• Sonuç bulunamadı

DALGACI MAHMUT

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "DALGACI MAHMUT"

Copied!
2
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

DALGACI MAHMUT

't 7- £ i b o b b

İşim gücüm budur benim, Gökyüzünü boyarını her Habah, Hepiniz uykudayken.

Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman, Bilmezsiniz kim diker;

Ben dikerim.

SanattaGafilAvlanmak

Melih Cevdet A N D A K

S

anatkâr da, tıpkı öteki İnsanlar gibi, duygularını, düşüncele­

rini çevresinden ediniyor. Onun ayırdedici özelliği bu duygu­

ları, düşünceleri yazması, yaymasıdır. Böyle olduğu için de belli bir zamanın özelliklerini araştıran tarihçi, o zamanda yaşamış sanatkârların eserlerine baş vuruyor. Yargılarını, çoğu zaman gafil avlanan, bu sanatkârların sözlerine dayatıyor. Gene bu­

nun gibi, bir sanatkârın kişiliğini bütünü ile ortaya çıkarmak isteyenler onu kavrayan, kılavıtzhyan çevre ile bıraktığı eserler arasında bir bağ aramaya koyuluyor, sonunda da diyelim ki şöyle bir yargıya varıyorlar:

"Bu kişi yaşadığı toplumun şu katmdandır. işte, duygularına, düşünce­

lerine bakın! Tam katının duyguları, düşünceleri.”

Kazılardan ele geçen çanak, çömlek için de öyle değil mİ ? Evirip çe­

viriyorlar; taşma, toprağına, işçiliğine bakıp: “Tarihten şu kadar yıl önce yapılmış.” diyiveriyorlar.

Demek ki yapıldıkları, yaratıldıkları yılların duygu, düşünce özellik­

leri eski eserlerin de, yeni eserlerin de kaçınılmaz damgalarıdır.

Ama eski sanatkârla yeni sanatkâr arasında, bu bakımdan, önemli bir ayrılık var. O da yeni sanatkârın bu kaçınılmazlığın bilincine var­

ması, içinde bulunduğu toplumla olan alışverişini iyice kavramasıdır. Bu bilinç günümüzün sanatkârını bir çömlek parçasından ayıran başlıca özel­

liklerden biridir. Bugünün sanatkârı tarihçiler, toplum-bilimciler için dil­

siz bir kalıntı olmak yani gafil avlanmak istemiyor. O, yaşadığı günler, içinde bulunduğu toplum üstüne verilecek yargılara karışmak, etkin bir ödev gütmek isteğindedir. işte günümüzün sanatkârını sorumlu kılan da bu istektir. Ya çevremizle olan alışverişine aldırış etmeden duygularımızı yazmakla kalır ama verilecek yargılara da katlanırız; yahut da bütün so­

rumluluğu benimser, işe öyle girişiriz.

Demek ki duygularımızın, düşüncelerimizin çevremizle olan ilgisini sad -ce bilmek de yetmiyor. Sorumlu sanatkâr çevresinden aldıklarını in­

ceden İnceye ayıklamak, seçmek, atılan bütün tohumların boy verdiği ba­

kımsız bir toprak olmaktan kendisini kurtarmak zorundadır.

H Ü R R İ Y E T

I

Ş İ İ R L E R İ

Oktay Kİ FA

•da tat imleke

‘iHIgke'

■mlektt

■mleke;

Hadi ordan Haini vatan Sümüklü cena Hürriyet var Yenişehirde hu Kavaklıderede İçerde hürriyet Gelsin hü M is so, Karp

"et

memİeJ&tte Jıürriyet iyet

rriyet

[işarda h ü r m e t gitsin hürriyT

¡da çakır gözlü Hü\ftyet

v atabeğinden

Hürrijfct çıkar

Dişle Jüümüşane elmasını D i l i n * jplrriyet

B u r n u n » hürriyet

K u )b k la ıW h ü r değil mi k u jk la r ın et

larda sineklerde iinekleri

İn aydınları in aydınları hüİ

Jirer diledfği berbere zel traş olur

karışm ak haddine fcünkü herifçioğlu Dğlu hür

lelelim bizim K a r a M e m işJ [açma Kara M em işf

pftehor da hür işte baksana leriyle Hür Sıt -nasiyle hür

K( ştum uydu körpe gelini sapana Ça :lak toprağın üstünde hür H u ^ i ^ y i göğün altında

ciğerim [ürriyet bize çok

ze rahm etinle beraber

iz bitsiz

ö k ü z l eri gijg semiz dolgun

Bize u ygu n

Bir hürriyet gönder

Genç Şairden Beklenen

Dalga geçerim kimi aman da, O da benim v a /: m;

Bir baş düşüni.rüm başımda, Bir mide düşünürüm midemde, Bir ayak düşünürüm ayağımda, Ne haltedeceğimi bilemem.

