• Sonuç bulunamadı

YAZDIKÇA VAR OLANLAR

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "YAZDIKÇA VAR OLANLAR"

Copied!
144
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

YAZDIKÇA VAR OLANLAR

(2)

Editörler: Kader YILMAZ, Tuba GÜLTEKİN Kapak Tasarımı: Eda AKDAŞ

Kitabın basımının gerçekleşmesini sağlayan HGA Matbaası’na ve Sayın Harun EDİK’e değerli katkılarından dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.

Ayşe SOLKUN Okul Müdürü

(3)

“...Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak.

Benden hikâyesi.”

Sait Faik Abasıyanık

(4)

Şiir, kurşun rengi dünyayı mavileştirir açmayan güneşi açtırır, yağmayan yağmuru yağdırır.

İçimize dışımıza.

Oktay Akbal

(5)

-İÇİNDEKİLER- HİSLERDEN ARTAKALAN

Esra OPAN Adalet İstiyorum Muhammet Edip YAK Bir 10 Kasım Yası Esra ARTUĞER Geleceğe Manifesto Eylül KIZILTAŞ Gökyüzü Gibi Sevmek Ömer Faruk TURHAN Sabahlar

Ziva AKSOY Bahar ve Sen Özlem ÖZTEKİN Güneşi Selamla Ziva AKSOY Varlığım Kübranur SALMAN Merhaba Saygın ŞİMŞEK İstanbul Kışı Serpil ÖZDEMİR Adım İstanbul Emir Eren ÜRETMEN Bambaşka Bir Şehir Hazal SARIBIYIK Eşsiz Vatan Selin DOĞAN Saklambaç Ömer Faruk TURHAN Sonsuz Duvar Saygın ŞİMŞEK Artık Savaş Olmasın Esra OPAN Mehmet AKİF Nazlıcan PULUN Sancılı Karanfil

(6)

HER KAFADAN BİR DENEME

Zelal TURAN Bekleyiş Sezgin YILMAZ Bitiş

Gülsu ÇİÇEK Sihirli Dünyamız Büşra ATACAN Sen Yeter ki İnan Esra ARTUĞER Yegâne Unsur Kardelen Akgül YEŞİLYURT Karanlık Tarafımız Furkan SULUBEY Öğrenmek

Eda AKDAŞ Keşfedemediklerimiz Zühre DEDE Ruhumuz Duymadan Ceren ZENGİN Yaşamdan Ölüme Dönüş KOPARAN Yedi Tepeli İstanbul Emİrcan ŞAHİN Teknoloji Bağımlılığı Begüm AYGAN Çizgi

(7)

MÜREKKEP DÜNYA

Helin HOPİKOĞLU Alevler İçinde İrem DOST Kâbusumdaki Eksiklik Şahin İLHAN Prangalar

Tuana BARLAS Vaveyla

(8)
(9)

ÖN SÖZ

Başakşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından “Yazdık Kitap Oldu” başlıklı proje kapsamında çıkan Yazdıkça Var Olanlar adlı kitap, şiirlerin yer aldığı “Hislerden Artakalan”, denemelerin yer aldığı “Her Kafadan Bir Deneme” ve öykülerin yer aldığı “Mürekkep Dünya” bölümlerinden ibarettir. Okuyucuyu keyifli bir yolculuğa, hayale, üretkenliğe ve düşünmeye sevk etmektedir.

Yeryüzündeki her şey bir gün yok olacaktır. Bu kaçınılmaz son yalnızca geride bir eser bırakanları istisna kılar. Üretmiş olmanın bir eser bırakmanın verdiği mutluluk elbette paha biçilemez. Bu mutluluğu bize yaşatmada göstermiş olduğu değerli katkılarından dolayı Başakşehir İlçe Müdürü, Sayın Ramazan YILMAZ’a saygı ve şükranlarımızı sunarım.

Ayrıca projenin vücut bulmasında emeği geçen Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenleri Tuba GÜLTEKİN, Kader YILMAZ’a ve okulumuz Bahçeşehir Atatürk Anadolu Lisesi’nin genç kalemlerine teşekkür ederim.

Ayşe SOLKUN

Okul Müdürü

(10)
(11)

- 11 -

"Bazılarımız filmlere tutunuyor, Bazılarımız kitaplara. Sanırım artık insan, tutunamıyor insana."

Oğuz Atay

(12)

- 12

-

(13)

- 13 -

HİSLERDEN ARTAKALAN

(14)

- 14

-

(15)

- 15 -

Eğer bu dünyada gerçek bir barışa sahip olmamız gerekiyorsa, çocuklarla başlamak zorundayız.

“Mohandas K. Gandhi”

(16)

- 16

-

(17)

- 17 - ADALET iSTiYORUM Dışarıda, kedi ve köpeklerdir arkadaşları Aç susuz büyüyor, sokak çocukları Onlar da hayatı düşlesinler

Dışarıda üşümesinler.

Sokak çocuklarına adalet istiyorum!

Kimisinin elinde çapa, çalışır tarlalarda.

Kimisinin elinde mendil, satıyor sokaklarda. Çocuklar çocuk yaşta çalışmasın,

Onlarda parklarda oyun oynasın.

Çalışan çocuklara adalet istiyorum!

Doğar doğmaz beşik kertmesi, Çocuk yaşta başlıyor endişesi.

Korku ve zorluklardan kalmıyor neşesi, Kızlar çocuk yaşta evlendirilmesin.

Hayatı ezilen kızlara adalet istiyorum!

Yüreklerinde hüzün gözlerinde yaşlar, Bomba ve mermi altında yaşıyorlar.

Her gün onlarca çocuk yetim ve kimsesiz kalıyor.

Savaşlarda çocuklar babasız kalmasın. Tüm savaş çocuklarına adalet istiyorum! Adalet, adalet, adalet istiyorum!

Esra OPAN

(18)

- 18 - BİR 10 KASIM YASI

Bugün yine 10 Kasım, Benim en büyük yasım.

Kalbimde bir köşede, Atam yaşar ebedle.

Sarı saç, mavi gözler, Çekemez seni eller.

Gül ayrılır dikenden, Düşmez adın dillerden.

Yapraklar dökülürken, Sonbaharın sonunda, Bir destan sona erdi, Bitmez bu vatan derdi.

- 18 -

(19)

- 19 -

Bir 10 Kasım sabahı, Bitmez bu halkın âhı.

İçlerdeki o gülüş, Siyahlara bürünmüş.

Hak, özgürlük, modernlik.

Bizler seni çok sevdik.

Güneş doğar tepeden, Minnettarım sana ben.

Yıllar geçmiş aradan, Senin adın kahraman.

Artık yok büyük lider, İzindeyiz ey önder.

Muhammed Edip YAK

(20)

- 20

-

(21)

- 21 - GELECEĞE MANİFESTO

Başarısızlığı göze alarak katedeceksin bu yolları

Yeri gelecek kalbinden yiyeceksin okları Ama istiyorsan ormanda bir aslan olmayı;

En acısına direnecek, utandıracaksın onları

En büyük engeldir insan için düşünmek Sayısız olasılıkta çok azdır yenilmek En büyük azaptır yılana boyun eğmek Farkı yaratandır alın teri ve emek

Hiçbir fırsat gelmez faninin kapısına Fırsatı kovalayan bakar sefanın tadına Aldırma kimsenin ne yaşına ne başına Gerekirse bir ordu yaratır tek başına

Esra ARTUĞER

(22)

- 22

-

(23)

- 23 - GÖKYÜZÜ GİBİ SEVMEK Yıldızların aya bakan umutlarını Görüyor musun?

Onun ışığına muhtaçlığını, Onun endamına

hayranlığını,

Ona sahip olmaya çalışanlara kıskançlığını, Ona bakan gözlere

kızgınlığının farkında mısın? Bulutlar bile erişemezken aya,

Yıldızların altında hayran hayran bakarken ona, Yapabildikleri tek şey, ayı insanların

gözünden sakınmak Değil midir?

Bulutların karşılıksız sevgisi, Yıldızların hırçın

sahipleşmeleri, Ne kadar adaletli sevgili?

Oysa hiçbiri umrunda değildi ayın,

O kendisinden katbekat aziz dünyanın etrafında dolanır.

