DAVID HUME
Basit ve Kompleks İdeler
Hume idelerle izlenimler arasındaki ayrımını, gerek izlenimlere ve gerekse idelere uygulanan basit-kompleks ayrımıyla destekler. Bu ayrıma göre, basit ideler, kendilerinde ayrım ya da bölünme kabul etmeyen idelerdir. O, bu idelere örnek olarak bir elmanın kokusunu, tadını ve rengini verir. Zihnin bu basit
idelerden, birtakım entelektüel işlemler yoluyla soyut ve kompleks idelere yükseldiğini öne süren Hume’da basit ve kompleks ayrımı, sadece bütün
idelerimizin izlenimlerden doğduğu tezini doğrulamaya değil, fakat bir yandan da insan zihnin yaratıcı işlemlerini açıklamaya yarar. Buna göre, insan zihni
izlenimlerin oluşumunda bütünüyle pasif ve alıcı durumdadır, oysa, özellikle muhayyile boyutuyla, kompleks idelerin oluşumunda yaratıcı ve kurucu bir rol oynar. İnsan zihni öte yandan, kompleks idelerini basit bileşenlerine ayırabilir.
(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.358.)
Hume mevcut izlenim ve idelerden yeni, kompleks ve soyut idelere geçişi, evrensel birtakım ilkelerle açıklamaya çalışır. Bu ilkelerle kastedilen birtakım
çağrışım yasalarıdır. Pek çok ide ve inancın, kısacası insan zihninin yaratıcılığının kaynağında bulunan bu yasalarla o, aslında insan düşüncesinin birtakım düzenli kalıpları olduğunu anlatmak ister. Bu kalıplar temelde üç tanedir: Benzerlik,
zaman ya da mekân bakımından yakınlık ve nedensellik. (Ahmet Cevizci, Felsefe
Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.363.)
Hume’un insan zihnine veya anlama yetisine ilişkin analizinde üç evrensel ilke veya
çağrışım prensibinden, hepsi de önemli bir rol oynamakla birlikte, “kendisiyle ilgili mevcut izlenimden türetilen güçlü ve canlı bir ide” olarak tanımladığı inançlara geçişte nedensellik ilkesi öne çıkar. Zira çağrışım ilkeleri arasında sadece nedensellik, diğerleri gibi eski bir
ideyi canlandırmak veya bir ideyi daha canlı kılmak yerine, yeni bir inancın oluşumuna, gözlemlenenden henüz gözlemlenmemiş olan bir şeye geçişe imkân verir. Gerçekten de mevcut bir izlenimden canlı ve güçlü bir idenin türetilmesi nedensel bir çıkarım olup, söz konusu çıkarımda, zihin bir duyu izleniminden (veya bellek idesinden) henüz
gözlemlenmemiş bir sonuca geçer. Bu tür bir çıkarımda sonucun öncülün canlılığını ve gücünü bir şekilde paylaştığını bildiren Hume’a göre, “bu ekmektir, öyleyse insanı
besleyecektir” şeklindeki nedensel çıkarım, asla bir kanıtlama düzeyine yükselemez. Çünkü bu tür bir çıkarımda öncülü olumlayıp, sonucu olumsuzlamak bir çelişki meydana getirmez.
Belleğimiz ekmeğin geçmişte beslediği hususunda bizi temin edip, mevcut duyu izlenimlerimiz masanın üzerindeki besinin ekmek olduğunu gösterebilmekle birlikte, ekmeğin geçmişte sergilediği davranışın aynısını gelecekte de sergileyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Burada “doğanın hep aynı eşbiçimli yapıyı sergilediği” veya “düzenli
olduğu” inancının da elbette temellendirmeye çalıştığı argüman ya da çıkarımla aynı yapıya sahip olması ve dolayısıyla, bizi nedensel çıkarıma geri götürmesi nedeniyle bir faydası
dokunmaz. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.363.)