Orhajı VELİ

İ Kİ D Ü Ş Ü N C E

Orhan Veli K AN IK Yirmi yaşımızı dolduralı bir iki seneden fazla olmamıştı; beylik ka­

lıplar, beylik oyunlar, beylik dünya­

lar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkânlar arayalım dedik. Şiire yeni dünyalar, yeni insanlar soka­

rak, yeni söyleyişler bulara^ şiirin sınu larını biraz daha genişletmek istedik, tik işimiz, bilinen sanatları bir tarafa bırakıp, şiiri bu sa­

natlar dışında şiir yapan özel­

likleri aramak oldu. Böylelikle onu bir reçete, bir tarife matahı olmak­

tan kurtaracaktık. Bu işi başarabil­

mek için de şiir tarifelerinin verdiği tertiplere karşı gelmek gerekiyordu.

O tertipleri bulmu olan şiirle o şiire sıkı sıkıya bağlı kimselerin bu dikine giden hareketten memnun olmıya- cakları besbelli idi. üstelik biz de görmek istediğimiz işin ne olduğunu belirtmek için, bir takım softaların damarına basmaktan hoşlanıyorduk.

Şiirlerimizin yadırganışı sadece alı­

şılmış .kalıplar dışına çıkışından de­

ğil, çıkmak isteyişinden, bunda ayrı bir keyif bulıışundandı. Gayretimizin nasıl bir sebebe dayandığı anlaşılınca biz de biraz yumuşar gibi olduk. Gel gelelim, bu arada şiire girmiş olan bazı şeyler, şiirin öz malı imiş gibi, yerleşti kaldı. Bunlardan biri eski şiirin yüksekten konuşmasına kar­

şılık olarak şiire sokulan alelâde ko- -ıuşma; biri de ı ski şiirin büyük konularının, büvltk heyecanlarının yanı başında yer alan küçük, alelâde olaylar, küçük, alelâde insanlarda. İlk niyet hiç bir şeyin şiir dışı kalma­

masını sağlamaktı. Ama, bu yeni şi­

ir yavaş yavaş yayılıp birçok kimse tarafından da tutulunca iş değişti.

Genç okur yazarlar, hattâ bu işle uğraşanlar, sandılar ki şiir yalnız küçük olayların, yalnız alelâde bir dille anlatılmasından meydana ge­

lir. Böyle böyle bu basitlik, bu alel­

âdelik şiirin bir tarifi, bir şartı oldu.

Basitlik, alelâdelik derken belki de biraz insaflı davranıyorum. Basitlik, alelâdelik diyeceğime hoşluk, hiçlik desem daha doğru olur. Şairin, mıs­

raları içinde, okuyucuya hiç bir şey söylememesi bir yana, söyleyişteki basitliğin de gerektiği gibi anlaşıldı­

ğını sanmıyorum. Kolay okunan mısraın, kolay yazılır bir şey olma­

dığı pek bilinmiyor. Bunu anladığı­

mız an şiirin güçlüklerini görecek, emeğe saygı göstermesini öğrenece­

ğiz. Yalnız şairin emeğine değil; bü­

tün insanların emeğine. Ondan son­

ra da kolay kolay boş lakırdı cde- miyeceğiz. Genç şairlerimizin çoğun­

da, ne yazık ki, böyle bir boş lakırdı ile yetinme hali görüyoruz. Yazımın baş tarafındaki sözlerden de anlaşı­

lacağı gibi, şiirimizin bu hale gelme­

sinde galiba bizim neslin büyük pa­

yı var. Ama, şair olacak kimsenin biraz düşünmesi, niyetle görünüşü birbirinden ayırabilmesi gerekir.

Zaman zaman alelâde şeylere de do­

kunabilmek başka, durmamacasına alelâde olmak başka. Ayrıca, türlü işlerde çalışan milyonlarca insanın, iş görmüş adam olmanın hakkını ka­

zanabilmek için, göbeği çatlarken, iki lâkırdı çırpıştırıp bir iş yaptım sanmanın kolay kolay hoş ğörülemi- yeceğini bilmek lâzım.

Bu küçük yazıyı yazmaktan mak­

sadım genç şairlerimize sataşmak değil. Onların en kötüsünün bile

Bir sarışın yaramaz Aldattı beni bu yaz;

Sevdada karar olmaz;

işte kumralı geldi,

deyip şair sırasına katılıverenler- den kat kat üstün olduklarını biliyo­

rum. Genç şairlerden beklenen, sa­

dece, el birliğiyle yıktıkları o eski, o sahte, o yaldızdan ibaret şiire kar­

şılık özlü, beşeri bir şiir, bir gerçek şiir yaratmalarıdır. Bunu bugüne kadar biz de gerektiği gibi yapama­

mışsak çalışalım. Tek, Türk dili de, Türk şiiri de insan içine çıkabilecek, bizi Türk oluşumuzla öğündürebile- cek bir hale gelsin.

S

anat okulu müdürü bir arkadaşım: "Makine ço­

cukların ahlâkını düzel- Myor" dedi. “ Nasıl olu-

; >r bu iş ? ’1 dedim. An­

lattı; “ Bir makinede belli bir işi, bel­

li bir zamanda yapmağa çalışan ço­

cuk tembelliğin, dikkatsizliğin, sav­

saklamanın sonuçlarını kendi gözle­

riyle görüyor, tş o kadar aydınlık, o kadar belli ki yalana dolana, mı­

rın kırına da yer kalmıyor. Bakımın, emeğin, özenin tam karşılığını ve­

ren makine sabah akşam çocuğa e- linin va kafasının gücünü hesapla­

tıyor; sanki ona: “ Benimle yapaca­

ğın her işden sen sorumlusun, ben karışmam” diyor. Bizim bölgenin çocuklarında da en eksik olan bu mış bir gözlemden doğuyor; ikinci lan işde suç hep başkalarının. Okul­

daki bütün kötülüklerinin başı da bu. Makinenin düzeltemediği ruhlar da oluyor elbet; ama onları ne düzel­

tir bilmem.

