• Sonuç bulunamadı

T.C. ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "T.C. ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

T.C.

ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ

Dönem Ödevi

FUZÛLÎ’NİN ‘SU KASİDESİ’ ADLI ESERİNİN BİRİNCİ (1) BEYTİNİN ŞERHİ

Hazırlayan 19020954-Âkif Hakkı ÖZKAN

Danışman

Dr. Öğr. Üyesi Muhammed İkbâl GÜLER

Samsun-2021

(2)

2 Giriş:

Türk edebiyatının tarihî seyrini incelediğimizde, İslâmiyet’in kabulünden itibaren aşamalar halinde farklı bir döneme evirildiğini ve gelişim gösterdiğini görmekteyiz. Bu dönem, edebiyat tarihçileri tarafından ‘’Klasik Türk Edebiyatı, Dîvân Edebiyatı, Yüksek Zümre Edebiyatı…’’ vb. isimler ile nitelendirilmektedir. Nitekim bu dönemde Türk edebiyatı İslâmiyet’in de etkisiyle beraber dil, üslup, şekil, muhteva gibi birçok hususta değişiklikler yaşamış, yeni bir edebî felsefeye kucak açmıştır. Bu edebî felsefe XIII. yüzyıldan başlayarak XIX.

yüzyılın başlarına kadar etkisini göstermiş ve bu minvalde eserler neşredilmesine sebep olmuştur.

Klasik Türk Edebiyatı’nı beslendiği kaynaklardan hareketle, sınırları çizilmiş belli bir alanda ele almak oldukça zor ve meşakkatli bir iştir. Nitekim bu dönem edebiyatı ilk başlarda Arabî ve Farsî unsurların hâkimiyeti altında gibi gözükse de ilerleyen sürçte mutlak özgünlüğü yakalayacak, hatta Arabî ve Farsî edebiyatların önüne geçecektir. Bu özgünlük XVI. yüzyılda yakalanmıştır. Geçen üç asırlık süre zarfında Klasik Türk Edebiyatı, ekilen tohumların sağlıklı ve verimli bir şekilde yetiştirilebilmesi için bir deneme ve uygulama sürecinden geçmiştir. Bu süreçte Farsî şâirlerin etkisi altında olan Türk şuarâsı, onlardan aldıkları şekilleri, türleri, temleri ve kaynakları ustaca işlemeyi öğrenmiş ve kendine has bir üslup ile yorumlamayı bilmiştir. XVI.

yüzyıla gelindiğinde ise üç asırlık tecrübenin bir sonucu olarak Klasik Türk Edebiyatı, özgün bir üslup ile eşsiz eserlerin verildiği bir gül bahçesi haline gelmiştir. Bu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin daha da gelişmesi ve güçlenmesiyle şiirdeki özgün ilerleyiş hızlanmıştır. Anadolu toprakları, bir ilim ve edebiyat merkezine dönüşmüştür. Farsî şâirlerin etkileri sürmekle birlikte artık Fuzûlî, Hayalî Bey, Bakî gibi şiire yön veren ve Türk şâirlerince örnek alınacak şiir ustaları yetişmiştir.

Bu yüzyıl şiiri, aruzun kullanılışındaki ustalık ve şiir tekniğinde erişilen mükemmellikle, dıştaki ahengiyle en parlak ve olgun devrini yaşamış; artık büyük şâirlerin elinde kusursuz ve ustaca kullanılan bir Türk aruzu oluşturulmuştur.

XVI. yüzyılı şâir Padişahlar devri olarak da nitelendirmek yanlış olmayacaktır.

Bilindiği üzere II. Murad (Murâdî) ile başlayan şâir Padişahlar silsilesi Fatih Sultan Mehmed (Avnî), II. Bayezid (Adlî), Yavuz Sultan Selim (Selimî), Kanuni Sultan Süleyman (Muhubbî), II.

Selim (Selimî), III. Murad (Muradî) olarak devam etmiştir. Padişahların şiire ve beraberinde ilime olan ilgisi, siyasî ve sosyal düzenin sınırlarını genişletmiş, fetih politikası ile gidilen topraklardan, maddî kazancın yanı sıra mânevî kazancın da elde edilmesine olanak sağlamıştır. Bu mânevî kazanç elbette ki devletin ilmî temeller üzerinde yükseltilmesi ve itibarının arttırılmasıdır. Bu minval üzere dönem Padişahları, devrin önemli şâirlerini ve ilim adamlarını bir araya getirmeyi arzulamış, seferlerden artakalan zamanlarını sohbet ve musiki meclislerinde geçirmişlerdir.

Mevzûyu daha da somut bir hale getirecek olursak: Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Zaferi’nden sonra bin kadar ilim ve sanat erbabını Tebriz’den İstanbul’a naklettirmiştir. Bunların çoğunu Şah İsmail’in Horasan’dan Tebriz’e taşıdığı Türk asıllı sanatkârlar oluşturmaktaydı. Yavuz ayrıca Mısır’ı fethettikten kısa bir müddet sonra kendisine teslim olan Abbasî halifesi III. El- Mütevekkil al-Allah’ı Mısır’ın birçok âlim, sanatkâr ve önemli şahsiyetleri ile beraber İstanbul’a göndermiştir. Yavuz’un bu hareketlerinden Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’u İslâm ilimleri ve sanatlarının en önemli merkezi hâline getirmek istediği, aynı zamanda Osmanlı bilim ve şiirine ivme kazandırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Ayrıca sanattan anlayan ve seven Yavuz’un bu davranışında, rakiplerinin sanat gücünü zayıflatma düşüncesi olduğu da muhakkaktır (ŞENTÜRK-KARTAL, 2019, s. 189).

