• Sonuç bulunamadı

(1)İnsan kaynaklı iklim değişikliği son yıllarda giderek gündemde daha fazla yer tutmaya başlayan bir popüler felaket senaryosu

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "(1)İnsan kaynaklı iklim değişikliği son yıllarda giderek gündemde daha fazla yer tutmaya başlayan bir popüler felaket senaryosu"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İnsan kaynaklı iklim değişikliği son yıllarda giderek gündemde daha fazla yer tutmaya başlayan bir popüler felaket senaryosu. Meselenin, göktaşı, güneş patlaması gibi diğer olası felaketlerden önemli bir farkı var, bunu “biz”

yapıyoruz.

Atmosferin sera etkisi diye doğal ve güzel bir etkisi var ki, dünya yüzeyini yaşanılabilir sıcaklıkta tutuyor. Birtakım gazlar (ki bunlara sera gazları deniyor ve en başta karbondioksit geliyor) atmosferden geçerek dünyaya kavuşan ışınların yansıyıp geri kaçmasını engelleyerek yerküre üzerine gerilmiş bir sera işlevi görüyorlar. Eğer atmosferdeki sera gazları miktarı artarsa, sera etkisi de güçleniyor. 19. yüzyıldan beri olan da bu; sanayi toplumu, 100 yıldır artarak atmosfere pompaladığı karbondioksit, diazotmonoksit, metan, florokarbonlar gibi gazlarla yeryüzünün sıcaklık

tutuşunu arttırıyor.

“E biraz ısınsak fena mı olur” anlayışı 1980’lerden başlayarak bilim çevrelerinde epey tartışılmış bir konu. Uzun süre, bu ısınma (son yüzyılın en sıcak ortalamaları, rekor üzerine rekor kıran sıcak hava dalgaları, aşırı hava olayları, eriyen buzullar, çölleşme vs.) insan kaynaklı mıdır değil midir diye tartışıldı. Teknobilimin kiralık bulguları, satın alınmış araştırma ekipleri, ve nihayet gelmiş geçmiş en büyük bilim projelerinden biri olan IPCC (Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim değişikliği Paneli) kuruldu. Konunun uzmanı 2000'den fazla bilim insanının oluşturduğu bu panel nihayet 1998’de iklim değişikliğinin insan kaynaklı bir katastrof olma yolunda ilerlediğini net bir şekilde ifade etti (daha önce de ifade edilmişti, fakat yoruma açık dil ve bilimsel bulgunun yanlışlanabilirliği 10 yıl kadar

kamuoyunu oyaladı- burada Exxonmobil, Peabody gibi küresel devlerin lobi faaliyetlerini anmadan geçmek mümkün değil).

Küresel ısınma gerçekleşmekte, aşırı hava olayları olmakta, olacak, yeryüzü yanacak, donacak, sular her yeri basacak, dev kasırgalar kopacak, kuraklık, açlık, yeni göçmen dalgaları, su savaşları vs.. Varolan bilimsel ve siyasi senaryolar bir kenarda dursun, yıllardır ince elenip sık dokunan iklim politikalarına bakmak lazım, zira aynası iştir kişinin lafa bakılmaz.

İklim Politikaları

Küreselleşmenin en popüler kavram olduğu 1980-90’larda “gerçek anlamıyla küresel bir sorun” Birleşmiş Milletler ölçeğinde ele alınmaya başlandı. Gerçi iklim değişikliğini tetikleyen sanayi ülkeleri aslen G-8 ya da OECD çatısı altında toplanmışlardı, ama tüm toplumların refah düzeyini enerji tüketimiyle ölçtüğü ve daha fazla enerji tüketmenin çağı yakalamak olduğu, herkeslerin daha fazla petrol kömür yakmak için kurban olduğu konjonktürde, BM’nin işe el atması olumlu/zorunlu bir durum olarak algılandı.

