaya öğretiler döken bir bilgin değildir. Kendisi de Tanrı 'nın bir dinleyicisidir; Tanrı adına olsa bile. İn hac shola omnes condicipuli sumus (rahipler ve dindarlar sıra arkadaşıdırlar) sözü, Hippon piskoposunun ağzından düşür­

mediği bir sözdü. Rahip ancak biraz öndedir; ötekilere öğüt ve­

rebilir. Ermiş Augustinus, o pek canlı ve insancıl vaazlarında bu ro­

lü yüz kez savunmuştur.

Ortaçağ - Batı Hıristiyanlığı aşağı yukarı on yüzyıl boyunca Augustinus 'un fikirlerini tuttu. Ortaçağ, bedeni gözlerimizin ve maddesel nesneleri algılamamızı sağlayan duyuların ötesinde, nes­

neler arasındaki ilişkileri bulmamıza olanak veren aklın üstünde, insanda Tanrısal bir başka yeteneğin bulunduğunu görmekten haz

(21)

duyardı: Yaratılmamış varlıkların alanına, özlere ve bir anlamda bi­

zi Tanrı'nın kendisine eriştiren bir yeti idi bu: "Ruh" (intelligence),

"düşünce gözü", "ruh zirvesi" (pointc de l'esprit), "bilgelik" gibi.

Nitekim, insanın, "iki evrenin ufkunda" olduğu tekrarlanırdı: Aşa­

ğı kesimi ile varoluşların dünyasına bağlıdır; yukarı kesimi ile öz­

ler dünyasına yükselir.

Aquino'lu Enniş Tommaso, Aristotelesçi metafiziğini, Hıristi­

yan dünyasının felsefi ve dinbilimsel kuramının çerçevesi olarak benimsettirmekte çok güçlük çekti; bununla birlikte, Augustinus'un kurduğu geleneği, birçok düşünür ve özellikle, daha sonraları Oratoire rahiplerini destekleyecek olan Enniş Françesco'nun kur­

duğu bir din ocağını yürüttü. Aquino'lu Ermiş Tommaso'nun çağ­

daşlarından birini örnek olarak verelim, yeter. Enniş Bonaventure:

"Eğer zeka, hiçbir kusuru olmayan varlık konusunda, hiçbir bilgi taşımıyorsa, şu ya da bunun bozuk ve eksik olduğunu nasıl bi­

lebilir?" der.

Örneğin, tahtaya çizilmiş olan çemberin üzerine çakışır bir bi­

çimde koyduğum bir çembere bilinçsiz bir karşılaştınna yapmadan, onun yanlışsız olduğunu söyleyemem. Bunun gibi, bir alışverişin adil olup olmadığını ya da bir elbisenin kötü biçilip biçilmediğini söylediğim zaman, güzellik ve adalet ilkelerine dayanmışımdır. Bu ilkeler nelerdir? Tanrı'nın ta kendisinde. Ne bu ilkeleri, ne de Tanrı 'yı görmediğim kuşku götürmez. Ancak, aydınlanmış nes­

nelerin dışında ışığı görmediğim halde, aydınlatan ışıkla maddesel nesneleri gördüğüm gibi, her şeyi bu ilkeler (normes) yardımı ile görürüm.

Augustinus'un kuramı, Eflatun'un kuramından çok daha özcü­

dür. Her şeyden önce, Augustinusçulukta özler nesneleri gösterme­

zler ve gerçek olarak göz önüne alınan bir evren kurmazlar: Sade­

ce, Tanrı'nın fıkirleridirler (ideleridirler). Öte yandan Tanrı, etken ve kişisel bir yaşamı olan, üstelik İsa'nın kişiliğinde somutlaşan ve geçici olan (ölümlü) bir varlıktır. En son olarak, bu dünyadaki var­

lıklar gerçek varlıklardır ve sadece gölge değillerdir. Eflatun ile karşılaştırılınca, ermiş Augustinus varoluşı;udur ve yoğun bir iç

(22)

yaşamı olan herkeste olduğu gibi, çağdaş varoluşçu durumlarını andıran durumlar, gerçek varoluş biçimleri onda da vardır.

Ama gene de A ugustinus' un felsefesini özcü felsefeden ayıramayız; çünkü, bu felsefede de özler temel rol oynar: Varolan her şey özler dünyasına katılır ve akla dayalı gerçek bilgi, bizi nes­

nelere değil, özlere götüren bilgidir. Bu son nokta, özellikle insan için önemlidir: İnsanın, kendini tanıması ve davranışının nasıl olması gerektiğini bilmesi için, yaratıcının fikrine baş vurması gerekir.

(23)

İKİNCİ BÖLÜM

KAVRAMCI ÖZCÜLÜK

Felsefenin teknik sözlüğünden yabancı bir terim daha kullanaca­

ğız, özür dileriz; ama kullanmasak olmayacak. Şimdi onu açıklaya­

lım: Kavramcı (Conpectualiste) sözcüğü kavrama sözcüğünden ge­

lir; sözcük, kökeni açısından ele alınınca Latince conceptum (Fr. con­

cept, kavram), (gebe kalma) sonucudur. Bu son terim gerçek anlam­

da bir biyolojik olayı gösterir; ama bu olay, düşünce olayı ile, Or­

taçağ filozoflarının üzerinde fazla durdukları benzerlikler gösterir.

Burada söz konusu olan zihinsel gebelik, tanımak yeteneğini ta­

şıyan bir özne ile (örneğin, benlik) tanınabilir nesneler (örneğin, sa­

at, çakı v.b.) arasındaki bağlantıdan doğar. Bu bağlantıdan da, ,zih­

nimizde bulunan o ne olcl1.ığu pek bilinmeyen şey Fikir (ide) çıkar.

(24)

Biz burada düşünürlere uyarak ona, daha çok, kavram diyeceğiz, yani, saatin ya da çakının kavramı.

Kavrarncılıktan ne dernek istendiği görülüyor artık: Kavramcı­

lık bir kuramdır; bu kurama göre, biz, nesnelerin, sadece imgeleri­

ni değil, özlerini de gösteren kavramlar ya da genel fikirler taşırız.

