• Sonuç bulunamadı

Bin bir parıltının aynası olan

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Bin bir parıltının aynası olan"

Copied!
11
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Hikmet BARUTÇUGİL

Ebru Sanatçısı

RÖPORTAJ

Koray TÜMAY

B in bir parıltının aynası olan Anadolu’nun, keşfedilmemiş köşelerindeki güzelliklerin, insan ruhuyla birleşip, değişik materyallere yansımalarıyla hayat bulmuş, kendine has sanat ve zanaatların ülkesidir Türkiye.

Özgün ve eski ruhların her an yeni enerjiyle hem bütünleştiği hem savaştığı ve her an kendini sonsuza tekrar doğuran bir toprağın resimleri gibidir Anadolu’da sanat… İşte o sanatlardan bir tanesi de renklerin suyla dans ettiği “Ebru”dur. Toprağın boyaya, boyanın suya ve suyun kâğıda dokunuşunun öyküsüdür ebru sanatı. Ebru, kimilerine göre Tanrı’nın kutsal dokunuşu, kimilerine göre evrenin ruhunun yansımasıdır.

Her ne olursa olsun bu kadim

sanatın ruhani bir yönü olduğu inkâr

edilemez. “Sanat” konusunu ele

aldığımız bu sayımızda, geleneksel

sanatlarımızdan ebrunun yaşayan

büyük ve değerli sanatkârlarından

biri olan Hikmet Barutçugil ile bir

röportaj gerçekleştirdik. 44 yıldır

hayatını bu sanata adayan Barutçugil,

bizleri İstanbul Üsküdar’daki “Ebru

Evi Ebristan”da ağırladı. Barutçugil

sohbetimizde, ebruyla tanışmasının

ve sanatla buluşmasının hikâyesini

okuyucularımızla paylaştı.

(2)

Başkalarından ithal ettiğimiz kültür ve sanatla asla bir medeniyet oluşturamayız.

n Ebruyla tanışmanızın ve sanatla buluşmanızın hikâyesini okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde 1973 yılında, Uy- gulamalı Endüstri Sanatları Yük- sek Okulu’nda tekstil eğitimine

başlamıştım. Aynı yıl tanıştığım, talebesi olduğum Prof. Emin Ba- rın, bizim yazı hocamızdı. Bize Latin alfabesi öğretiyordu ama kendisi aynı zamanda Arap alfa- besinin de büyük bir ustasıydı.

Onun babası da hattatmış. Bize bu eski sanatlara olan ilgisizlik- ten tatlı tatlı şikâyet eder, bizi bu

sanatlara özendirmeye çalışırdı.

Bu Hattat Hafız Osman’ın meş- hur Vav hikâyesini ilk defa ondan duydum. Hattın ne kadar yüce bir sanat olduğunu onun vesilesiyle öğrendim. Bize menkıbeler an- latır, bizi cezbetmeye çalışırdı. O yıllarda İstanbul Üniversitesi’nin Cümle Kapısı, Saatli Kapı’nın kita-

(3)

besi tamir edilmek istenmiş ama Türkiye’de yapacak usta bulama- mışlar, İspanya’dan bir uzman getirtmişler ve onu restore ettir- mişler. Tabi yazı sevdalısı olarak bu Emin Hocamı çok rahatsız etmiş. Bize hep, “Bu kadar birik- miş miras, zengin bir hazine var.

Gençler bunlara hiç itibar etmi- yor, bu emanetler kimlere kala- cak” derdi. Bende yazıya bir ilgi başladı. Bunu nasıl yaparız, ederiz derken hocam beni Süleymaniye Kütüphanesi’ne gönderdi. Orada- ki eski ustaların yazılarına bakıp incelememi istedi. Bu yazılara ba- karken bazılarının zeminlerinde, pervazlarında ebruyu gördüm. O andan itibaren içinde saklı müt- hiş dinamizm olan bir duyguyla doldum. Ne olduğunu da bilmi- yorum. Bir boyalı eser, fırça izi yok nasıl bir şeydir derken bunun ebru olduğunu öğrendim ve bir aşktır gönlüme düştü, o gün bu- gündür de kendi kendime bu sa- natı öğrenmeye çalışıyorum.

n Ebru, genellikle bir zanaat olarak algılanmıştır ancak bildiğimiz kadarı ile 20. yüz- yıl ebruyu başlı başına bir sanat olarak ortaya koydu.

Ebru ve sanat-zanaat çizgi- sini nasıl yorumluyorsunuz?

Eğer siz, başkalarının yaptıklarını, daha önce yapılanları tekrar edi- yorsanız bunun adı zanaat olur.

O, yüzyıllarca devam eder, faz- la bir değişiklik göstermez. Ama Kur’an-ı Kerim’de sık sık bahsi geçen bir tefekkür kelimesi var.

Tefekkür sadece düşünmek an- lamı içermiyor. Düşünerek fikir üretmek anlamı içeriyor. Yani el becerisi olan bir şeyi, “evet ben bunu yapıyorum, eskiler de bunu yapmış ama buna farklı olarak ne yapabilirim” diye kendi iç dünya- sındaki zenginliklerini, bilgi biriki- mini, estetik ve letafet duygularını birleştirip farklı bir şey ortaya ko- yarsa, tefekkür ederse ki ona da mütefekkir denir. Daha evvel ya- pılmamış, yeni bir şey ortaya ko- yarsa ve bu ortaya koyduğu şey de ilgi ve takdir görürse onun adı sanat olur. Ama bu ilgi ve takdir de yeterli değildir, tenkit de yeterli değildir. Tenkitin hangi kaynakla ve amaçla yapıldığı meçhul. Sa- natta başarının göstergesi tenkit değil, takdir değil, taklittir. Eğer birileri sizi taklit ediyorsa, -taklit asıllarını yaşatır- o inovasyon ger- çekleşmiş olur. Ona da işte sanat denir, bu da kısaca böyle.

n Siz çalışmalarınızda sürekli yenilik arayışında olan bir sanatçısınız. Ebru çalışma-

larınız hangi boyutlarda seyrediyor?