Başka bir deyişle, nedensel çıkarımın sadece insan zihninin bir izlenimden bir inanca geçişi anlamında gündelik hayatımızda değil, fakat bilimin de temelinde bulunduğunu dile getiren Hume’a göre, sorulması gereken soru şudur: Bilimi mümkün kılan bir inanç olarak doğanın düzenliliği inancının mantıksal temelleri nelerdir? Doğabilimlerinde bu türden bir çıkarımı, tekil önermelerden tümel
önermeleri türeten çıkarımı gerekçelendiren şey nedir? Bu soruya, Hume’dan önce verilen geleneksel cevap “nedensel zorunluluğa” işaret etmekteydi. Vuku bulan her olayın onu zorunlulukla meydana getiren bir nedeni olduğuna
inanılmaktaydı. Dahası, 17. yüzyılın büyük bilimsel devrimini yaratan önemli etmenlerden birisi olan yeni bilimsel yöntem de bu inanca dayanmaktaydı ve bilimin, dolayısıyla da bilimsel yöntemin kaydettiği olağanüstü büyük başarılar nedensel zorunluluk inancını her geçen gün daha da güçlendirmişti. Hume işte bu inancı, birbirlerine göre neden ve sonuç diye tanımlanan olaylar arasındaki nedensel bağıntı fikrini, nedensellik idesini, yine kaçınılmaz bir biçimde
“izlenimi olmayan ide olamayacağı” ilkesini temele alarak, incelemeye koyulur.
(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.363.)
Yeni inançları çıkarsamanın, mevcut izlenim ya da algılardan yeni idelere
geçmenin aracı olarak nedensellik ilkesini ancak alışkanlığa indirgemek suretiyle açıklayabilen Hume, bilgiye kaçınılmaz olarak bir sınırlama getirmek durumunda kalır. Bu sınırlamayı ise, bilginin veya anlamlı bütün önermelerin iki ayrı
kategoriden biri ya da diğerine girmesi gerektiğini bildiren ünlü Hume Çatalı’yla ifade eder. Onun iki bilgi türü arasında bir ayırım yapan ve bilgimizin bütün
içeriğini meydana getiren söz konusu çatalına göre, biri ide ilişkileriyle, diğeri de olgu sorunlarıyla ilgili olan iki ayrı bilgi türü vardır. Bunlardan ide ilişkileriyle ilgili olan bilgi, doğruluk ya da yanlışlıklarına bütünüyle entelektüel olarak, yani
ampirik gözlem hiç söz konusu olmadan karar verilebilen önermelerden meydana gelir. Dünyaya dair bilgimizi artırmayan söz konusu analitik bilgi türü, öyleyse, a priori önermelerden meydana gelir. Ona göre, geometrinin, cebir ve aritmetiğin bütün önermelerinin, bütün totolojilerin bu kategori içinde değerlendirilmesi
gerekir. Bunlar olduklarından başka türlü olamayan ilişkileri dile getirdikleri,
olumsuzlamaları mantıksal açıdan imkânsız ilişkileri ifade ettikleri ve dolayısıyla,
bir çelişki meydana getirdikleri için zorunlu önermelerdir. Bu önermeler ayrıca ve
dolayısıyla, apaçık ve kesin olan önermelerdir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say
Yayınları, 2009, s.364.)