Sadece Pierre ve Paul'ü tanımayız; aynı zamanda inan fikrini de ta­

şırız. İnsan, hayvan, bitki, adalet, düzen gibi genel terimler özel varlıkları değil, bireyselleşrnerniş özleri gösterirler.

Yalnız, Eflatun'un dediği gibi, bu özler ayrı bir dünya kurmaz­

lar; sadece düşünen varlıkların zihinlerinde bulunurlar: Bunla, yal­

nız ve sadece kavramdırlar. Hiç kuşku yoktur ki, Tanrı yadsınrna­

dığı sürece, bu özlerin Tanrısal ruhta varolduklarını kabul etmek gerekir; ancak, biz onları Tanrı'da değil, kendimizde tanıyabiliriz.

/. -Aristotelesçi Kavramcılık

Aristoteles, öğretmeni Eflatun'un düşün evreni varsayımının karşısına çıktı; giderek onu gülünç bir kılığa soktu; o kadar ki, okullarda doğan bir gelenekle onun karikatürize ettiği biçim aslının yerine geçmeyi başardı'.

Ama, öte yandan, bizim Yahudi-Hıristiyan içe doğuşuna borçlu olduğumuz, o "Tanrı'nın evreni yarattığı" fikrini taşımadığından, Aristoteles, daha sonra ermiş Augustinus'un yaptığı gibi, düşün evreni yerine, Tanrısal ruhu fikirlerin otağı yapamazdı. Bununla birlikte, Eflatun 'un tözler kuramını tutmaktan da geri kalmıyordu;

ona göre, tözler birbirlerinden hiç kuşkusuz ayrılmış değildirler;

ancak, akıl onları, gerçekleşmiş oldukları bireylerde ayırıp seçer.

Nitekim, "Ben Callias bireyinde doğrudan doğruya insan türünü algılarnaktayırn. "der.

Hiç kuşku yok ki, onun için, sadece bireyler, varolanlar gerçek­

tir; özler, zihnin tasarımlarından başka şey olamaz: O kavrarncıdır;

ama, bu kavramcılık, bilimi kunnaya ve giderek, görünüşe göre, ahlakı da kurmaya yeter

(25)

Aristoteles'in ünlü formülüne göre, ancak genel ve zorunlu olan nesnenin bilimi yapılır. Bilmek, varolanı, varlıkları tanımak değil, varolanın genci örneklerini, bütün olabilirliklerin (possibles) genel ve zorunlu yasalarını bilmektir.

Nitekim bilim, özlerin düzeyinde sınırlanır. Hiç kuşku yok ki, artık sorun, Eflatun felsefesinde olduğu gibi, özlerin sınırlı dünyas"ı üzerinde düşünme değildir. Çünkü, onlar, varolanların dışında bir varlık gösteremezler: Deneyimize giren gerçek varlıkların gözlem­

lerinden başka bir bilgi kaynağı yoktur; bilginin görevi, bu göz­

lemlerden onların temel niteliklerini ortaya çıkarmaktır. "O zaman, varoluş aşılmış ya da unutulmuş, belki de sadece ihmal edilmiş gibi görünür." (G. Marcel, Joumal Metaphysique)

İnsanın bu yolla sağlamış olduğu bilim üzerinde de ahlak kuru­

lur: Ahlakçı, insanın olduğu şeye uygun gelen davranışı belirler.

Ahlak'a uygun bir biçimde yaşamak, insan özüne ya da doğasına göre yaşamaktır. Ahlak da bilim gibi özcüdür.

il. -Tommasocu Kavramcılık

Ermiş Tommaso, Aristoteles felsefesini tümüyle benimser; an­

cak, Yahudi-Hıristiyan içe doğuşuna uymayan yerleri düzeltir.

Başlıca savlar - Yaratılış Kitabı 'nın da gösterdiği gibi, dünyayı Tanrı yaratmıştır; bu nedenle, o, ermiş Augustinus 'un dediği gibi, varlığa geçebilecek bütün olabilirlikleri olduğu kadar, tüm var olan varlıkların da fikrini taşır. Ama, Tanrısal fikirler, insan zekasının sahip olduğu, duyularla yaptığımız deneyin alanına giren tekil var­

lıklardan genel özü çıkarmak yeteneğinin yeteri derecede açıklamış olduğu insan bilgisinde hiçbir rol oynamazlar.

Deneyimiz alanına giren somut varlıklar, madde ve biçimden oluşurlar. Biçim, düşünce evreninden inmiş, maddeyi geliştiren; ya­

ni, onun üzerinde bir varlık tipini, bir özü gerçekleştiren Eflatun 'un idelcridir. İnsan zekasının kendine özgü konusu, kendini birey­

selleştiren maddesel özelliklerini soyutlayarak algıladığı, işte bu tiptir, �u özdür. İnsan zekası, bu özü genel olarak ele ı::!:r ve öteki

(26)

bireylerin de buna katıldığını varsayar: Demek ki, evrenselde kalır ve somut ya da tek nesnelerin dolaysız bilgisini vermez.

Hiç kuşku yok ki, biz bireyleri de tanırız; çünkü onlarla ilgili yargıda bulunmaktayız: Şu yazı kalemi yuvarlak, kaygan, kır­

mızıdır; Pierre iri, sevimli, tembeldir. Ne var ki bu bilgi dolaylıdır.

Bu yargıların öznesi, zekamıza değil de, duyularımıza dolaysız verilmiş olan, gizemli bir gerçeği gösterir; yüklemleri (predicats), kendilerini uyguladığımız bireylere uygun gelen, ama onlar olmayan genel terimlerdir. Zeka, bireyleri, bireysellikleri içinde kavramaz. Ussal bilgi, bir kimsenin eşkiilini yazan devlet memuru­

nun tuttuğu yolu izler: Eğer bu iş iyi yapılırsa, defter üzerine kaydedilen gözlemlerin bütünü, sadece bir bireye uyar; ama, alınan notların herbiri daha birçok bireyde görülebilir. Milyonlarca mavi göz, çukur çene ve binlerce sağ yanağında beni olan insan göster­

ilebilir; ancak, kimlik kartındaki fotoğrafta bulunan yedi, sekiz niteliği birlikte gösteren bir tek birey vardır dünyada. İnsan zekası, tekili, ancak, genellik yolundan giderek tanır, bilir: Varlıkları, bağ­

landıkları özlere göre değerlendirir, düşünür.

