DAVİD HUME
Aydınlanma düşüncesinin en yetkin, en önemli temsilcisinin kim olduğu sorulsa, en önde gelen birkaç isimden biri, kesinlikle Hume olurdu. Geleneğe yönelik
yıkıcı ve geleceğe dönük kurucu tavrıyla; yani özellikle dine ve metafiziğe
yönelik septik ve eleştirel yaklaşımı, bilimciliği, liberalizmi ve ahlakı duygulara bağlayan anlayışıyla, gerçekten de Aydınlanmanın kesinlikle en kusursuz
temsilcisidir. Fakat aslında Hume, modern felsefeye Descartes’tan beri içkin hale gelen öncül ve kabullerin mantıksal sonuçlarını çıkarsamaktan başka bir şey
yapmamıştır. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.361.)
Hume her şeyden önce Kartezyen felsefenin başlangıç öncülünü veya cogitoyu, felsefenin dışarıdan değil fakat içeriden hareketle kurulması gerektiği
düşüncesini temele alıp, buradan çıkan mantıksal sonuçları tam bir açıklık içinde gözler önüne sermiş, hatta hayata geçirmiştir. Kartezyenizmin Arşimet noktasını ya da modern felsefenin temelini meydana getiren bu öncüle göre, biz sadece zihin hallerimizin dolayımsız bilgisine erişirken, yalnızca zihinsel içeriklerimizle ilgili olarak bir kesinlik içinde olabiliriz; söz konusu temelci bakış açısına göre, felsefeye veya felsefe yapmaya işte bu temelden, yegâne kesinlik merkezinden başlamak gerekir. Nitekim başta Descartes olmak üzere bütün 17. yüzyıl
filozofları, bu durumun bir sonucu olarak zihinden hareket etmiş ve sonra da
zihin içeriklerinden, hepsi de bir şekilde nedensellik ilkesine dayanan birtakım
argümanlar kullanarak, onların dışsal karşılıklarına yani bilinç akışından dış
gerçekliğe geçmişlerdir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009,
s.361.)
Hume işte söz konusu geçişi mümkün kılan ve bir şekilde apaçık olduğuna inanılan nedensellik ilkesini, “düşüncelerimiz de dahil olmak üzere, her şeyin bir nedeni olması gerektiğini” bildiren ilkeyi eleştirel incelemeye, felsefi
sorgulamaya tabi tutan ilk kişidir. O bu incelemenin sonunda, nedenselliğin mantıksal bir zorunluluk olmayıp, insani bir alışkanlık olduğunu ortaya koyar.
Bir dış dünyanın varoluşuna beslenen inanç, akıl yoluyla, insanın akılyürütme kapasitesine müracaat etmek suretiyle temellendirilebilir olan bir şey değildir.
Biz dış dünyanın var oluşuna inanıyoruz, daha doğrusu inanmadan
yapamıyoruz fakat bunu kanıtlamak Hume’a göre imkânsızdır; o, “iyi ki
solipsist olan pek kimse yok çevremizde, olsaydı eğer, böylelerini çürütmek de
kesinlikle imkânsız olacaktı” diyebilmiş biridir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi,
Say Yayınları, 2009, s.361.)
Buna göre, sırasıyla
(i)
bizim sadece algılarımızın var oluşunun bilgisine veya dolayımsız bilincine sahip olduğumuzu;
(ii)
bir algının var oluşundan başka herhangi bir şeyin var oluşuna yapılacak bir çıkarımı rasyonel veya mantıksal olarak temellendirmenin imkânsız
olduğunu;
(iii)
algılarından birtakım çıkarımlar yapan biz insanların başka türlü
davranamayan hayvanlar olduğumuzu söyleyen baştan sona olumsuz ve eleştirel birinci adım veya hareketinde;
Hume, bütün akılyürütmelerimizin temelinde yalnızca birtakım önkabuller
bulunduğunu gösterirken, kendisine din ve metafiziği esas hedef yapmıştır. Ona göre, din ve metafizik, gerçek bir Aydınlanmadan söz edilebilmesi için aleve
atılıp yakılmaları gereken çerçöp yığınına, aşılmaları gereken engeller bütününe
tekabül etmektedir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, ss.361-
362.)
Bilgi
Hume deneyciliğinin yarattığı tüm güçlüklere rağmen, bilgiden kesin olanın
bilgisini anlar ve onu, gözden geçirilebilen, kesinlikten yoksun olgusal inançları ifade eden “olasılığın” karşısına geçirir. Gerçek anlamıyla bilgi, Hume’da sırasıyla (i) mevcut duyu-izlenimleriyle,
(ii) duyu yoluyla algılanan nitelikler arasındaki ilişkilerle ilgili “sezgiler”
(iii) belirli “ide ilişkileri”yle sınırlanır.
Hume işte ampirisizmini, bu genel çerçeveye uygun olarak “zihnin bütün
malzemesini izlenim veya algılardan kazandığını”, “izlenimi olmayan ide
bulunmadığını” söyleyerek ifade eder. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say
Yayınları, 2009, s.362.)
İdeler ve İzlenimler Hume söz konusu bilgi görüşünü ortaya koyabilmek için bir ideler teorisi oluşturur. İdeler teorisi, aslında onun terminolojisini kullanacak olursak, bir “algılar teorisi”ne karşılık gelir. Algılar duyumları, tutkuları ve duyguları ihtiva eder. Belli bir anda soğuk nedeniyle titreme, bir nesneyi
duyumlama, veya kızgınlık hissetme, birer algı örneği olarak karşımıza çıkar.
Canlı ve güçlü olan bu algılara Hume, “izlenim” adını verir. İkinci bir algı
türünden daha söz eden Hume, bizim üşümek veya titremek dışında, üşümeyle ilgili düşünceler oluşturabileceğimizi, soğuk bir yerde yaşama üzerine plânlar yapabileceğimizi belirtir. O, bu ikinci türden algılara “ideler” adını verir. Ona göre, insan zihninin bütün algıları, ideler ve izlenimler olarak ikiye ayrılır.
(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.362.)