Hangisine günahkâr demeliyiz?

(24)

- 24 -

Ona bakanları dahi kıskanan yıldızlar mı?

Yoksa gece gündüz onu bekleyen bulutlar mı? Ki yoksa herkesin hayran olduğu Ama onun tek bir küre etrafında döndüğü ay mıdır?

Peki bunlara şahit olan gökyüzü?

İçinde barındırırken tüm umutları,

kırgınlıkları Onun sessiz haykırışlarını kim duyuyor?

Gözü sevgisinden başka bir şey görmeyen yıldızlar mı?

Sevgisini kendisinden bile sakınan bulutlar mı? Yoksa imkânsıza vurulan ay mı?

Hiç kimse duymazken onu O kendi kendini idare ediyordu.

Ne konuşuyor ne belli ediyordu kırgınlığını, Tıpkı bir anne gibi…

Tıpkı evladından başka bir şeyi olmayan, Yüreği kendinden büyük bir ana gibi.

Eylül KIZILTAŞ

(25)

- 25 -

“Şairlerin neden şiir yazdıklarını, pelikanların yavrularını neden kanlarıyla beslediklerini anladığım gün anladım.”

Nazan Bekiroğlu

(26)

- 26

-

(27)

- 27 -

SABAHLAR

Uyandım.

Bilincim de geldi yerine, Sen de.

-Uyurken de oradaydın sanırım- Çıkmadın rüyalarımdan, Düşünmeden yapamadım.

Kafamda bir şeytan, Dönmeyeceğini sayıklayan.

Uyma kafamdaki şeytana, Uyanayım güzel sabahlara.

Bırak gemiler demir alsın, Her gün ayrı yolculuk sayılsın.

Haksız çıksın sanrılarım, İçimdeki şeytan utansın.

Bıktı artık kâğıtlar, usandı kalemler, Onlar da seni ister,

Zira ağır geliyor hüzünler.

(28)

- 28 -

Sanırım beni senden daha çok seviyor kalemler ve kâğıtlar,

Beni yalnız bırakmadı hiçbiri, çünkü biliyorlar, Onlar olmadan yaşayamam.

İstiyorum artık uyanmayayım, Sensiz geçmeyen rüyalarımdan.

Uyanınca sen geçiyor,

Fikrin kalıyor koca düğümle boğazımda.

Çarpıyor kalbim fütursuzca.

Göğsümde hapismiş de sanki,

Kaçıp sana, özgürlüğüne kavuşmak istermiş gibi.

İşte böyle sabahlarım sen olmayınca,

Geceden daha karanlık, geceden daha kasvetli.

Bir özlem ki içimde sana, Olmazsa olmaz vuslat ihtimali.

Ne uzay daha soğuk yokluğundan, Ne de cehennem daha sıcak.

Bomboş zihnimin derinliklerinden bir vaveyla,

‘’Neden sebeptir ki o melek, Yanağında gözyaşlarına?’’

Ömer Faruk TURHAN

(29)

- 29 -

"Gençleri bırakınız dünyayı hayal ettikleri gibi görsünler, büyüyünce nasıl olsa olduğu gibi görecekler."

Voltaire

(30)

- 30

-

(31)

- 31 - BAHAR ve SEN

Güldün

ve bir anda kiraz dalları sardı yüzünü.

Gözlerim sırf bunu görmek için yaratılmışlar.

Sen içeri girdiğin an çözüldüm tüm iplerimden Varlığınla ruhumu sar.

Basit bir yalan seninleyken tüm bu zaman ve mekan Yüzyıllar hep sende akar.

Senin ardından gelir ya bahar.

İnsan da sırf bunu görmek için yaşar.

Ziva AKSOY

(32)

- 32 -

Belki o gün, bugün değildi ama bir sabah güneşi selamla

Gökyüzüne bak. sığmıyor değil mi hiçbir yere?

sığdıramıyoruz onu.

binbir türlü renk barındırıyor içinde gördün mü?

Gökkuşağını bile almış içine.

Ciğerlerine doldurabilir misin gökyüzünü?

alabileceğin en güçlü nefesi al şimdi. Sığmadı değil mi?

bitmedi. Tükenmedi.

hiçbir zaman da tükenmeyecek unutma olur mu?

umudun da böyle olsun.

ne bitsin ne de tükensin.

tam bitti zannettiğin anda gözünü kapatıp tekrar aç.

mevsimler değişsin.

ilkbaharda ağaçların yeni çiçek açmaya başlamış yaprakları umudun olsun mesela.

cemre düşünce yere, burnuna dolan toprak kokusu...

alabileceğin en güçlü nefesi al, yeniden.

umuduna bağla nefesini, gördüklerini.

sakın bırakma onu.

eğer ipi kaçarsa umudunun, gözünü kapatıp tekrar aç.

mevsim değişsin. sonbahardasın.

yağmur yağıyor ama yaprakların görüntüsü o kadar hoş ki asla şikâyet etmiyorsun.

aslında sen yağmurdan hiç şikâyet etmiyorsun ki.

seviyorsun onu.

yağmur damlacıkları seninle konuşuyormuş gibi hissediyorsun.

ne zaman dile getiremesen bazı sözcükleri, onlar konuşuyor sanki.

yapraklar;

sarı, turuncu, kırmızı...

yürürken çıkardıkları sesler...

müziğin sesini kapatıp yaprakları dinliyorsun.

umut.

umudun şimdi bu ses işte.

(33)

- 33 -

bir yerde kaybetsen öteki yerde buluyorsun onu.

umudunu hiç yitirme olur mu?

tam kaybettiğini sandığın o anda yüzünü yağmura doğru çevirip gözlerini kapat.

yüzünle bütünleşsin damlalar.

sonra bir sıcaklık yayılsın dört bir yana.

gözünü aç.

mevsim değişmiş.

kulağına dalga sesleri geliyor.

usul usul esiyor rüzgâr.

tanecikler. kum tanecikleri.

bir deniz kıyısındasın,

mevsimlerden yaz, umudun kumsal.

milyarlarca kum taneciği biter mi hiç?

umudun da hiç bitmesin.

nerede olursan ol bul onu.

elinden kaçırırsan eğer gözünü kapat.

biraz üşüyorsun sanki.

gözlerini açtığında her taraf bembeyaz.

tabii.

umudunu kaybedip mevsimlerden mevsimlere atlamışsın yine.

seviyorsun.

onu, gökyüzünü, umudunu aramayı,

kaybettiğini sandığın anda onu tekrar bulmayı...

unutma;

belki o gün, bugün değildi ama bir sabah güneşi selamla.

Özlem ÖZTEKİN

(34)

- 34

-

(35)

- 35 - VARLIĞIM

Mutsuzluk, kavgasındandır keşmekeşten uzak bir yaşamanın.

dört bir yanın kahır,

çelişmiş çıkarın ve vicdanın.

Tanrım biraz sabır çivisi çıkmış insanlığın.

nerede o eski hatır o eski sır temelinde yatan dünyanın.

şimdi derinlerde zindan mıdır geçmiş günün ve yarının.

Bir denizin dibine gömü ihtişamı varlığın.

Ziva AKSOY

(36)

- 36

-

(37)

- 37 -

MERHABA

Avuçlarında saklı bir yığın toprakla

Yürek ihtilali yapmış duyguların sarıyor etrafını.

Kapalı gözlerinden dökülen gözyaşların, Kirli bir kumpasa kurban olmuş geçmişin olacak.

Sessiz vaveylalar dolacak her bir yanını, Ruhunu tarumar eden günahlar peşini bırakmayacak.

Siyah bir gecede müebbet yemiş ruhuna, Satırlara iltica olan kelimeler yoldaş olacak.

Ecel gelip kapını çalarsa bir gün, Ruhundaki kelepçeler seslenirse adını Kopacak kıyamete adım adım yaklaşırsan Kaldır başını semaya; “Merhaba” de haykırarak Çünkü her veda bir merhabadır aslında

O halde fısılda, son kez: MERHABA!

Kübranur SALMAN

(38)

- 38 -

İlle de görmek için mi beklenir güzel günler;

beklemek de güzel demiş, şair.

Zelal TURAN

(39)

- 39 - İSTANBUL KIŞI

Seni yeniden sevmek, isteklerimin dışında.