Özgürlük mü, varoluşçuluk mu? - Şimdiye kadar söylenenlere bakarak, ermiş Tommaso 'nun felsefesinin ne ölçüde özcü olduğunu anlamak kolaydır.<3)

Bu niteliği hak eden onun varlıkbilimi (ontologie) değildir. Asıl gerçeğin fikirde ya da özde olduğunu, varolanların sadece ilintili (participc) bir varlıkları bulunduğunu kabul eden Eflatun'un görü­

şünü paylaşmaz. Ermiş Tommaso'nun düşüncesinde, özellik var­

oluşa verilir: Biz, özü gösteren fikirleri, var olan bireylere dayana­

rak kurarız. Kuşkusuz, bu fikirler, Tanrı' da daha önceden vardırlar:

Buradan da öze belli bir öncelik tanınır. Ama, bu özlerin tüm var- (3) Varoluşçu akım, bazı Tommaso'cuları enniş Tommaso'nun varoluşçuluğunun bilincine ermeye götürdü. Dk. J.MARiTAiN, Court Tralte de l'existence et de l'existentant (Hartmann, 1947); E. GiLSON, L'etre et l'essence (Vrin, 1948).

Ama bize öyle geliyor ki, Tommasocuların edimi, ya da varlık edimi (acte d'etre), varoluşçuluk 'u ile özdeşleştirilemez. Bk. J. de FİNANCE, Connaissance de l'etre, Descle de Brouwer, 1966.

(27)

lığı, gene de yüce varolana dayanır; öyle ki, bu yolla, varoluş önceliğini yeniden kazanır.(4)

Buna karşılık, ermiş Tommaso'nun bilgi kuramı (epistemolo­

gie). açık bir özcü özellik taşır. Kuşkusuz, "Somme" yazarına göre, bilimin ereği, var olanın bilgisidir; bizim deneyimizin dünyasında­

ki gerçekleşmelerden bağımsız olarak özlerin bilgisi değildir. Ama, zekanın ilk üzerinde durduğu, evrensel ve zorunlu olduğu için, bi­

limin de ilk konusunu oluşturan, yine evrensel ve zorunludur.

Olumsuz gerçekten, ancak, içerdiği zorunluluk dolayısıyla bilimsel bilgi sağlanabilir. (Somme theol. 1. Bölüm, 86, 3. mad.) '

Son olarak törebiliminin özcü niteliği yine buradan gelir: Ah­

laka uygun olarak yaşamak, insanın özünü gerçekleştirmekten iba­

rettir. Hiç kuşku yok ki, biz bu özü, varolan insanlara dayanarak yaptığımız bir soyutlama ile tasarlayabiliriz; ancak o, yaratacınm ruhunda daha yetkin ve daha buyurucu olarak bulunur; işte, Yunun filozoflarının hemen hemen hiç bilmedikleri ahlaksal yükümlülük ( obligation) bu sonuncusu üzerinde kurulur. Tanrı, bizi yaratarak, yaratılışımıza uygun davranmamızı, Tanrısal usun da bir ilintisi (participation) olan usa göre yaşamamızı ve bunun sonucu olarak da, tasarladığımız ülküsel insanlık örneğini gerçekleştirmeye çaba göstermemizi bize buyurur. İşte bu görüş açısından bakılınca, Tommasoculuk özcü bir felsefedir.

111. -Bilimci Kavramcılık

Rönesans'a kadar, dinbilim, bilimlerin kraliçesi idi; bilginin tüm öteki dallarını içine alan felsefe de onun uşağı. Bu yüzden felsefe, dinbilimsel düşüncenin baskısı altındaydı; bilginler de, yeni çağ (4) Eğer, Duns Scot ve Descartes örneğine uyularak, bu özler, Tanrısal özgür bir karara bağlanmış olsaydı, bu Tanrı görüşü sonunda, çağdaş varoluşçuluğun temel savlarından birine bile varabilirdi. Bu varsayımda, (insanca yaşamak, aklını izle­

mektir) ilkesi, olumlu bir Tanrı istemi üzerine kunılnıuş olurdu. Ama, Tanrı bunun karşıtını da isteyebilirdi. Çünkü bu Sartrc'ın dediği gibi akla dayanmayan istemdir (volonte sans raison), çünkü, tüm akılların te .. ıdi odur.

(28)

bilimsel araştırmalarının özelliğini oluşturan olumlu (positive) dü­

şünüşten yoksun bulunuyorlardı; bu yüzden, özlerin çözümlemesi­

ne takılıp kalınıyor ve varlıkların deneysel araştırılması ile hiç uğ­

raşılmıyordu.

Bilim - Başta fizik olmak üzere, bağımsız bilimler, felsefe ağa­

cının gövdesinden ayrıldıktan sonra, yeni bir düşünüş biçimi, kav­

ramcı birimlere (entite) ve soyut fikirlere karşı bir güvensizlik yay­

dılar. Özellikle Descartes ve Bacan, Aristoteles-Tommaso felsefe­

sinin baskısından kurtulmak istediler; Ortaçağ filozoflarının özle il­

gili biçimlerini bıraktılar ve gerçeği açıklamak için kullana geldikleri bütün metafizik ilkelerinden kuşkuya düştüler.

Bununla birlikte, yeni bilim de, bireysel ve somut varlığa, özle­

re gösterdiği ilgiden daha fazlasını gösteremedi: Bacan, yalın yapı­

lar (simples natures) Descartcs ise, "açık ve seçik kavramlar" aradı.

Nesnelerin özü, gene, bilginin araştırma konusu olarak kaldı. İki yüzyıl sonra Auguste Comte pozitivizmi kurduğu zaman, bilime, genel yasaların bulunmasını erek olarak verdi: Birey, tek olan, hiç umursanmadı.