Bilimsel projeksiyonların keskinleştirilmesi için harcanan çabalar devam ederken bir yandan hükümetler arası bir iyi niyet anlaşması olan iklim değişikliği çerçeve sözleşmesi 1992 senesinde imzaya açıldı (Türkiye bu sözleşmeyi 2004 Mayısında imzaladı). Sözleşmenin bir yaptırımı yoktur, sadece ulusal sera gazı salımlarını (emisyonlarını) ölçme ve raporlamayı öngörmekte ve Kyoto Protolüne giden yolda bir önadımı temsil etmektedir.

1997’de kabul edilen Kyoto protokolü ise çeşitli ülkelere farklı oranlarda yükümlülükler getirmektedir. Bu

yükümlülüklerin ortalaması 1990 seviyesine göre atmosfere salınan sera gaz ı miktarlarında 2012’ye kadar %5’lik bir azaltmadır, ki IPCC ve bağımsız bir çok raporda gündeme getirilen %70, %60 gibi oranların yanında komiklik olarak görülmekte ve bir iyi niyet göstergesinden fazla bir anlama gelmemektedir.

Zaten Kyoto protokolü, toplam sera gazı emisyonlarının çoğunluğunu sağlayacak kadar ülke taraf olmadığı için

bugüne kadar yürürlüğe girememiştir. Kalan son üç büyük sanayi ülkesinden Rusya’nın (yoğun AB baskısı sayesinde) 2004 sonunda imzalamayı kabul etmesiyle çoğunluk sağlanmıştır. Kyoto protokolü, Şubat 2005’te ABD ve Avustralya olmadan yürürlüğe girme yolundadır.

Küresel ısınma’nın bir numaralı tetikçisi ve CO2 salımlarının %25’inden sorumlu ABD ise, bir petrol imparatorluğu olmanın zorunlu adımlarını orta doğu’da atarken, taraf olmadığı protokolü sulandırmak için türlü girişimlerde bulunmaya devam etmektedir. Eski dünyanın çöllerinde kan kusup petrol haczeden bu deveyi güdemez isek bu diyardan gideceğiz, bu kadar basit.

(2)

Sürdürülebilir (mi) Kalkınma (?)

Bir klasik haline geldi, Amerika ve yalnızlaşması, II. Bush’un paranoyak siyaseti vs.. Peki şu gün Amerika’yı sıkıştıran bir siyasi akt halini alan Kyoto Protokolü ne kadar dürüst, bu küresel sorunu çözmede ne kadar gerçekçi?

2012 yılına kadar ortalama %5.2’lik bir küresel emisyon azaltmasını öngören Kyoto protolü çerçevesinde, bu azaltma için bazı “esneklik mekanizmaları” da uydurulmuştur. Bunlardan altı en kalın çizilmesi gereken, küresel karbon ticareti mekanizması. Atmosferin “küresel meta” olduğu anlayışından hareket eden bu fikirle, gelişmiş bir ülke, kendi sınırları içinde örneğin motorlu taşıt trafiğini azaltmak yerine, fakir fukara bir ülkede örneğin (bir kömür santralini) doğalgaz santraline dönüştürerek, kendi karbondioksit salımını 3. dünyada azaltabilecektir. Ya da -her nedense- sanayileşemeyen bir ülkenin atmosferi kirletme ‘hakkını’ kelepir satışa çıkarması mümkün olacaktır. Her ülkenin atmosfere karbon pompalama kotası üzerinden yapılacak ticaretin bugünkü itici gücü Avrupa Birliği’dir ve

karbondioksitin tonu 2004 projeksiyonlarına göre 4 ila 8 euro’dan ‘gitmektedir’. Yani ‘esneklik’ diye bahsedilen şey, gelişmiş ülkelerin sanayilerini ve refah dedikleri zırvayı frenlememe esnekliğidir.