Bir daha ısınamayız biz, İstanbul’un kışında.

Eğer bana yaşayıp yaşamadığımı soruyorsan, Yaşamıyorum ben artık, öldüm her bakışında.

Sildim attım ben de artık geçmişten kalanları.

Ve unuttum bana söylenen bütün yalanları.

Bakınca kendimi gördüğüm güzel gözlerini, Unuttum artık söylediğin bütün sözlerini.

Kolay yol dururken biz zoru seçtik gibi.

Bu yüzden hayata sövüyorum Neyzen Tevfik gibi.

Sevdan boğdu beni tıpkı bir sel gibi.

Bu yüzden şiir yazıyorum Âşık Veysel gibi.

Saygın ŞİMŞEK

(40)

- 40

-

(41)

- 41 - ADIM İSTANBUL

Adımı İstanbul koymuşlar.

Kaç yüzyıldır yaşıyorum, Uykusuz,

Öldürdü beni gece,

" Gece vakti " kaç defa.

Ben İstanbul' um.

Sabahın beşinde işçisiyle Kadınıyla, çocuğuyla Ve işsiziyle…

Her şeyiyle İstanbul'um.

Aynaya bakmalıyım biraz, Çekidüzen vermeliyim benliğime.

Yerlerinden kaldırıp insanları,

Bir "deniz" havası misali çarpmalıyım.

Bir gün Kartal'da, Bir gün Bostancı'da, Gözlerimde buğuyla

Saçlarımda kalabalık yalnızlığımla Kulaklarımda kadınların çığlığıyla Ses vermeliyim.

Gözüm Galata

Saçlarım herhangi bir meydanda herhangi meçhul rüzgârın biri Kulaklarım.

...

Bütün bunlar ki, beni ben yapar.

Ve ben

Sormalıyım insanlara

" 8.10 vapuru neden bu kadar önemli? "

Nedir bu acele?

Kimse Süreyya'nın aşkından ölmüyor, Şu zamanlarda.

(42)

- 42 -

Ama ben...

Ama ben, bakmayın!

Ben altı yaşında bir çocuğum daha.

Sesi kapalı çarşıda kaybolan Annesini arayan,

Tutunacak el arayan, Yüzlerce insan arayan, Yapa

-yalnız

Demiştim çoklu yalnızlık Diyecekler ki,

O meydanlar, yerlisi turisti İstiklal'i, Taksim'i.

Ben, annesinden ayrı küçük çocuk.

Ben, yorgun ve yaşlı tarihçi.

Adım.

İstanbul.

Serpil ÖZDEMİR

(43)

- 43 -

“Bu şehr-i Stanbul ki bi misl ü behâdır Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır .”

Nedim

(44)

- 44

-

(45)

- 45 - BAMBAŞKA BİR ŞEHİR

Kimileri hayatlarını İstanbul’da geçirmiş, Kimileri bu şehri hiç görmeden sevmiş.

Bazısı şanıyla şereflenmiş, Bazısı hasretiyle yerilmiş.

Sabahı farklıdır, gecesi farklıdır İstanbul’ un.

Gündüzünde anılar, gecesinde acılar vardır.

Bir sabah kalkarsın sevinç verir güzelliğiyle, Bir sabah kalkarsın acı verir geçmişiyle.

Kollarıyla sarar nice tarihi, Tarihlerin en derinlerini.

Çünkü o tarihin ta kendisi, Çünkü o İstanbul' un ta kendisi.

Emir Eren ÜRETMEN

(46)

- 46

-

(47)

- 47 - EŞSİZ VATAN

Bu ülke bugün varsa, Sular çağlayarak akıyorsa,

Güneş ülkemin üzerine doğuyorsa, Birileri bedelini ödediği içindir.

Erzurum’da Kara Fatma’sıyla Denizli’de Çerkez Kızı’yla

Balıkesir’de Gürdeşli Makbule’yle

Göğüs göğüse çarpışarak kuruldu bu ülke.

Padişahlar ülkeden kaçtı, Anadolu yoksuldu, bitaptı.

Ülkenin içinden sayısız kahramanlar çıktı.

Eller birleşti yumruk oldu;

Türk yumruğu dünyanın kafasına çaktı Karabekir Paşa dedi: ”Emredin Paşam!”

Halk birleşti dediler ki: ”Biz de varız ATA’M.”

Eski bir gemiydi belki Bandırma Tarihindeki en ağır yükünü taşıdı.

Mustafa Kemal doğdu Samsun’dan, Ne bugünden korktu ne yarından,

Canını hiçe saydı vazgeçmedi sancağından Bir an bile vazgeçmedi Anadolu’dan.

(48)

- 48 -

İnönü zaferleri geldi peş peşe

Türk durur mu? Şaha kalkmış bir kere.

Atam dedi ki: ”Ulusum ilerle!”

Yunanlıyı döktüler İzmir’den denize Atam rahat uyu, bizler büyüdük.

Bu vatan nasıl kuruldu, gördük.

Al bayrağın uğruna ne canlar verdik!

Sonsuza dek dalgalan, şanlı bayrağım!

Hazal SARIBIYIK

(49)

- 49 -

“Bilseydim bir gün mazimde kalacağını Harcamazdım özleminle en güzel sonbaharı.”

Esra Artuğer

(50)

- 50

-

(51)

- 51 - SAKLAMBAÇ

Bir şehir düşün ki, içinde milyonlarca insan Saklamış ömür boyu dertleri, tasaları.

Ata ata içine,

Kusmuş denizlere, göllere.

Ben İstanbul olsaydım,

Özgürce dolaşırdım sokaklarda.

Çekerdim kokusunu boğazın, Gevrek simidin,

Taa derinlerime.

Ömür boyu saklamak istercesine.

Ben İstanbul olsaydım, Fakir bir mahallede

Ufak bir kız çocuğu olurdum.

Bulutlara anlam yüklerdim.

Bir nebze de olsa mutluluk işlerdi hücrelerime.

İstanbul oldum bugün.

Kanat oldum, Hezarfen’in hayallerine.

Dolaştım bir uçtan bir uca

(52)

- 52 -

Ben İstanbul olsaydım,

Yedi tepede doğan bir güneş olurdum.

Işığımı saçtığım an etrafa Yeni bir umut olurdum muhtaca.

Unkapanı’nı yeni keşfetmiş biri olurdum.

Anlamlandırmaya çalışırdım simaları.

Tepeden tırnağa ıslatırdım bereketimle Suya hasret toprakları.

İki yakamı iki köprüye bağlar, Âşığın dilinde biten tüy olurdum.

Ben İstanbul olurdum.

Selin DOĞAN

(53)

- 53 -

Kelimeler değil asıl güçlü olan, kelimeleri doğuran sebepler.

Ömer Faruk TURHAN

(54)

- 54

-

(55)

- 55 - SONSUZ DUVAR

Üstüme üstüme hücum eder,

Bu şehirde göremediğiniz sonsuz duvar.

Havasızlık boğmaz beni, Bu şehrin boğduğu kadar.

Bak bütün bedenimi ateş basar, Ben aşık iken soğuğa.

Demişler ki kaderindir coğrafya, Değişiklik farzdır artık kader yazısında.

Nefes bile alamıyor bedenime sürgünüm.

Ümittir, olur belki duvarsız şehirlerde her dönüm.

Göremez oldum ya aslında gökyüzümü,

Söyleyemem ama kimseye bu şehirde söndüğümü.

Ölemem ki göremeden gökyüzümü benim için, Velev ki göremem, cennetlikse bile cayır cayır yanar içim.

Ölmek istemem Tanrım, bu yaşamı sevmeden, Zira gözlerim kalır burada, son kez ağlamak için, için için.

Ben ki içi dopdolu, bir dünya proleteri.

Kim inkâr edebilir ki alnımdan akan teri?

Bir gün zamanım gelince olmalıyım emekli, Çünkü bu dünya için de olmalı sabrın sonu, selametli.

Her ne kadar, gelse de üstüme duvarlar, görürüm olanı biteni.

Zannediyorum ben oynayacağım bu dünyada iyiyi.

Ah tek isteğimdir, yaşasam ya huzur dolu sükûneti, Bir an bile olsa hissetsem cennetten bir vakti.

