• Sonuç bulunamadı

PETER HANDKE SOLAK KADIN METİS EDEBİYAT DİZİSİ. Almanca'dan Çeviren: TEVFİK TURAN

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "PETER HANDKE SOLAK KADIN METİS EDEBİYAT DİZİSİ. Almanca'dan Çeviren: TEVFİK TURAN"

Copied!
102
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

PETER HANDKE

SOLAK KADIN

METİS EDEBİYAT DİZİSİ

Almanca'dan Çeviren: TEVFİK TURAN

(2)
(3)

Peter Handke

SOLAK KADIN

Almanca'dan Çeviren:

TEVFİK TURAN

MET!S YAYlNLARI

(4)
(5)

Peter Handke SOLAK KADIN

Peter Handke, 1942 yılında Avusturya'nın Griffen kentinde doğdu. llk romanı Dle Hornissen (Eşek­

arıları) 1966'da yayımlandı. tık oyunu Kaspar ise bundan iki yıl sonra, 1968'de sahnelendi ve Handke' yi savaş sonrası kuşağın en önemli genç ya­

zarlarından biri konumuna getirdi. Max Frisch'in önem açısından Beckett'in Godot'yu Beklerken'iyle eşdeğer bularak övdüğü Kııapar'ı, Publikums­

beschlmpfigung (Seyirciye Hakaret), Der Rltt Uber den Bodensee (Konstanz Gölünün Üzerinden Geçiş) gibi oyunlar izledi. Handke, bundan sonraki dö­

nemde ardarda romanlar ve denemeler yayımlaya­

rak kuşağının en verimli yazarlarından biri oldu­

ğunu kanıtladı. Denemelerini topladığı kitaplar ara­

sında en çok ilgi çeken leh bin elo Bewohner des Elfenbelnturms (Ben Fildişi Kulede Oturuyorum) oldu. Romanları arasında ise Wim Wenders ta­

rafından sinemaya aktarılan Dle Angst dea Tormaooa belm Elfmeter (Kalecinin Penaltı Kor­

kusu; Lebib Yalkım Yayınlan), Der Kune Brlef zum langen Abschled (Uzun Aynlık, Kısa Mek­

tup), Dle Stnnde der Wahren Empflndung (Gerçek Duygunun Saati), Klndergescblcbte (Çocuk Öykü­

sü), Der Cblnese des Scbmerzea (Acıların Çin­

lisi), Dle Lebre der St. Vlctolre (St. Victolre'ın Ver�

dlğl Ders), Wunscbloses Unglflck (Mutsuzluğa Do­

yum; Ada Yayınları), Langıame Belmkebr (Ya­

vaş Yavaş Eve Dönüş) sarılabilir. Handke aynı zamanda kuşağının öteki üyeleri gibi sinemayla.

da yakından ilgilendi; Wenders'in Falsobe Bewepng (Yanlış Hareket) filminin senaryosunu yazdı, Solak Kadın'ı da kendisi sinemaya aktardı. Bütün eserleri için 1979 Franz Kafka ödülüne layık görülen yazar Avusturya'nın Salzburg kentinde yaşamaktadır. En son yapıtı Fantaslen der Wlederholnnı (Tekrar Fantazllerl) adını verdiği güricesidir.

(6)

Metis Yayınlan, Başmusahlp Sok. 3/2 Cağaloğlu I İstanbul

Tel. 528 35 88

MET 041-El Metis Edebiyat Dizisi -! Solak Kadın, Peter Handke Özgün adı : Die linkshaendige Frau

Suhrkamp Verlag, 1976

Birinci Basım : Ekim 1987 Bu çevirinin bütün yayım hakları

Metis Yayınları'na aittir.

Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Kapak Düzeni : Mehmet Ulusel

Dizgi : Metin Dlzimevi Baskı : Gümüş Basımevi

(7)
(8)
(9)

Kadın otuz ya.şındaydı, orta yükseklikte bir dağ sırası,­

nın güney yamaçlarından birine taraçalar biçiminde kurulmuş, bungalovlardan oluşan bir sitede yaşıyordu, büyük bir kentin sislerinin hemen biraz üzerinde. Za­

man

zaman, kimseye bakmasa bile, yüzünde hiçbir baş­

ka değişiklik olmaksızın parlayıveren gözleri vardı. Bir kış günü akşam üzeri, dışarıdan gelen sarı ışıkta geniş salonun penceresinin önünde elektrikli bir dikiş maki·

nasının başında oturuyordu; yanında, okul ödevlerini yapan sekiz ya.şındaki oğlu. oturduğu cxlamn bir uzun kenarı, işi bitip atılmış bir Noel ağacı ile ötesinde kom­

şu evin penceresiz duvarının görüldüğü bir terasa ba­

kan,

boydan boya pencerelerden oluşuyordu. Çocuk ko­

yu

renk cilalı masada defterine eğilmiş dolmakalemle yazıyor, bu arada dilini dudaklarının arasından çıkan­

yord u. Zaman zaman duraklıyor, geniş pencerelerden bakıyor, sonra daha bir gayretle yazmayı sürdürüyor­

du; ya da annesine doğru bakıyor, kadın sırtı çocuğa dönük de olsa bunu farkediyor, çocuğun bakışlarına ce­

vap veriyordu. Kadın Avrupa çapında tanınmış bir por­

selen şirketinin bölge şubesinin satış şefiyle evliydi,

o

akşam İskandinavya'dan, birkaç hafta sürmüş olan bir iş gezisinden dönecekti kocası. Aile zengin değildi, ama rahat yaşıyordu, adam her zaman başka bir yere atana­

bileceği için kirada oturuyorlardı bungalovda.