Aklım yattı.

Bu sabah bir gazetede şunları okudum: “ Birinci Dünya Harbinin sonundan beri sezilen Avrupa buh­

ranının İktisadi ve siyasi kabukları­

nı soyup insanın özündeki kokuşma­

nın (tefessühün) Sırrını arayanlar bir ruh skleroziyle karşılaşmışlardır..

Teknik seviye İle mânevi seviye ara­

sında bugünkü çilekeş dünyamızı kıvrandıran ve bunaltan bir nisbet- sizlik veya tersine bir nlsbet peyda olmuştur: biri yükselirken öteki al- çalmaktadır” .

Aklım yatmadı.

Benim aklım bir yana, bu iki düşünceyi şöyle kaba taslak karşı­

laştıralım. Birinci düşünce, memle­

ketimizde, belli bir işyerinde yapıl­

mış bir gözlemden doğuyor; ikinci düşünceyse Avrupa insanının özün­

de bir kokuşma ön yargısına daya­

nıyor. Hangi çeşit insanın hangi yö­

nü, niçin, nasıl kokuşmüştur, belli de­

ğil. Birinci düşüncede kavramlar o- laylara ve gerçeğe sarılı, İkincisinde kavramlar kendi aralarında sarmaş dolaş oluyor.

Makineyle insanlığın hâli arasında

Güzel şiir yazmakla iş bitiyor mu? Nice güzel şiirler yazmış şair­

ler var ki sevmiyoruz, nice kötü şi­

irler yazmış şairler dc var ki onla­

rın kötü şiirleri bize batmıyor, bu şairlere bayılıyoruz.

Okuyucu, sevdiği şairin yaşayı­

şım bilmek istiyor, başından geçen vakalara ilgi gösteriyor, son nefe­

sinde söylediği sözü merak ediyor, kimlere sevdalandığını, nasıl yaşa­

dığını öğrenmeğe çalışıyor. Sinema meraklısı da böyle değil mi ? O da Rita Hayvvord'un boyunu, kilosunu, belinin, kalçalarının santimi santi­

mine ölçüsünü öğrenmek için dergi­

ler karıştırıp durmuyor mu? Şairler halkın karşısında, tıpkı sahnedeki gibi ölçülü biçili hareket etmek ge­

rektiğini eğer bilmiyorlarsa bilsin­

ler. Ama biliyorlar da. Baude'ıaire saçlarım yeşile boyadığı zaman hal­

kı şaşırtmak istiyordu.

Halkın, şairin hayatiyle yakın­

dan ilgilenmesi, belki de sadece bir meraktan ileri geliyor. Şairin haya­

tı, eserini daha kolay anlamamıza

Sabahattin EYUBOGLU yerine ve zamanına göre çeşitli bağ­

lantılar olacak elbet. Ama bunları birer birer ve sahih olarak bilmeden veya anlatmadan ortaya böyle bir düşünce atmak neye yarar? Bir o- kuyucu bu yazıya dayanarak şöyle düşünebilir : “ Madem Avrupa'nın

hali harap, madem orada insanın özü bozulmuş, buna da makine me­

deniyeti sebep olmuş, o halde bize Avrupa’dan gelmiş, gelecek ne varsa şüpheli. Aynı âkıbete düşmemek için biz de, Avrupa’da makine mede­

niyetine karşı koyanlar gibi eski

“ mânevi değerler,,e sarılmalıyız. On­

lar bu değerleri kendi Orta-çağla- rında arıyorlar. Demek şu Rönesans, Hümanizme falan da şüpheli. Ne di­

ye över dururuz bunları? Makine medeniyetini besleyen müsbet bilim­

ler de şüpheli. En iyisi biz de kendi köklü “ mânevi değerler” imize döne­

lim. Peki ama, iş böyleyse şu softa dediklerimiz, aşırılıkları bir yana, esasta haksız değiller.... ”

Ama yazar bunu demek İstemi­

yor elbet. Daha neler artık; hem

Ulus gazetesinde! O sadece mânevi- leşmek gerektiğini söylüyor. Mâne- vileşmek, işte sınıfları belirsiz bir kavram daha, içinde biraz ahlâk, biraz ruh, biraz fizik-ötesi vardır;

hangi bilinir insan halinin karşılığı olduğu belli değildir. Kulağın bilme­

cesi gibi : “ Kıvrım kıvrım içinde, ne derseniz içinde". Karşıt kavramı

“ maddileşmek” tir, ama onun da ucu bucağı yoktur. Aslına bakarsanız insanın her hali bu iki kavramı bir­

den ve ayın derecede ilgilendirir.

Ruh ve beden meselesi: ayırabilirsen ayır.