Ömer Faruk TURHAN

(56)

- 56

-

(57)

- 57 - ARTIK SAVAŞ OLMASIN

Kadını, çocuğu, yaşlıyı kederle öldürüp Masumların hayatını ederler kördüğüm.

Her yerde cansız bedenler gördüğüm, Bir rüya olsun savaş, hafızamdan silinsin.

Ne zorluklarla savaştı bilmelisin Seyit Onbaşı.

Doğu Türkistan’ı unutma onlar senin soydaşın.

Ne Atam’ın izinde gider insan ne de bir söz taşır,

Oradaki acıyı hissedip de akmıyorsa gözyaşı.

Bugünün böyle geçti fakat düşün ertesini, Kaç kişi duyuyor o kadar çığlık sesini, Masumlar bir hiç uğruna katledilmesin.

İnsan insanlığı anlasın, artık savaş olmasın.

Sırtından bıçaklayana kaç kere güvenirsin, Savaşın bittiğini sanıp boş yere sevinirsin, Bir gün vatanında savaş çıkarsa eğer, Ancak kendi milletinle beraber direnirsin.

Yıllar, asırlar geçse bile biz hiç mi değişmeyiz?

Çünkü nedensizce politik iç savaş içindeyiz.

Daha derinine inmeyelim bu kirli suların, Yanlı düşünmeyi bırakıp birlik olalım.

Birlik olmak savaşa karşı ayaklanmak demektir.

Kimi öğrenci, kimi işçi, kimi emekli…

Çekmeyi bırakmalıyız bu ne iştir zikrini,

(58)

- 58 -

Sen de çok geç olmadan değiştir fikrini.

Saygın ŞİMŞEK

(59)

- 59 - MEHMET ÂKİF

İslam davasının saygın neferi, Yaptığı her işte buldu zaferi, Yüreğine gizledi binlerce kederi, Kosova’da ararım Mehmet Âkif’i.

Birinci Dünya Savaşı’nda başlattı Milli Mücadele yarışını,

Emperyalistlere gösterdi cesur tavrını, En yüce duyguyla yazdı İstiklal Marşı’nı, Bayrağın gölgesinde ararım Mehmet Âkif’i.

Kuran, ilim ışığında yazdı her eseri, Tüm İslâm toplumunun büyük tesiri, Geleceğe hazırladı kültürlü gençleri, Safahat’ta ararım Mehmet Âkif’i

(60)

- 60 -

Gerektiğinde alçaklara esirgemedi sözünü, Ahlak penceresinden çevirmedi yüzünü, En hırçın dönemde imanla korudu özünü, Cihatlarda ararım Mehmet Âkif’i.

Milli Mücadele’de güçlü erdi,

Anadolu’da yufka yürekli veterinerdi, Vatan ve millete hizmetti tek derdi, Edirnekapı’da ararım Mehmet Âkif’i.

Esra OPAN

(61)

- 61 -

“Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.”

Mehmet Âkif Ersoy

(62)

- 62

-

(63)

- 63 -

SANCILI KARANFİL

Ağarıyor usul usul tanyeri, Dışarıda acı bir barut kokusu Ve pusu, her yanda…

Nice gençler, nice çocuklar Ölümü kucaklıyor.

Ve bu topraklar inliyor ana ağıtlarıyla.

Oysa zeytin dalları halâ fidan, halâ çocuktu . Devriyeler kol geziyor.

Yine gençler, çocuklar; süt kokan bedenler üstüne

“Her devrim kendi çocuklarını yer" imiş Niye?

Barış, sevgi, kardeşlik değil mi tek çare?

Bitiyor bitmez denen her şey

Geçiyor “hiç geçmeyecek" denilen her acı.

Ama kavga bitmiyor, kan durmuyor.

Bu kirli çark masumların kanlarıyla dönüyor Oysa bir tek başak tanesi bile dargın kalmayacaktı

Bir tek zeytin dalı bile yalnız.

Hani?

Karanfiller artık sancılı açıyor Açıyor ve yitip gidiyor

Nakış nakış işleniyor ömrümüze Kızıl gelinlik kuşanmış baharlar.

Nazlıcan PULUN

(64)

- 64

-

(65)
(66)
(67)

- 67 -

MÜREKKEP DÜNYA

(68)

- 68

-

(69)

- 69 -

"Gençleri bırakınız dünyayı hayal ettikleri gibi görsünler, büyüyünce nasıl olsa olduğu gibi görecekler."

Voltaire

(70)

- 70

-

(71)

- 71 -

ALEVLER İÇİNDE

Gözlerimi açtım. Başta gözbebeklerimi delercesine keskin gelen beyaz ışık saniyeler içinde yumuşadı ve etrafımdakileri soluk da olsa görmeye başladım. Birtakım sesler ilişti kulağıma, ardından hayretle bakan iki surat belirdi karşımda. Yavaş yavaş kendime gelmeye başlamıştım. Ve o “can alıcı” soruyu sordum: “Ne oldu bana

?”

Az önce karşımda duran iki surat kollarımdan tutup beni oturtmaya çalışıyorlardı. “Sonunda kendine geldin.

Korkuttun bizi, Yonca.” Kızlardan kıvırcık olanı buz gibi bakışlarını gözlerime dikti. “Aloo! Yonca bir şey söylesene.”

Bu kızlar kimdi, neden buradalardı, ben neden onların yanındaydım ve neden bir hastane odasında oturuyorduk?

Hiçbir fikrim yoktu. Cevap vermedim, sustum. Sadece duvara bakıyor ve bu şekilde ölmek istiyordum. Hiçbir şey hatırlamıyor, hatırlamak da istemiyordum. Yeniden doğmuştum sanki. Ama bir farkla. O da korkunç alevlerin arasında annemin acı çığlıklarla can verişiydi.

Nereye baksam o sahneyi görüyordum. Bir ara kıvırcığın, diğerine fısıldadığını duydum: “Kızım buna bir şeyler oldu galiba. Baksana her zamanki konuşkan, cıvı cıvıl Yonca değil bu.”

“Ne bileyim Begüm, görüyorsun işte bir şey söylemiyor ki anlayalım.”

“Serra, Yonca biraz boş bakıyor sanki. Hiçbir şey bilmiyormuş gibi… Sence de öyle değil mi?”

“Yani bir gariplik var ama… Şoktadır şimdi. Dersin ortasında birden bayıldı. Gözlerini açtığında da hastanede buldu kendini. Normaldir, bence birkaç dakikaya kalmaz düzelir.”

“Peki, öyle diyorsan…”

Bir süre konuşmadılar. Benimle birlikte oturdular.

Saatler geçiyordu ve ben bu kızları tanımıyordum. Neden benim yanımdaydılar? Bu sorunun cevabını öğrenme zamanı gelmişti:

“Şey… Sizi tanıyor muyum?” İkisi de aynı anda bana baktılar. Kıvırcık: “İki saat durdun, durdun. Şimdi ilk söylediğin şey bu mu yani?” Diğeri: “Kızım sen bizimle alay mı ediyorsun? İki saattir başında konuşmanı bekliyoruz.

Belki bir şeye ihtiyacın vardır diye… Sen gayet iyisin

(72)

- 72 -

bakıyorum. Haydi Begüm, kalk gidelim. Yonca’nın bize ihtiyacı yok.”

Ne yapacağımı bilemedim. Kızları tanımıyordum ama o an onlara ihtiyacım olduğunu hissettim. Tam kapıdan çıkıyorlardı ki birden “Durun!” diye bağırdım. “Ben, gerçekten hiçbir şey bilmiyorum. Kimseyi tanımıyorum.” Bu sözlerimi duyduklarında kapıyı kapattılar ve kalktıkları yere yavaşça oturdular. “Sen, senin ismin Begüm mü?” Begüm mahcup bir şekilde yere bakarak, ince bir sesle: “Evet.”

dedi. Diğerine dönerek ekledim: “ Peki, ya sen?”

“Serra.”

Serra telaşlı bir sesle: “ Doktoru getiriyorum.” dedi ve koşarak odadan çıktı. Begüm’e baktım. Başını eğmiş, dudağını ısırıyor, gözyaşları yanaklarından teker teker süzülüp birbirine kenetlediği ellerine düşüyordu. Odada saatin tiktakları ve Begüm’ün teniyle bütünleşen gözyaşlarının pıtırtılarından başka hiçbir ses yoktu. Ama bunlar sadece odadaki seslerdi. Benim ise kulaklarımda annemin son anlarındaki çığlıkları ve yalvarışları yankılanıyordu.