Ebruya gönül verdiğim 1973 yılın- da, eski ebruların nasıl yapıldığıy- la ilgili hiçbir kaynak yoktu. Bu işi yapan, bilen bir tek kişi var o da Mustafa Düzgünman. Allah rah- met eylesin bu sanata hizmetleri çoktur. O da ilgisizlikten, alaka- sızlıktan köşesine çekilmiş, böyle öğretme ve ders verme gibi bir duyguya herhalde o zamanlar kapılmadı ya da öyle bir ihtiyaç olmadı. Hâliyle benim de öyle bi- rinden öğrenme imkânım olma- dı. Eski ebruların nasıl yapıldığını ararken bildiğim tek şey bu işin suyun üstünde olduğuydu. Bu- rada bir parantez açayım, Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenci olmanın, temel sanat eğitim ders- leri almanın, renk bilgisi, malzeme bilgisi gibi bilgileri almanın çok faydasını gördüm. Elime geçen her türlü boyayı suyun üzerinde yüzdürüp görüntüler elde etme- ye başladım. Tabi önceleri klasik ebruyla alakası olmayan bir sürü şeyler ortaya çıktı. Ama bu ortaya çıkan görseller de rast gele gör- sel değil, aslında tabiatta var olan, bazı görüntülere benzer görsel- lerdi. Bunu da 1975 yılı Bilim ve Teknik dergisinin mayıs sayısının kapağında gördüm. “Denizler Kir-

(4)

leniyor” başlıklı bir fotoğraf vardı.

Baktığımda benim ebrulara çok benziyordu. Daha sonra içerisinde yine benzer başka fotoğraflar da vardı. Yani doğada oluşan desen- ler suda çıkan ebrulara çok benzi- yor. Bu, daha sonra tabii ki gelişti.

Birkaç sene evvel İstanbul Teknik Üniversitesi’yle beraber “Ebru’nun Mermer Yüzü” adlı bir sergi hazır- ladık. Onun kataloğu da var. Yani suda çıkan desenler, tabiatta var olan desenlere çok benziyor. Bu daha sonra 1988 yılında İngilte- re’deki bir sergide “Barut Ebrusu”

olarak adlandırıldı. Klasik ebruyu da daha sonraları çözmeye başla- dım. Bu çözdüğüm bilgileri de bir yerlere not ettim. İlk başladığım zamandan sonra 17 sene geçti ve bir kitap oluşturmaya karar verdik.

Bu kitaba “Suyun Rüyası” adını verdik. 17 senenin sonunda 9 ay süren bir tasarımın neticesidir bu kitap. Bu kitapta uzun uzun ebru- nun tarihçesinden bahsediyoruz.

Kitapta kâğıdın geçirdiği serüvene kısaca yer veriliyor. Klasik denilen ebrunun nasıl yapıldığı, boyalar, öd, kıvamlaştırıcılar, fırça yapımı ve çiçekli ebruların nasıl yapıldık- ları ile ilgili bilgiler içeriyor. Aynı zamanda yeni çıkan ebru tarz- larından örnekler de var. Daha sonra bu tarzlar zamanla bir yere oturdu, isim aldı, birçok farklı sa-

natlarla da birleşti ve bu hâlen değişerek, yenilenerek devam ediyor.

n Hocam, Türk ve İslam sanatı deyince aklımıza ne gelme- li? Biz kendi sanatlarımıza Batılı gözlüğüyle baktırıl- maya zorlandığımız için işin özünü, aslını kaybettik. Bu sanatın özü nedir?

Asya’dan gelmiş İslam dinini yüce bir imanla kabullenmiş bir ulus olarak sanatımız nasıl olmalıdır?

Temel inanışlarına aykırı olmayan, yabancı etkiler altında kalmamış, kökünden, özümüzden, geneti- ğinden, geleneğinden gelen sa- nat olarak düşünmeliyiz. Çünkü yalnız Türkiye’de değil dünyanın her yerinde inanışlar, yani dinler sanatların başlıca ilham kaynağı olmuştur. İnsanlık tarihi inançlar tarihidir yani inanç, insanlık ile yaşıttır. Tarih boyunca hayatın en vazgeçilmez gerçeklerinden biri- dir. Yeryüzünde “farkında olduğu- nun farkında olan” tek canlı türü insandır. Biyolojik kaynaklı bu ye- tenek, onu, kendini aşarak özünü aramaya ve o öze ulaşmak için çabalamaya mecbur bırakır. Bura- da belirsizliğe yer yoktur, inanma insanın varlık yapısında yer alan temel niteliklerinden ve en derin duygularından biridir. Dinler tari-

hi ve antropoloji incelendiğinde dünyanın her tarafında insanların tabiatüstü, aşkın, insan ötesi mut- lak bir varlığın (veya varlıkların) mevcudiyetini kabul ettiklerini ve inandıklarını ortaya koymaktadır.

Temel inanışlara bağlı olarak or- taya çıkan sanatın ve eserlerin özünde bazı ilkeler, amaçlar, ku- rallar oluşmuştur. Bunları göz ardı edersek, yapıları, ilkeleri, bakış açıları farklı olan diğer sanat kalıp- ları ile algılamaya çalışırsak “yanlış değerlendiriyoruz” demektir. Do- ğal olarak gerçeği, olması gereke- ni fark edemiyor, göremiyoruz.

Yakın tarihimizde, belki 200-250 sene öncelerinden başlayan, “Ba- tılılaşma hareketleri”, Avrupa ve Batı sanatlarının etkileri, özen- dirme, küreselleşme, millî kültü- rümüzde ve sanatımızda bilinçli olarak yapılan “şuur kaybettirme politikaları” vb. gibi birçok se- beplerle kendi öz sanatlarımızın içinde barındırdığı özelliklerin ve gizemin üstü örtülmüştür sanki.

Doğu ve Batı sanatlarının temel- lerindeki estetik kurallara kısaca baktığımızda birbirinden çok farklı öğeler görürüz. Bunları aynı kefe- ye koymak pek adil ve akılcı olmaz.

Batılı gözlüğü ile Doğu sanatlarını incelediğimizde (numaraları ve

(5)

türleri değişiktir) gerçekleri göre- meyiz. Burada birinin iyi diğerinin iyi olmadığını asla kastetmiyo- rum. Sadece farklı olduklarından bahsediyorum. Romen ve Grek estetik kurallarını temel alan kla- sik Batılı sanatta sadece mater- yalist gözün gördüğü esas alınır.

Akıl, natüralizm ve perspektif var- dır. (Rönesans gibi muhteşem bir zirve dönemi yaşamıştır). Ancak, Orta Asya’dan gelmiş, Müslüman olmuş bir toplum olarak kendi öz sanatlarımızın farklı temellere dayandığı aşikârdır. Sağlam kök- lerle bağlandığımız Doğu sanat- ları (Asyalı ve Müslüman) kısaca, gözden gelen algıları, kendinden geçercesine gönülle birleştirerek ortaya çıkan ve tekâmülü arayan bir “letafet” anlayışıdır. Yunanca kökeni ile “duyu bilimi” anlamı- na gelen estetik kelimesi, burada biraz yetersiz kalır. “Estetik” Grek sofistlerin Tanrı’nın varlığını ispat için buldukları delillerden biri- dir. Bizde Allah’a gerçek manada inanmış birinin delil aramasına hiç gerek yoktur. Çünkü varlığın- dan şüphe etmez. Letafet, güzel- lik, incelik, yumuşaklık, dengeli gibi estetiğin içerdiği bütün an- lamları içermenin yanı sıra “vecd hâlinde, kendinden geçmek” an- lamlarına da gelir ki bu duygu yo- ğunluğu Doğu sanatlarının temel ilkelerinden biridir.