Şimdi bir bu çeşit dumanlı kav­

ramları düşünün, bir de makineyi, o açık, o yaptığı yaptık, verdiği ver­

dik, cömert, uysal makineyi. Acap hangisi daha faydalı insana. Ama, diyeceksiniz, makine kötüye kulla­

nıldığı zaman iş sarpa sarıyor. E- vet, hele makine bu dumanlı kav­

ramlara âlet olunca. Dünyada hangi nimet vardır ki kötüye kullanılamaz.

Dilimiz, meselâ, cânım TUrkçemiz.

Onun bile kötüye kullanıldığı olmu­

yor mu?

yardım ediyor, bazı kör düğümlerin hemen çozülüvermesini sağlıyor.

Acaba halk hangi şairleri sevi­

yor? öyleya, madem ki okuyucu, şa­

irin, şiiri dışında, yaşayışıyla, hattâ doğrudan doğruya şahsıyla da ilgi­

lidir, o halde olabilir ki şöyle şairle­

ri sever dc böyle şairleri sevmez.

Bize öyle geliyor ki halk her devir­

de başka cins şairleri severdi. Mese­

lâ XVII. yüzyıl Fransa'sında, klâsik çığırın geliştiği çağda, şiir merak­

lıları her halde akıllı, ahlâklı, mu­

vazeneli şairleri seviyorlardı. Klâsik çığır rağbetten düşüp de meydan romantiklere kalınca, sevdadan baş­

ka bir şey düşünmeyen, beli kılıçlı, saz benizli o beyzade şairler göze girdi. Yakın zamanların sevilen "şa­

irlerini daha iyi biliyoruz. Bunlar her şeyden önce şaşırtıcı insanlar­

dır. Deli, acaip, sinirli, ama şaşırtıcı, Nasreddin Hoca gibi eşeğe ters binen soyundan şairler.

Ya ou günün halkı, hangi çeşit şairi seviyor acaba? Galiba kahra­

man şairi.

Oktay RIFAT

Ş a irin K a h ra m a n lısı

(2)

yaprak yaprak yaprak yaprak yaprak yaprak yaprak yaprak yaprak yaprak yaprak yaprak

Olan Biten

KLÂSİKLER D O LAYIN D A Dünya klâsiklerinden tercümeler arasında yayımlanmış, Lermontov’un Vadim adlı eseri üstüne B.M.M. de ve gazetelerde girişilen tartışmalar klâsik kavramının biraz daha aydın­

lanmasına yol açtı. Klâsikler böyle- dir işte: meselelerimizin ortaya çık­

masına, birbirimizjı daha iyi tanı­

mamıza yardım ederler.

Son yıllar içinde klâsiklere karşı söylenenleri hatırlayalım: Yunan klâsikleri yerine niçin Türk klâsik­

leri basılmıyor? Niçin Müfettiş gibi bizde örneği bulunmayan kötülük­

lerle, hırsız memurlarla dolu bir pi­

yes klâsik diye oynanıyor? Bu klâ­

sik eserler millî eğitim bakımından faydalı mıdır, zararlı mıdır? Şark- Islâm klâsiklerine bu kadar mı yer verilmeli? Şimdi de şu mesele orta­

ya konuyor: içinde Türkler aleyhin­

de sözler bulunan bir klâsik millî iz- zet-i nefsimizi kıracağı için zararlı­

dır.

Bir sanat eserinin klâsik olması, yani dünya ölçüsünde bir değer ka­

zanması, millet sınırlarını aşıp her insanın malı haline gelmesi demek olduğuna göre bu tartışmalar teme­

linden sakattır. Klâsik eserin fayda­

lı veya zararlı olduğuna artık bir ki­

şi karar veremez. Dünyanın bildiği­

ni bizim bilmemize de hiç bir millî engel düşünülemez. Sonra dünya klâ­

siklerini yaymak, millî değerleri gölgede bırakmak şöyle dursun, on­

ların daha iyi anlaşılıp tanıtılması­

na da yol açar. Şark-îslâm klâsik­

lerinin çoğalmasını istiyenler devri­

mizin ana ilkelerini unutuyorlar. Bu klâsiklere dünyanın verdiği değer­

den fazlasını niçin verelim ? Kaldı ki mistik dünya görüşünden yeni ay­

rılmış bir memlekette bu kadarını bile çok görenler var. Onların endi­

şeleri de yabana atılamaz. Memleke­

timizde olmayan kötülükleri anlatan eser niçin okutulmalıymış. Bir defa bu kötülüklerin bizde olmadığını id­

dia etmek milletimizin lehine bir iş­

güzarlık değildir. Klâsik bir esere giren bir kötülük, klâsik kelimesinin tarifi gereği, bizde de vardır. Bunla­

rı gidermenin çaresi de göstermemek değildir elbet.

Lermontov’un Vadim’ine gelince, bir defa Lermontov bir çok şiirlerin­

de Türklerin cengâverliklerini, kah­

ramanlıklarını övmüştür. Yine Türk- leri sevdiren Aşık Garip hikâyesiy­

le bir arada yayınlanmış olan Vadim’

de taşkın ve toy bir delikanlının ha­

yalinde, veya harpte, Türkleri asıp kesmesi hangi okuyucuyu şaşırtabi­

lir? Zaten ortada: "Bu kitabın şu cümleleri benim millî duygularıma zarar verdi” diyen yok. Bu sözler

H E R S A Y I DA

halkın millî duygularına zarar verir deniyor. Neden bize zarar vermiyen bir kitap halka zarar versin ? Kimse­

nin millî duygusunu kendimizinkin- den dayanıksız saymaya hakkımız yok.