Buradan hareketle, saray çevresinde toplanan şuarânın hem kendilerine ihsanda bulunan Padişaha hürmetini göstermesi hem de hünerlerini sergilemesi amacıyla belli dönemlerde ekber-i huzura dîvânlarını sunduklarını söylemek yerinde olacaktır. Dîvân tertibi gereği

(3)

3 mukaddimeden hemen sonra kasideler yer alır. Şâir, kaside bölümünde Allah’a, Hz. Muhammed’e (s.a.v), dört halifeye, din büyüklerine, Padişaha vd. yüksek mevki sahiplerine birbirinden özel beyitler kaleme alır. Nitekim bu beyitler şâirin duygularını, düşüncelerini özenle ve samimiyetle işlediği hurûfatlardan oluşur. Bu kasidelerin içerisinde hem Padişah hem de şâir için Peygamber sevgisinin anlatıldığı na’t kısmı ayrı bir öneme sahiptir. Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra bu dinin sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) vesilesiyle bizlere ulaştığını ve onun ebedî önder olarak kabul edildiğini benimsemiş, yüreklerine silinmez bir şekilde kazımışlardır.

Bu anlayışla günümüze kadar Peygamber sevgisi ayrı bir öneme sahip olmuş, bu sevgiyi işleyen binlerce eser neşredilmiştir. İskender PALA ‘’Su Kasidesi’’ adlı eserinde, kasideler içerisinde yer alan bu bölümü şu sözler ile dile getirmiştir: ‘’Na’t, bir şâirin Efendiler Efendisi’ne karşı sevgisini anlattığı, hiç gösteriş ve kibre kapılmadan samimî duygularla yazdığı şiir türüdür. Bu nedenledir ki na’tlarda şâirin dili diğer şiirlerden daha güzel, samimî ifadelerin ihtişamı ön plânda durur.

Onun şefaatini umarak ve hiçbir dünya menfaati gözetmeden yazılan na’tların üslûp ve sanatla yoğrulmuş olması da ayrıca onlara güzellik katar. Bu yüzden şâirler na’t yazma konusunda hiç ihmalkâr davranmamış, bilâkis içlerinden ‘Na’tî’ mahlâsını kullanarak na’t mecmuaları oluşturanlar da çıkmıştır’’ (PALA, 2018, s. vii). PALA, yine aynı adlı eserinde şu çıkarımlarda bulunmuştur: ‘’… Türk edebiyatında kaside biçiminde yazılmış na’tların en muhteşem örneği Fuzûlî’nin ‘Su Kasidesi’ dir. Her beytinin sonunda redif olarak su kelimesi tekrar edildiği için Su Kasidesi adıyla anılan bu müstesna kaside, toplam 32 beyit olup, şiirin rotasını nazirelerin belirlediği bir edebiyatta, türünün yegâne örneği olarak taklit bile edilememiştir. Fuzûlî, yaşadığı Bağdat havalisinde, Dicle’nin Medine istikametine akışından etkilenerek, bir aşka dönüşen Peygamber sevgisini, tıpkı uçsuz bucaksız çöl iklimlerinde dudakları çatlayacak derecede su hasreti çeken bir susuzun özlemiyle anlatmış ve su, bu şiirde bir aşkın adı oluvermiştir. Onun ayağının tozunu başına taç edinen bir ulusun çocuğu olarak Fuzûlî belki de bütün bir Türk varlığının derin aşkını terennüm etmiş, şiiri yüzyıllarca ağlanarak okunmuştur’’ (PALA, 2018, s.

viii). Bu minval üzere biz de kaleme alacağımız bu çalışmamızda Su Kasidesi’nin birinci(1) beytini şerh etmeye gayret sarf edeceğiz. Şerhe geçmeden evvel bu güzel ve eşsiz eseri kaleme alan Fuzûlî’den kısaca bahsetmenin faydalı olacağız kanaatindeyiz.

FUZÛLÎ

İskender Pala’nın ‘’…her yönüyle aşkı anlatan adam…’’ (PALA, 2018, s. ix) olarak tarif ettiği Fuzûlî’nin hayatı hakkındaki bilgiler oldukça kısıtlıdır. Günümüzde onunla ilgili elde bulunan bilgilerin çoğu şuara tezkireleri ve eserlerinden çıkarılanlara dayandırılmaktadır. Asıl adının Mehmed, babasının adının Süleyman olduğu bilinmekle beraber hangi tarihte ve nerede doğduğu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Mevcut kaynaklar onun Bağdat civarında doğduğunu kaydederse de belli bir yer üzerinde birleşemezler. Latîfî, Ahdî, Sâm Mirza, Âlî Mustafa ve Âşık Çelebi, bazı şiirlerinde geçen “Bağdâdî” ifadesinden ve genellikle Fuzûlî-yi Bağdâdî diye anılmasından hareketle onun Bağdat’ta doğduğunu söylerler. Kınalızâde Hasan Çelebi’ye göre Hille’de, Riyâzî’ye göre de Kerbelâ’da dünyaya gelmiştir. Ancak şâirin bizzat kendisinin Türkçe dîvânında birkaç yerde Bağdat’ı “diyâr-ı gurbet” sayması, Sâdıkī-i Kitâbdâr’ın ondan bahsederken, “İbrâhim Han hizmetinde Bağdat’a varıp” ifadesini kullanması doğum yerinin Bağdat dışında bir yer olduğuna delil sayılmıştır. İbrâhim Dakūkī ise şâirin eserlerinde kullandığı bazı kelimelerden hareketle onun Kerkük veya dolaylarında doğduğunu ileri sürer. Bütün bu ihtimaller arasında, özellikle Türkçe ve Farsça dîvânlarının mukaddimelerinde yer alan ifadelerle bir kısım şiirleri dikkate alınarak Kerbelâ’da doğmuş olacağının gerçeğe daha yakın bulunduğu söylenebilir (KARAHAN, 1996). Doğum yeri gibi doğum tarihi de muallakta olan Fuzûlî’nin kendi sözü olan ‘’menşe ve mevlidim Irak’’ ibaresinin Ebced karşılığı olan 888/1483 tarihi son yıllarda kabul görmüştür (ŞENTÜRK-KARTAL, 2019, s. 182). Yine Ahdî’nin bildirdiğine göre