Gözlerimi sıkı sıkı yumuyorum, başımı diğer yana çeviriyorum. Ama sesler bir türlü dinmiyor aksine daha da şiddetleniyordu. Kurtulmak istiyordum. Ama bir türlü kurtulamıyordum. Tam çığlık attığım sırada Serra yanında doktorla içeri girdi.

Çığlığımı duyan doktor hemen yanıma koştu.

Omuzlarımdan tuttu. “Tamam, sakinleş. Geldim işte, korkacak bir şey yok.” Gözlerimi açtım. Karşımda bir çift kara göz duruyordu. Ama ben o kara gözlerin içinde kıpkırmızı alevler görüyordum. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Begüm ve Serra yanıma geldiler. Bir süre beni sakinleştirmeye çalıştılar.

“Tamam canım. Geçti, geçti.”

“Haydi, toparlan biraz. Bak, Doktor Bey seni bekliyor.”

Hiçbir şey demedim. Sadece başımı sallayıp onaylarcasına belli belirsiz bir ses çıkardım. Kirpiklerimin arasında biriken birkaç damlayı elimin tersiyle sildim ve ayağa kalktım.

Doktor iki gözümü eliyle açarak ışık tuttu. Daha sonra kafamın bazı yerlerine dokunarak beni muayene etti. Bir

(73)

- 73 -

süre durdu, düşündü. Sonra kızlara dönerek: “Kafasına aldığı darbenin etkisiyle beyni şokta. Maalesef hastada hafıza kaybı söz konusu.”

Doktorun bu sözlerinin kızları çok etkilediği belliydi. O an yüzlerindeki o ifade anlatılamazdı. Şaşkınlık ve hüzün, karmaşık duygular… Begüm hızlıca kendini toparladı: “Peki, bu ne kadar sürer?”

“Şimdilik kesin bir şey söyleyemem. Ancak yapılan testlerden anlaşılır hasarın kalıcı ya da geçici olduğu.”

“Yapabileceğimiz bir şey yok mu?”

“Sadece yazdığım ilaçları düzenli olarak kullansın. Hastanın bir şeyler hatırlaması için üzerine gitmeyin. Bir de yapılan kan tahlili ve diğer testlerin sonuçlarını haftaya gelip alabilirsiniz. Geçmiş olsun.”

“Sağ olun.”

Serra gülümsemeye çalıştı: “Haydi Yonca, montunu al da çıkalım.” Kalkıp montumu elime aldım. Ama bir sorun vardı.

Ben bu tanımadığım kızlarla nereye gidecektim?

“Ben sizinle gelemem. Sizi tanımıyorum.”

Begüm yaklaştı. Serra’ya eliyle beklemesini işaret etti ve beni bir kenara oturtup konuşmaya başladı:

“Bak Yonca. Doktoru duydun, hafıza kaybı dedi. Sen şimdi hiçbir şey hatırlamıyorsun ama biz çok iyi arkadaştık. Serra ve ben senin en yakın arkadaşlarınız. Biz birlikte büyüdük.

Birçok anı paylaştık. Biliyorum, sana yabancı gibi geliyoruz ama…”

Begüm’ün o buz gibi mavi gözlerinden yeniden yaşlar damlamaya başlamıştı. Burnu kızardı. Dudaklarının titremesini engellemeye çalışıyordu.

“Yonca, bana inanıyor musun?”

Biraz düşündüm. Bu kızlara güvenmekten başka çarem yoktu.

“Beni evime götürün.”

Arkadan bizi izleyen Serra’yla göz göze geldik. Serra derin bir nefes aldı, Begüm hafifçe gülümsedi.

“Tamam, haydi o zaman seni evine götürelim.”

Taksiye bindik. Akşam olmuştu. Yol boyunca arka arkaya dizilen ışıkları ve yanımızdan hızlıca geçen arabaları izledim. Yaklaşık yirmi dakika sonra taksi küçük bir apartmanın yanında durdu. Begüm:

“İşte geldik. Evini hatırladın mı?”

(74)

- 74 -

“Hayır.”

Beni oturduğum kata kadar çıkardılar. Daire kapısının önünde Begüm: “Serra, ben bu gece Yonca’nın yanında kalacağım.”

“Tamam o zaman. Bir ihtiyacınız olursa ararsınız. Bu arada Yonca, ikimizin de numarası telefonunda kayıtlı.”

Begüm’le içeri girdik. Evim bana çok yabancı geliyordu.

Hiçbir şey hatırlamıyordum. Bir süre ışıkları açmadan karanlıkta oturduk.

İkimiz de üşümeye başlamıştık. Begüm: “Burası soğumaya başladı. Ben en iyisi sobayı yakayım.”

Yorgundum. Uykum gelmişti. Oturduğum kanepeye uzandım ve derin bir uykuya daldım. Çok derin. Bir daha uyanamayacağım ebedi bir uykuya… O gece rüyamda küçüklüğümden bugüne kadar yaşadıklarımı gördüm. Her şeyi yeniden hatırladım. Ama o sırada sobanın alevlerinin bütün eve yayıldığını fark edemedim. Begüm’ün sesini duydum: “Yonca, uyan! Kalk, ev yanıyor. Yonca!” Beni sarsarak uyandırmaya çalışıyordu. Ben her şeyi duyuyor, hissediyordum. Hareket etmeye çalışıyor ama edemiyordum. En sonunda pes etti. Alevler gittikçe yükseliyordu. Begüm’ün evden çıktığını hissettim. Artık ecelimle baş başaydım.

Kızların kaderi annelerine benzermiş. Yıllar önce annemi benden koparan alevlerin kucağında şimdi ben duruyordum. Yanıyordum! Alevler beni içine çekiyor, kalp atışlarım yavaşlıyordu. Kalan tüm gücümü toplayıp son kez bağırdım: “ANNE!”

Helin HOPİKOĞLU

(75)

- 75 -

“Edebi eserler, insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım etmiyorlarsa neye yarar?”

Sait Faik Abasıyanık

(76)

- 76

-

(77)

- 77 -

KÂBUSUMDAKİ EKSİKLİK

Bu sabah çok güzel bir güne uyandım. Güneş her zamanki gibi parlak ve göz alıcıydı. Annem yanıma geldi, alnımdan öperek “Günaydın oğlum.” dedi. Ben de

“Günaydın.” dedim. Elimi yüzümü yıkamak için kalktım ve banyoya gittim. Musluğu açacakken elimin olmadığını fark ettim. Evet elim yoktu, hem de ikisi birden. Tabii ki bunu önceden biliyordum, sadece unutmuştum. Hemen anneme seslendim. Annem yanıma geldiğinde yardıma ihtiyacım olduğunu anladı ve yardım etti. Kendimi o kadar kötü hissetmiştim ki bu tarif bile edilemezdi. Düşünsenize yüzünüzü yıkamak için bile yardıma ihtiyaç duyduğunuzu, ne kadar da kötü bir his. Normal olan insanlar bu duyguyu anlayamazlar. Sabah kalkıp ellerini ve yüzlerini yıkadıklarında ne kadar büyük bir şansa sahip olduklarını bilmezler.

Annem bana “Giyinmek için yardıma ihtiyacın var mı?”

diye sordu. Ben de “Hayır.” dedim. Kendi kendime “Bu kadarını da başarabilirim herhalde.” diye söylenmeye başladım. Annem kahvaltıyı hazırlamak için aşağı indi. Ben bir süre daha ellerime baktım. Birden kendimi avutmaya başladım “Belki ellerim yok ama en azından görmem için gözlerim, yürümem için ayaklarım var.” dedim. Sonra aklıma ellerimin nasıl bedenimden ayrıldığı geldi. O günü hiç unutmuyorum. Unutmamamın en önemli sebebi ise bunu bana yapanın babam olmasıydı. Ne kadar da acı verici…

Babam sırf bana ve anneme zarar vermek için türlü türlü bahane uyduruyordu. Okul dönüşü eve geldiğimde babamın salonda oturduğu ve annemin evde olmadığını fark ettim. Babam ayağa kalkarak neden geç geldiğimi sordu. Oysaki ben her gün geldiğim saatte gelmiştim. Ama bu da babamın bahanelerinden biriydi işte. Sustum, cevap vermedim. Çünkü cevap versem bile yine aynı şeylerin olacağını biliyordum. Tam da tahmin ettiğim gibi oldu.