Bilimin konusu varolandır. Ama bu küçük "-dır" sözcüğü, (man­

tıkçılar yargının koşacı diyorlar buna) birbirinden ayrı iki anlamda kullanılmaktadır. "Pierre ölmüştür" ve "Bikini adası okyanustadır"

dediğim zaman, bir varlığı ya da bir varlığın özel bir kipini (moda­

lite) kabul etmiş olurum: Pierre artık sadece bir ceset olarak vardır;

Atlas Okyanusu 'nda da Bikini adında bir atol vardır.

"Çember, bir noktadan eşit uzaklıktaki noktaların çizdiği eğ­

ridir", "Serbest düşme halinde düşen bir maddenin hızı, düşme za­

manı ile orantılıdır" dediğim zaman, iş değişir. Bu durumlarda ben bir varlığı oluınlamam; bir özü tanımlar ya da bir ilişkiyi olumlamış (affirmer) olurum. Düşüncemin dışında tanımıma uygun bir eğrinin varolduğunu ileri sürmüş olmam; sadece, bu eğrinin olabilir oldu­

ğunu ve tanımı yaparken, tanımladığım şeye, matematikçiye yeter­

li gelen anlıksal bir varoluş yüklerim. Gene bunun gibi, bir fizikçi v=g.t yasasını söylerken, bu anda, bu formüle göre düşen bir mad­

denin varlığını ileri sürmüş olmaz; �".dece, eğer bir madde, söyle-

(29)

nilen koşullarda düşerse, bu düşmenin adı geçen yasaya göre oluşa­

cağını anlatmak ister.

Oysa, ermiş Tommaso ve Eflatun zamanında olduğu gibi, za­

manımızda da dikkatimizi çeken bir durum var: Bireysel ve somut varlıkları, yalnız varolanları tanımayı kendine erek edinen yöntem­

ler, kendilerini bir bilim olarak kabul ettirmek için çok güçlük çek­

mektedirler. Sınavlarda "Tarih bir bilim midir" diye sorulmasının nedeni, bu adın ona verilmesinin tartışmalara yol açmasıdır; küre yüzeyinin bir betimi ve bir olaylar kataloğu olarak tasarlandığı zaman, coğrafyaya da bilim adını vermek tartışmalara yol açabilir.

Tersine, varlıkları soyutlayarak sadece özlerle uğraşan fiziğin ve matematiğin bilimsel kimliğinden hiç kimes kuşku etmez ve bunu aklına bile getirmez. Buna göre, bilim her zaman özcü kalacaktır, hiçbir zaman varoluşçu olmayacaktır.

Yakın zamanların bilimsel ve felsefi düşünüş biçimi, İlkçağ ile Ortaçağ bilgin ve düşünürlerinin gözünde aynı derecede değer ta­

şımayan iki nitelikle de varoluşçu düşünür biçimine karış çıkar: A­

kla uygunluk (rationa/ite) ve nesnellik (objectivite) kaygısı.

Descartes P. Mersenne'e şöyle yazıyordu: "Başka turlü olama­

yacaklarını kanıtlamaksızın, nesnelerin var olabildiklerini söyleye­

meseydim, fizik hakkıda hiçbir şey bilmediğime inanırdım." Ger­

çek bilimin konusu, Aristoteles zamanında olduğu gibi, gerçek değil, zorunlu (necessaire) olan şeydir. Bilim adamı, dünyada göz­

lenilen olayları akla uygun bir biçimde, matematikçiler gibi, bir dünyayı kuran temel verilerin tanımında usavurabildiği zaman do­

yuma erişir. Gene aynı anlamda, ama daha fazla ataklıkla Hegel, gerçek olan her şeyin akla uygun olduğunu bir ilke olarak ortaya koyar ve ruhun (esprit) gerçekleşmesine doğru ilerleyen bir dü­

şüncenin ilerleyişlerini tarihte bulduğunu ileri sürer.

Nesnellik kaygısı ve kişisel çıkarların ve öznel izlenimlerin etki­

sinden çıkmak savı XIX. yy. 'da daha da genelleşti. Ve salt soğuk ve katışıksız (saf) akıl yolunu izleyerek, nesneleri olduğu gibi ve her­

kese göründüğü biçimi ile ele geçiren, çıkar gözetmeyen bilginin değeri 0!duğu söylendi.

(30)

Ahlak-Varoluşçu akım, kuru ve aşırı ahlakçılığa (intellectualis­

me) karşı bir tepki oldu; ama, daha çok, ahlakın laikleşmesi sonu­

cunda insanlığn sürüklendiği çıkmazın bilincinden doğmuştur. Bu çıkmaz da, bir yaşam kuralını saptamak olanağının bulunmasıdır.

Descarters'ın bağlılıkla saklı tuttuğu yaratıcı ve ödünlendirici bir Tanrı 'nın varlığı fikri, XVIII. yüzyıl filozoflarınca bırakıldı: Az çok kutsallaştırılmış bir doğa, Tanrı'nın yerini aldı: Soylu ocaktan gelen insanlara ödevlerini artık o göstermeye başladı. XIX. yüzyılın sonunda halk eğitiminde, Tanrıya dayanan ahlakı bırakmak yasal olarak kararlaştırıldı ve bu arada dinsel özcülükten zihinlerde ne kalmışsa silindi: Laik ahlakın başlatıcılarına göre akıl, Tanrı is­

temini bol bol doldurabilirdi. J. P. Sartre, bu tutumu aşağıdaki gibi anlatır ve karşısına çıkar:

" 1 880'e doğru, Fransız profesörleri laik bir ahlak kurmayı dene­

dikleri zaman, aşağı yukarı şöyle düşünüyorlardı: Tanrı, pahalıya mal olan yararsız bir varsayımdır; onu kaldıracağız; ama, bir ah­

lakın, bir toplumun, bir uygar dünyanın varolması, bazı değerlerin saygıyla karşılanması ve önsel olarak kabul edilmesi zorunludur;

soylu olmak, yalan söylememek, karısını dövmemek, çocuk doğur­

mak, vb. nin önsel olarak zorunlu sayılması gerekir; öyleyse, Tanrı varolmadığı halde, bu değerlerin, okunaklı bir göğe yazılı olduk­

larını ve kendi kendilerine varolduklarını göstermek için ufak bir çalışma yapmak gereği vardır. Başka bir deyişle - bana öyle geliy­

or ki, Fransa' da köktencilik (radicalisme) adı verilen her türlü eğil­

imi göstermektedir bu - eğer, Tanrı yoksa hiçbir şey de­

ğişmeyecektir; aynı soyluluk kurallarını, gelişme ve insanlık ilkele­

rini yeniden ele alacağız ve Tanrı 'yı, sessizce ve kendi kendine ölen modası geçmiş bir kuram yapacağız." (J. P. Sartre, L'existentia­

lisme est un humanisme)

Böylece, laik ve Tanrıtanımaz ahlak, özcü bir felsefe üzerine ku­

rulmuş oldu. Bu ahlak, yeni bir insan örneği yarattı; şimdi herkes ona yönelecek ve onu örnek alacaktı.