(4)

4 şâir, 1556’da Kerbelâ’da bir veba salgınında ölmüş, Kerbelâ’da, İmam Hüseyin’in türbesi karşısında, yüzyıllardır bir evliya türbesi gibi ziyaret edilen mezarına gömülmüştür (İPEKTEN, 2018, s. 30). Fuzûlî menşe itibariyle, Akkoyunlular devrinde ve bu hânedanın idaresi altında Irâk- ı Arab adı verilen bölgede yaşayan Akkoyunlu Türkmenleri’nin Bayat boyundandır. Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’nde bulunan bir Hadîkatü’s-suadâ yazmasının ketebesindeki kayda göre “Tatar asıllı” olduğu şeklindeki ifadenin “Türk” anlamında kullanıldığı tahmin edilmektedir (KARAHAN, 1996).

Fuzûlî’yle ilgili tartışmalı konulardan biri de şâirin mezhebiyle ilgilidir. Köprülü’ye göre, Şiîliğin en kuvvetle hükümran olduğu bir sahada yetişen Fuzûlî’nin Şia-yı İsnâ Aşeriyye mezhebine mensup olduğunu gösteren pek çok delil bulunmaktadır. Ancak aynı bölge Sünnî Osmanlı’nın hâkimiyeti altına girdikten sonra, şâirin şiirlerindeki şiî temayülleri hissedilmeyecek kadar azalmıştır (KÖPRÜLÜ, 2006, s. 175). Üstelik şâir, Sünnî Padişaha ve devlet adamlarına kasideler sunmuştur. Ancak Kanunî, kasidelerinde Şiî imamlarını metheden, babası Yavuz Selim’e meydan okuyan Şah İsmail Safevî’ye mesnevi ithaf edip şiirler yazan, Safevî emirlerinden İbrahim Han’ı şiirlerinde göklere çıkaran Fuzûlî’ye iltifat etmemiş, kıymetli şâirlere gösterdiği ilgiyi ona göstermemiştir.1 Fuzûlî’nin Osmanlı devlet ricaline yazdığı kasidelerde, kendisini Şiî diye karalamak isteyenlerden şikâyet etmesi de şairin aleyhinde yapılan propagandanın başarılı olduğunu göstermektedir (MAZIOĞLU, 2011, s. 123) (AKCAN, 2021, s.

132). Benzer bir propaganda da Şiî çevrede yapılmış, Fuzûlî, Sünnî Padişaha ve devlet adamlarına kasideler sunduğu için yaşadığı Şiî çevrede kınanmış; Necefli Seyyid Muhammed’e yazdığı kasideden anlaşıldığına göre, bu yüzden atebât-ı aliyyeden aldığı maaş bir süre kesilmiş, daha sonra yeniden bağlanmıştır. Ayrıca Şâir bu kasidede bağnaz halkın zulmünden uzak kalabilmek için uzlet köşesine çekildiğini, Frenk diyarına gidip Hristiyanlığın alameti olan zünnar bağlanırsa buna şaşılmamasını söyleyecek kadar Müslüman halktan usanmıştır (MAZIOĞLU, Fuzûlî, 1986, s. 14).

Şairin mahlası olan Fuzûlî kelimesi, hem “kendini ilgilendirmeyen işlere karışıp lüzumsuz sözler söyleyen kimse”, hem de “yüce, üstün, erdemli” anlamına gelmektedir. Şair bu mahlası niçin seçtiğini Farsça dîvânının önsözünde şu şekilde açıklamaktadır: “Şiire başlarken günlerce bir mahlas almak yolunda düşündüm. Seçtiğim mahlasa bir müddet sonra bir ortak çıktığı için bir başka mahlas alıyordum. Nihayet benden önce gelen şairlerin ibareleri değil mahlasları kapıştıklarını anladım. Karışıklığı ortadan kaldırmak üzere Fuzûlî mahlasını seçtim.