7

(10)

Çocuk yazmasını bitirmişti, okudu : «'Daha Güzel Bir Hayat Bence Nasıl Olabilir' : Hava ne soğuk, ne çok sı­

cak olsun isterim. Ilık bir rü7.gar her zaman esmeli, ba­

zan da insanın çömelip kalmasını· gerektirecek bir fırtı­

na çıkmalı. Otomobiller yok olacak. Evler

kırmızı

olsa.

Çalılıklar altın olsa. İnsan her şeyi bilse de hiçbir şey öğrenmek gerekniese. Adalarda yaşasak. Caddelerde oto­

mobiller açık durur, yorgun olan binebilir. Zaten hiç mi hiç yorgun olmaz

ihsan.

Otomobiller kimsenin değil. Ak:­

şamları hep uyanık kalırız. İnsan neredeyse orada uyur.

Hiç yağmur yağmaz. Her arkadaş dörder dörderdir, ta­

nımadığımız insanlar yok olur. Bilinmeyen her şey yok olur.»

Kadın ayağa kalkıp pencereli cepheye dik gelen ve ar­

kasında kımıldamayan birkaç ladin olan, daha dar pen­

cereden dışarı baktı. Ağaçların dibinde hepsi birbirine benzer biçimde dörtköşe, çatılan bungalovların düz ça­

tılarının aynısı dizi dizi garajlar, bunların önünde de caddeye ulaşan bir araba girişi vardı, bir çocuk bu yo­

lun karları kürenmiş yaya kaldırımında çeke çeke bir kızak sürüklüyordu. Ağaçların ta arkasında, aşağıda düzde büyük şehrin uzantısı olan siteler görülüyordu, bir de uçak havalanıyordu o sırada ovadan. Çocuk yak­

laştı, dalmış görünen, ama kaskatı kesilmekten çok, dü­

şüncelerinin onu sürüklediği yere gitmiş gibi duran ka­

dına nerelere baktığını sordu. Kadın duymadı, gözünü kırpmadan bakıyordu. Çocuk bir yandan onu sarsalar­

ken bağırdı: «Uyan!» Kadın kendine gelip elini çocu­

ğun omuzuna dayadı. Şimdi o da dışar! bakıyor, gözü manzaraya dalarken ağzı açılıyordu. Bir süre sonra sil-

(11)

kindi, «İşte ben de bakakaldım, senin gibi! ıı dedi. İkisi birden gülmeye başladılar, durmak bilmeyen bir gülüş­

tü, sesleri kesilir gibi olunca biri hemen yeniden gülme­

ye başlıyor, öteki de ona katılıyordu. Sonunda kahka­

halar içinde kucaklaşıp beraberce yere yığıldılar.

Çocuk televizyonu şimdi açıp açamayacağını sordu. «Ha­

vaalanına gidip Bruno'yu karşılayacağız ya.» diye cevap verdi kadın. Ama çocuk aygıtı çalıştırıp önüne otur­

mtıştu bile. Kadın ona doğru eğilip: «Peki ben

nasıl

an­

latayım şimdi haftalardır yurtdışında olan babana se­

nin ... » Televizyon seyreden çocuk bir şey işitmez ol­

muştu. Kadın iyice bağırıyor, açık havada bir yerlerdey­

miş

gibi ellerini

boru

yapıp sesleniyordu; ama dosdoğru ekrana bakıyordu çocuk. Kadın elini çocuğun gözlerinin önüne tuttu, ama beriki başını eğip, ağzı iyice açık, sey­

retmeye devaİn etti.

Kadın dışarıda, garajların baktığı bir avluda, kürk man­

tosunun önü açık duruyordu; akşam olmaya başlamış­

tı, eriyen karlardan kalan birikintiler yeni yeni don­

�_ktaydı. Yaya kaldırımının her tarafına, atılmış Noel ağaçlarından dökülen çam iğneleri yayılmıştı. Garaj kapısını açarken yukarıya, setler halinde üstüste sıra­

lanmış kutu biçiminde bungalovların birkaçında ışıkla­

rın yakılmaya başladığı siteye doğru baktı. Sitenin ar­

kasında başlıca meşe, kayın ve ladinlerden oluşan karı­

şık ağaçlı bir orman başlıyor, hafif

bir

eğimle, arada

bir

köye hatta bir eve bile yer vermeden, orta-sıradağ­

ların zirvelerinden

bi

rine

doğru yükseliyordu. Çocuk,

kocasının d

e

y

im

iyl

e kendi

«oturma birimlerinin» pen­

ceresinde

göründü, elini

kaldırdı.

9

(12)

Havaalanına geldiğinde ortalık daha iyice kararmamış­

tı; yurtdışı geliş salonuna girerken gökyüzünde, arka­

larından gelen ışığı geçiren _bayrakların asılı olduğu dl·

reklerin üstünde, bulutların yer yer dağıldığını gördü kadın. Başkalanyla birlikte duruyor, bekliyordu; yüzü bekleyiş doluydu, ama gergin değildi; açık ve kendi ba­

şına bir yüz. Helsinki'den gelen uçağın indiği duyuru­

sundan sonra gümrük setinin arkasından yolcular çıktı, aralarında bir elinde bavul öbüründe plastik DUTY -

FREE SHOP torbasıyla, yüzü yorgunluktan donuklaş­

mış bir halde, Bruno vardı. Kadınla arasında fazla yaş farkı yoktu; hep ince çizgili, kruvaze gri takım elbise giyer, gömleğinin yakasını açık bırakırdı. Gözlerinin kahverengisi o kadar koyuydu ki gözbebeklerini pek gö­

remezdi insan; karşısındakilere, sınanıyor oldukları duy­

gusunu uyandırmadan uzun uzun bakabilirdi Çocuk­

luğunda uyurgezerdi; yetişkin olarak da, rliya görürken sık sık konuşurdu.