Önemli ikinci bir esneklik mekanizması da, CO2 salımını azaltmak yerine, varolan aşırı karbondioksiti zihni sinir teknolojileriyle yok etmek. Bu fikirlerden Kyoto Protokolüne dahil edilmiş olanı ise, karbon yutakları (carbon sinks), bildiğimiz ‘orman’ı karbon emici bir aygıt olarak tanımlanmış birimler halinde (yine dünyanın herhangi bir yerinde)

‘projelendirmeyi’ öngörüyor; bu şekilde karbondioksit salımını azaltmaktan kaçınmak mümkün oluyor.

Biyoçeşitliliğin hiçe türlü kaçış mekanizmaları ve enerji üretiminde ‘piyasalara zarar vermeyen’ bir dönüşüm öngörülüyor.

Serbest ticaretin ve neo-liberal politikaların her derde deva görüldüğü sistemde sermaye, kârı gördüğü yere

yönlenecektir; “öyleyse bütün gereken, sermayeye yenilenebilir enerjide ‘iyi para’ olduğunu göstermektir” fikrinden hareketle petrol ve kömür devleri, taşeronları, teşvikler ve kredilerle yenilenebilir enerjiye yatırım yapmaya davet ediliyor, gerçekten de BP, Esso gibi devler bir yandan dünya petrolünün son damlalarını sıkarken öte yandan hidrojen gibi yeni yüzyılın enerjisi olacağı ileri sürülen teknolojilerde kâr arıyorlar.

İklim değişikliği çerçevesinde oluşturulmuş bilimsel ve diplomatik dili çözebilen, yüzdeler, oranlar, ölçümler ve projeksiyonların içinden çıkabilen profesyonel uzman sürüsü bugün, Kyoto protokolünün ve sürdürülebilir kalkınma denen ogzimoron bir kavramın çığırtkanlığını yapmaktalar. Nedir sürdürülebilir kalkınma? Hem kalkınacağız, hem de sürekli? Doğayla uyum içinde kalkınacağız?.?. Sürdürülebilir kalkınma sömürü ve tüketim hırsını türün devamını sağlayacak şekilde optimize etmekten başka bir şey değildir. Birleşmiş Milletler sözleşmesinin tüm devletlerden istediği öncelikle bu optimizasyon için gerekli ölçümlerin standartlaştırılmasıdır. Bu, teknobilimin yeni küresel toplum için verdiği ama tutamayacağı bir söz, bir tür karanlık ütopyadır. Yenilenebilir enerjiye geçiş isteği naif ve haklı bir söylem olsa da, modern toplumun hırsını rüzgardan, hidrojenden ya da jeotermal enerjiden çıkarması ekosistemin sorunlarına çözüm getirmeyecek, sadece sorunun yer değiştimesi sağlanmış olacaktır.

İlerlemeci ve kalkınmacı anlayışın sorgulanması için en kritik küresel dönemeç olan insan kaynaklı iklim değişikliği fenomeni, düşük sarfiyatlı ampullerle, hidrojen yakıtlı arabalarla geçiştirilemeyecek kadar keskidir. İnsanlığa gereken bir enerji devrimi değil, bir ahlâki devrimdir.

Ahlaki Devrim

Nasıl oluyor? Bir TV programında ya da bir dergi sayfasında küresel ısınmanın insanlığın ve tüm dünya ekosistemini sonu olacağına/olabileceğine dair bir “haber” alıyorsunuz, kanalı/sayfayı çeviriyorsunuz. Sorumluluğu milyarlarca insanın paylaştığı bir tecavüz bu. Asıl sorumlunun olmadığı, sorumluluğun feci şekilde dağılıp yok olduğu, kimsenin yüzleşmeye cesaret edemediği kadar derin bir felaket, her gün yaşadığımız. Bu, hiçleştirilmiş bireyin “ben olsam ne olur olmasam ne” bunalımından beslenen bir felaket, doğal değil, sosyolojik, ruhsal ve ahlaki bir felaket.