Üst düzeyde olgunluğu hedefle- yen hayal gücünün verdiği zen- ginlik içindeki tefekkür (düşüne- rek fikir üretme) ve gönül (tasvf.

Allah’ın insanda tecelli ettiği yer, tasavvufî aşkın kaynağı, sevgi do- lan kalbin adı, köngül) gözünün gördüğüdür. Bu genel tanımlar içinde Ebru’yu ve diğer kadim sanatlarımızı nasıl algılıyorum kı- saca bahsetmeye gayret edeyim.

“Doğulu bir Türk sanatı” olarak kabul ettiğimiz ebru sanatından önce, Türk sanatlarının güzelliğini ve daha da önemlisi, esasını, da- yanaklarını izah etmek isterim.

Kadim Türk Sanatlarının amacı ve güzellik ilkelerinin özü: “Yaratılmış güzellikleri taklit ederek Yaratan’ı aramak, Yaratan’a yaklaşmak, O’nunla birleşmektir. “Vahdet-i vücut” (tek vücut) olarak kısaca

tarif edilebilir ki, bu da tasavvufun nihai (son) gayesidir. Her olay, her düşünce, her hareket hedef ola- rak temelinde bu prensibi ihtiva eder. Tasavvuf (“insan mühendis- liği” demektir) bir irfan mektebidir.

Bu mektebin öğretmenleri vardır.

Bu İnsan-ı kâmil olan maneviyat rehberlerin en önemli görevleri, kişiye nefsini, yaradılışının sırrını tanıtmak ve bir vicdan muhase- besi hassasiyetini kazandırmaktır.

Böylece insan ilahî kudret karşı- sındaki acizliğini idrak ederek ve

haddini bilerek kendini tanımaya başlar. İnsanlığını arayanlar için Sanat da böyle değil midir? Sa- nat da aynen böyle, olgunlaşan herkesin kendi içindeki duyguları işleyerek açığa çıkarması, iç dün- yasının yaptığı eserlerle dışa vur- masıdır. İnanmadığı, kendine ait olmayan duygularla yaşamak, ya da zorla başkalarını taklit etmek ne kadar acı verici olmalıdır.

Öyleyse bu Nur’u perdeleyen ne- dir?

Dikkat et! O perde sensin…

Bir Hadis-i Kutsi de “Allah; gizli bir hazine idi, bilinmeyi murat etti, bilinmek için de insanı yarattı.”

Yaratan bize, sadece insana O’nu bilmek yeteneğini, kapasitesini ve yetkisini verdi. Allah, kâinatı insan için yarattı. Her şeyin yokluktan varlık âlemine getirilmesi İNSA- NIN HATRINADIR.

İslâm sanatlarının nasıl kuruldu- ğunu incelerken anlaşılacaktır ki, bu sanat yabancı tesirlerle doğ- mamış ve İslâm metafiziğinin en esaslı önerilerine dayanarak büyümüş, kıvamını bulmuştur.

Kur’an, İslâm metafiziğinin birinci misalidir. Baştan aşağı metafizik tariflerle doludur. Zaten metafizik (doğa ötesi) iddialı bir kelimedir.

Düşünmeye başlayan her insan, metafizikle uğraşmış olur.

Müslüman sanatı bir kâinat gö- rüşünden çıkmıştır. Bu, Yunan tesiri altında kalmayan bütün fi- lozoflarının savundukları, İslâm ilâhiyatının dogmatik (inanç öğ- retilerinden çıkan düşünce bilimi) nazariyesidir ki: “Kâinatta sırf şekil ve kendiliğinden suret yoktur, yal- nız Allah dâim ve bakidir” cümle- siyle özetlenebilir.

Kuran’ın ilk emri “OKU”dur. Bu, sadece Kuran’ı ya da herhangi bir metni kıraat et anlamına gel- mez. Burada kastedilen tabiatını, Allah’ın seni ne için yarattığını, etrafında olup bitenleri, o kitaptan senin alabileceğini, yaratılışının, sırrın ne olduğunu yani “hayatı”

okuyarak bulmaya çalışman anla- mındadır. Sana verilenin ne oldu- ğunu kendinden başka bir yerden okuyamazsın. Ansiklopedilerde, internette, kitaplarda, Google da…

bu bilgiler bulunmaz. Sadece ken- dinde okuyabilirsin. Kitabındaki kendi haritanı bulabilir ve onu ta- kip ederek kendini bulabilirsin. Bu bir inceliktir ve inanan insanın iç âleminin gelişmesiyle, gönlüyle, kendisiyle barışık ve dost olması ile bulunabilecek bir okumadır.

n Ebru da diğer sanatlar gibi özel bir felsefi, duygu dün- yasına sahip. Bir ebru sanat- çısı olarak siz bu derinliği nasıl tanımlarsınız?

(6)

Ebruyu, bir boyalı kâğıt ya da bir lale gibi düşünmüyoruz artık. Ya da tarihin içinde olduğu gibi bir kitabın yan kâğıdı, bir hattın ze- mini veya pervazı olarak da dü- şünmüyoruz. Ebru, başlı başına;

resim, heykel, mimari, müzik gibi apayrı sanat dalı olan bir seviyeye geldi. Çünkü ebru, diğer sanatlar- la birleşip içinde yapılan yenilik- leriyle artık bir yan eser değil de başlı başına çerçevelenip duvara asılan, diğer soyut sanatlar gibi değerlendirilen bir duruma geldi.

Şimdi bu seviyeye gelince bunu diğer sanatlardan ayıran bir kısım da var. Yani ebru bir resim gibi düşünülmüyor. Bakın ebrunun iki yönü var. Bir yönü Zahiri yönü, görünen yönü diğer bir yönü de Bâtınî yönü. Bu Bâtınî yönü aslın- da yeni bir şey değil. Tarihi içinde hep süregelmiş bir yönü. Bugün de hâlâ yaşayan unvanıyla Özbek- ler Tekkesi bu işin devamı, Bâtınî tarafını yaşatan mecra. Öncelikle Zahiri tarafını özetlemekte fayda var. Zahiri tarafta Batılı bakış açı- sı yani gözün gördüğü önemliy- ken Bâtınî tarafta gönlün gördüğü önemlidir. Göz burada yetersiz kalıyor. Gönül işin içine girince, hayal dünyası içine giriyor.

Daha önceki soruda bahsedilen- leri özetleyen bir ebru duası var.