Çağdaş varoluşçuluğun en belirgin özelliği, her şeyden çok, örnek 1:-ir insan özünün karşısına çıkmasıdır.

(31)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

OLAYBİLİMCİ ÖZCÜLÜK

Özcü felsefenin ilk örneğini oluşturan Eflatun'un düşün evre­

ninden, Tanrıtanımaz ahlak denemelerine kadar giden uzun geliş­

menin sonuna geldik: Varoluşçuluğu anlamak ve kökenlerini açık­

lamak için gerekil temel fikri artık edindik, denebilir.

Burada, özcülüğün yeni bir biçimine bir bölüm ayırmamızın ne­

deni, bugünkü varoluşçuların ve özellikle G.Marcel ve J. P. Sart­

re'ın olaybilimci (phenomenolugue) olmalarıdır.

Olayhilimin kökenleri - Husserl'in olaybilimci oluşunun nedeni, maddesel dünyanın - ya da, ruhsal yaşamın iç dünyaya karşıtlığı yü­

zünden dış dünyanın - varlığı konusunda açılmış olan tartışmalardır.

Bu konuda Aristoteles'i izleyen Ortaçağ düşünürlerine göre, tek bir özün iki metafizik ilkesi vardır: Ru!� ve madde. Örneğin, insan

(32)

özünün, bedeni maddesidir; ruhu da biçimidir: Burudan da, madde­

biçimciliği (hylemorphisme) anlayışı ortaya çıkar. Yunancada

"hyle" madde; "morphe" da biçim anlamına gelmektedir.

Ancak, bu iki yapıcı ilkenin çalışması birbirinden ayrılmaz: Be­

denin aldığı izlenimler, ruhta yansır ve en manevi fikirler, madde­

sel sayılan imge ile birlikte oldukları zaman güç kazanırlar. Bu du­

rumda, dış dünyanın doğrudan doğruya bilinmesi olanağı kolayca anlaşılmaktadır.

Descartes, Ortaçağ'ın madde ve ruhun tözbirliği kuramını kabul etmez. Ona göre, insan, bir ruhtur; tümüyle bir makine olan bedenle hiçbir ilişkisi bulunamaz. Aralarındaki birlik hayvan ruhları (esprits animaux) ile kurulmaktadır. Bu yüzden nıh, kendi sınırları içine kapanmış bulunmaktadır; ancak, kendi izlenimlerini bilebilir, ne var ki, bu özlcnimler bir kez benimsendi mi, onları açıklayacak bir dış gerçeğin varlığını kabul etmek için küçük bir akıl yürütme yeter.

Kuram gereği, öznel izlenimler dışında, insan için hiçbir şey veri olmadığından, bu yolla varılan sonucun doğruluğunu konrol etmek olanağı da kalmaz. Ve bunun mantıksal bir sonucu olarak, felsefe düşüncesi, dış evrenin varlığını ve giderek bizim ruh ya da zeka dediğimiz, düşüncenin değişmez bir ilkesinin bulunduğunu yadsımaya kadar gider. Her şey, tasarım .ve imgelerden ibaretmiş gibi görülür. Davide Hume'un ortaya attığı alaycılık (Pheno­

menisme) budur.

Kant, duyularımızın bize kazandırdığı görüş (conception) ile - duyulara göre tasarımlarımız nesnelerin karşılıklarıdır - her gerçeği tasarılara indirgeyen olaycılık arasında bir uyum kurabileceğini ileri sürdü. "Bizim için, sadece olaylar vardır." dedi: Onun (noumen) dediği, nesnelerin kendiliklerine ulaşmak, hiçbir zaman bize verilmemiştir; ancak, olayları açıklamak için, bu şeyler gerek­

lidir: Kendinde, (en soi) numenler vardır. Bu dış dünyayı biz bile­

meyiz, ama, bu dünya vardır.

Kant'ın göstermiş olduğu tepki, felsefe düşüncesinin 'Cvrimini geciktirmekten başka şeye yaramadı. Kant'ın düşüncesini geliş­

tirenler, onun oldukça mantıksız bir ':-içimde benimsemiş olduğu

(33)

numenleri bir yana attılar. Hegel ile mutlak bir idealizme kadar varıldı: Fikrinden başka gerçek yoktur, denildi.

Olaybilimci akım, Descartes'ın çıkış noktasından sorunu ele al­

mak amacı ile ortaya çıktı.

Olaybilimden (pncmonenologie) genellikle anlaşılan, olayların oluşuınl.m sıra�ında yapılan, betimsel incelemedir. Vladimir Yan­

keleviç 'in alay, kötü vicdan, yalan, can sıkıntısı üzerine (Alternati­

ve'de) yapmış olduğu çözümlemeler, bu anlamda olaybilimsel in­

celemelerdir. Bu incelemeler, bilinen ruhbilimsel gözlemlerden ancak iki noktada ayrılır: a) Gerçek bir biçimde yaşanmış olana karşı daha sıkı bir ilgi duymakla, b) Dille taşınıp aktarılan ön­

yargılara karşı duyulan güvensizlikle.

Burada söz konusu olan olaybilim, sözcüğünü basit anlamı ile olay­

bilimsel betimlemeler kullanan, ancak, bu betimlemeleri olayın görünüşünün ötesine ulaşmak için bir araç sayan felsefi bir yöntemdir.

Olaybilimci akımın asıl öncüsü, Alman düşünürü Edmond Hus­

serl 'dir (1859-1938).