Bu adı kimsenin sevmeyeceğini ve bu sebeple almayacağını tahmin ettiğim için adaşlık endişesinden kurtuldum. Ayrıca ben, Allah’ın inâyetiyle bütün ilim ve fenleri nefsinde toplamış bir insan olarak geçiniyordum. Mahlasım bu amacı da içine alır” (KARAHAN, 1996). Fuzûlî, Şark-İslâm medeniyetinin hüküm sürdüğü coğrafyalardaki duygu, düşünce, iman, kültür, dil, tarih ve sanat değerlerini kendi şiirinde ve nesrinde toplamak gibi, engin sanat kudreti göstermiş yüksek kültürlü bir şâirdir (ERTUĞRUL, 2008, s. 4). Türkçe Dîvân’ının ön sözünde eğitim hayatıyla ilgili bilgiler verir ve bu süreçle ilgili deneyimlerini anlatır. Gittiği okul ve eğitim ortamı, LM’da tasvir ettiklerine çok benzer; küçük yaşta okula başlayan Fuzûlî, burada âşıkâne şiirler okuyup yazdıklarını, bu şiirlerle tanınmaya başladığını söyler. Şiir yazmayı çok önemseyen Fuzûlî, iyi şiir yazabilmek için iyi bir eğitim sürecinden geçmesi gerektiğini anlar ve hayatının bir bölümünü ilim öğrenmeye adar2 (İPEKTEN, 2018, s. 28) (AKCAN, 2021, s. 128-129). Ahdî, Fuzûlî’nin

1 Fuzûlî, bir Safevî şâiri olarak yaşadığı dönemde (1508-1534) Osmanlı ülkesini “kâfiristân” diye anmış, Şah’ın valisi İbrahim Han’a yazdığı kasidede Osmanlı için “âlâyişlü kâfir leşkeri” ifadesini kullanmıştır (İNALCIK, 2019, s. 52).

2 İsyan sayfalarına kara yazılar yazan aciz Fuzûlî, halini şöyle bildirir: ‘’Vücudumun sandalı yaradılış yelkeninin yardımıyla çocukluğun deryasından olgunluğun sahiline ulaştı; çılgınlık ateşi, aşk ve arzu rüzgârının etkisi ile

(5)

5 astronomi ve matematikte ileri düzeyde bilgi sahibi olduğunu, oldukça başarılı ve zeki, aynı zamanda neşeli ve hoşsohbet biri olduğunu söyler (GİBB, 1999, s. 61) (AKCAN, 2021, s. 129).

Fuzûlî, Arapça, Farsça ve Türkçe gibi devrinin en büyük üç dilini anadili ölçüsünde bilmekteydi. Bunlardan biri, onun mukaddes dil bildiği, Kur’an dili, ilim dili, Arabî idi. Diğeri bir kuşdili ahenginde olduğuna inandığı, büyük edebiyat ve tasavvuf dili Farisî idi. Üçüncüsü, sanatını ve ömrünü ona vakf edercesine yükselmesi ve güzelleşmesi için çalıştığı Türkçeydi.

Dillerin sınırları olmadığından, Fuzûlî’nin kullandığı dili herhangi bir şiveye mal etmek veya coğrafî sınırlar içine sıkıştırmak mümkün değildir. Fuzûlî’nin eserleri, Türk-İran sınırı boyunca konuşulan ve modern İran’ın kuzeybatı köşesinde yer alan Azerbaycan’ın konuştuğu Azerbaycan Türkçesidir. Osmanlı Türkçesi ve Orta Asya Çağataycası arasında yer alan, Osmanlı Türkçesiyle daha güçlü benzerlikler gösteren Azerbaycan Türkçesi, aynı zamanda kendine has özellikler barındırır. Bu farklılığın bilincinde olan Fuzûlî, eserlerinde kullandığı dilin Osmanlı ve Çağatay Türkçesinden farklı olduğunu, bu nedenle onu kınamamalarını ümit ettiğini, karma özellikler gösteren diliyle “zurefâ-yı Rûm”a (Osmanlı kibarları) ve “bülegâ-yı Tatar”a (Orta Asya hatipleri) aynı ölçüde hitap edebileceğini düşünür (GİBB, 1999, s. 63) (AKCAN, 2021, s. 130). O, şiire çok saygı duymuş, şâirliği de bir o kadar ciddiye almış bir sanatkârdır. Farsça Dîvân’ının ön sözünde, sözden başka her şeyin geçici olduğunu; “söz”ün bekâsı hakkında söylenecek bir söz olmadığını;

insanın adını ebedî kılacak tek şeyin “söz” olduğunu dile getirir (DOĞAN, 1997, s. 121) (AKCAN, 2021, s. 134). Şiirlerinde belki kendi zamanına kadar hiçbir şâirin kullanmadığı mânâ incelikleri bulunur. Detaylı sözlük anlamlarına yönelik olarak ustaca geliştirilen çağrışımlar ve devrin muteber ilimleri ışığında çözülebilecek anlamlar, onun şiirinin önemli bir cephesini meydana getirir. İlk bakışta sadeliğine bakılarak kolayca anlaşılabilecek gibi görünen şiirleri, derinleştikçe incelen birer sehlimümteni örneği oluşturur (ŞENTÜRK-KARTAL, 2019, s. 182).

Fuzûlî, şiiri ve onun malzemesi olan aşkı, bütün ilimlerden üstün görür; ‘’aşk karşısında ilim bir kıyl ü kâldir; şiir söyleme kabiliyeti ise yaratıcının bir lütfudur; diğer ilimler gibi çalışmayla elde edilebilecek bir değer değildir’’ der. Şiire bunca değer veren ve onu her şeyden üstün gören Fuzûlî’nin en büyük korkusu kıymetli şiirlerin fesada uğratılması ve şâirin ününe leke sürülmesidir. Bu nedenle Allah’tan onu üç kötü gruptan koruması için dua eder; bunlar şiirleri özensiz ve yanlış yazan kâtipler, şiirleri meclislerde gelişigüzel okuyan kabiliyetsiz okuyucular ve şâir olmadığı halde şâirlik taslayarak bu sanata zarar verenlerdir (DOĞAN, 1997, s. 96) (AKCAN, 2021, s. 134). Fuzûlî, filozofça konuşan bir şâir değildir; ancak şiirlerinde bazen insanı düşünmeye sevkeder. Bunda da aşkı terennüm ettiği anlardaki gibi rahat ve samimi olduğu görülür. Fuzûlî, aşkı ve ızdırabı ne denli hissederek işlediyse, varoluşsal meseleler hakkındaki zihinsel ve ruhsal deneyimlerini de o denli hissederek şiirlerine yansıtmıştır (GİBB, 1999, s. 66).

