• Sonuç bulunamadı

DAVID HUME

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "DAVID HUME"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

DAVID HUME

(2)

Basit ve Kompleks İdeler

Hume idelerle izlenimler arasındaki ayrımını, gerek izlenimlere ve gerekse idelere uygulanan basit-kompleks ayrımıyla destekler. Bu ayrıma göre, basit ideler, kendilerinde ayrım ya da bölünme kabul etmeyen idelerdir. O, bu idelere örnek olarak bir elmanın kokusunu, tadını ve rengini verir. Zihnin bu basit

idelerden, birtakım entelektüel işlemler yoluyla soyut ve kompleks idelere yükseldiğini öne süren Hume’da basit ve kompleks ayrımı, sadece bütün

idelerimizin izlenimlerden doğduğu tezini doğrulamaya değil, fakat bir yandan da insan zihnin yaratıcı işlemlerini açıklamaya yarar. Buna göre, insan zihni

izlenimlerin oluşumunda bütünüyle pasif ve alıcı durumdadır, oysa, özellikle muhayyile boyutuyla, kompleks idelerin oluşumunda yaratıcı ve kurucu bir rol oynar. İnsan zihni öte yandan, kompleks idelerini basit bileşenlerine ayırabilir.

(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.358.)

(3)

Hume mevcut izlenim ve idelerden yeni, kompleks ve soyut idelere geçişi, evrensel birtakım ilkelerle açıklamaya çalışır. Bu ilkelerle kastedilen birtakım

çağrışım yasalarıdır. Pek çok ide ve inancın, kısacası insan zihninin yaratıcılığının kaynağında bulunan bu yasalarla o, aslında insan düşüncesinin birtakım düzenli kalıpları olduğunu anlatmak ister. Bu kalıplar temelde üç tanedir: Benzerlik,

zaman ya da mekân bakımından yakınlık ve nedensellik. (Ahmet Cevizci, Felsefe

Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.363.)

(4)

Hume’un insan zihnine veya anlama yetisine ilişkin analizinde üç evrensel ilke veya

çağrışım prensibinden, hepsi de önemli bir rol oynamakla birlikte, “kendisiyle ilgili mevcut izlenimden türetilen güçlü ve canlı bir ide” olarak tanımladığı inançlara geçişte nedensellik ilkesi öne çıkar. Zira çağrışım ilkeleri arasında sadece nedensellik, diğerleri gibi eski bir

ideyi canlandırmak veya bir ideyi daha canlı kılmak yerine, yeni bir inancın oluşumuna, gözlemlenenden henüz gözlemlenmemiş olan bir şeye geçişe imkân verir. Gerçekten de mevcut bir izlenimden canlı ve güçlü bir idenin türetilmesi nedensel bir çıkarım olup, söz konusu çıkarımda, zihin bir duyu izleniminden (veya bellek idesinden) henüz

gözlemlenmemiş bir sonuca geçer. Bu tür bir çıkarımda sonucun öncülün canlılığını ve gücünü bir şekilde paylaştığını bildiren Hume’a göre, “bu ekmektir, öyleyse insanı

besleyecektir” şeklindeki nedensel çıkarım, asla bir kanıtlama düzeyine yükselemez. Çünkü bu tür bir çıkarımda öncülü olumlayıp, sonucu olumsuzlamak bir çelişki meydana getirmez.

Belleğimiz ekmeğin geçmişte beslediği hususunda bizi temin edip, mevcut duyu izlenimlerimiz masanın üzerindeki besinin ekmek olduğunu gösterebilmekle birlikte, ekmeğin geçmişte sergilediği davranışın aynısını gelecekte de sergileyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Burada “doğanın hep aynı eşbiçimli yapıyı sergilediği” veya “düzenli

olduğu” inancının da elbette temellendirmeye çalıştığı argüman ya da çıkarımla aynı yapıya sahip olması ve dolayısıyla, bizi nedensel çıkarıma geri götürmesi nedeniyle bir faydası

dokunmaz. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.363.)

(5)

Başka bir deyişle, nedensel çıkarımın sadece insan zihninin bir izlenimden bir inanca geçişi anlamında gündelik hayatımızda değil, fakat bilimin de temelinde bulunduğunu dile getiren Hume’a göre, sorulması gereken soru şudur: Bilimi mümkün kılan bir inanç olarak doğanın düzenliliği inancının mantıksal temelleri nelerdir? Doğabilimlerinde bu türden bir çıkarımı, tekil önermelerden tümel

önermeleri türeten çıkarımı gerekçelendiren şey nedir? Bu soruya, Hume’dan önce verilen geleneksel cevap “nedensel zorunluluğa” işaret etmekteydi. Vuku bulan her olayın onu zorunlulukla meydana getiren bir nedeni olduğuna

inanılmaktaydı. Dahası, 17. yüzyılın büyük bilimsel devrimini yaratan önemli etmenlerden birisi olan yeni bilimsel yöntem de bu inanca dayanmaktaydı ve bilimin, dolayısıyla da bilimsel yöntemin kaydettiği olağanüstü büyük başarılar nedensel zorunluluk inancını her geçen gün daha da güçlendirmişti. Hume işte bu inancı, birbirlerine göre neden ve sonuç diye tanımlanan olaylar arasındaki nedensel bağıntı fikrini, nedensellik idesini, yine kaçınılmaz bir biçimde

“izlenimi olmayan ide olamayacağı” ilkesini temele alarak, incelemeye koyulur.