Havaalanının salonunda, herkesin önünde başını kadı­

nın omuzuna dayadı, sanki hemen oracıkta o kürke gö­

mülüp dinlenmeden edemeyecekmiş gibi. Kadın elinden bavulla torbayı aldı, artık kucaklayabilirdi karısını.

Uzun zaman öyle kaldılar; Bruno biraz alkol kokuyordu.

Bodrum katındaki garaja inen asansörde kadının yüzü­

ne baktı adam; kadınsa bir süredir onu seyrediyordu.

önce kadın bindi arabaya, sonra yan

koltuğa

oturması için adama kapıyı açtı. Adam

hala

dışarıda duruyor, ba­

kınıyordu. Yumruğunu alnına

vurdu;

sonra parmakla-

(13)

rıyla burnunu kapatıp kulaklarındaki havayı çıkardı, uzun uçak yolculuğunun verciiği tı!<:anıklık hala geçme­

miş gibi.

Arabayla, yamacında bungalov sitesinin bulunduğu dağ sırasının eteğindeki küçük şehre giden yolda ilerlerken '

kadın, bir eli arabanın radyosunda, sordu : ((Müzik is­

ter misin?ıı Adam başıyla hayır işareti yaptı. Bu. arada gece olmuştu bile, yol kenarında sıralanan yüksek büro binalarından oluşan iş merkezlerinde hemen hemen bü­

tün ışıklar sönmüştü, buna karşılık evlerin bulunduğu çevre tepeler pırıltılı bir aydınlık içindeydiler.

Bir süre sonra Bruno : ((Ortalık hep karanlıktı Finlan­

diya'da, gece gündüz. Konuştuklan dilden ise tek keli­

me anlamadım! Başka her ülkede hiç olmazsa bildikle­

rimize benzer kelimeler vardır - ama orada enternasyo­

nal hiç bir şey yoktu. Ezberleyebildiğim tek kelime, bira demek olan cıolut». Sık sık sarhoş oldum. Bir gün öğle-.

den sonra, hava tam azıcık aydınlanmıştı, self - servisli bir kafeteryada otururken birden tırnaklarımla masayı kazımaya başlamışım. Karanlık, insanın burun delikle­

rine giren soğuk, bir d.e hiç kimseyle konuşamamak. Ge­

cenin birinde kurtların uluduğunu duymak bile nere­

deyse bir teselli oldu. Ya da bazen, pisuara sidiğinıle bi­

zim şirketin başharflerini çizişim! Bir şey diyecektim sana, Marianne : O gittiğim yerde seni düşündüm, Ste­

fan'ı düşündüm ve beraber olduğumuz bunca yıldan sonra ilk defa, birbirimizin olduğumuzu hissettim. Bir­

denbire· yalnızlıktan delireceğim, korkt�nç acıh, daha önce kimsenin yaşamadığı bir biçimde delireceğim kor-

11

(14)

kusuna kapıldım. Sana seni sevdiğimi çok söylemişim­

dir, ama ancak şimdi seninle sıkı sıkıya bağlı olduğu­

muzu hissediyorum. Evet, hayatta ve ölümde. İşin ga­

rip tarafı, şimdi, bunu yaşadıktan sonra sizsiz bile ola­

bilirim.» Kadın bir süre sonra elini Bruno'nun dizine koydu ve sordu : «Ya iş görüşmeleri?»

Bruno güldü : «Siparişler artıyor gene. Bu kuzeylilerde madem yemek zevki yok, bari bizim porselenlerden ye­

sinler. Gelecek sefer ordaki müşterilerimiz zahmet edip buraya gelmek zorunda kalacaklar. Fiyatların düşüşü durdu; artık kriz dönemindeki gibi yüksek indirimler yapmamız gerekmiyor.» Gene güldü : «

İng

ilizce bile ko­

nuşmuyor bunlar. Bir tercüman aracılığıyla konuşma­

mız gerekti, yalnız yaşayan, çocuklu bir kadındı, bura­

da, güneyde öğrenim görmüş sanıyorum.»

Kadın : «Sanıyor musun?»

Bruno: «Hayır, biliyorum tabii. Anlattı bana.»

Siteye gelince ışığı yanan, içinde bir gölgenin hareket ettiği bir telefon kulübesinin yanından geçip siteyi or­

tadan bölen, yapay biçimde dönemeçler oluşturmaları sağlanmış dar sokaklardan birine saptılar. Adam kolu­

nu kadının omuzuria koydu. Kapıyı açarken bir kere daha arkasına baktı kadın; gecenin yarı aydınlığı için­

deki dar sokağa, üstüste dizilmiş, perdeleri kapalı bun­

galovlara doğru.

Bruno sordu : 1<Burada oturmaktan hoşlanıyor musun hala?»

(15)

Kadın: «Kimi zaman kapımın önünde· pis pis kokan bir pizza büfesi ya da bir gazeteci kulübesi olsaydı, di­

yorum.ıı

Bruno: «Ne olursa olsun, buraya dönünce derin bir so­

luk alıyorum ben.ıı

Kadın kendi kendine gülümsedi.