Yanıma geldi ve bana her gün uyguladığı şiddeti uygulamaya başladı. Alışmıştım artık, hiçbir darbesi acıtmıyordu canımı. Birden durdu ve mutfağa doğru ilerlemeye başladı. Ben bu eziyetin bittiğini düşünürken o elinde bıçakla geri geldi. Üstüme doğru yürümeye başladı.

(78)

- 78 -

Bu sefer gerçekten korkmuştum. Çünkü ilk defa böyle bir şey yapmıştı. Ellerimden tuttu ve ben birden bağırmaya başladım. Ellerini ellerimin üzerinden çektikten sonra gözlerime inanamadım. Öylece kalakalmıştım orada.

Babam aceleyle evden çıktı.

Babam çıktıktan birkaç dakika sonra annem eve geldi. Beni öyle kanlar içinde görünce ağlamaya başladı.

Annemin sorduğu hiçbir soruya cevap veremiyordum.

Ağzım mühürlenmişti sanki. Annem hemen 112’yi aradı.

Ambulans geldi ve biz hemen hastaneye gittik. Doktorlar her yolu denediler ellerimi dikebilmek için. Ama başaramadılar. İşte sonuç bu, ellerim yok artık. Birkaç saat sonra kendime gelmeye başlamıştım. Polisler yanıma geldi ve bana bunun nasıl olduğunu sordular. Her şeyi anlattım.

Polisler babamı o gün içerisinde yakaladılar. Zaten ilk duruşmada tutuklandı. Babam tutuklandıktan üç sene sonra öldü. Ben ve annem bu üç sene içerisinde babamı hiç ziyaret etmemiştik. Aslında onun bana yaptıklarından sonra sevinmeliydim ama sevinemiyordum. Sonuçta o benim babamdı.

Ben böyle geçmişi düşünürken annemin sesiyle irkildim. Bana kahvaltının hazır olduğunu ve aşağıya inmemi söyledi. Ben de hemen üstümü giyinip aşağıya indim. Kahvaltımı yaptıktan sonra dışarıya çıktım ve sahile gitmeye karar verdim. Ben sahile doğru yürürken yanından geçtiğim insanlar bana acıyarak bakıyor, arkadaşlarına beni gösteriyor ve bana gülüyorlardı. Bütün bu olanlar çok canımı sıkmıştı. Hiç kimsenin bana acıyarak bakmasını istemiyordum. Ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Yüzlerindeki ifadeleri unutamıyordum. Biraz yürüdükten sonra dengemi kaybedip bayılmışım. Neden sonra uyandım. Yaşadıklarımın hepsi büyük bir kâbustan ibaretmiş. Uyanır uyanmaz ellerime baktım, çok mutluydum.

Çünkü ellerim bedenimin bir parçasıydı.

Gördüğüm kâbustan sonra bedenimin her parçası için ayrı ayrı mutluluk duyuyordum. Gerçekten nasıl bir şansa sahip olduğumu anlamıştım artık.

İrem DOST

(79)

- 79 -

“Ben hikâyeciyim diye sizden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakalar beklemeyin, n’olur?”

Sait Faik Abasıyanık

(80)

- 80

-

(81)

- 81 -

PRANGALAR

Sabahın erken saatleriydi ve henüz uyanmıştı. Hemen üstünü giydi ve biraz odasında oturmaya karar verdi. Siyah saçları ve kehribar renginde gözleri vardı. Pek yaşlı değildi ama yaşadıklarının verdiği ağır hava ve ruhunun yıpranmışlığının yüzüne vurması onu, oldukça yaşlı gösteriyordu. Yüzünde tarif edilmesi güç bir burukluk ve keder vardı.

Adam uyandığından beri üstünde bir gerginlik vardı; bu gerginlik kısa bir süre değil de uzun zamandır mevcuttu.

Sanki her hareket edişinin amacı, zihninde dolaşıp duran düşünceler silsilesini bastırmaktı. Lâkin adam direndikçe bedeni kendi hâkimiyetinden çıkıyor, muhtemelen hem fikri hem bedeni bir humma geçiriyordu. Oturduğu yerden karşısına gergin gözlerle gayesiz olarak bakmaya başladı ve gözü saate takıldı. Duvarda asılı olan saate bakıyor ve içinden delice zamanı durdurmayı arzuluyordu. Zamanı durdurmak istemesinin sebebiyse korkuları olabilirdi. Çünkü yine dışarı çıkması gerekecek ve birçok insanla karşılaşacaktı.

Adam çok yalnızlaşmıştı hayatında. Bunu iliklerine kadar hissedebiliyordu fakat ne zaman yalnız olmamıştı ki zaten?

İnsanlara olan korkusu veya beslediği nefret ne zaman başlamış olabilirdi? Adam tam da bunu düşünüyordu.

Cevabı da bulmuştu. Ona garip bir şekilde bakmaya başlandığında...

Bir soru sorduğunda, bir şey istediğinde, yürüdüğünde şahsına yönelik yargılayıcı bakışlardan dolayı kendini kötü hissetmeye başlamıştı. Yakın arkadaşlarının yüzünde bile bakışı görebiliyordu; en yaralayıcı olan ise tam da buydu.

Hayatını her zaman doğasının yanlış olduğunun söylenmesiyle geçirdi. Bunu her yerde duymuştu: okulunda, iş yerinde, evinde... Gerçi o inanmıyordu doğru olduğuna ama insan yanlışı çok fazla duyunca doğrulara da yabancılaşıyordu. Sonra, aklına cevaplayamadığı veya cevaplamaya korktuğu, yüzleşmek istemediği sorular geliyordu. Yüzleştiğinde vereceği cevaba göre hayatının değişeceğini ve daha mutsuz olacağını kesinlikle biliyordu fakat aklına geldikçe acı çekiyordu.

(82)

- 82 -

Mutlu insanların kendine soracağı pek az soru vardır lâkin mutsuz insanların birçok sorusu vardır. Bunun nedeni ise aydınlığın tek olması karanlığın ise birden çok tonunun var olmasıdır. Kim bilir adam hayatında kaçıncı karanlığın tonunu yaşıyordu.

Şimdi de gözlerinin önüne bir anısı gelivermişti. Çok küçükken oturduğu mahalleye yeni taşındıkları zaman diğer çocuklar onu hiç sevmemişti. Ona insan değilmiş gibi davranıyorlardı. Adam konuştuğu zaman hepsi garipçe gülüyordu. Ama o, ortada garip veya anormal bir şey görmüyordu. Yaşamak mı garipti?

Küçüklüğünden bu yaşına kadar anlamıştı ki insan başkalarının algısına göre yaşar ve kendisini unutur. Bunu anladıktan sonra adam var gücüyle bu gerçeğe, karşı koymaya çalıştı ama karşı koyuşu bir duvarı itmek kadar nafile geliyordu artık.

Adam hep şöyle düşünürdü ki insan toplumun oluşturduğu prangalarla doğar ve önünde iki seçenek bulunur: ya bu prangalara göre yaşamak ve başkalarının da yaşamasını sağlamak ya da prangalara karşı koymak yani özgür olmak.

O, ikincisini seçmişti ve bundan pişmanlık duymuyordu çünkü okuduğu her kitapta kendi doğruları için savaşan hiçbir karakter de duymamıştı. Bütün bu düşünceler tufanı zihnini bulandırdı.

Adamın durumu vahimleşiyor, âdeta nöbet geçiriyordu.

Prangalar gitgide ağırlaştı. Son bir gayretle kalktı. Titreyen bedenine aldırmadı. O an aklında olan tek şey, yıllardır ruhunda dinmeyen bu sızıyı dindirmekti. Evden çıktı. Yavaş ama gayretli adımlarla sahile giden yola saptı. Vardığında ise hiç durmadan Sahile doğru yürümeye devam etti.