Fuzûlî elbette tasavvuf felsefesinden beslenmiştir; ancak o mutasavvıf bir şâir değildir. Tasavvuf, onun sanatında bir amaç değil, özellikle aşkın tensel boyutundan sıyrılıp yücelmesi için kullandığı düşünsel bir araçtır (AKCAN, 2021, s. 135).

Fuzûlî’nin şiirlerinde aşktan sonra en yoğun işlenen tema rindliktir. Fuzûlî kendisini bazen aşk ülkesinin, bazen de sıkıntı ve kanaat ülkesinin padişahı olarak gösterir. Mal ve makama değer vermeme, dini zahiri yönüyle yaşayan softa ve zahit tipini yerme, meyhane ve şarap gibi rindlik ve kalenderlikle ilgili temaları sıklıkla kullanmıştır. Sultanlardan gelecek yardımı

alevlenip, yakıcı sıcaklığı cana ve yüreğe işledi. Bahtımın gülü hüner kazanma hevesiyle açıldığında, manevi olgunluklar kazanma cevherimin madeni, cennet benzeri bir mekteb gibi idi ve latif bahçesi, bölük bölük gılmanları ile yüce cennetten bir örnek gösteriyordu. Talih ve ikbâlimin yıldızının doğduğu yer, öyle güzel bir mekteb idi ki, mübarek sahası, servi boylu eşsiz güzeller ile insan ruhuna cennet müjdesi veriyordu.” (DOĞAN, 1997, s. 89)

(6)

6 istemediğini, başındaki kanaat tacının ona yettiğini söyler ve ölümsüz kişilerin, ölümlü kişilere el açmasından Allah’a sığınır (MAZIOĞLU, Fuzûlî, 1986, s. 23).

Tanpınar, şiirinin takdir edileceği ve değerinin hakkıyla bilineceği bir çevreden çok uzakta yaşamış olan Fuzûlî’yi, klasik şiirin içinde uzak ve muhtar bir eyalete benzetir (TANPINAR, 2016, s. 148). Köprülü ise onu Türk şiirinin en büyük ismi olarak kabul etmiş ve bunun tartışmasız bir hüküm olduğunu, bu hükmün ise Türk milletinin ortak edebî zevki tarafından verildiğini söyler (KÖPRÜLÜ, 2006, s. 178). Rızayev, Fransızların büyük romancısı Cervantes’in ve İngilizlerin büyük dram yazarı Shakespeare’in çağdaşı olan Fuzûlî’nin, Türk halkları için Dede Korkud, Yunus Emre, Nesîmî ve Nevâyî gibi ortak manevi bir servet olduğunu;

16. yüzyılda ne Doğu’da ne de Avrupa’da Fuzûlî çapında lirik bir şâir olmadığını; Fuzûlî’nin, Doğu edebiyatında Rudekî, Firdevsî, Hayyam, Mevlânâ ve Yunus Emre’nin başlattığı şiirsel devrimin son büyük temsilcisi olduğunu; 16. yüzyıldan sonra bu ülkelerin hiçbirinde Fuzûlî kadar büyük bir şâir yetişmediğini söyler (RIZAYEV, 1996, s. 26). Bu abartı gibi görünen değerlendirmeler, Fuzûlî’nin eserlerinin yayılma serüvenine bakıldığında gerçekçi bir zemine oturtulmaktadır. Nitekim değişik yer ve zamanlarda şiir mecmualarında şiirlerine en fazla rastlanan şâir Fuzûlî’dir. Bu minval üzere, hakkında yapılan çıkarımların ve övgülerin pek de yersiz ve fazla olmadığını belirtmek yanlış olmayacaktır.

Eserleri:

Türkçe Eserleri:

Dîvân

 Leylâ vü Mecnûn

 Hâdis-i Erbaîn Tercümesi

 Sohbetü’l-esmâr

 Hadîkatü’s-suadâ

 Mektuplar Farsça Eserleri:

 Dîvân

 Beng ü Bâde

 Heft-câm

 Enîsü’l-kalb

 Risâle-i Mu’ammeyât

 Rind ü Zâhid

 Hüsn ü ‘Aşk Arapça Eserleri:

 Dîvân

 Matla’u’l-i’tikad

(7)

7 Su Kasidesi’nin Birinci (1) Beytinin Şerhi

1-Metin

1.a-Matbû Metin

1.b-Transkripsiyonlu Metin

Ṣaçma ey göz eşkden göñlümdeki odlare ṣu Kim bu deñlü dutuşan odlare ḳılmaz çāre ṣu

2-Sözlüksel Anlam

Beytin ilk mısrası ‘’sAç-‘’ fiili ile başlamaktadır. Bu fiil Eski Türkçe metinlerinde

‘’dağıtmak, savurmak, serpmek’’ anlamlarında kullanılmıştır. Şâir bu fiili kullanarak bizlere, bir şeyin saçıldığını, dağıtıldığını belirtmek istemiştir. Daha sonra fiile +mA olumsuzluk eki eklenerek sözcüğe olumsuzluk anlamı katılmıştır. Şâir saçılan, dağıtılan bu şeyden memnun olmadığını bizlere anlatmaya başlar. ‘’Ey göz’’ ey, Türkçede sıklıkla kullanılan hitap ünlemlerinden bir tanesidir. Eski Türkçe metinlerinde ay/iy (kapalı e) şeklinde de kullanılmıştır.