Oturma odasında çocuk geniş mi geniş bir sandalyeye oturmuş, ayaklı bir lambanın altında, okuyordu. Anne­

si babası içeri girince başını kısaca bir kaldırıp baktı, sonra okumaya devam etti. Bruno çocuğa yaklaştı; ama beriki okumayı bırakmadı. Sonunda, biraz geçtikten sonra, neredeyse farkedilmeyecek kadar bir gülümseme belirdi yüzünde. Sonra ayağa kalkıp Bruno'nun bütün ceplerini karıştırdı, kendisine getirilenleri bulmak için.

Kadın, üzerinde bir bardak votka olan gümüş bir tep­

siyle mutfaktan geldi, ama öbür ikisi oturma odasında değillerdi artık. Koridoru yürüyüp, bir dizi hücre gibi sıralanmış odalara ·baktı. Banyo kapısını aÇtığında Bru­

no'nun küvetin kenarına oturmuş kımıldamadan, pija­

masını çoktan giymiş, dişlerini fırçalayan çocuğa bak

·

tığını gördü. İçine su kaçmasın diye pijamasının kolla­

rını kıvırmış, özenle diş macunu tüpünün açık ağzım yalıyordu - çocuklar için hazırlanmış diş macunu

ahu­

dudu tadındaydı; sonra kullandığı şeyleri lavabonun üzerindeki rafa koydu, ayaklarının ucunda yükselmesi gerekmişti bunun için. Bruno tepsiden içki bardağını alırken sordu : «Sen bir şey içmiyor musun?

Bu gece

için başka planın var mı?ıı

13

(16)

Kadın : «Her zamankinden değişik miyim ben?ıı Bruno: «Her zamanki gibi değişiksin.ıı

Kadın : <cNe demek bu?»

Bruno : «Sen insanın korkmasını gerektirmeyen az sa­

yıdaki kişiden birisin. üstelik, insanın karşısında hiç­

bir oyun oynamak istemeyeceği bir kadınsın.» Çocuğun arkasına bir şaplak vurdu, banyodan çıktı çocuk.

Oturma odasında kadınla Bruno beraberce günün çeşit­

li oyunlarından kalına çocuk eşyalarını toplarlarken yerden ·doğruldu adam, dedi ki : «Hala kulaklarım uğul­

duyor uçaktan. Haydi çıkıp şöyle dört başı mamur bir yemek yiyelim. Burası bana fazla özel geliyor bu akşam, fazla - büyülü. Dekolte elbiseni giy, lütfen.»

Daha çömeldiği yerden oda toplamayı sürdüren kadın sordu: uYa sen ne giyiyorsun?ıı

Bruno : <cBen olduğum gibi gidiyorum; hep öyle yap­

maz mıyım? Kravatı resepsiyondan ödünç alırım. Se­

nin de canın yürümek istiyor mu benim gibi?ıı

Yakındaki bir lokantanın şaşaalı, çok yüksek tavanıyla sarayı andıran salonuna girdiler, eğri bacaklı bir gar­

son

yol gösteriyordu, bu arada boynuna yabancı krava­

tı yerleştirmeye çalışıyordu Bruno daha; bu akşam pek

kimse yoktu lokantada. Şef g

arson

sandalyelerini itti

altlarına, oturmaları için kendilerini aşağı bırakmalan

yetiyordu. İkisi de peçetesini aynı anda açtı; güldüler.

(17)

Bruno tabağını bitirmekle kalmadı, bir·parça beyaz ek­

mekle iyice de sıyırdı. Ardından, elinde tuttuğu, tavan­

daki avizenin ışığında parlayan Calvados kadehini sey­

rederken: «Bu akşam bana hizmet edilmesine ihtiya­

cım vardı. Nasıl da sıcak bir duygu! Nasıl da eşsiz bir küçük sonsuzluk!

ıı

Bruno konuşmasını sürdürürken ar­

kada şef garson kıpırdamadan duruyordu : «Uçakta bir İngiliz romanı okudum. Romanın bir yerinde bir uşak vardı, kitabın kahramanı uşağın o saygı dolu emre amadeliğinJ, yüzyıllık feodal hizmet anlayışının olgun güzelliği olarak görüp hayranlıkla karşılıyordu. Garip bir biçimde, bu gururlu, saygı dolu hizmet etme işinin nesnesi olmak, böyle bir şey onun için, sadece çay içtiği kısa süre için bile olsa, yalnız kendisiyle değil bütün insan ırkıyla da ban.şıklık anla

mına

geliyordu.» Kadın başını çevirdi; Bruno seslenince baktı, yüzüne bakma­

dan.

Bruno : «Bu gece burada, otelde kalıyoruz. Stefan ne­

rede olduğumuzu blliyor. Telefon numa

rasını

yatağının kenarına koydum.» Kadın bakışlarını indirdi, Bnıno garsona seslendi. Kendisine doğru eğilen adama

:

«B&·

na

bu gece için bir oda lA.zım. Blliyor musunuz, kanın

ve

ben sevişmek istiy

oruz

, hemen.» Garson ikisinin de yüzlerine bakıp gülümsedi, bir suç ortağı değil, daha çok dert ortağı tavrıyla : <CGerçl şu sırada bir ticaret fuarı var,

ama

bir sorayım.» Kapıda bir daha arkasına.

döndü: «Şimdi gelir1m..ıı

Bütün masalarda mumlann hllA yandığı salonda yal­

nızdılar; mumların -yarubqındaki. çam dallarından.�ya-

15

(18)

pılma süslerden iğne yapraklar hemen hemen hiç ses çıkarmadan dökülüyordu; duvarlarda, av sahneleri iş­

lenmiş goblenlerin üzerinde gölgeler geziniyordu. Ka­

dın uzun uzun Bruno'nun yüzüne baktı. İyice ciddi ol­

masına karşın yüzünde belli belirsiz bir ışıltı vardı.