Ahmet Yüksel Özemre, kendisi fizik profesörüydü ama aynı za- manda çok değerli bir mutasavvıf, onlarca kitabı olan büyük bir mü- tefekkir, aynı zamanda bizim eski ebru ustalarının da çocukluk ar- kadaşı. Ebru ustalarının eskilerden beri okudukları bir duayı bizlere intikal ettirdi. Bu dua şöyle:

Bismillâhirrahmânirrrahiym.

İlâhî, yâ Rabbî! Ezel’deki Hükm’üne uygun olarak bu teknede zuhûr

edecek olan nakışların, Hilkat’inin (yaradılışın) nakışlarında meknûz (saklı) olan Hikmet’ini (gizli sırla- rını) idrâkden âciz olan bu fakîrin nefsini teshîr (büyüleyip aldatma) edip de enâniyyetini (benlik, ego) azdırmasına izin verme! Nefsi- mi, Senin gibi bir Hâlık (yaratıcı) olma vehminden de, bu vehmin tevlîd edeceği (doğuracağı) bir şirk-i hafîden de (gizli şirk), hubb-i riyâsetten (reislik sevdası) de koru, yâ Hafîz! Fakîri “Lâ Fâile İllâllâh”

(Allah’tan başka yapan yoktur) sır- rının edebiyle teçhiz (donat) et!

Bu tekne başındaki mesâiyi Se- nin zikrinle taltîf (iltifat, yumuşat- ma) ve sana olan kulluğumun bir nişânesi olarak kabûl et! Destûr yâ Hakk! Diyerek ilk fırça dar- besiyle yayılacak olan boyaların

ihtişâmını, gönlü iftihârla dolan bir üstâd olarak değil de, aksine, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin basit ve mütevâzî bir aracı olduğunun idrâkiyle müşâhede etmesi bek- lenirdi.

Duada geçen “Sana olan kulluğu- mun bir nişanesi olarak kabul et”

cümlesinden şunu anlamalıyız.

İşin (gerçek sanat duygusunun) farkındalığına ulaşmış kimselerde, beden ile olduğu kadar şuursal olarak da teslimiyet içerisinde ya- pılan eserlerin ibadetler gibi, sev- giyle, zevkle, canla, başla, huşu (yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük, hayâ etmek) ve vecd ile kendinden ge- çercesine, vecd (Aşk, muhabbet.

İlâhî bir aşk hâli, yüksek heye- can) hâlinde yapılan bir tür boyut

(7)

değiştirme, o boyutun yaşamını idrak ve seyretme hâlidir. Çünkü yapılan ibadet ile alt frekanslarda- ki yapı (beden) tek olana (yüksek frekanslı bilinç hâllerine) yüksel- mektedir.

Yapılan ibadetler gibi yapılan sa- nat eserleri de, bilinçsizce, tefek- kürden uzak bir şekilde, başkala- rını takliden yapıldığında, vazife gereği yapılan zahmet ve külfete dayalı zoraki bir hizmet olmak- tadır. Beyin sadece bedensellikte

“günlük bilinç hâllerinde” kalıp, üst bilinç hâllerine geçiş yapamadı- ğından, kişinin yaptığı eser aynen ibadet gibi, kıldığını zannettiği na- maz gibi gerçek amacına hizmet edememektedir. Burada, gerçek ibadetin herkesin kendi hakikati- ni yani yaradılıştaki ismini ortaya çıkarmak olduğunu öğreniyoruz.

İsmimizin (Rabbi Has) hakikatine mecbur olduğumuzu idrak ediyo- ruz.

Haktan Halka, Halk‘tan Hakk’a yolculuk hâlidir. Uzun gelebilir ama çok daha uzun muhabbe- ti zevk doruğudur. Şimdi dil biraz ağır ama duada bahsedilen meal şudur ki: “Senin nakışlarına gizle- diğin hikmetleri layıkıyla anlama- yacak kadar aciz olan bu kulunun teknesinde birazdan ortaya çıka- cak olan şekilleri görerek, kendi- ni nefsine kaptırmasına izin ver- me. Benliğini yüceltmesine mü- saade etme. Nefsini senin gibi bir yaratıcı olma düşüncesinden de bu düşüncenin ortaya çıkaracağı gizli bir şirkten de koru. Ey kulları- na muhafaza eden Allah’ım! Beni, kendi sanatına hayran olan reis- lik sevdasına düşmekten muhafa- za et. ‘Allah’tan başka yaratıcı yok- tur.’ Beni sırrının edebiyle hareket eden kullarından eyle. Teknenin başında geçirdiğim süreyi de seni zikretmekle meşgulmüşüm gibi, sana olan kulluğumun bir gös- tergesi olarak kabul et. Yardımını benden esirgeme Allah’ım.”

Bu fikirle yola çıkarsak bura- da bambaşka bir şey ortaya çı- kıyor. Orada ilahî bir tecelli var, Cenab-ı Hakkın Esmaları tecelli ediyor, biz de onun basit bir ara- cı olarak kendimizden bahsede-

rek orada Allah’tan başka yaratı- cının olmadığı duygusuyla hare- ket ediyoruz. “Sana olan kulluğu- mun bir nişânesi” derken de eğer biz gerçekten bu duygularla yapı- yorsak bu da ibadet mesafesinde bir iş olur.

Şimdi burada; para, şan, şöhret, itibar gibi bir duygu olmaz. Ebru- nun Bâtınî tarafındaki özü bu. Biz büyüklerimizden duyduk; para pul, şan, şöhret peşinde koşmak gölgenin peşinde koşmak gibi. Ne kadar hızlı koşarsanız gölge de aynı hızla sizden kaçar. Gölgenin peşinden koşmak demek, ışığa ar- kanızı dönmek demektir. Hâlbuki ışık; güzellik, erdem, gerçek, bilgi, aydınlanma… Her şey orada. Göl- geden vaz geçip ışığa koşarsanız o zaman ışığı yüceltirsiniz. Işık yü- celdikçe de gölgeniz size yaklaşır.

Bu tabi çok derin, felsefi bir konu.

Ama özet olarak şunu söyleyebili- riz. Necip Fazıl da bunu çok veciz bir beyitle özetlemiş. Diyor ki:

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramak- mış;

Marifet bu, gerisi yalnız çelik- çomakmış.”

Yani sanatta bizim özellikle üze- rinde durduğumuz taraf ilahî gü- zellik anlayışı yani yaratılmışları taklit ederek yaratana yaklaşmak.

Bu bir ilahî güzellik arayışıdır, son- suz bir derinlik vardır. İlahî güzel- liğin sonu olmadığı gibi ebrunun da sonu yoktur.

n Ebru sanatını tanıtmak ve yaymak amacıyla yurt içi ve yurt dışında çeşitli sergiler ve çalışmalar yaptınız. Hem bu çalışmalarınız hem de oradaki insanların ebruya bakış açısı ve ilgisi hakkında bilgi verebilir misiniz?