(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.363.)

(6)

Yeni inançları çıkarsamanın, mevcut izlenim ya da algılardan yeni idelere

geçmenin aracı olarak nedensellik ilkesini ancak alışkanlığa indirgemek suretiyle açıklayabilen Hume, bilgiye kaçınılmaz olarak bir sınırlama getirmek durumunda kalır. Bu sınırlamayı ise, bilginin veya anlamlı bütün önermelerin iki ayrı

kategoriden biri ya da diğerine girmesi gerektiğini bildiren ünlü Hume Çatalı’yla ifade eder. Onun iki bilgi türü arasında bir ayırım yapan ve bilgimizin bütün

içeriğini meydana getiren söz konusu çatalına göre, biri ide ilişkileriyle, diğeri de olgu sorunlarıyla ilgili olan iki ayrı bilgi türü vardır. Bunlardan ide ilişkileriyle ilgili olan bilgi, doğruluk ya da yanlışlıklarına bütünüyle entelektüel olarak, yani

ampirik gözlem hiç söz konusu olmadan karar verilebilen önermelerden meydana gelir. Dünyaya dair bilgimizi artırmayan söz konusu analitik bilgi türü, öyleyse, a priori önermelerden meydana gelir. Ona göre, geometrinin, cebir ve aritmetiğin bütün önermelerinin, bütün totolojilerin bu kategori içinde değerlendirilmesi

gerekir. Bunlar olduklarından başka türlü olamayan ilişkileri dile getirdikleri,

olumsuzlamaları mantıksal açıdan imkânsız ilişkileri ifade ettikleri ve dolayısıyla,

bir çelişki meydana getirdikleri için zorunlu önermelerdir. Bu önermeler ayrıca ve

dolayısıyla, apaçık ve kesin olan önermelerdir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say

Yayınları, 2009, s.364.)

(7)

Varlık Felsefesi Hume, bilginin sınırlarını gözler önüne serme veya anlamlı konuşma alanını daraltma veya bilginin imkânsız olduğu alanları gösterme genel stratejisinin bir parçası olarak, önce madde ya da dış dünya problemini ele alır. Ona göre, konuyu metafiziksel bir tarzda, maddi töz problemi tarzında ele almanın ne imkânı ne de yararı vardır. Daha doğru bir deyişle, madde veya cisim söz konusu olduğunda, Hume iki ayrı sorulabileceğini söyler. Bunlardan birincisi gereksiz veya yapay bir soru olarak, “maddenin varolup olmadığı”

sorusudur. Hume, fiziki dünyanın varoluşundan kuşku duymanın psikolojik olarak imkânsız olduğunu öne sürer. Yani sözgelimi hayatımızı idame

ettirebilmek veya akıl yürütebilmek için doğru olduğunu varsaymak zorunda olduğumuz birtakım kabuller vardır; fiziki nesnelerin veya cisimlerin varolduğu kabulü, işte böyle bir kabuldür. Hume, birinci soruyu bu şekilde bertaraf

ettikten sonra, cisim kavramıyla ilgili olarak bütünüyle ampirik bir yorumun mümkün olup olmadığını görmek amacıyla ikinci soruya geçer. Bizi cismin, fiziki nesnelerin varoluşuna inanmaya sevk eden nedenlerle ilgili bu ikinci soruyu iki şekilde ele alır veya soruyu iki alt soruya böler. Zira Hume’u

ilgilendiren şey, sadece bizi cismin varoluşuna inanmaya sevk eden nedenleri göstermek değil, esas olarak bu inancımızı meşrulaştırmak veya

temellendirmektir. . (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.365.)

(8)

Etik Anlayışı

Hume, sadece metafiziğe yönelik eleştirisi, deneyciliği veya ateizmi açısından önem taşımaz; bütün bunlara ek olarak, etik düşünce açısından da çok önemli bir dönüm noktasında bulunur ve bu bağlamda Hobbes’la başlayan İngiliz

etiğinin, modern etik düşüncenin önemli uğraklarından birini oluşturur. Başka bir deyişle, onun önemi sadece liberalizmin etik görüşü olan yararcılık yolunda

vazgeçilmez bir dönemeç olmasından, modern etik düşüncede bireycilikle toplumsallık, özçıkar ile türdeşlerinin iyiliğini isteme ilgisi arasında yaşanan çözülmesi oldukça güç gerilimi bütün çıplaklığıyla ortaya koymasından

kaynaklanmaz. Fakat aynı zamanda, bütün modern ve Aydınlanmacı eğilimleri olanca açıklığıyla ortaya koymasından, değerin olgudan türetilemeyeceğine dair argümanından, etiği bilimsel terimlerle açıklamaya kalkışmasından kaynaklanır.