Varlık Felsefesi Hume, bilginin sınırlarını gözler önüne serme veya anlamlı konuşma alanını daraltma veya bilginin imkânsız olduğu alanları gösterme genel stratejisinin bir parçası olarak, önce madde ya da dış dünya problemini ele alır. Ona göre, konuyu metafiziksel bir tarzda, maddi töz problemi tarzında ele almanın ne imkânı ne de yararı vardır. Daha doğru bir deyişle, madde veya cisim söz konusu olduğunda, Hume iki ayrı sorulabileceğini söyler. Bunlardan birincisi gereksiz veya yapay bir soru olarak, “maddenin varolup olmadığı”
sorusudur. Hume, fiziki dünyanın varoluşundan kuşku duymanın psikolojik olarak imkânsız olduğunu öne sürer. Yani sözgelimi hayatımızı idame
ettirebilmek veya akıl yürütebilmek için doğru olduğunu varsaymak zorunda olduğumuz birtakım kabuller vardır; fiziki nesnelerin veya cisimlerin varolduğu kabulü, işte böyle bir kabuldür. Hume, birinci soruyu bu şekilde bertaraf
ettikten sonra, cisim kavramıyla ilgili olarak bütünüyle ampirik bir yorumun mümkün olup olmadığını görmek amacıyla ikinci soruya geçer. Bizi cismin, fiziki nesnelerin varoluşuna inanmaya sevk eden nedenlerle ilgili bu ikinci soruyu iki şekilde ele alır veya soruyu iki alt soruya böler. Zira Hume’u
ilgilendiren şey, sadece bizi cismin varoluşuna inanmaya sevk eden nedenleri göstermek değil, esas olarak bu inancımızı meşrulaştırmak veya
temellendirmektir. . (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.365.)
Etik Anlayışı
Hume, sadece metafiziğe yönelik eleştirisi, deneyciliği veya ateizmi açısından önem taşımaz; bütün bunlara ek olarak, etik düşünce açısından da çok önemli bir dönüm noktasında bulunur ve bu bağlamda Hobbes’la başlayan İngiliz
etiğinin, modern etik düşüncenin önemli uğraklarından birini oluşturur. Başka bir deyişle, onun önemi sadece liberalizmin etik görüşü olan yararcılık yolunda
vazgeçilmez bir dönemeç olmasından, modern etik düşüncede bireycilikle toplumsallık, özçıkar ile türdeşlerinin iyiliğini isteme ilgisi arasında yaşanan çözülmesi oldukça güç gerilimi bütün çıplaklığıyla ortaya koymasından
kaynaklanmaz. Fakat aynı zamanda, bütün modern ve Aydınlanmacı eğilimleri olanca açıklığıyla ortaya koymasından, değerin olgudan türetilemeyeceğine dair argümanından, etiği bilimsel terimlerle açıklamaya kalkışmasından kaynaklanır.
(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.367.)
Hume’un ahlaklılık olgusuna bilimsel bir açıklama getirmeyi amaçlayan etik teorisi, her şeyden önce İlk ve Ortaçağ’a özgü bir yaklaşımın, teleolojik dünya görüşünün belirlediği bir sonucun reddedilmesiyle başlar. Başka bir deyişle, Hume’un Aydınlanmacı veya modernist görüşünün çok önemli bir diğer unsuru da onun olandan veya olgudan olması gerekene ya da değere yapılan geçişe ve dolayısıyla, nesnel ahlaki değerlerin ya da koşulsuz bir biçimde buyuran ilkelerin var olduğu görüşüne yönelik şiddetli itirazıdır. Hume olgudan değere geçmenin imkânsızlığını ifade ederken, ahlak filozofunun alışılmış akılyürütme tarzıyla işe başlayıp, örneğin Tanrının varoluşunu kanıtlayacak veya insan
toplumunun özelliklerini alt alta sıralayacak şekilde, belli bir süre boyunca olgu yolunu izlediğini, fakat bir süre sonra aniden olandan olması gerekene geçtiğini söyler. Başka bir deyişle o, örneğin “Tanrı yaratıcımızdır” önermesinden
“Tanrıya itaat ya da ibadet etmemiz gerekir” önermesine geçmektedir. Ona göre, ahlak filozofu bu yeni ilişki veya kural koyan son önermenin nasıl olup da kendisinden tümüyle farklı bir önermeden çıkarsanabildiği hakkında hiçbir
açıklama getirmiştir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.368.)