Ebru çalışmalarım sırasında ma- nevi ve psikolojik dünyamda çok olumlu etkiler oldu. Bunları baş- kalarıyla da paylaşmak istedim.

Bilgi paylaştıkça bereketleniyor.

Kendi etrafımda paylaştım. Daha sonra bütün dünyada eskiye karşı bir ilgi artmaya başladı. 70’li yılla- rın sonunda başlayan ve 80-90’lı yıllarda devam eden ilgi artarak

devam etti. Bu ilgiyi özetlersek çağdaş sanatın, modern sanatın veya adına ne sanatı derseniz de- yin hepsinin değil ama çok büyük bir kısmının aldatmaca olduğu ortaya çıktı. Yani birçok saçmalık sanat olarak değerlendirilmeye başlandı. Fransız İhtilali ve son- rasında gelen Sanayi Devrimi ile birlikte insanların ruh hâllerinde materyalist yönde değişiklikler oldu. Para, pul, pazarlama gibi duyguların baskınlığı nedeniyle insani duygular azaldı. Buna bağlı olarak da o insanların iç dünyaları sanat olarak açığa çıktığında bir sürü boşluklar ortaya çıktı. Fakat düşünen, tefekkür eden insanlar;

gerçek sanat, arkasında felsefesi, hikâyesi olan duygusu olan sanat eserleri aramaya başladılar. Bu- nun için de geleneğe döndüler.

Bu arada da geleneğin güncelle- nip devam etmesini de destek- lediler. Bu bakımdan Türk sanatı olan ebru, dünyanın çeşitli yer- lerinde ilgi odağı olmaya başladı.

Örneğin biz ikebana sanatı ile ilgi- lensek ilk önce Japonya akla ge- lir. “Bu oranın bir sanatıdır” denir.

Ebru deyince de akla hep Türkiye akla geliyor. Türkiye’de de 70-80’li yıllarda kimse yok. Ebru, yaygın- laşmaya 90’lı yıllarda başladı. O zamanlar meslek olarak ebruyu seçen bir tek kişi ben gibiydim.

Muhtelif ebru toplantıları, dersler, seminerler, konferanslar, sergiler derken davetler almaya başladım.

Bu arada bir Alman firması, benim yaptığım ebruları paket kâğıdı ola- rak milyonlarca bastı. Bütün dün- yada satılan bir ürün hâline geldi ve bu durum da ayrı bir ilgi nok- tası oldu. Ayrıca bununla birlikte kendi ülkemin tanıtımını yapmak da doğal bir vazifemdir.

Sanat çok enteresan bir kavram- dır. Sanat bal gibidir. Bal suyun geçmediği delikten bile geçermiş.

Sanat da öyle. Çünkü içerisinde;

dil, din, renk, siyaset, ırk, mezhep vs. hiçbir şey yok, sadece güzellik ve estetik var. Her yere çok kolay bir şekilde ulaşıyor. Bu sergiler, se- minerler, çalışmalar toplam 200’ü buldu. Bunun yanında 60’a yakın ülkeye gittim. Birçok yerde ebruy- la ilgili hiçbir fikri olmayan insan- larla karşılaştım, onlar için de bü-

(8)

yüleyici bir güzellik geldi. Bu da tabii ki ilgi noktası oldu. Bu ilgi de artarak devam ediyor.

n Özellikle ebru sanatının ge- lişmesinde şahsınızın ciddi bir katkısı olduğunu biliyo- ruz. Sanat çalışmalarınızda yeterli desteği alabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Ben en büyük desteği, Cumhur- başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan Bey’in İstanbul Büyükşe- hir Belediye Başkanı olduğu dö- nemde aldım. Çünkü daha evvel kimse ebrunun yüzüne bakmı- yor, bu sanatı kabul etmiyordu.

Bu sanatın; gerici, bağnaz, yo- baz kimseler tarafından yapıldı- ğı gibi düşünceler vardı. Ama iş öyle olmadı. Bu sanata belediye açısından ilk katkıyı 90’lı yıllarda İstanbul’dan aldık. Buradan aldığı- mız cesaretle bu sanatlar yayıldı.

Şimdi belediyelerde, İSMEK’lerde, Kültür Bakanlığı düzeyinde bir- çok katkı var. Bu yeterli mi? Ben- ce daha da gelişmeli. Özümüze dönmek istiyorsak bunlara daha çok önem vermeliyiz. Bu ara- da Kültür Bakanlığı’nın, Dışişleri Bakanlığı’nın muhtelif organizas- yonlarıyla yurt içinde ve dışında çok faaliyetler oldu. Onlardan da destek gördük. Ayrıca IRCICA’nın (İslam Konferansı Teşkilatı İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi) da muhtelif organizas- yonlarıyla çok destek aldık. İnsan istiyor ki bu destekler daha da artsın. Tabi biz bunlara da şükre- diyoruz. Kırk sene evvel bunların hiçbiri yoktu. Bunlar büyük bir ge- lişme ama daha fazla destek gör- mekten de mutluluk duyarız.

n Ebru sanatına âdeta ömrü- nü vakfetmiş birisi olarak il- ginç bir imzanız var. Biraz da bu imzanızın hikâyesinden bahseder misiniz?

UNESCO’nun, 2001 yılında dü- zenlediği ve Porto Riko’da gerçek- leşen “Uluslararası Zanaatkârlar Festivali’ne davet edilmiştim. Ora- daki bildirilerden birinde bozuk bir İngilizce tercümesinden an- ladığım kadarıyla “zanaatkâr imza atmaz” şeklinde bir konuşma geç- ti. Bu imza atma beni çok rahatsız

eden bir duyguydu. Başta da ebru duasında bahsettiğimiz gibi: “Lâ Fâile İllâllāh” diyor. Yani Allah’tan başka yapan yoktur. Bir de “nefsini teshîr edip de enâniyyetini azdır- masına izin verme!” diye bir kısım var. Burada da onu “ben yaptım”

şeklinde imza atmak hoş bir şey değil. Eskilerden de bunun örnek- leri biliniyor. Birçok şaheser var ama altında imza gibi bir gelenek bu sanatlarda yok. Zaten bu sa- natlarda uğraşanların sayısı çok azdı, herkesin tavrından, renkle- rinden, desenlerinden kime ait ol- duğunu bu işin entelektüelleri bi- lirdi. Bu rahatsızlığımı da şöyle bir formülle çözmeye çalıştım. Şimdi ebruda tabiattan gelen bir sürü görselin benzerleri var. Bu Allah’ın bilinmeyen sırları. Biz, ebruyu teknik olarak tarif edebiliriz. İşte boya al, içine öd kat, kitreyi erit, suyun üzerinde yüzdür vs. ama çıkan görüntüleri biz tarif edemi- yoruz. İşte yine bir mermer taba-

kasındaki görüntüyü tarif et, bu nasıl böyle oldu? Buna ne formül yapabiliriz, ne onları tanımlayabi- liriz. Kısacası imza olayı beni hep rahatsız ettiği için artık eserin al- tına “Hikmet-i Huda” diye yazıyo- rum. Aslında bu yapılan ebrunun kısa fakat öz bir tarifidir. Allah’ın hikmeti (bilinmeyen sırları) diye- rek kendim ortadan çekiliyorum.