Reel politikadan ve politikacılardan beklenemeyecek bir duyarlılık ve hareket gerekiyor. Böyle bir hareket ancak

‘biz’den başlayabilir ve ilk adımları, talepleri şunlar olabilir: Kıtalararası seyahatler dışında uçak yolculuğu

sonlandırılmalıdır. Daha fazla petrol çıkarılmamalı, otomotiv endüstrisi ‘frenlenmelidir’. Sağlık merkezleri dışında

(3)

klima cihazları yasaklanmalıdır. Şehirlerin otomobilden arındırılması için militan bir yaya ve bisiklet hareketi oluşmalıdır. Şaka gibi, değil mi? Ne yazık ki, bugün şaka gibi gelen yarının gecikmiş zorunluluğu halini alıyor.

Gerçekten de herhangi bir şehirde sokaktaki en militan direniş bugün bisikletle mümkündür. Fakat 21. yüzyıl ailesini arabadan indirmek en azından bugünün gerçekliğinde mümkün gözükmüyor, aynı şekilde petrol kömür devlerine dur demek de..

İşte, daha (BP'nin) Bakü-Ceyhan petrol boru hattı inşaatı bitmeden gündeme sokulan Samsun-Ceyhan boru hattı, Trans-trakya ve diğerleri. Ya da Başbakan Erdoğan'ın muhteşem açılış törenlerinden bir başkası (Yılmaz

hükümetlerinden kalan bir kazık) Sugözü Termik Santrali. İthal kömürle çalışan bu Türkiye'nin ikinci büyük termik devi, akla zarar olmasını saymazsak, ancak Kyoto Protokolüne dahil olduğumuz gün baş ağrısı olmaya başlayacaktır.

Ne var ki bu projelerden hiçbirine Türkiye'li bir kurumun, ya da çevre kuruluşunun dahi karşı çıkışı olmamıştır.

Gündelik yaşamına doğrudan etki eden sorunlara bile ses çıkarmayan kişi, küresel ısınma gibi doğrudan etkisini tecrübe etmediği, kaynağına son derece dolambaçlı varılan bir konuya nasıl olur da duyarlılık gösterir? Bu duyarsızlık ve kolektif inkar, uluslar üstü ticaret

protokolleriyle ve doğal afet masallarıyla kol kola daha ne kadar sürdürülebilir?.. Önümüzdeki senelerde göreceğiz.

Mehmet Ali ÜZELGÜN Ekoloji Kolektifi

________________________________________________________________

* Bu yazı Express dergisinin Şubat 2005 sayısında yayınlanmıştır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Ancak daha bağımsız, bireysel ve özgürlüğüne düşkün olan, düşük sadakat duygularına sahip Y ve Z kuşağı arasında marka sadakati konusunda bir

Çalışmamızda KOBİ’lerin Gelişen İşletmeler Piyasası ile halka açılmaları neticesinde BİST-GİP’ te işlem gören KOBİ’lerin halka açıldıkları yıl

• 1880-2012 döneminde, küresel olarak ortalama kara ve okyanus yüzey sıcaklığı verileri 0,85 ° C'lik bir ısınmayı gösteriyor.. • Kuzey Avrupa'da ısınmanın en fazla

Çalışmamızda Balıkesir Devlet Hastanesi Tıbbi Mikrobiyoloji Laboratuvarı 2016 yılı boyunca kayıt altına alınan preanalitik hatalar, tüp ret nedenleri,

Munzur Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi ,Yıl:7, Cilt:7, Sayı:13, Güz 2018, e-ISSN: 2636-7815. GENERAL VIEW OF UNETHICAL BEHAVIORS AND APPLICATIONS IN PUBLIC HEALTH INSTITUTIONS

• Biyoçeşitliliğe yönelik ana tehdit unsurlarının tümü, habitat kaybı, habitat parçalanması, çevre kirliliği, küresel iklim değişikliği,.. kaynakların

Bu nedenle doğrudan çevresel bir güvenlik sorunu olan küresel iklim değişikliği; geleneksel, ortak, insani ve ekolojik güvenlik yaklaşımları tarafından da çevresel

The present study tried to understand the remittance behaviour of NRIs and remittance behaviour with respect to demographic profile.The remittance behaviour is studied with