Bir de klâsiklerin okulla ilgisi ko­

nuşuldu. “Bu kitaplar okulfarda oku- tulmasaydı bu kadar titiz davranıl- mayabilirdi” dendi. Ortada titizlen­

meyi gerektirecek bir kitap olma­

dıktan başka, bizim bildiğimiz, bu klâsikler yalnız okullar için değil, halk için yayımlanmıştır. Okullara ders kitabı olarak değil, kitaplikla- nı zenginleştirmek için gönderilmiş tir. Okul klâsikleri diye ayrı bir se­

ri de var. Olmasa bile öğrencinin her istediğini okumak hakkı ve imkânı nasıl elinden alınabilir?

“ Bu kadar basit, bu kadar açık gerçekleri ne diye yazarsınız?” di­

yeceksiniz. Yazmak zorunda kalıyo­

ruz da ondan.

YAPRAK

K İTAP OKUMAYI TEŞVİK

% Kitap okunmuyor der dururuz.

Halkı nasıl okutacağız diye düşünü­

rüz. Haklıyızdır. Yurdumuzda pek az kişi kitap okur. Aradığımız, bul­

maya çalıştığımız çareler de boşuna­

dır. Hiç biri kâr etmez. Oysa ki ki­

tap okutmanın ne yolları vardır!

Pierre Loüys’in Aphrodite’i o- kunmuyordu; bir yobaz çıktı, açık saçıktır dedi; kitap bir ay içinde beş defa basıldı. İstanbul Şehir Ti- yatrosu'nda Düşman piyesi oynanı­

yordu. Salon bomboştu: bir sivri a- kıllı çıktı; ortalığı birbirine kattı, tiyatro doldu doldu boşaldı. Son gün­

lerde de bir başka olayla karşılaştık:

Mecliste sayın Bay Fahri Kurtuluş bir klâsik eseri aldı eline; verdi, ve­

riştirdi. O günlerde bir kitapçıya uğramıştık. Kitapçı dedi ki: "Yahu, şu kitap iki senedir elimizde kal­

mıştı; ne yapacağız diye düşünüp duruyordk; Allah razı olsun şu mil­

letvekillerinden. Bir gürültü çıkar­

dılar; elimizde kitap kalmadı” . Okumayı teşvik etmek isteyen­

ler şöyle düşünür:

Demek ki bazı kitaplar bazı usul­

lerle pekâlâ satılabiliyor. Acaba bu usulleri başka kitaplar için de kul­

lanıp okumayı biraz daha yaygın hale getirmek mümkün değil mi?

TEKAÜTLÜK

Geçenlerde Eminönü Halkevinde hem Müzeler Müdürü, hem de Sanat Dostları Cemiyeti'nin başkam Tah­

sin ÖZ Büyük Türk Eserleri konulu bir konferans verdi. Bu arada, E- dirne’deki Selimiye Camisinden bah­

setti. Selimiye’yi Mimar Sinan altı yılda yapmış. Yapıya başladığı va­

kit 84 yaşında imiş. Demek doksan

B İ R K E L İ M E

R E A L İ Z M E

II

Kendine realist diyen sanat (ve edebiyat) gerçeği olduğu gibi ifade ettiğini ileri sürer. Bu sanat ülkülük bir güzeli gözönünde bulundurmak­

la, yahut insanın hayalini, fantezi kuvvetini işletmekle estetik denen he­

yecanın verilemiyeeeğlni, kendisi için güzelin biricik kaynağının gerçek olduğunu söyler.

Sanatı bu kadar dar bir kalıba sokamıyacağımıza göre, kavramın muhtevası burada da karışıyor ve şu imkânlar beliriyor.

a) Realist denen sanat, gerçeğin herhangi bir cephesini kopye ediyor.

Böyle olunca, ortaya yalnız taklitçilikte kalan bir eser çıkıyor kİ bunun gerçek sanatla bir ilgisi yoktur.

b) Sanatta realizme, bazan bilimdeki realizme ile yakınlığı fazla.ileri vardırarak onun çalışma metodunu aynen alıyor. Realizme nin bu çeşidine Naturalizme denmiştir.

c) Sanat eseri, kendine öze araçları kullanarak, tamamen hayal mah­

sulü bir acun yaratıyor. Fakat telkin yetisi o kadar büyük ki, bizde, onun berçeğin bir parçası olduğuna yahut gerçeği ifade ettiğine dair bir ina­

nış uyanıyor. Yahut

d) Sanat eseri gene kendine öze araçlarla bizde öyle bir ruh hali uyandırıyor ki, bu hal sayesinde insanın, toplumun, tabiatın... bir sözle, gerçeğin ne olduğunu, insan oğlunun ne gibi dertleri olduğunu seziyoruz ve böylece gerçeğe daha iyi nüfuz ediyoruz.