Garson döndü, acele ettiği sanısını uyandıracak bir ses­

le : uBuyurun, kule odasının anahtarı. Orada devlet adamlarını ağırladık; umarım sizi rahatsız etmez bu?»

Bruno eliyle boşver işareti yaptı; garson imaya kaçma­

dan ekledi : ıcSize güzel bir gece dilerim; umarım ku­

lenin saatinden rahatsız olmazsınız; yelkovan dakika başı takırdar da.»

Bruno oda kapısını açtığında çok sakin bir tavırla : ııBana bu akşam, sanki ömür boyunca dilediğim herşey gerçekleşmiş gibi geliyor. Sanki bir büyüyle, bir mutlu­

luk durağından öbürüne, arada hiç yol katetmeden ge­

çebilirmişim gibi bir duygu. Büyülü bir güç hissediyo­

rum, Marianne. Ve sana ihtiyacım var. Ve mutluyum.

Alabildiğine bi.r mutluluk çağıldıyor .içimde.» Şaşkın, gülümseyerek kadının yüzüne baktı. Odaya girip çabu·

cak her tarafta ışıklan yaktılar, girişle banyonun ışığı­

nı da.

Gün daha yeni ağarırken kadın uyanmıştı bile. Aralık duran, perdeleri açık pencereden baktı; kış sisi giriyor­

du içeri. Kule saatinin yelkovanı duyuluyordu. Yanında uyuyan Bruno'ya, ((Eve gitmek istiyorum,» dedi.

Hemen anladı adam, uykusunun arasında.

(19)

Yavaş y�vaş parktan dışarı giden yolu yürüdüler; Bru­

no kolunu kadının beline dolamıştı. Sonra ayrılıp koş­

tu. kaskatı donmuş çimenin üstünde amuda kalktı.

Yürürlerken kadın birden durdu, başını salladı. Bu ara­

da biraz ilerlemiş olan Bruno başını çevirip sorar bir tavırla ona baktı. «Hiç, hiçbir şey ! » dedi kadın: yeniden başını salladı. Uzun uzun Bruno'ya . baktı, sanki onu görmek düşünmesine yardım ediyormuş gibi. Bunun üzerine kadına yaklaştı Bruno; kadın bakışlarını çevi­

rip parkın kırağı tutmuş, şimdi sabah rüzgarıyla hafif­

çe silkinen ağaçlarında, çalılarında gezdirdi.

Kadın : ((Aklıma garip bir fikir geldi; aslında fikir de­

ğil de, bir çeşit - aydınlanış. Ama sözünü etmek istemi­

yorum. Eve gidelim, Bruno, çabuk. Stefan'ı okula bıra­

kacağım.» Yürümeye davrandı, ama �runo onu dur­

durdu : «Söylemezsen yandın.»

Kadın : ((Söylersem sen yandın.» Der demez de bu lafa gülmeden edemedi. Uzun uzun birbirlerinin yüzüne bak­

tılar, önce gayrıciddi, sonra sinirli, ürkmüş bir edayla, sonunda da kendilerini toparlamış olarak.

Bruno : «Şimdi söyle bakalım.»

Kadın : «Birdenbire kafam aydınlanıverdi.» -bu keli­

meye de güleceği tuttu- usen benden uzaklaşıyormu­

şun, beni yalnız bırakıyormuşun gibi. Evet, tam öyle:

Git, Bruno. Beni yalnız bırak.»

17

(20)

Bir süre sonra Bruno uzun uzun başını salladı, ellerini göğüs hizasına kaldırdı, sordu : «Bir daha dönmemece­

sine mi?ıı

Kadın : 1<Bilmiyorum. Tek bildiğim şey gideceksin, beni yalnız bırakacaksın.» Sustular.

Sonra Bruno gülümsedi : 1<Her neyse, ben önce otele dö­

nüp bir fincan sıcak kahve içeceğim. Bugün öğleden sonra da uğrayıp eşyalarımı alının.»

Kadın muzırlık olsun diye değil, daha çok şefkatle :

«İlk

birkaç gün için Franziska'nın yanına taşınabilirsin her halde. Öğretmen arkadaşı terketti onu geçenlerde.»

Bruno: «Kahvemi içerken düşünürüm.n otele döndü;

kadın da parktan çıktı.

Siteye giden uzun ağaçlı yolda yürürken sıçrayarak

bir

adım attı; sonra birden koşmaya başladı. Evde perdele­

ri

açtı, pikabı çalıştırdı ve dans eder gibi gezinmeye baş­

ladı daha müzik başlamadan. Çocuk cxlaya pijamasıyla girdi, sordu : 1<Aa, ne yapıyorsun sen öyle?» Kadın : «Bir huzursuzluk var üstümde, sanıyorum.» Sonra da: <<Gi­

yin, Stefan. Okul zamanı. Ben bu arada sandviçlerini yapayım.» Koridordaki aynaya yürüdü, bir yandan da :

ııAllahım - Allahım - Allahımıı diye tekrarlıyordu.

(21)

Aydınlık bir kış sabahıydı, dağılan sisin içinden kara benzeyen,

ama

daha yavaş, da.ha seyrek taneler düşü­

yordu. Okulun önünde arkadaşına, öğretmen Franzis­

ka'ya rastladı kadın; kısa san saçlı, hiç yµksek sesle ko­

nuşma.sa bile sesi her kalabalığın içinde duyulup ayır­

dedilebilen seslerden olan, irice yapılı bir kadındı bu.