Sahille aralarında üç dört adım kalmıştı ki birden durdu.

Sevgili okuyucum adamın hikâyesini sana anlattım.

Bence bu prangaları kırma vakti geldi de geçiyor. Unutma ki gün gelir, bu prangalar yağlı urgan misali boyunlarına dolanır. Şimdi hikâyenin sonunu sen tayin edeceksin. Adam yürümeye devam mı etmeli, geri adım atıp direnmeli mi?

Şahin İLHAN

(83)

- 83 -

“Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir.”

Mustafa Kemal Atatürk

(84)

- 84

-

(85)

- 85 - VAVEYLA

Genç adam spor ayakkabılarını umursamadan sahile koştu.

Sinirliydi ve sinirini kusması gerekiyordu. Kumsala indiğinde gözleri çoktan dolmuştu. Fakat ne kumsal ne gözleri durdurabildi onu. Onu durduracak tek şey yaşanmışlıklardı.

Yaşadıkları sırtına ağır gelmiş olacak ki hafifçe bükmüştü belini. Bacakları bu yükü daha fazla taşıyamadığından dizlerinin üstüne doğru kuma bıraktı kendini.

Aslında yaşanmışlıklar sırtında değil aklında fazlalıktı.

Ama o bunu düşünemeyecek kadar üzgün ve umutsuzdu.

En ağırı da umutsuzluktu sanırım. Zihninin zindanlarından duvara tırmanan acı gencin kirpiklerinde asmıştı kendini.

Küçük bir çocuk camını kırıp kaçıyor gibiydi. Ve o cam kırıkları kalbine batıyordu şimdi. Canı yanıyordu.

Canı gerçekten ölesiye yanıyordu. Midesindeki çalkalanmaysa bunun en büyük kanıtıydı. Midesi fazla hassas olan genç, midesini öne tutup eğilerek içindekileri çıkarmaya çalışsa da ağzına tek lokma koymadığından çıkartacak bir şeyi de yoktu.

Bıkkınlıkla “İstanbul’dan nefret ediyorum. Benden her şeyimi aldığın için senden nefret ediyorum İstanbul!” diye yüksek sesle bağırdı. Bunu defalarca kez, sesi fısıltıya dönene dek tekrarladı. Gözyaşlarıysa önce yavaşladı, sonra durdu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyordu ama güneş kendini gecenin kollarına bırakmaya başlamıştı.

Gözünü ufka dikmiş genç adamın sol tarafındaki hareketlilik dikkatini çekmişti. Yanında uzun, sapsarı saçlarıyla beş altı yaşlarında minik bir kız çocuğu oturuyordu. Orman yeşili parlak gözlerini ona dikmiş, hayat dolu gülümsemesiyle gence bir zarf uzatıyordu. Kaşlarını çatıp “Bu ne?” diye sorsa da kız çocuğu sadece “Al.”

demekle yetindi. Ne olduğunu merak ediyor olmalı ki küçük kızın elinden hemen zarfı aldı. Zarfı almasıyla kızın arkasını dönüp gitmesi bir oldu. İçinde ne olduğunu merak ettiğinden kızı umursamayıp zarfı açtı. İçinde uzunca bir yazı vardı.

Yazıda: “Sessizlik kanıma enjekte edilmiş bir ilaç gibiydi.

Çığlıklarımın umutlarımdan ürettiği bir zehir. Peki, ben neredeyim? Medusa’nın lanetinde, Şahmeran’ın vefasındayım ben. Beni tanımak istiyorsanız nefesinize

(86)

- 86 -

bakabilirsiniz bayım. O kokuşmuş kirli nefesinizdeyim ben.

Kapısı kilitli odada camsız duvara takılmış perdenin kıvrımlarında saklı, umutlarım. Perdeler açılıyor bayım. İyi seyredin yok oluşumu.”

Perdeler aralandı, İstanbul yaralandı. Gecenin sessizliği gün doğumunda yıldızlara astırdı kendini. Sokaklarına tüküren bu insanlar denizinde, can çekişti İstanbul. ‘’Evet, ben İstanbul bayım. Ölüyorum” Balıkların gözyaşları, martıların çığlıklarında hayat buldu. Köpeklerin umutları insanların kollarında verdi son nefesini. Nankörlükle suçlanan kediler, sahibinin kovduğu evin kapısından ayrılmıyor bile. Güvensizlik yerleşmiş gözlerinde, köşeye sinmiş bir korku gizli. Benim masum, küçük sahiplerim yağmurun altında teslim etti ruhlarını. Bunun ne demek olduğunu bilir misiniz siz? ‘’Evet, ben İstanbul bayım.

Ölüyorum.”

‘’Merhamet, sevginin kokusuna sığınmıştı. Bu yüzden sevgi kokmazdı insanlar. Tüyler ürpertecek düşüncelerini parfümle saklamaya çalışırlar. Parfüm, düşüncelerin görünmezlik iksiri. Ama ben her şeyi görüyorum. Tüm kokuları duyuyorum. Size her şeyi görünmez kılan parfüm, bana tüm açıklığıyla sergiliyor düşüncelerinizi. Hissediyor musunuz, korkunç düşüncelerinizin etrafımı sardığını?

Yoksa havadaki egzoz dumanı engelliyor mu kokuyu duymanızı?”

“Çölde kum olan siz insanlara ada bırakan ben İstanbul’u adayla beraber yaktınız bayım. Gözlerinizin önüne çekilmiş perdeyi aralamaya uğraşmıyorsunuz bile. ‘İstanbul’u dinliyorum. Gözlerim kapalı. ’İstanbul’u dinlemiyorsunuz.

Gözleriniz kapalı. Sanırım tiyatronun sonuna geldik. Benden nefret etmeyi bile hak etmiyorsunuz. Evet, ben İstanbul bayım. Ölüyorum.”

“Perdeler kapandı. İstanbul öldü.”

Mektubu yavaşça yanına bırakan genç adam ufka bakmaya devam etti. Sonunda güneş gecenin kollarında tekrar doğmak üzere can verirken genç, mektubu uçak yapıp denize doğru fırlattı. Bir yıldız kaydı. Deniz büyük bir dalgayı fırlatırcasına kıyıya bıraktı. Rüzgâr hızını artırdı.

İstanbul gerçekten öldü. Ve genç adam sadece oradan uzaklaştı.

Tuana BARLAS

(87)
(88)
(89)
(90)
(91)

- 91 -

HER KAFADAN BİR DENEME

(92)

- 92

-

(93)

- 93 -

BEKLEYİŞ

Zaman sürekli akıyor bir kum saati misali.

Bir bakmışsın ki hemen bitivermiş. Bazen geriye almak istiyorsun ama olmuyor. Geçmişe dönmek istemiyorsun çünkü. Geçmişte bıraktığımız ve hâlâ sürdürdüğümüz bekleyişlerimiz var. Biz insanoğlu, sürekli bekleyiş içindeyiz hayatta. Ya kendimizden bir şeyler bekliyoruz, ya insanlardan ya da hayattan. Beklediklerimizi alıyor muyuz, bekleyişlerimiz son buluyor mu? Orası meçhul!

Herkesi bir telaş sarmış, bekliyorlar. Bir çiçek, adı kardelen. Adının hakkını vermek, azmini göstermek için bekliyor yazı, kışı. Toprak yağmurunu, bitkiler güneşini, can suyunu bekliyor. Bülbül günlerce gülünü, çöl ise Mecnun' unu bekliyor. İnsanlar da bekler.

Bazıları çoktan pes etmiş bazıları ise sıkılmadan güzel umutlarla bekliyor. Gözünü dünyaya yeni açmış bir bebek annesini bekliyor ve bir anne dört gözle bebeğini bekliyor.

Sokaktaki yalnız çocuk da bekliyor. Bir şefkat, okşayıcı el, güzel iki cümle... Kilometrelerce uzakta, bitmeyen savaştan kaçan insanlar yardım bekliyor. Bir Mecnun Leyla' sını ya da Aslı Kerem' ini bekliyor. İnsan tebessüm bekliyor. Sevgiyi, umudu, barışı, hakikati, güzel günleri bekliyor. Ve sonra ölüm gelir. Ölüm de bu bekleyişe dâhildir. İşte biz bihaber bekliyoruz. Bu bekleyişin verdiği umutla,

(94)

- 94 -

heyecanla ya da korkuyla bekliyoruz. Kapılmış gidiyoruz.