Geçen günkü ve bugünkü sözlerimizden şu sonuç kolaylıkla çıkanla- p bilir : realizme, sınırları iyice çizilmemiş, haddinden fazla geniş bir kav- » ramdır. Bundan ötürü, onu herkes kendine göre kullanmaktadır. Bu se­

beple, çok dikkat edilmesi gereken şu noktayı esas olarak kabul edeceğiz:

Gerçeğin ne olduğu üzerinde anlaşmalıyız! İndî olarak kabul edilmiş her­

hangi bir şey, bir varlık, bir ilim, düpedüz gerçek olamaz. Gerçeğin elimiz­

de bir tek sağlam tanıtı bulunduğunu unutmayalım. Bu tanıt, bilim ile bi­

limin elde ettiği sonuçlardır. O halde :

a) Bilimde realist olacağız, yani bilimin metodu ile çizilmiş sınırı aş- mıyacağımız gibi bir metodun doğru diye gösterdiklerine inanacağız.

b) Felsefede realist olacağız, yani bilimin ve yalnız bilimin bize par­

çalarını tanıtmakta olduğu acunu, bütün tUrlülUğU ile, bütün zenginliği ile (hem tabiat olarak, hem toplum olarak) anlamaya çalışacağız.

c) Sanatta en geniş anlamda realist olacağız. Yani bizim sanatımız (a ile b de işaretlenen) gerçeği hiç bir-alanda gözden kaçırmayan, insa­

na topluma da, tabiata da nüfuz etmemize en yakın yardımcımız olan

sanat olacaktır. HIZIR

yaşında bitirmiş.

Buraya gelince Bay Tahsin öz şöyle dedi : “ Sinan, zamanımızda ya­

şasaydı, Selimiyeyi yapamazdı. Çün­

kü zamanımızda, sanatkârlar, alt­

mış beş yaşına geldi mi tekaüt edi­

liyor.”

Kitaplar

ucuz

EDEBİYAT YAHUT

“25 KURUŞA AMERİKA” (1)

Bu isim, sizi şaşırtmasın. Naim Tiralı, hikâyelerine “ Elli kuruşa İs­

tanbul” da diyebilirdi. Gerçekten bu hikâyelerin kahramanları, Büyük Cadde, Atlanta Barı, Arka Sokak, Serseriler, Yosmalar, “ Yirmibeş Ku­

ruşa Amerika” diye bağırarak Bo- ğaz’daki Amerikan filosunu gezdiren açıkgöz motorcular hep İstanbul’da­

dır.

Ama bü hikâyeleri okurken insan nedense başka şehirleri, başka bir e- debiyatta rastladığı sokakları ve in­

sanları hatırlıyor. Bu kırmızı fener­

li evler, yosmalar, yalnız kadın ve içki düşünen gençler bizim gerçek­

lerimiz midir? Hayır, bunlar aslında Amerikan, fakat şimdi her tarafa yayılmış bir edebiyatıh konulan ve tipleridir. Sinemaya bir kızla giden Nusret, Nusret midir? Belki, ama John da olabilir. Bili de, Ya o bece­

rikli kız? daha çok Miller’in, Ver- non Sullivan (Boris Vian) ın roman­

larından çıkmışa benzemiyor m u?

Bununla Nusret’lerin, sinema cil­

veleşmelerinin, yosmaların bizde ol­

madığını söylemek istemiyorum. Dı­

şardan bakılınca sevişmeler, sarhoş­

luklar, cümbüşler birbirinden fark­

lı değildir. Naim Tiralı’nın bakışı da Amerikan edebi tekniğine uygun olarak gerçeğe dışardan bakıştır.

Bu yüzden, realistliğe özenen bu hi­

kâyeler bize ne Türk gençliğini gös­

terebiliyor ne de Amerikan. Göster­

dikleri sadece dünyaya müthiş bir surette yayılmış olan bir edebiyatın beylik konuları ve insanlarıdır.

Bob da, Nusret de sinemada kız­

ları aynı şekilde sıkıştırırlar. Bunun da zaten fazla çeşitli yolları yoktur.

Kaldı ki Naim Tiralı teferrüata us­

taları kadar gidemediğine eseıleni- yor, memleketimizin havasını henüz bu çeşit bir realistliğe elverişli bul­

muyor. Öyleyse ulaşamadığı bu çe­

şit ustaları kendi yollarına bıraksa daha iyi etmez m i? Bize Istan- bulu ve İstanbulluları anlatmak is­

tiyorsa onlara dışardan değil içerden baksın. Bunun için eski hikâye tar­

zına, uzun ruh tahlillerine dönmek şart değil, insan dışardan da baksa anlattığı kimselerin kişiliğini veren, onları gerçek çevrelerine bağlayan davranışları, sözleri, jestleri görüp gösterebilir. Kısa hikâyedeki ustalık bir kelimeyle, bir hareketle bütün bir hayatı sezdirmek, kişilerin yaşa­

yış ve düşünüşlerini kestirme bir yoldan anlatmaktır. Steinbeek’in, Caldvcall’in hikâyelerine güzel de­

dirten, Çehov’u eşsiz ustalığına var­

dıran bu değil midir? Ancak böyle bir toptan anlatışla Tiralı'nın Nus- ret’leri, Kamber'leri harp sonrası edebiyatının beylik tiplerine benze­

mekten kurtulacak, toplumumuzun gerçek kişileri olacaklardır.