Hep görüşlerden söz ederek konuşurdu,

ama

kanıları­

nın kesinliğinden değil, öyle yap

mazs

a konWjmalann dedikoduya benzeyeceği kaygısından.

Okul zili çalıyordu tam o sırada. Franziska çocuğu omu­

zuna vurarak selamladı, sonra oğlan okul girişinde kay­

bolurken kadına : ııHer şeyi biliyorum. Bruno telefon etti bana. Ona dedim ki : Sonunda uyandı senin Mari­

anne. - öy le oldu, değil mi? Yani, ciddi misin bu işe kalkışırken?»

Kadın : cıŞimdi konuşamayacağım, Franziska.»

Öğretmen, bir yandan içeri girerken seslendi

:

«Okul­

dan sonra kafede buluşalım. Çok heyecanlandım.»

Kadın elinde paketlerle bir temizleyici dükk!nından çıktı; kasapta sıra bekledi; küçük şehrin süpermarketi­

nin önündeki otoparkta Volkswagen'inin arka koltuğu­

na ağır plastik torbalar istifledi. Biraz daha

zamanı

kalmıştı, büyük, engebeli şehir parkının içinden üzerin­

de birkaç ördeğin kaya kaya gezindiği dorunuş göletle­

rin yanından geçti. Bir yerlere oturmak istedi, ama bü­

tün sıraların oturacak yerleri kış süresince sökülmüş·

tü. O da durduğu yerde kaldı, bulutlu göğü seyretmeye

19

(22)

başladı. Yanında birkaç yaşlı durdu, onun gibi bakma­

ya başladılar.

Kafede Franziska'yla buluştu; yanında çocuk bir çizgi­

roman okuyordu. Franziska çocuğun okuduğlına işaret ederek : «Bu ördek, benim sınıfta okunmasına izin ver­

diğim tek resimli dergi. Hatta kendim söylüyorum o kederli maceralarını okumalarını. Her işi ters giden bu hayvan sayesinde çocuklar, hayatın televizyonda oyna­

nanı oynamaktan ibaret olduğu şu hali vakti yerinde ev - arsa sahipleri çevresinde ömür bOyu görebilecekle­

rinden daha çok varoluş türüyle karşılaşıyorlar.» Çiz­

gi- romanın ardındaki çocukla kadın bakıştılar.

Franziska sordu: «Peki, ne yapacaksın şimdi, yalnız?»

Kadın : «Evde oturacağım, ne halt edeceğimi bilemeye­

ceğim.»

Franziska: «Bırak şimdi, ciddi konuşalım. Başka biri var mı?»

Kadın hayır anlamında başını sallamakla yetindi.

Franziska: «İkiniz neyle geçineceksiniz, düşündün mü bunu?»

Kadın : «Hayır. Ama gene çeviri yapmaya başlamak is­

terdim. O zaman çalıştığım yayınevinde yabancılarla

yapılan hukuki sözleşmelerle uğraşır dururdı.ım; ama

aynlırken yayımcı sonunda artık kitap da çevırebilece-

(23)

ğiıni söylemişti.

O

zamandan beri de önerilerini sürdür­

dü düzenli olarak.»

Franziska : <<Romanlar. Şiirler! Sonra da sayfası olsa olsa yirmi mark onca işe karşılık, saat ücreti üç mark.»

Kadın : «Sayfası on beş mark, sanıyorum.»

Franziska uzun uzun yüzüne baktı. «Bir an önce

bizim

gruba gelmeni isterdim. Göreceksin, her üyesi açılıp ge­

lişen bir topluluğuz biz. Yaptığımız da, yemek tarifi

de­

ğiş tokuş etmek değil! Bilemezsin ne cennetler doğabi­

liyor kadın kadına olunca.»

Kadın : «Bir gelmek isterim.»

Franziska : cıSen hiç yalnız yaşadın mı?ıı

Kadın gene başını sallayınca Franziska : «Ben yaşadım:

Ve ben hiç değer vermiyorum yalnızlığa. Kendime de­

ğer vermiyorum yalnız olduğum zaman. Ayrıca: Bruno bir süre bende kalacak - eğer tahminim doğru çıkmaz da bu akşam gene geri gelsin istemezsen. Bütün bu olanlara da hala inanamıyorum. Gene de harika bir şey, Marianne, bir de garip bir biçimde gurur duyuyo­

rum seninle.»

Kadını kendine doğru çekip kucakladı. Sonra dergisi­

nin ardındaki çocuğun dizine vurarak : «Bu sefer nasıl kandınyor bakalım o para baba&ı fakir akraba!arını?ıı Çocuk, okuduğuna dalmış, tepki göstermedi, bir süre

21

(24)

kimse bir şey söylemedi. Sonra kadın cevap verdi : «Ste­

fan hep zenginin yerinde olmak ister - çünkü zengin olan, der, daha iyi olandır.»

Franziska boş bardağını dudaklarına götürdü, birşey içer gibi bir hareketler yaptı. Bardağı masaya koydu, birkaç kere bir kadına bir çocuğa baktı, bu arada ya­

vaş yavaş yumuşadı yüzü. (Kimi zaman Franziska'nın, ortada belli bir neden yokken, birdenbire s�üz bir duy­

gulanışa kapıldığı olur, bu sırada gevşeyen yüzüne, birçok başka -ve çok farklı- yüzleri andıran bir hava yayılırdı - sanki bu belirsiz duygulanışta kendini keş­

federmiş gibi.)