Ümit Yaşar Oğuzcan' ın bu sözleri sanki bizi anlatıyor: "İşte yaşamak maceramız bu.

Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak. Ve yaşayıp beklerken ölmek! Ama kimine göre beklemek de güzel. Bekledik, bekliyoruz ve bekleyeceğiz.”

Zelal TURAN

(95)

- 95 -

Söz uçar, yazı kalır.

Anonim

(96)

- 96

-

(97)

- 97 - BİTİŞ

Bir şey eksikti. Gözlerinde bir şeyin eksikliğini hissedebiliyordum. Beynimin işlevini yitirdiğini, kalbimin üzerine bir ağırlık çöktüğünü fark ettim. Söylemezdi. Söylememeliydi.

Dağılırdım ben, kimse yeniden toplayamazdı beni. Hissizleşirdim, ruhum un ufak olurdu.

Dikkatimi dağıtmak adına etrafıma bakındım.

Burası ilk kez tanışıp konuştuğumuz parktı.

Üzerinde oturduğumuz banka mavi keçeli kalemimle isimlerimizi yazmıştık. Şimdiyse silik birkaç harf kalmıştı geride. Uzun süre boyunca ikimiz de konuşmadık, etraftaki tek ses soluklarımız ve meltemle oynaşan yaprakların hışırtısıydı. Dikkatle baktığı yere çevirdim gözlerimi. Caminin ve onun ardındaki yüzlerce evin teker teker ışıklarını yakmasını izledik.

Güneş yavaş yavaş alçaldı ve caminin arkasında gözden kaybolurken ortalığı turuncuya boyadı. Alnına dökülen siyah saçları şimdi turuncu bir ışıkla parıldıyordu. Gözlerini bana çevirdi ve ben bir kez daha kahverengi ve yeşilin ahenginde kayboldum. Yüzünü tekrar tekrar inceledim aklıma kazımak istercesine.

Belirgin elmacık kemiklerinde, iri dudaklarında, hafif kemerli ucu kızarmış burnunda, kuzgun karası dağınık saçlarında ve hafifçe çatılmış kaşlarında gezindi gözlerim. En son her zamanki ışığından yoksun, âşık olduğum ela gözlerinde takılı kaldı. O an, işte o an anlamıştım kendini içeri kapatıp beni dışarıda

(98)

- 98 -

bıraktığını. O an hissetmiştim kalplerimizin aynı ritimle atmadığını. Gözlerime yaşlar doluştu, birbirine dolanmış parmaklarım hafifçe titremeye başladı. Dudaklarını aralamasıyla eş zamanlı olarak gözlerimi yumdum.

"Burada başladık, burada bitmeliyiz."

Usulca yutkundum ve gitmesini istedim, beni içimdeki yangınla baş başa bırakmasını.

Ben acımla kavrulurken beni görmemesini.

Damarlarımdan akan aşk, lav olup yaktı vücudumu. Gözlerimi araladım. Elini sık sık saçlarının arasından geçirip onları daha da dağıtıyordu, cenneti vadeden gözleri.

Kızarmıştı. Acım ikiye hatta üçe katlandı.

Bitmiştik. Titreyen dudaklarımı görmemesi için dirseklerimi dizlerime dayayıp yüzümü ellerime gömdüm. Sessizlik uzadı gitti. Adım sesleri uzaklaştı. Gitti.

Sezgin YILMAZ

(99)

- 99 -

“Yazar olmak istiyorsanız, yazın.”

Horatius

(100)

-

100

-

(101)

- 101 -

SİHİRLİ DÜNYAMIZ

Hayallerimiz, gerçek dünyadan hayali dünyamıza açılan sihirli kapımız. Kanatlarımızı korkusuzca açabildiğimiz, mavi gökyüzümüz.

Hayaller gerçek hayattan sıyrılıp kendi içimize döndüğümüz kurtarıcı alemimiz.

Her insanın hayalleri vardır. Sınırlarını kendi belirlediği, yaşadığı ve kurguladığı.

Burada önemli olan husus, insanın hayal kurabilme yeteneğinin ne kadar gelişmiş olduğudur. Çünkü; her insanın hayali, aynı değildir. Belki de bizim kurduğumuz hayaller başkalarının yaşadığı hayattır. Bana göre hayalin büyüğü küçüğü olmaz; ama hayal kurmanın büyüğü küçüğü oluyor.

Hepimizin çocukken kurduğu kendi içinde yaşadığı hayali vardır. Büyüdükçe, yaş aldıkça, hayatın sert yüzüyle karşılaştıkça hayal kurmayı bırakırız ve koşuşturmaların içinde kayboluruz.

Bizimle birlikte hayallerimiz de kaybolur. Bu kayboluş hayattan ve kendimizden soğumamıza neden olur. Hayattan zevk almayıp, zorluklarla karşılaştığımızda kendimizle bile iletişimimizi kaybederiz.

Hayaller kendimizle barışık olmamızı sağlar. Hayallerimiz, hayali oyundur aslında.

Oyunun başkahramanı bizizdir. Ona can veren, onu daha çekici hâle getiren bizizdir. Nasıl ki hayallerimizden vazgeçeriz o zaman

(102)

- 102 -

başkahramanlıktan hayatın bize yüklediği oyunculuğa geçeriz.

Her insan hayal kurmalıdır bence. Yaşı kaç olursa olsun, hangi koşullarda olursa olsun hayal kurmalıdır. Rengârenk gökyüzünde kuşlar gibi uçmalı, sıcacık bir evde sobanın başında kestane yemeli ya da denizde balıklar gibi yüzmelidir; özgür olmalıdır. Zaten sorumluluklarımız bizi yeterince yoruyor, yıpratıyor.

Hayal kurmak kadar gerçekleştirmek de önemlidir, elbette. Peşinden koştuğumuz, imkânsızmış gibi görülen hayallerimiz. Ama sonra hayallerimiz gerçekleştikten sonra zirveye ulaştığımız zaman çektiğimiz onca güçlüğü unutur, zirvenin tadını çıkarırız. Belki de zirvenin tadı, çektiklerimizi bize unutturur ve hayallerimize kavuşmuş oluruz.

Hayallerimiz de rengi olmalı. Hayallerimiz beyaz gibi tertemiz olmalı. İçinde hiçbir kötülük barındırmayan hayallerimiz mavi gibi mor gibi cıvıl cıvıl olmalı.

Demem o ki; hayal kurmaktan vazgeçmeyin. Elbet bir gün kurduğumuz hayaller can olur, bu yorucu hayat yolculuğunda yoldaş olur.

Gülsu ÇİÇEK

(103)

- 103 -

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”

Mustafa Kemal Atatürk

(104)

- 104

-

Referanslar

Benzer Belgeler

İster kısa ister uzun, ister ortada ister tümüyle kenarda kesimler: Çok fonksiyonlu aletler ve segman testere bıçakları ile tüm bu işlerin üstesinden hızla ve kolayca

[r]

Pandemi başlarında patronların denetim kaygısıyla çekingen yaklaştığı uzaktan çalışma biçimi giderek pek çok firmada kalıcılaşacak gibi görünüyor.. EVDEN

Sıra No Üye Sicil No Tic.Sicil No Ticari Ünvanı Kayıt Tarihi Vergi Dairesi Vergi Hesap No Yetki / İmza 43 32246

Sıra No Üye Sicil No Tic.Sicil No Ticari Ünvanı Kayıt Tarihi Vergi Dairesi Vergi Hesap No Yetki / İmza 64 46731

Sıra No Üye Sicil No Tic.Sicil No Ticari Ünvanı Kayıt Tarihi Vergi Dairesi Vergi Hesap No Yetki / İmza 43 30005

Sıra No Üye Sicil No Tic.Sicil No Ticari Ünvanı Kayıt Tarihi Vergi Dairesi Vergi Hesap No Yetki / İmza 43 29692

Annenin arkadaşı- Anneniz bana tiyatrocu olduğunuzu söyledi, bu iyi, bu iyi - ben pek ilgilenmem ama karşı da değilim- ilgilenen insanlar olmalı diye düşünüyorum,