Dıştan bakan realizrneyle ne Goethe’nin hayal ettiği Dünya Ede­

biyatına ne de değerli bir milli ede­

biyata gidilebilir. Türk romanı içinde Türk’ü gerçekten yaşatmak zorun­

dadır. Türk'ü Türk, Amerikalıyı A- merikalı edense ismi, rakısı ve çap­

kınlıkları değil, düşündükleri, duy­

duklarıdır. Mesele hikâyede tahlile düşmeden insanı tam olarak vermek­

tir. Tiralı onu yapamıyacak bir hi- kâyeci değildir. Türk edebiyatına ve belki dünya, edebiyatına ancak bu yoldan girebilir.

Erol GÜNEY

HACI BABANIN KUMRULARI

Bir zamanlar çoğu Varlık sayfala­

rında şiirlerine rastladığımız genç bir şair vardı: Reşat Cemal Emek.

Uzun zamandır adını duyamıyorduk.

Meslek hayatı onu şiir dünyamızdan uzaklaştırmıştı. Yeni çıkan kitabı (2) yıllarca sonra ondan tekrar bahset­

memizi sağladı. Şiir anlayışı gerçi 1 2 (1) Naim Tirahi: "Yirmibeş kuru­

şa Amerika” , F. 50 Krş. İstanbul.

(2) Reşat Cemal Emek, Hacı Ba­

banın Kumruları, Güney Basımevi, 1949, Ankara, yüzeli! kuruş.

B A T I D A N — 9- ■ ■■■■■

... S E S L E R

ZENAATI N DEĞERİ

Fransa’da 1 temmuz 1751 de ilk defa piyasaya çıkan meşhur Encyc- lopödie’nln birinci cildinde, Diderot, sanat maddesinde, tezgâh sanatları­

nın itibarını savunuyor, yazısına şöyle devam ediyordu :

“ Bu önyargı, şehirleri gururlu bir takım safsatacılar, faydasız hayal­

cilerle ve köyleri cahil, avare, yüksekten bakan bacaksız zalimlerle dol­

durmak yolundadır. Ne Ingiltere’nin en büyük adamlarından biri olan Ba- coıı, ne Fransa’nın ne büyük nazırlarından biri olan Colbert, nede bütün zamanların akıllı ve bilge insanları böyle düşünüyordu. Racon, tezgâh sanatları tarihine, gerçek felsefenin en önemli kolu göziyle bakardı. De­

mek ki iş hayatını hiç de hor görmüyordu. Colbert, halk zanaatlarını, tez­

gâhlar.n kurulmasını, bir ülkeyi zenginliğe götüren en emin çare sayıyor­

du. Bu gün olayları en doğru şekilde değerlendirebiieıı kimselerin fikrince, Fransa’yı gravürcülerle ressamlar, heykeltraşlar, çeşit çeşit zanaatçılarla dolduran, tııgilizlerden çorap makinesini, Cenevizlilerden kadifeyi, Vene­

diklilerden aynayı alaıı insanın bu devlete hizmeti, düşmanlarını yenen, kaleler zaptedenlerden daha az değildir. Belki de filozofun gözünde Le Brıın’leri, Le Sieur’leri, Andran’ları yetiştirmenin, İskender savaşlarını çizmenin, oymanın, bu savaşları kazanmaktan daha gerçek bir değeri vardır. Terazinin bir gözüne en yüce bilgilerin, en şerefli sanatların ger­

çek faydalarını, öteki gözüne tezgâh sanatlarının faydalarını koyun, gö­

receksiniz ki berikilere edilen itibarla ötekilerine gösterilen saygı, bu fay­

dalar arasındaki gerçek münasebet gereğince bölünmemiştir. Bizi mesut olduğumuza inandırmağa çalışan insan gerçekten mesut olmamız için ça­

lışan insandan daha değerli görülüyor. Ne tuhaf düşünüyoruz! Hem fay­

dalı iş istiyoruz, lıenı de faydalı insanları hakir görüyoruz.”

Çeviren : O. R.

BİLİMİN DEĞERİ

— Prof. M. Prenant'ın bir makalesinden özetlenmiştir.

Bilim araştırmaları yapmayı, bunun için enstitüler, lâboratuvaılar kurup para harcamayı bir çeşit lüks veya süs sayanlarımız çok. Onlara göre, bu gibi işlere para yatırmak ancak bolluk, rahatlık devrelerinde mümkündür. Sıkıntılı zamanlarda böyle fedakârlıklara katlanmanın lü­

zumu yoktur. Bu fikri bir cümlede özetliyenler diyorlar ki, “ Bilim araş­

tırmaları kârlı bir iş değildir.”