Olaybilimci indirgeme - İki yüzyıldan beri felsefe düşüncesi şu so­

runa takıldı kaldı: Sadece olaylar mı vardır? Yoksa, kendinde (ensoi) varlıklar da bulunmakta mıdır? Biri ruhsal, öteki maddesel varlıklar dünyası olmak üzere, iki dünya var mıdır? Bu sorunun bir türlü zihin­

den çıkarılmaması ve uzun süre çözülememesi, saf gözlemlerin - dü­

şüncenin gelişmesine yalnız yol açan - yapılmasına engel olmuştur.

İşte bu yüzden Husserl, madde ve ruh gibi tözle ilgili gerçeklik­

lerin varlığına bağlı sorulara yanıt vermemeyi kararlaştırmıştır.

Doğru ya da yalnış diyerek söylemekten çekinmiş ve kuşkucu Yu­

nan filozoflarının salık verdikleri epokhe'yi(5) uygulamıştır. Bu onun kuşkuculuğa eğilimli olduğunu göstermez: Tersine, istediği doğruya varmaktır. Ancak, bu tartışılan sorunları "parantez arasına"

alır. Hiçbir zaman kuşku ile karşılanmayacak dolaysız sezgi veri­

leriyle yetinerek, sadece olayla uğraşır. Bu felsefi davranış, kuşku-

(5) Yunanca "kuşku" anlamında sözcük. Nesnelerin varlığı ile ilgili her türlü yargıyı, ya da değerlend;ııiıeyi askıya almak, kesmek (çevirenin notu).

(34)

)anmaya değer bir neden olduğu zaman, her görüşü sistemli bir bi­

çimde geri çeviren Derscartcs'in felsefesini hatırlatır. Ama, Hus­

serl, pek az kuşkucu olan Discours de la Mcthode (Yöntem Üzerine Söylev) yazarından daha da az kuşkucudur. Çünkü, ·oescartes, ken­

disine apaçık görünmeyen bütün fikirleri yanlış saydığı halde Husserl onları "parantez arasına" almakla yetinir.

Bu düşünsel yaşam içinde algılanan dünya, belli bir anlamda, benim için her zaman burada vardır; önceleri olduğu gibi, her durumda kendine özgü olan içeriği ile algılanmıştır. Şimdiye kadar olduğu gibi, bana görünmeyi sürdürür; ama, düşünür olarak, bana özgü durumda olan düşünsel tutum içinde, doğal deneyin varoluşsal ( existentiel) inancını taşımıyorum artık; her ne kadar, her zaman orada bulunsa ve dikkatin bakışı ile kavranılmış olsa bile, bu inancı artık geçerli bulmuyorum (E. Husserl, Meditaitinos Cartesiennes.

Colin, l 93 l ).

Nesnel dünyanın bu olaybilimsel epokhe'si (kuşku altına alın­

ması), bu "değer dışı" bırakılması, bu "parantez içine" alınması, bizi tam bir hiçlikle karşı karşıya getirmez. Bir anlamı olan her şeyi bir yana ayırıp attıktan sonra, öyle bir şey karşımıza çıkar ki, her şey onunla bir anlam kazanır: Katışıksız bilinç, "ben"

Özel indirgeme - Husserl 'in olaybilimi, bilincin doğrudan do.ğruya verilerinin gerçek bir betimidir. Ruhbilim, sadece, kendini nesneye kaptırdığı halde, olaybilim düşünen özne üzerinde durur:

Onun ruhbilimi, kendi üzerine katlanmış düşüncenin ruhbilimidir, (Yaşanmışın yansız alanını) betimler, Husserl "Ben, bana özgü olan saf bilincin yaşamı ile, kendimi, saf bir benlik olarak kavramaya çalışırım" der. Beiirlemek istediği, bilinç etkenliğinin gerçek yapılarıdır; örneğin, algı, dolaysız hatırlama, anı, algı öncesi bek­

leme, simgesel gösterme, andırışsal örnekleme ... (a.g.y., s. 43) Bu yapılara, Husserl öz adını verir. Ama, Husserl'i Eflatun'dan ayıran temel ayrım görülüyor. Husserl'in özleri, kendiliklerinde (en soi), ayrı bir evrende, olabilir nesnelerin ülküsel örnekleri olarak var değildirler. Nesnelerin bilinç ile ilişkilerinden doğa olgusal ver­

ilerdir. Bununla bir!ikte, evrenseldirler ve böyelce kavranırlar. Bu

(35)

da, andırışlı (analogue) izlenimlerin zihinde karşılaştırılması ile değil, doğrudan doğruya somut bir durum içinde, Husserl'in özsel ( eidetique) indirgeme ya da özsel sezgi adını verdiği bir işlemle olur; bu özsel indirgemede, veri olan, biçime ya da öze indirgenir.

Bu yolla elde e_dilen olay bilimsel özler, bir bakıma ruhun ya da bil­

incin yapılarından başka bir şey değildir.

Oysa, bilincin temel yapılarından biri, onun yönelişli olmasıdır, nesnelere doğru, (tendere in) yönelmesidir: "Bilinç, her zaman bir şeyin bilincidir" diye tekrarlar Husserl. Nitekim, Descartes'ın "dü­

şünüyorum"unu benimsemez: "Her zaman bir şey düşünülür" der;

dolaysız veri olan, ego cogito (düşünüyorum) değildir; ego cogito cogitatum (düşündüğümü düşünüyorum) dur; düşünülen nesne düşünce olgusu kadar dolaysız bir veridir.

Kuşkusuz, bilinç nesneye çeşitli biçimlerde yönelir. Şimdiki za­

man olarak, geçmiş olarak ya da gelecek olarak; gerçek ya da olabilir olarak; varolarak ya da uzaktaki bir şey olarak; sevikn ya da korku­

lan olarak; hoşlanılan ya da tiksinilen olarak ... Ama hep bir nesneye, yani kendisi olmayan, kendisi dışında bulunan bir şeye dönüktür.

Nitekim, genel kanıya ve klasik ruhbilimc aykırı olarak, bilinç, olaybilimciye içeriksiz, boş görünür. Bu fikri. Heidegger ve J. P.