Şâir bu ünlemi kullanarak karşısına bir muhatap alma yoluna gitmiş ve seslenişe geçmiştir.

Seslendiği nesne ise görme organımız olan gözdür. Göz, Eski Türkçe Dönemi metinlerinde köz şeklinde kullanılmış, daha sonra k-g ses değişmesi yaşayarak göz şeklinde kullanılmaya başlamıştır. ‘’Eşkden’’ Farsça kökenli bir sözcük olan ‘’eşk’’ in Türkçe mânâsı ‘’göz yaşı’’dır.

Sonuna Türkçe ayrılma durum eki olarak kullanın +dAn eki getirilerek sözcüğe anlam genişlemesi kazandırılmaya çalışılmıştır. ‘’Gönlümdeki’’ Gönül sözcüğü, Türkçenin en eski sözcüklerinden bir tanesidir. Eski Türkçe Dönemi’nde köngül biçiminde kullanılmış, ‘’göğüs, kalp’’ anlamlarıyla somut, ‘’vicdan, nefis’’ anlamlarıyla soyut bir sözcük görevi üstlenmiştir.

Zaman içerisinde k-g ses değişimine uğrayarak göngül daha sonra ise nazal n olarak tabir edilen sesin tekleşerek n biçimini almasıyla gönül biçiminde kullanılmaya devam edilmiştir. Şâir bu gönlün kime ait olduğunu göstermek için de sözcüğü +m 1. TŞİE, +dA BDE, +ki İE ekleriyle çekimli bir hale getirmiştir. ‘’Odlara’’ kadim Türkçenin en eski sözcüklerinden biri de ‘’od’’

sözcüğüdür. ‘’Ateş, alev’’ mânâsında kullanılan sözcük ‘’azap, hasret’’ vb. duyguların ruhta oluşturduğu buhranlı hisleri somutlaştırmak için de kullanılmıştır. Şâirimiz, mısralarında bu sözcüğe yer vererek gönlündeki hislerin ruhunda nasıl buhranlı bir iz bıraktığını anlatmak istemiş, hatta +lAr çoğul eki ve +E yönelme durum ekini kullanarak bu ateşin fazlalığına işaret etmiştir.

‘’Su’’ yaşamın belirtisi olarak bilinen suyun kadim Türk kültüründe önemli bir yeri vardır.

Türkler suyu Tanrının bir şifası olarak görmüş ve o minvalde hareket etmişlerdir. Nitekim yazılan eserlerde de suya pek fazlaca yer verildiğini görmek mümkündür. Eski Türkçede sub/suw biçiminde kullanılmıştır.

(8)

8 İkinci mısra ‘’Kim bu denlü’’ ifadesiyle başlar. Buradaki kim sözcüğü Eski Anadolu Türkçesi ve Osmanlı Türkçesi dönemlerinde ‘’ki’’ bağlacı olarak kullanılmıştır. ‘’Denlü’’

kelimesi ise ‘’kadar, miktar vb.’’ mânâlara gelmektedir ve bir derecelendirme edatı vasfını taşımaktadır. ‘’Dutuşan’’ sözcüğü ise ‘’yanan, alev alan’’ mânâlarını barındırmaktadır. Ayrıca bir işi karşılıklı yapma anlamında da kullanılır. Eski Türkçe Dönemi’nde tut- fiiline +Iş- fiilden isim yapım eki eklenerek türetilmiştir. ‘’Kılmaz’’ sözcüğü kadim Türkçede kıl- fiilinden gelmektedir. Bu fiil ‘’yapmak, etmek, yaratmak’’ mânâlarını taşımaktadır. Fiile eklenen +mA olumsuzluk eki ve +z geniş zaman eki ile sözcük anlam genişlemesine uğramış ve ilgi kuracağı sözcüğe olumsuzluk mânâsı katmıştır. ‘’Çare’’ Farsça bir sözcük olan çare ‘’derman, tutulması gereken yol, şifa, çözüm yolu’’ mânâlarını taşımaktadır. ‘’Kılmaz’’ yardımcı filliyle bir ilgi kurarak ‘’dermanı olmayan, şifa bulmayan’’ vb. anlamı yapısına bürünmüştür.

3-Dilbilgisel Anlam

Ele aldığımız beyit 69 ses işaretinden oluşmaktadır. Bunlardan 29 tanesi sesli, 40 tanesi ise sessiz işaretlerdendir. Beyitte toplam 15 sözcük vardır. Bunlardan 3 tanesi fiil, 8 tanesi isim, 1 tanesi edat, 1 tanesi bağlaç, 1 tanesi ünlem ve diğer 1 tanesi de sıfat görevindedir. Ele alınan sözcüklerden 2 tanesi Farsça kökenli, 7 tanesi Türkçe kökenlidir. Beyit devrik yapıya sahip fiil cümlesinden oluşmaktadır. İlk mısra emir, ikinci mısra geniş zaman kipinde çekimlenmiştir.