Oysaki bir memleketin gerçekten kalkınmasını istiyenler için başvu­

rulacak en tesirü çare o memlekette bilim hayatını geliştirmektir. Bu ça­

re, aynı zamanda, en ekonomik tedbir de sayılabilir. Çünkü ilmi geliştir­

mek için yapılacak masraflar lıem büyük değildir, hem de bıı sayede bir memleket endüstrisinin, tarımının, bütün millî faaliyetlerinin kazanacağı hızla bol bol karşılanır. Şunu ne kadar çok tekrarlasak yeridir: insanlık tabiatın kaynaklarından bugünkünden çok daha fazla faydalanabilir, fa­

kat bunun için tabiatı daha iyi tanıması, kanunlarım ırrydann çıkarınızı gerektir ki bilim araştırmasının konusu da budur. Bilimse) araştırmadan vaz geçmek, kısa görüşlü ve kısır bir ekonomi politikası gütmek demektir.

Geçen yüzyılda yaşıyan insanlar bu gerçeği iyi anlamışlar \ e bilim araştırmaları ile ekonomik ve sosyal ilerleme arasında sıkı bağlar oldu­

ğundan şüphe etmemişlerdi. 19 uncu yüzyılda endüstrinin gelişmesi yük­

sek öğretimin ve bilimsel araştırmanın yayıimasiyle mümkün olmuştur.

Meselâ Pasteuı-, Fransa’nın I.ille üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığına tayin edildiği zaman, o devrin Milli Eğitim Bakanı kendisinden kuzey Fransa endüstri bölgesi ile ilgilenmesini bilhassa rica etmişti. Pasteuı* de bu isteğe uydu ve kimya derslerini oradaki endüstri müesseselerinin ça- lışmalarlyle sıkı sıkıya bağladı. Fabrikaları sık sık ziyaret etti, oralar­

da çalışan teknisyenlere kurslar açtı. Günün birinde de, bir fabrikatör maheznindeki fıçılarda olağanüstü bir alkol tahammürü görüp kendileri­

ne akıl danışınca, mikroplar üzerinde, onu zafere ulaştıran büyük işine başladı.

Bunun gibi, son birkaç yüzyıllık bilimsel ilerlemeler de gittikçe artan ihtiyaçlardan doğmuştur. Gaiiiee, Huyghens ve Descartes’la başlayan ge­

ometrik optik ilmi, büyük denizlerde dolaşmak için gittikçe daha hassas dürbünlere ihtiyaç duyulduğu zaman meydana çıktı. Jeoloji ilmi ise, 18 in­

ci yüzyıl sonlarında yani madenlerin büyük önem kazanmaya başladığı sırada vücut buldu. Fizikle kimyanın ilim haline gelişi birinci endüstri in­

kılâbına rastlar Carnot prensibinin ve enerjinin saklanması kanununun bulunması buhar makinasının kullanılmasına bağlı idi. 19 uncu yüzyıl sonlarındaki ikinci endüstri inkılâbının temelini de patlayıcı motörler ve elektrik enerjisinin bulunması teşkil eder, üçüncü endüstri inkılâbını da atom enerjisinin kullanılması hazırlamıyor mu?

Şu halde, bilim araştırmalarının kârlı bir iş olmadığı düşüncesini ile­

ri sürenler geleceğe güvenle bakamıyarjlardır. Onlar insanlığın ilerleme­

sini filân değil, bugünkü kazançlarını düşünüyorlar. Mümkün olduğu kadar çabuk ve bol para kazanmak istiyorlar. Hattâ kazançlarına engel olmasın diye bazı yeni buluşları örtbas edip, satın alıp ortadan kaldırdıkları da

görülmüştür. m. FIRTINALI

bizimkine uymaz. Ama Hacı Ba­

banın Kumruları, bir insan ömrünün heyecanla dolu bir kaç yılını aksettir­

mesi bakımından dikkate. değer.

Bu vesile ile, Reşat Cemal Emek’- in, aradan bu kadar yıl geçmiş Ol­

masına. rağmen, hâlâ taze kalan mıs­

raları olduğunu da söylemek isteriz.

İşte onlardan bir kaçı : Belki de bir kavga neticesinde, isinim dolaşırken vatanı, Seni hatırlayarak öleceğini.

Reşat Cemal Emek, içinde bu mıs- raların da bulunduğu şiiri kitabına almamış. Ama orada başka içli şiirler göreceksiniz. Güney Basıme- vinde temiz bir şekilde basılan Hacı Baha’nın Kumruları yüzelli kuruşa satılıyor. Güzel bir kapağı var; için­

de, Abidin Dino tarafından yapılmış güzel resimler var.

O. V. K.

DİL KÖŞESİ

Saygısızlık edip de çocuklarını din dersi okumaya göndermeyen veliler Allahı taâlâ indinde mesul olduğu gibi millî iradeyi tanımaya­

rak milletin arzusunu ve dinî teşeb­

büsü akamete uğratmak suretiyle de manevî bir mesuliyete maruz bu­

lunduklarını hatırlamalıdırlar.” Bu cümleye ne dersiniz? İnsanın düşüıı- aesiyle dilinin bir hizada gittiğine güzel bir örnek değil mi ?

“ Şiir, insanoğlunun zaman ve me­

kan mefhumları üstünde kalan gö­

nül mahsulleridir.” Bu cümle iyi Türkçeyle nasıl söylenebilir, diye düşünmeyin; söylenemez. Çünkü bir sözün iyi Türkçeyle söylenebilmesi için insanın ne söylemek istediğini iyi bilmesi gerek.

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

* 0 0 1 5 8 2 0 6 6 0 1 0 *

Referanslar