Sartre yeniden ele alacaklardır. Ama, Husserl 'ci parantezi kaldır­

dıkları ve nesnelerin varlığı üzerine yargıda bulunmaktan çekin­

medikleri için bilincin hiçbir şey olmadığını da ekleyeceklerdir.

Değerlerin olaybilimsel özcüliiğü - Bilincin deneysel etken­

liğinin evrensel yapılarını inceleyen Husserl gibi olaybilimcilerin yanında, Almanya'da başka olaybilimcilcr de vardır; bunlar, aynı yöntemle, bilincin ahlaksal etkenliğinin temel kurallarını buldukla­

rını; başka bir deyişle, "değerözlcri" belirlediklerini ileri sürerler.

Bunu da, bilincin heyecansal yönelişini gözlemekle yaparlar.

İki isim belirteceğiz: Max Scheler ( 1874-1928) ve Nicolai Hartman ( 1882-1 950).

Sheler, kendilerinden kazandığımız bilinçten bağımsız olarak değerlerin bir hcyccan�al (emotionnel) sezgisi bulunduğunu ve bu değerlerin zonınlu olarak Tanrı'da bulunduğun•• ileri sürer; Buna

(36)

karşılık, Nicolai Hartman, değerleri ortaya atabilmek için, Tan­

rı 'nın zorunlu olmadığını söyler. Değerler kendiliklerinden vardır;

Eflatun 'un düşünsel evrenine benzer bir evren kurarlar. Biz, doğru, iyi ve güzel hakkında yargıda bulunurken, başvurduğumuz ilkeleri oradan alırız.

Uzun zamandan beri, varlığın (etre) varoluşunkinden ayrı bir alanı olduğu; yani, gerçek nesnelerin ve gerçek bilincin alanından ayrı bir alanı olduğu biliniyor. Eflatun buna fikirler dünyası, Aristoteles biçim (eidos) dünyası diyorlardı. Yakınçağ filizoflan ise özün (essentia) dünyası diyorlardı. Yakınçağda bir zaman hakların­

dan yoksun kaldıktan sonra ve öznelcilik tarafından uzun süre bi­

linmezlikten gelindikten sonra, günümüzde, varlığın bu alanı, olay­

bilim özler alanı dediği şeyde, oldukça saf bir içimde, yeniden değer kazanmaya başladı" (Nicolai Nartman, Ethik, Berlin, 1926)

Değerlerin bu özcülüğü, bizi başladığımız noktaya getirir:

Eflatun 'un gerçek özcülüğüne, çağdaş varoluşçuluğu ve onun ruh­

larda bıraktığı boşluk izlenimini, karşıtlama ile kavramak için, onun göıiiş açısından bakmak gerekir.

(37)

İKİNCİ KİTAP

VAROLUŞÇU FELSEFE

Varoluşçular, savlarını, bir dizge (sistem) içinde birleşmiş bir bütün olarak ortaya koyacak yerde, dolaylı bir biçimde anlatıl­

masını yeğ tutarlar: Roman ya da dram biçiminde düşgücü yapıt­

ları; içten günlükler ve kişisel yaşamın bir yankısını veren benzeri yapıtlar ...

Genellikle varoluşçuluğun öncüsü olarak bilinen Danimarka'lı Sören Kierkegaard bu biçimde çalışmıştır; ona göre, varoluşsal (exitsentiel) gerçeklik başkasına iletilemez. Bize kalırsa, bu, onun, daha sonra yöntem değerine yükselttiği doğal güçsüzlüğünden başka şey değildir. Kavramları açıklamak, sezilen fikirleri araların­

da bağlayıp birleştirmek için hiçbir kaygı duymaz: "Varoluşsal kavramlara gelince, bunların tanımlanmasından kaçınmak istemek, işin inceliğini anlamış olmaktır."(6)

(6) L.CHESTOV'un aktarması, Kieri...:ı:aard et La philosiphle eııistentlelle, s. 36-37.

(38)

Kiergaard, ölümünden sonra, profesörlerin felsefesini ele alıp bölümlere, kısımlara ve paragraflara ayrılmış bir fikir dizgesi ola­

rak ortaya çıkaracaklarını aklına getirince öfkeden ve şaşkınlıktan hop kalkardı. (7) Onu satırların arasından okumak ve dile getir­

mediklerini sezip anlamaya çalışmak gerekir; söylediğine göre, onun kağıdı filigranlıdır.(8) Bu tür yapıtların yorumunun ancak sezgilere dayanabileceği anlaşılıyor.

Günümüzde, varoluşçu öğretinin daha dolaysız bir biçimde an­

latıldığı da doğnıdur. Düşgücüne dayalı bazı yapıtlarda, günlük ya­

şantının olayları, sahneye konan kişiler aracılığı ile, açık bir bi­

çimde anlatılmaktadır: Simonc de Bcauvoir'in Le Sang des Autres (Başkalarının Kanı) adlı yapıtı.

Ne var ki, bu yapıtlar, güçlük bakımından, Ortaçağ gerileme devrinin toplu iğne başı üzerine tartışmalarla dolu yapıtlarından daha da ilerdedir. Nitekim, bu yüzden çabuk bıkılıp bir yana atılı vermişlerdir. Bizim kanımıza göre, Varlık ile Hiçlik 'i satır satır okumak sabrını gösterenleri saymak için iki elin on parmağı yeter de artar bile; hele her yerini anladıklarını açıkça ileri süreceklerin sayısı daha da azdır.

Bunun fçin, varoluşçuluk ya. da varoluşçuluklar konusunda bir fikir vermek için düşgücü yapıtlarının oluşturduğu kuramsal ya da dolaysız açıklamaları ve dolaylı açıklamaları çok görmemek ge­

rekir.

Gerçekten, ne kadar varoluşçu düşünür varsa, o kadar varoluş­

çuluk vardır. Bununla birlikte, bütün varoluşçularda ortaklaşa bulu­

nan bazı savları bir yana ayırıp çıkarmaya çalışacağ.ız. Daha sonra, Tanrı 'nın varlığı gibi temel bir sorunun çözülmesinde birbirinden ayrılan iki özel varoluşçuluğu anlatacağız.