Beytin kafiye şeması, ‘aa’ şeklinde (odlare su / çâre su) olup, ‘-âre’ler zengin kafiye, ‘su’lar ise rediftir. Aruzun Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’lün kalıbıyla yazılmıştır.

Ṣaçma ey göz eşkden göñlümdeki odlare ṣu

Yüklem Özne Yer Tamlayıcısı Nesne

Kim bu deñlü dutuşan odlare ḳılmaz çāre ṣu

Zarf Tümleci Yüklem Özne

4-Dil İçi Çeviri

Ṣaçma ey göz eşkden göñlümdeki odlare ṣu Kim bu deñlü dutuşan odlare ḳılmaz çāre ṣu

4.1-Beytin Özgün Kelimeler İle Düzyazıya Çevrilişi

(Ey göz! Eşkden gönlümdeki odlare su saçma. Kim bu deñlü dutuşan odlare su çare kılmaz.)

4.2-Beytin Günümüz Türkçesi İle Düzyazıya Çevrilişi

(Ey göz(üm)! Gözyaşımdan yüreğimdeki alevlere su saçma. Çünkü, bu kadar (fazla) harlanan alevlere su(dan) fayda gelmez.)

5-) Şiirsel Anlam ( Şerh ve Yorum)

Ele aldığımız beyitte, gönlünün harlanan ateşiyle ızdırap çeken bir şâir vardır. Şâirin çektiği acıyı gören gözleri acısını dindirmek ve azabını bitirmek için gönlündeki ateşe su (gözyaşı)

(9)

9 serpmektedir. İkinci mısrada ise içinde bulunduğu azap ve acı maddî değil de manevi olduğu için gözünden akan yaşlar bir işe yaramaz. Ayrıca gönlündeki ateş zaten birkaç damlanın söndüremeyeceği kadar çoktur.

Az su, çok tutuşmuş, yanan ateşin sönmesini değil, bilakis yanmasını kolaylaştırır.

Fuzûlî, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e karşı duyduğu özleyiş ateşini gözyaşları halinde su ile söndürmenin mümkün olamayacağını göze anlatmaya çalışıyor. Gönlü bu ayrılık ateşiyle öyle yanmaktadır ki, “gözlerim istediği kadar gözyaşı dökerek bu ateşi söndürmek istese, bu iman ve sevgiden doğan ateşin sönmesine imkân yoktur” denilmektedir. (ÇALIŞKAN, 1992)

Nitekim bu ateş Türklerin İslâmîyet’i kabul ettiği günden buyana hiç sönmeden yanıp durmuştur. Çünkü Türk milleti, sevgili Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ebedî bir lider olarak görmüş, ona gönülden bir sevgi ile bağlanmışlardır. Bundan dolayı asırlar boyunca ona karşı duydukları muhabbeti çeşitli yollar ile anlatmaya çalışmışlar, her fırsatta dile getirmekten kaçınmamışlardır. Fuzûlî de hurufata döktüğü bu aşkın muhabbetiyle yanmış bir şâirimizdir. O, Peygamber Efendimiz’e duyduğu sevgisini ateş ve su gibi birbirine iki zıt unsurla dile getirmiştir. Bildiğimiz üzere ateş yakıcı, su ise ferahlatıcıdır. Su aynı zamanda hayatın devamlılığına da işaret eden bir göstergedir. Fuzûlî birbirine zıt bu iki unsuru bir arada kullanmasıyla bizlere derin bir mânâ âleminin kapılarını aralamıştır. Bu âlemde şâirimizin ruhu, tüm Müslüman ahâlisinin ruhunu ihtiva etmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz’i bir kere dahi rüyada görmek, tüm Müslüman kalplerin en özel ikbâlidir. Bundan mütevellit Fuzûlî’nin gönlü ateşler içerisinde yanmaktadır. Bu yangın onun her hücresine kadar sirayet etmiştir. Ancak o, bu yangından şikâyetçi değildir, aksine mutlu olmaktadır. Bu mutluluk sebebiyle de gözlerinden her daim yaşlar akmaktadır. Yukarıda da değindiğimiz üzere su hayatın devamlılığını işaret eden bir göstergedir. Fuzûlî’nin gözlerinden akan yaş da hayatının Peygamber sevgisiyle yoğrulduğunu ve devam ettiğini bizlere göstermektedir. Evet, Fuzûlî’nin gözyaşları gönlünde yanan ateşlere düşmektedir, fakat bu gözyaşları Peygamber Efendimiz’e duyduğu muhabbetten dolayı aktığı için ateşleri daha da harlı hale getirmektedir. Bu minval üzere Fuzûlî, daha ilk beyitte, nasıl bir huşu ve aşk ile hurufatı nakşettiğini bizlere anlatmaya başlar.

5.1-) Beyitte Kullanılan Söz Sanatları

Ele aldığımız beyitte, bir organ olan göze kişilik atfedilip ona seslenilmesiyle teşhis (kişileştirme) sanatının; göze seslenirken ‘ey’ ünlemini kullanmasıyla nidâ (seslenme) sanatının kullanıldığını belirtmemiz yerinde olacaktır. Yine gönüldeki Peygamber sevgisinden doğan tatlı sızıların ‘ateşe’ benzetilmesine ve benzetilenin kullanılmaması üzerine açık istiâre (eğretileme), ikinci mısrada da ‘bu deñlü dutuşan odlare’ denilerek söndürülmesi mümkün olmayan ateşler kastedilmiş olup, teşbihin ana unsurlarının sadece birinin kullanılmasıyla (benzetme yönü) istiârey-i temsîliye sanatının varlığından söz etmemiz faydalı olacaktır.