Evde, bungalovun koridorunda, kapakları açılmış göm­

me dolaplann önünde Bruno'nun bavulunu yerleştiri­

yordu kadın. Hazırladığı bavullardan birini açtığında içinde çocuğu buldu, dertop olmuş yatar biçimde; fırla­

dı, dışarıya koştu çocuk. İkinci bavuldan Stefan'ın ar­

kadaşı, oldukça şişman bir oğlan çıktı, terasta ötekini kovalamaya başladı; sonra ikisi de yüzlerini cama ya­

pıştınp dlllerini çıkardılar - hemen canlarını yaktı buz gibi cama değmek. Kadın koridorda çömeldiği yerden özenle gömlekleri katladı, sonra bavullan oturma oda­

sına sürükleyip orta yere, götürülmeye hazır biçim.de

(25)

bıraktı. Kapı çalındığında çabucak mutfağa girdi. Bru­

no anahtarıyla açtı, içeri girdi, izinsiz girdiği bir yermiş gibi çevresine bakarak. Duran bavulları gördü, kadına seslendi ve sırıttı. «Komodinin üstündeki fotoğrafımı da kaldırdın mı?ıı

Tokalaştılar.

Adam Stefan'ı sordu; kadın, arkasında iki çocuğun ses çıkarmadan tuhaf yüz hareketleri yapmakta oldukları büyük pencereyi gösterdi.

Bruno bir süre sonra: «Ne garip şey, değil mi, bu sa­

bah bize olan? üstelik sarhoş falan da değildik. Kendi yaptığım kendime bir parça gülünç geliyor şimdi; senin için de öyle olmadı mı?ıı

Kadın : «Evet, tabii. Hayır, aslında öyle olmadı.»

Bruno bavulları aldı: «İyi

ki

yarın iş başlıyor gene.

-Eh',

sen hiç yalnız yaşamadın.»

Kadın: «Demek Franziska'dan geliyorsun?ıı Sorıra ekledi: «Oturmak istemez misin?ıı

Çıkarken başını salladı Bruno : «Senin bu kayıtsızlığın ...

Aramızda bir zamanlar, karı koca olmamızın ötesinde, ama gene de kan koca olmamızın belirlediği bir içten­

lik olduğunu hiç hatırlıyor musun acaba?ıı Kadın ar­

kasından kapıyı kapadı, sonra durduğu yerde kaldı.

Ha-

(26)

reket eden otomobilin sesini duydu; kapının yanındaki gardroba gidip başını orada asılı elbiselerin arasına

sok­

tu.

Alacakaranlı.kta kadın, ışık yakmadan, sitenin çocuk bahçesini gözlemeye yarayan bir ek kanalı olan televiz­

yonun başında oturuyordu.

Sessiz,

siyah- beyaz görün­

tüde oğlu bir ağaç kütüğü üstünde dengesini bulmaya çalışıyor, şişman arkadaşıysa hep düşüyordu. İkisin;­

den başka kimse yoktu

ıssız,

sevimsiz oyun yerinde. Ka­

dının gözleri yaşlarla parlıyordu.

Akşam kadınla çocuk yalnız, oturma odasında yemek yiyorlardı. Kadın yemeğini bitirmiş, höpürdete �apırda­

ta yemek yiyen çocuğa bakıyordu. Bunun dışında çok sessizdi ortalık; yalnız arada sırada, odaya bir servis penceresiyle açılan· mutfaktan buzdolabının homurtu­

su geliyordu. Kadının ayaklarının dibinde bir telefon vardı.

Stefan'a, kendisini yatırmasını isteyip istemediğini sor­

du.

«Ama

ben hep yalnız giderim yatmaya», diye cevap verdi çocuk.

Kadın : «Bırak da eşlik edeyim sana hiç değilse.»

(27)

Çocuk odasında, hayretler içinde kalmış oğlana pijama­

sını giydirdi, sonra kucaklayıp yatağına yatırmaya yel­

tendi. Beriki direndi; yatağa kendisi girdi, bunun üze­

rine kadın üstünü örtüp yorganı boğazına kadar çekti.

Çocuğun elinde bir kitap vardı, içinde, duru bir ışık altındaki yüksek dağlar görünen bir resmi gösterdi; ön­

lerinden kargalar uçuyordu. Yüksek sesle resmin alt­

yazısını okudu : «Dağların oluşturduğu dekorun önün­

de güz sonu: Bu mevsimde de, hava izin verirse çekici­

dir zirveler.» Kadına bunun ne Jemek olduğunu sordu, o da çocuğa altyazıyı çevirdi : insanın güz sonunda da.

hava güzel olursa dağlara çıkabileceği anlamına geli­

yordu. Çocuğa doğru eğildi, beriki : «Soğan kokuyor­

sun», dedi.

Stefan'dan ayrıldıktan sonra mutfakta, çöp kovasının durduğu açık gözün önüne ·çömeldi; elinde çocuğun içindekilerin bir kısmını yemeden bıraktığı tabak var·

dı; ayağı pedala dayamış, kovanın kapağını açmıştı.

Öy

­

lece çömeldiği yerde çatalla birkaç lokma daha attı ağ­

zına; ayağa kalkmadan çiğnedi, kalanı çöpe attı. Bir süre hareket etmeden olduğu gibi kaldı.

Geceleyin, sırtüstü yatakta yatarken bir ara gözlerini açtı açabildiği kadar. Mutlak sessizlik; pencereye ko­

şup açtı; ama sessizliğin yerini sadece hafif bir uğultu aldı. Kolunda yorganı, çocuğun odasına gitti, yatağı­

nın yanında yere uzandı.