(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.367.)

(9)

Hume’un ahlaklılık olgusuna bilimsel bir açıklama getirmeyi amaçlayan etik teorisi, her şeyden önce İlk ve Ortaçağ’a özgü bir yaklaşımın, teleolojik dünya görüşünün belirlediği bir sonucun reddedilmesiyle başlar. Başka bir deyişle, Hume’un Aydınlanmacı veya modernist görüşünün çok önemli bir diğer unsuru da onun olandan veya olgudan olması gerekene ya da değere yapılan geçişe ve dolayısıyla, nesnel ahlaki değerlerin ya da koşulsuz bir biçimde buyuran ilkelerin var olduğu görüşüne yönelik şiddetli itirazıdır. Hume olgudan değere geçmenin imkânsızlığını ifade ederken, ahlak filozofunun alışılmış akılyürütme tarzıyla işe başlayıp, örneğin Tanrının varoluşunu kanıtlayacak veya insan

toplumunun özelliklerini alt alta sıralayacak şekilde, belli bir süre boyunca olgu yolunu izlediğini, fakat bir süre sonra aniden olandan olması gerekene geçtiğini söyler. Başka bir deyişle o, örneğin “Tanrı yaratıcımızdır” önermesinden

“Tanrıya itaat ya da ibadet etmemiz gerekir” önermesine geçmektedir. Ona göre, ahlak filozofu bu yeni ilişki veya kural koyan son önermenin nasıl olup da kendisinden tümüyle farklı bir önermeden çıkarsanabildiği hakkında hiçbir

açıklama getirmiştir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.368.)

(10)

Duygudaşlık Hume, işte bu bağlamda, amaçların seçimi ve belirlenmesi, etikte bireycilikten toplumsallığa, “birinci-şahsın-bakış-açısından, üçüncü-şahsın-

bakış-açısına”, duygucu ve doğalcı bir etik anlayışından yararcı bir etik görüşüne geçebilmek için bütün duygu ve duygulanımları kapsayan genel

şemsiye terim olarak “tutkulardan”, özellikle de “dolaylı tutkular”dan söz eder.

Buna göre, tutkuları önce, birincil yani dolayımsız olarak, bir içgüdü ya da doğal tepkiden doğan tutkular ve ikincil yani önceki haz ve acı izlenimlerine dayanan tutkular olarak ikiye ayıran Hume, ikincil tutkuları da daha sonra, doğrudan ve dolaylı tutkular olarak ikiye böler. Bunlardan bireyi topluma bağlamak suretiyle, toplumsal yaşamda merkezi bir rol oynayan dolaylı tutkuların kökeninde gurur ve tevazu duyguları bulunmaktadır. Ona göre, kendileriyle gurur duyduğumuz nitelikler aynı zamanda başkalarının

hayranlığını aradığımız nitelikler olduğu için gurur ve tevazu çifti, sevgi ve nefret çiftine doğru açılım kazanır; başka bir deyişle, kendimizde gurur

duyduğumuz şeyler başkalarına ait şeyler olarak takdim edildikleri takdirde, sevgimizin nesnesi olup çıkarlar. Bu durumun bir sonucu olarak da kendimize ilişkin gururdan bir başkasıyla karşılıklılık içeren sevgiye geçeriz. (Ahmet

Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.369.)

Referanslar

Benzer Belgeler

Kartezyenizmin Arşimet noktasını ya da modern felsefenin temelini meydana getiren bu öncüle göre, biz sadece zihin hallerimizin dolayımsız bilgisine erişirken, yalnızca

Hume's writings on ethics began in the Treatise and were refined in his An Enquiry Concerning the Principles of Morals (1751). His views on ethics are that "moral decisions

İkinci olarak, 1 atm basınçta elde edilen değerlere oranla, doymuş sıvının özgül hacmi daha büyük, doymuş buharın özgül hacmi ise daha küçük olacaktır.. Başka

yeridir. Burası gelişerek dışarıya çıkıntı j da yapabilir. Girişin öteki yanındaki bir merdivenle, aşağı yukarı 160 — 180 cm. yükseklikteki oturma yerine çıkılır.

Ayak Bileği: Ayağın arkaya doğru inklinasyonu nedeniyle hafifçe plantar flexiyondadır.. DÜZ

Dersin Amacı XVIII.Yüzyıl, Fransız Edebiyatında felsefi bir dönemdir.Büyük Fransız Devrimi’nin oluşmasında emeği geçen önemli düşünür ve

Yazılı yirmi kasımda ………..…..… kasımın son haftasında yapılacak. anlamdaş kelimeler vardır. Mantar toplarken dikkatli olmalıyız ……….. zehirli

Orada dünya başladı, gök gürlemeleriyle, alevlerle, karanlıkla; sonra hareket son buldu ve bana beni uzatan eklemli uzuvlar hafifçe havaya kalkarak ben olan şeyi