(7) L.CHESTOV a.g.y. s.37. Hcidcggcr'in yaptığı da bu olmuştur: Danimar­

ka' lının dinsel düşüncesini lailklcştircrck. onu bir dizge biçmine sokmuştur: "Hei­

degger'den önce, Kierkcgaard, deneme. nıhbilim, estetik alanlarında; ya dinbilim­

ei, ya edebiyatçı olarak biliniyordu ( . . . ) Heidcrgger"d.:n sonra, felsefe alanında yerini aldı." E.Ll: V iNAS.

(8) Joumal (Seçmeler). 1 . s. 90, G .. ::imard. 1 94 1 .

(39)

/. -Genel Fikir

BİRİNCİ BÖLÜM

GENEL OLARAK VAROLUŞÇULUK

Sözcüğün kendisinin de gösterdiği gibi, varoluşçuluk, her şey­

den önce, varoluş (existence) üzerine vurgu yapmak eğilimiyle ni­

telenir. Varoluşçuluk. özlere, olabilirlere (possibles), soyut kavram­

lara ilgi duymaz: Matematik düşüncenin tam karşıtıdır; ilgisi var olana ya da daha doğrusu, var olanın varoluşuna dönüktür.

So1111111111 felsefesi -Varoluşçuluk, her şeyden önce, asıl gerçeğe dönmektir. Gabriel Marccl, "Ben kendi hesabıma, gerçeğin diş izi adını verdiğim o şeyi açığa vurmayan her yapıtın, gerçek bir felse­

fi nıtclik taşıdığını yadsımaya, eğilimliyim" der.

Ne var ki. genellikle. kafa eğitimimizin bir sonucu olarak, bizler bireylerde. �:1ların ortaklaşa taşıdıkları, tiplerini gerçekleştir.�1ekte

(40)

kullandıkları şeyleri algılarız; kendilerine özgü olan gözümüzden kaçar. Daha önceden edinmiş olduğumuz ulamlarla (categories) onlara yaklaşırız ve bildiklerimiz, gördüklerimizi fark etmemize engel olur. Bunun gibi, iç yaşantımızı, doğuşunun özgünlüğü içinde gözleyecek yerde, daha açık bir kavrayışa ulaşabilmek için, onu, klasik ruhbilim çerçevesi içine sokmaya zorlarız; böylece, açıklık ararken, doğruyu elmizden kaçırırız.

Bir varoluşçu zıt bir tutumu benimser. Kendisinde bulunmayan bir mantığı iç yaşantımıza sokmak amacı ile zeka işe karışmadan önce, onun alçalıp yükselmesini olduğu gibi vermeye çalışır. Kier­

kegaard der ki: "Varoluşçuluğun istediği, düşüncelerin, ilk coşkun­

luğun göbek bağı ipiyle ortaya çıkıp görünmesidir." "Soyut zeka, somutu soyut bir biçimde anlamaya çalıştığı halde, öznel düşünür (ya da varoluşçu), tersine, soyutu somut olarak kavramak ister." Bu nedenle, varoluşçu düşünce, öğretilerden çok, roman ve piyeslerde daha iyi anlatılır, nitekim, Simone de Deauvoir şöyle der: "Felsefe özün betimini yapsa bile, varoluşun ilk fışkırışını, tam, tek ve geçi­

ci gerçekliği içinde ancak roman canlandırabilir." (l 'existentia­

lisme et la sagasse des nations, s. 1 19).

Varoluş felsefesi - Ancak şu noktayı da belirtelim ki, klasik çerçevelerin ve kavramların dışında kalan, yaşanmış durumların bu betimlemeleri varoluşçuluğa özgü değildir. Olaybilimcilerde de görülür bu durumlar. Varoluşçuluk somuta dönüştür; ama, hepsi bu kadar da değildir. Gerçekten, tekil varlıkları teklikleri içinde tanı­

maya çalışmak boşuna bir çabadır; çünkü, her zaman, ne oldukları, önünde, bireysel olsalar bile öz olmaktan gene de geri kalmayacak olan kendi özleri önünde, duraklayacaktır; yoksa, var olmaları olgusuna, varoluşlarına ulaşılamazdı.

Öte yandan, genel olarak varoluş üzerine düşünmek de, ilke olarak söz konusu olamaz. Çünkü bu yeniden soyut kavramlar içine düşmek ve varoluşun kendini bir öz haline getirmek olur ki, bu da bir çelişkiyi içerir.

Ayrıca bir varoluşçu, düşüncesini, onun var olduğu üzerinde toplayabilı"".ck için, ne olduğunu bir yana iterek, varoları!n salt

Referanslar

Benzer Belgeler

Gİkoro p.vzia;i bcşko yefur, ekilmck iııcııa br

İşte bu gerçek aç ıkça bilindiği halde, dahası aynı gerçeğin ışığında söz konusu imar haklarının mahkemede sorgulanmakta olduğu bir süreçte, arsanın bu koşullar

Tarihin mimarlık ülkesi Türkiye'de, hâlâ bir &#34; mimarlık yasası &#34; olmadığı için dünyadan örneklerini verdiğimiz &#34; ikinci görüş &#34;ü savunanlar ise &#34;

Hemen tüm yeni in şaat alanlarında, imar ölçütlerinde ve peyzajla ilgili kurallarda öylesine kısıtlamalar var ki mimarl ık dünyasında &#34;tasarım

Taksim Meydanı'nın 1976'dan bu yana tüm yasak, engelleme ve katliamlara ra ğmen 1 Mayıs Alanı olarak simgeleştiğine dikkat çeken Soğancı, &#34;1 Mayıs alanı elimizden

Yedikule ve Belgradkapı çevresinde yaşayan insanların yıllardır temel geçim kaynağı olan bostanlar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin &#34;çevre düzenlemesi&#34;

ıuıları oldıığunu vuıgulayı, rık şuntan !öylcdi: &#34;ömcğin nizga, güç ranlrAlıar|nln ıiçeri duzcydc tullanımda olduğu vc çcvıcyi İ irlctmcnin ıoP,

• Başlangıçta kelime olarak ilk anlamıyla ve herhangi bir doktrini yaymak için kurulan örgütleri ifade etmek amacıyla kullanılan propaganda terimi, zamanla,