İmza atmak bir gelenek hâline geldi. Ayrıca tarihe kanıt bırak- mak açısından da önemli olduğu için ve adımın da “Hikmet” olma- sı avantajını kullanarak bu imzayı kullanmış oluyorum. Çünkü “ben yaptım, ben yarattım” deyince Al- lah muhafaza derin anlamda şirke de girme ihtimali olabilir.

n Ebru kullanılan malzemeler itibariyle de özel bir sanat.

Sizin keşfettiğiniz ve adınız- la anılan bir teknik var: Ba- rut Ebrusu. Biraz anlatır mı- sınız, bu teknik nasıl ortaya çıktı?

Bu teknik, aslında ben eski ebruyu ararken tesadüfen ortaya çıktı. Biz buna “tesadüfen” diyoruz, aslın- da doğru bir kelime kullanıyoruz ama yanlış anlamda kullanıyoruz.

Tesadüf kelimesi Türkçeleştiril- di. Kökü Arapça biliyorsunuz. Ne dediler “rastlantı”. Rastlantı keli- mesinin kökü olan “rast” Türkçe sözlüğünde dosdoğru, düzgün, olması gerekenin en iyisi gibi an- lamlar taşıyor. Tesadüf kelimesi- nin de karşılığı dosdoğru, düzgün, atılan hedefi bulmadır. Yani bu kaderde varmış, eski ebruyu arar- ken bu tekniği bulmuş oldum. Bu teknikte aslında metot aynı, ebru yine suyun üzerinde yapılıyor. Eb- ruda da öd diye bir malzememiz var. Bu öd yüzey aktif bir madde yani boyalara gerilim yapan bir madde. Biz bu gerilimleri yapa yapa renk katmanlarını ya da aynı rengin katmanlarını birleştirerek ortaya yeni bir şey çıkarttık ki bu da tabiattan kesitlere çok benze- yen bir şey. Boya olarak çok farklı boyalar değil. Yine pigmentler, metal oksitler, toprak boya dedi- ğimiz malzemeler zaten birçok boyanın hammaddesi. Bunların içine sürtünmeye dayanıklı, daha uzun ömürlü, reçine gibi kolay

(9)

yüzebilen değişik maddeler kat- tık. Bunların birleşimiyle de “Barut Ebrusu”nu da elde etmiş olduk.

Bu yöntemle diğer ebruya göre farklı bir görüntüler elde ediyor- sunuz. Ayrıca klasik ebruda suya attığınız kadar renk alabiliyorsu- nuz. Yani iki renk arasında gözle görülmeyen “öd”den bir duvar oluyor, renkler birbirine karışmı- yor. Ama burada o özellik biraz daha hafifledi, dolayısıyla renkler suyun içerisinde az miktarda da olsa birbirleriyle karışarak değişik renk tonları ortaya çıktı. Yani kla- sik bir ebrunun renk tonunu bil- gisayar ortamında sayabilirsiniz.

Beş renk ton atsanız da onların açıklı-koyulu hâliyle mesela kırk renk çıkar. Ama barut ebrularında bu renk yelpazesi çok daha geniş- tir. Birkaç bin renk çıkabilir. Barut Ebrusu, bu özelliğiyle de çok farklı bir görsellik içermektedir. Bu yön- tem klasik yönteme göre daha uzun sürede oluyor, yerine göre daha çok beklemek gerekiyor. Bir de ebrunun boyutları değişmiş oldu. Daha evvel bildiğimiz en büyük boy 100x70 cm. idi. Bunun standart boyu ise 35x50’dir. An- cak burada çok daha büyük bo- yutlarda ebru yapma imkânımız oldu. Bunu da ilk defa 2008 yılın- da Ayasofya’da bir turizm haftası şenliğinde on metreye iki metrelik bir ebru kumaş yaparak başlamış- tık. Daha sonra da bu moda oldu.

Örneğin şehrin biri on iki metre yaptı İstanbul’daki rekoru buraya getirdik, diğeri 15, 30 metre der- ken böyle devam etti. Böylelikle de bir akım başlatmış olduk. Ben,

insanların yeni bir şeyler arama- sından yanayım. Bazı şeyleri hazır verince taklit ediyorlar hatta ben yaptım gibi sahipleniyorlar. Ama ben bu sanatın tekâmülü için bu sanata gönül verenlerin farklı şey- ler aramalarını isterim. Dolayısıyla daha değişik görseller, görüntüler, tavırlar ortaya çıkarılıp bu sanatın zenginleşmesinden yanayım.

n Sizin, ebruyu icra etmenin yanı sıra öğretmek ve yay- mak gibi de bir misyonunuz var. Bu misyonunuzdan bi- raz bahseder misiniz?

1980’li yıllarda Caferağa Medresesi’ni kuranlardan biri- yim. Orada eğitim faaliyetleri- miz başladı. Daha sonra 1989-90 ders yılından itibaren mezunu olduğum şimdiki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde hocalık yapma- ya başladım, hâlen devam edi- yorum. Benim bu sanatı şimdiye kadar kimseye öğretmek gibi bir endişem ya da bir gayretim olma- dı. Hep öğreteceğim şeyi sevdir- meye çalıştım. Şimdilerde bilgiye ulaşmak kolaylaştı. Bugüne kadar 37 tane kitap yayınladım ve bun- lardan bir kısmı bu sanatın nasıl yapıldığını detaylarıyla gösteriyor.

İnternete bakınca bu sanatın icra edilişi yine detaylı şekilde anlatılı- yor. Mühim olan bu sanatı sevdir- mek. Eğer talebe onu severse nasıl olsa araştırıyor, soruyor ve öğreni- yor. Ama “zorla ben senin kafanın içerisine bir şeyler sokacağım, be- nim aynımı yapacaksın” dersen o ters etki yaratıyor. Benim amacım

bu sanatın gizemini, güzelliğini fark ettirmek, onların da bu sanatı sevmesini sağlamak. Mesela Mi- mar Sinan Üniversitesi’nde daha evvel bizim dersimiz bir yıllık iken şu an kredili sisteme geçilince bir dönemlik oldu. Bir dönemde 12- 13 ders var. Bunun ilkini öğrenci seçimler bitmedi diye ihlal eder, bir iki ders yine bayrama seyrana denk gelir, mazereti olur vs. yani bu zaman diliminde bu sanatı de- tayları ile öğretmeniz mümkün mü? Ama bu sanatı sevdirmeniz mümkün. Bu konuda da Allah’a şükür çok olumlu sonuçlarla kar- şılaştım. Orada bir dönem ders görüp de meslek edinenler oldu.