Dökülen, saçılan gözyaşlarının bir amaca, yani gönüldeki ateşleri söndürmeye yönelik akıtıldığı ifade edilerek bir gerçeğin, güzel bir sebebe bağlanmasıyla hüsn-i ta’lîl (güzel nedene bağlama) sanatının; Anâsır-ı Erbaa’nın iki unsuru olan ‘od’ ve ‘su’ kelimelerinin anlam zıtlıkları düşünülerek bir arada kullanılmasıyla tezâd (zıtlık) sanatının kullanıldığını belirtmemiz isabetli olacaktır.

Şâir, ilk mısrada ‘ey göz’ ifadesiyle görme organı olan göze seslenmiş, bir bakıma gözün sahibi olan insanın kendisi düşündürülmüştür. Buradan hareketle parça-bütün ilişkisi bağlamında bir mecâz-ı mürsel (ad aktarması) sanatının kullanıldığından bahsetmemiz yanlış olmayacaktır. Yine şekil ve anlam itibariyle ‘göz, eşk, su, saç-; od, dutuş-; göz, gönül’

(10)

10 kelimelerinin aralarındaki anlam ilgileri düşünülerek bir arada kullanılmasıyla tenâsüb (uygunluk) sanatının varlığından bahsetmemiz yararlı olacaktır.

Kaynakça

AKCAN, S. (2021, Şubat). FUZÛLÎ’NİN LEYLÂ VE MECNÛN’UYLA SHAKESPEARE'İN ROMEO VE JULIET’İNİN KARŞILAŞTIRILMASI. Ulusal Tez Merkezi. adresinden alındı

DOĞAN, M. N. (1997). Fuzûlî'nin Poetikası. İstanbul: Kitabevi Yayınları.

ERTUĞRUL, E. (2008, Eylül). FUZÛLÎ DîVÂNI SÖZ VARLIĞI, KELİME GRUPLARI. Ulusal Tez Merkezi. adresinden alındı

GİBB, E. (1999). Osmanlı Şiir Tarihi III-V. (A. Çavuşoğlu, Çev.) Ankara: Akçağ Yayınları.

İNALCIK, H. (2019). Rönesans Avrupası. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

İPEKTEN, H. (2018). Fuzûlî Hayatı-Sanatı-Eserleri. Ankara: Akçağ Yayınları.

KARAHAN, A. (1996). Fuzûlî. TDV İslâm Ansiklopedisi:

https://islamansiklopedisi.org.tr/fuzuli adresinden alındı

KÖPRÜLÜ, M. F. (2006). Dîvân Edebiyatı Antolojisi. Ankara : Akçağ Yayınları.

MAZIOĞLU, H. (1986). Fuzûlî. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

MAZIOĞLU, H. (2011). Fuzûlî Üzerine Makaleler. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

PALA, İ. (2018). Su Kasidesi (18 b.). İstanbul: Kapı Yayınları.

RIZAYEV, A. (1996). Azeri Türkçesinin Şairi, Fuzûlî Kitabı. (B. Ayvazoğlu, Dü.) İstanbul: İBB Yayınları.

ŞENTÜRK-KARTAL, A. A. (2019). Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatı Tarihi (17 b.).

İstanbul: Dergâh Yayınları.

TANPINAR, A. H. (2016). Edebiyat Üzerine Makaleler. İstanbul: Dergâh Yayınları.

https://luzumlufuzuliarsiv.appspot.com/gazeller/264.html http://lugatim.com/

Referanslar

Benzer Belgeler

Şekil 4.2Elektrik Alan Çizgileri (a) Pozitif q nokta yükünün elektrik alan çizgileri, (b) Sonsuz uzunluktaki zıt yüklü paralel iletken iki plakanın elektrik alan

Bilgisayar Programcılığı Önlisans Programı Tarım Makineleri Önlisans Programı Mimari Dekoratif Sanatlar Önlisans Programı Seracılık Önlisans Programı Basım ve

Çocuk sağlığı ve hastalıkları, çocuk cerrahisi, dahiliye, kardiyoloji, genel cerrahi, kadın hastalıkları ve doğum, plastik rekonstrüktif ve estetik cerrahi ile

Çocuk sağlığı ve hastalıkları, çocuk cerrahisi, dahiliye, kardiyoloji, genel cerrahi, kadın hastalıkları ve doğum, anesteziyoloji ve reanimasyon, plastik rekonstrüktif

Her bölüm; akademisyen, öğrenci, paydaş gereksinimleri; ulusal ve uluslararası yükseköğretim kalite standartları analizinden hareketle, bölüm çıktıları, bölüm

Şimdi basit bir elektrik devresi çizelim; deney yaparken akım ve voltajı ölçebilmek için ampermetre ve voltmetre nasıl kullanılır görelim. Ampermetre, devreden

Okul birincileri, genel kontenjan (öncelikle) ve okul birincisi kontenjanı göz önünde tutularak merkezî yerleştirme ile yerleştirme puanlarının yeterli olduğu en üst

SNo Pafta Ada/Par Alan Hisse Malik/Baba Adı Kamu Dop/İTh Ada/Par Alan Hisse Pay CAHİDE OK [Vrs.]. MUHARREM FAHRETTİN DEMİR