O bakımdan şuna inanıyorum ki öğretmekten önce sevdirmek önemli. Bir eğitimde de şu önem- li. Herkese aynı eğitimi vermek büyük yanlışlık. Bu bir doktorun bütün hastalarına aspirin verme- si gibi bir durum. Herkesin ilacı farklı çünkü Cenab-ı Hak herkeste farklı tecelli ediyor. Bakın Osman- lı sultanlarının, sultanlığa aday olanların hepsi bir sanat eğitimin- den geçmiş. İstinasız hepsi. Kendi yetenek ve becerilerine göre bu eğitimlerden almışlar. Osmanlıda 16 tane bestekâr padişah var. Res- sam, marangoz, kuyumcu, hattat, şair padişahlarımız var. Dünyada- ki hiçbir hanedana nasip olma- mış bir zenginlik bu. Neden bunu yapmışlar peki? Bu sanatla birlikte insanların huylarında bir yumu- şaklık oluşuyor. Bu yumuşaklık o idarecilerde halka karşı merhamet oluşturuyor. İdarecilerimizde bi- raz sanat sevgisi olsa, sanatla uğ- raşmış olsa o zaman ülkenin hâli bambaşka olur. Ancak yeni yeni bunun farkına varıp özümüze dö- nüyoruz.

Ayrıca “Türk Kâğıdı” adı ile dün- yaya yayılan ve daha sonra unut- turulan sanatımızı tanıtmak, ismi ile geri almak gayretiyle çok ülke dolaştım. Üstüne basa basa “Ebru”yu hatırlattım. Çok şükür Kanada’dan Japonya’ya, Brezilya’dan Avusturalya’ya kadar herkes “Ebru” diyor ve Türkiye’yi hatırlıyor.

n Ebru sanatı; UNESCO So- mut Olmayan Kültürel Mi-

(10)

ras Listesi’ne alınarak Türkiye’nin 12. unsu- ru olarak tarihe altın harflerle yazılmış oldu.

Peki, sizce bundan son- raki süreçte ebru sanatı adına neler yapılmalı?

Bu sanat yaygınlaştıkça or- taya çıkan ürünler değer- lendirilmeye başlandı. Me- sela çini sanatımız çok ciddi yerlere geldi. Şimdi Kütahya, şehir olarak UNESCO’ya gir- mek istiyor, bu güzel bir şey.

Bazı şeyler çok yaygınlaştı, şimdi ebru da böyle bir dü- zeye geldi. İnsanlar birbirle- rine ebru vermeye başladı- lar. Bazı firmalar katılımcılara ebru hediye etmeye başla- dı ve bu da yaygınlaşmaya başladı. Bu sevindirici bir du- rum. Ebru sanatının yaygın- laşmasının tek sebebi farklı mecralara geçmesi oldu ki bunu desteklememiz lazım.

Farklılaştıkça ilgi odakları ar- tar, üretim artar bu da ebru sanatına güzel bir katkı sağlar ka- naatindeyim. Bu kadim sanatlar- da yetişmiş eleman sayısı henüz az. Bu konunun gerçek uzman- ları yok denecek kadar az. Kültür Bakanlığı’nın bu konudaki destek- leri aşikâr ancak daha fazla destek görmeyi umut ediyoruz. Özellikle 90’lı yıllarda Kültür Bakanlığı büt- çesinin %80’i Batı kökenli sanatla- ra giderken bu geleneksel sanat- lar dediğimiz kısma neredeyse yok sayılabilecek bütçe ayrıldığını duyardık ve üzülürdük. İki senede bir yapılan ödüllü yarışmalar olsa da bunları daha da yaygınlaştır- mak gerekir diye düşünüyorum.

Çünkü Türkiye, uluslararası ol- mak istiyor. Ama kültür ve sanatta uluslararası olmanın ilk ve temel prensibi önce ulusal olmaktır.

Biz dışarıdan ithal ettiğimiz sa- natla bir yerlere gittiğimiz zaman gülüyorlar. Çünkü onların kötü kopyaları olduğu belli. Ayrıca me- deniyetler kültür ve sanatla oluş- turuluyor. Biz başkalarından ithal ettiğimiz kültür ve sanatla asla bir medeniyet oluşturamayız. Onla- rın yanında yer alan bir garip olu- ruz. Ulusal değerlerimizi uluslara-

rası boyuta getirirsek daha iyi bir yere geliriz diye düşünüyorum.

Örneğin İngiltere’nin Oxford ken- tinde her yıl düzenlenen gelenek- sel sanat festivali Art in Action’dan

“Best of the best” ödülü aldım.

Orada 250-300 sanatçının katıl- dığı bir festival gerçekleştirildi. Bu festivalde herkes bir eserini ortaya koydu. Buradaki sanatçılar, ara- larındaki en iyisini kendileri se- çiyorlar. Bakın nasıl güzel bir jüri öyle değil mi? Biz, bazı jürilerde maalesef; taraftar, cemiyet, eş, dost gibi ölçülerle değerlendirilen yarışmalara şahit olduk. Bütün ku- ruluşların ve Kültür Bakanlığı’nın da bu tür yarışmaları tarafsız bir şekilde düzenlemesi gerektiği ka- naatindeyim.

n Son olarak, gelecek yüzyıl- ların sanatçılarına yön ve ilham verecek eserleri bu günden planlamak amacıyla 1830’lu yıllardan kalan tarihî bir konağı ebru evi hâline getirip yaşayan bir müze galeri hâline dönüştürdü- nüz. Bize biraz da buradaki mekândan ve çalışmaları- nızdan bahseder misiniz?

Öncelikle bu konağın kısa ta- rihçesinden bahsetmek iste- rim. Sultan III. Selim, Selimiye Kışlası’nı yaptırdıktan sonra oradaki paşalara birer mes- ken yaptırmayı hayal etmiş.

Ancak daha sonra bildiğiniz üzere Yeniçeri İsyanı çıktı.

Kışla yakıldı ve hasar gördü.

Daha sonraları padişah olan Sultan II. Mahmut birtakım ıs- lahat hareketlerinde bulundu ve Selimiye Kışlasını yeniden bugünkü taş hâliyle yaptırdı.

III. Selim’in de bu dileğini va- siyet olarak kabul edip on iki tane ev yaptırıp mülkiyetini Selimiye Kışlası’nın paşaları- na ihsan etmiş. Bu mahalle- nin adı da İhsaniye Mahallesi.

Bu 12 evden maalesef bura- sı sonuncusudur. Diğer 11’i çimento ormanı içerisinde kaybolup apartman olmuş.

Biz, eski bir sanatla uğraşan, kadim kültürümüzü çok se- ven birileri olarak, böyle bir eser ihya etmeyi çok dar imkânlarla hep hayal ederdik.

Ama şükür ki burası bize nasip oldu. Konak, 1830-36 yılları ara- sında yapılmış. Buranın ilk sahibi İzzettin Paşa daha sonra birkaç el değiştirmiş Allah’a hamdolsun sonunda emanetliği bize verildi.

Biz de burayı bu sanatı yaşayan, yaşatan, gelecek nesillere ilham veren bir mekân olarak düşün- dük. Burada sürekli bir galerimiz var, sürekli eserler sergileniyor.

Ayrıca başkalarının da eserleri za- man zaman burada sergilendi.

Ebristan olarak bugüne kadar üç ayrı uluslararası ebru kongresi dü- zenledik. Ümraniye Belediyesi’nin desteği ile Ekim 2016’da gerçek- leştirilen “6. Uluslararası Ebru Kongresi”, bugüne kadar yapılmış en geniş kapsamlı toplantı ilan edildi.

Yaşayan bir müze-atölye faaliye- ti olarak sürdürmek istediğimiz mekânda, ebrunun yanı sıra cilt, tezhip, minyatür gibi diğer sanat- lar da icra edilmekte ve öğretil- mektedir.

(11)

1952’de Malatya’da doğan Hikmet Barutçugil, 1973’te İstanbul Devlet Güzel Sanat- lar Akademisi, Uygulama- lı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu’nda tekstil eğitimine başladı. Yükseköğreniminin ilk yılında tanıdığı ve öğren- cisi olduğu Prof. Emin Barın’ın teşvikiyle hat sanatına ilgi duydu. Hat sanatı ile ilgili ça- lışmalarına başladığı sırada ebru sanatını fark eden ve içindeki dinamizmi keşfeden Barutçugil’in bu sanata duy- duğu sevgi kısa zamanda tüm benliğini sardı. Öğrencilik

yıllarında araştırmalarını tek başına sürdürüp kendisini geliştirdi.

1977’de Akademi’den tekstil desinatörü olarak mezun olduktan sonra çalışmalarını ebru üzeri- ne yoğunlaştırdı. 1978-81 yılları arasında ihtisas için gittiği Londra’da araştırma ve çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Akademik eğitimden aldığı sanat altyapısını gelenekli sanatlarla birleştire- rek yepyeni ufuklar açtı. Geleneği geçmişten geldiği gibi yaşatırken, çağdaş yorumları ile ilgi alanını son derece farklı mecralara çekti.

Ebruyu her zaman bir bilim dalı gibi görüp geliştirmeyi hedefleyen sanatçı, bu sanatı ya- şatmak için yaşamanın gereğine inandığından, günlük kullanım araçlarından iç mimaride kul- lanılan malzemelere kadar birçok ürün geliş- tirdi. Daha önce görülmemiş ebru yöntemleri denedi. Literatüre, “Barut Ebrusu” olarak bilinen ebru türünü bulan kişi olarak geçti.

Türk Ebru Sanatı’nı tanıtmak ve yaymak amacı ile yurt içi ve yurt dışında 110 kişisel ve 105 kar- ma sergi ile 170 kurs ve seminer, 99 konferans ve uygulamalı ebru gösterimi ile 6 sanat tera- pisi gerçekleştirdi.

Royal College Of Art (Lond- ra), Internationale Gesells- chaft für Musik-Ethnologie und Kunsttherapie Forschung (Viyana), Otonom University (Madrid), University of Graz (Avusturya), Basel Paper Mu- seum (İsviçre), University of Massachusetts (Boston, ABD), Lok Virsa Museum’da (Islamabad) ve birçok Sanat Akademisi’nde dersler verdi.

Hikmet Barutçugil’in eğitim faaliyetleri hâlen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Geleneksel Türk Sanatları Bö- lümü; Ebristan, Salacak (İstan- bul Ebru Evi), TCBMM Milli Saraylar Geleneksel Sanatlar merkezi ve bazı eğitim kurumlarında devam etmektedir. Uluslararası birçok ödülle- ri olan Barutçugil’in bunlara ek olarak, London British Museum başta olmak üzere dünyaca ünlü müzelerde ve bazı özel koleksiyonlarda sürekli olarak sergilenen eserleri bulunmakta- dır. Hikmet Barutçugil, 2012 yılında, London School of Economic Scienc’ın düzenlediği Art in Action sanat festivalinde “BEST OF THE BEST” ödülünü alan ilk ve tek Türk sanatçı ol- muştur. Sanatçı, 2016 yılında “BEST OF THE BEST” ödülünü tekrar almıştır.

Ebru sanatı ile ilgili birçok TV programına ka- tılan Barutçugil, kongrelere de bildiriler verdi.

Yayımlanmış birçok makale, söyleşi, televizyon programlarının yanı sıra 37 kitabı bulunmakta- dır.

“Ebristan” İstanbul Ebru Evi’nde hâlen; kâğıt, kumaş, seramik, cam, ahşap gibi malzemeler üzerine ebru çalışmalarına devam etmekte;

hat, tezhip, minyatür, cilt gibi diğer geleneksel sanatları da uygulayarak sürdürmektedir.

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu ilişkinin tarihi maliyetlere dayalı finansal raporlama sonucu ortaya çıkan finansal tablolardan elde edilen veri seti için %17 olduğu düşünüldüğünde, UFRS ile uyumlu

Taraflar, Birleşmiş Milletler Şartı’na, uluslararası hukuk ilkelerine ve evrensel ola- rak tanınan insan hakları belgelerine uygun olarak, kendi kültürel politikalarını

Kolon kanserinin genellikle bir ileri yaş hastalığı olduğu ve bu yaş grubunda genellikle bft1 geni taşıyan kökenlerin bulunduğu göz önüne alınırsa, literatür bilgileri

Ziyad Ebüzziya, 1950 seçimlerinde DP’den Konya mebusu oldu.. 1955’te 19’lar hareketi diye bilinen olayda DP’den 19 kişi

[r]

İsa’nın ele verilmeden bir gün önce havarileriyle birlikte yediği yemeği ve bu yemek sırasında bir masa etrafındaki durumlarını gösteren, aynı zamanda

 The majority of pharmacist’s interventions involved “drug therapy omission (16.0%),” “pharmacokinetic consult (13.2%),” “abnormal laboratory test r esult

Ald›¤› onlarca ödülü bura- da içerikleriyle anlatmak olas› de¤il, ama iki tanesi var ki… Bunlardan biri 2005 y›- l›nda Avrupa Birli¤i’nin verdi¤i en büyük bilim