25

(28)

Bunu izleyen bir sabah kadın salonda oturmuş makine­

de bir şey yazıyordu. Yazdığını alçak sesle okudu : ((Fransızca'dan kitap çevirmem yolunda yaptığınız bun­

ca öneriye sonunda cevap verebilme durumundayım.

Bana koşullarınızı bildirin. Şu sıra bilimsel kitaplarla uğraşmayı tercih ederim. Sık sık yayınevinizde çalıştı­

ğım zamanı anıyor, (kendi kendine ekledi : ((Her ne ka­

dar daktilo yazmaktan bileğimde sürekli

lif

iltihabıyla gezmiş isem deıı) telefonunuzu bekliyorum.»

Sitenin kıyısındaki telefon kulübesine bitişik bir posta.

kutusu vardı, ona attı mektubu. Arkasını döndüğünde Bruno ile yüzyüze geldi. Sertçe kolundan yakaladı Bru­

no; sonra bir bakan var diye etrafa bir göz attı :

Yo­

lun ilerisinde sırt çantaları, yürüyüş bastonları, dizle­

rine kadar pantalonlarıyla orman yürüyüşüne çıkmış yaşlıca bir çift sırtlarını dönmüş duruyorlardı. Bruno�

kadını iterek telefon kulübesine soktu, sokar sokmaz da hemen özür diledi.

Uzun

uzun yüzüne baktı kadının : ((Bu oyun hep böyle sürecek mi, Marianne? En azından, benim daha fazla oynamaya niyetim yok.»

Kadın cevap verdi : «Şimdi çocuk diye başlama da.»

Adam vurdu kadına,· ama kulübenin darlığından tokat pek yerini bulamadı. Sonra ellerini yüzüne kapatmak istermiş gibi bir hareket yaptı, ama hemen vazgeçip aşağı bıraktı : ((Franziska, ne yaptığını bilmediğini söy­

lüyor senin. Diyor ki, davranış biçiminin tarihsel ko­

şullarının bilincinde değilmişin.ıı Güldü. ((Biliyor mu-

(29)

sun, sana ne ad taktı? - Özel mistik. Evet, mistiğin bi­

risin sen. Mistik! Hay kör şeytan. Hastasın sen. Fran­

ziska'ya da söyledim, birkaç elektroşok aklını başına ge­

tirirdi senin.»

Bunun üzerine uzun bir süre sustular. Sonra kadın:

«Tabü her zaman gelebilirsin, hafta sonunda mesela, gelip Stefan'ı hayvanat bahçesine götürebilirsin. Ya da tarih müzesine.»

Gene bir şey söylemeden durdular. Birden Bruno kan­

sının bir fotoğrafını çıkardı, ona gösterdi, sonra da çak;.

makla tutuşturdu. Kadın gülümsememeye çalıştı, başka tarafa baktı; sonra gene de gülümsedi.

Bruno çıkıp yanmış fotoğrafı attı; arkasından kadın da . çıktı. Bruno etrafına baktıktan sonra, sakin: «Ya

ben?

Ben yok muyum sanıyorsun? Dünyada bir tek kendi­

nin yaşadığı kuruntusu içinde misin? Ben de yaşıyo­

rum, Marianne. Yaşıyorum!»

Bu anda kadın Bruno'yu tutup çekti - farkına varma­

dan caddeye inmiş, yaklaşan bir arabanın önüne çık­

mıştı.

Bruno, «Paraya ihtiyacın var mı?» diye sorup birkaç banknot çıkardı.

Kadın: «Banka hesabımız ortak ya. Yoksa kapattın mı?»

27

(30)

Bruno : «Kapatmadım tabii. Ama gene de al, ihtiyacın yoksa da. Lütfen.» Kadına parayı uzattı, o da sonunda aldı, şimdi ikisi de rahatlamış görünüyordu. Ayrılırlar­

ken, Stefan'a kendisinden selam söylemesini rica etti, kadın da olur anlamında başını sallayıp yakında büro­

da ziyaretine geleceğini söyledi.

Bruno uzaktan bir kere daha başını çevırıp seslendi :

«Çok fazla yalnız kalayım deme ha! Yalnızlıktan ölür­

sün de başıma!»

Evde kadın aynanın önünde durup uzun· uzun gözlerine baktı; kendini seyretmek için değil, sanki bu kendi hak­

kında sakince düşünmenin bir yoluymuş giıbi.

Yüksek sesle konuşmaya başladı: cıNe düşünürseniz düşünün. Siz ne kadar benim hakkımda bir şey söyle­

yebileceğinizi sanırsanız, ben de sizden o ölçüde bağım­

sız olacağım. Bazan öyle geliyor ki, insan başkaları hak­

kında yeni her ne biliyorsa, o arada geçerliğini kaybet­

miş şeylerdir bildikleri. Gelecekte bana biri nasıl oldu­

ğumu açıklayacak olursa -isterse bana iltifat etmek ya da güç vermek için olsun- böyle bir küstahlığı din­

lemek istemediğimi söyleyeceğim.» Gerinir gibi kolları­

nı açtı: bir delik göründü kazağının koltuk altında;

parmağını soktu içine.

(31)

Durup dururken mobilyaların yerini değiştirmeye baş­

ladı; çocuk da yardım ediyordu. Sonra ikisi ayrı ayn köşelere dikilip değiştirdikleri cx:laları seyre koyuldular.

Dışarda şiddetli, sert toprağın üstünde dolu gibi sıçra­

yan bir kış yağmuru başlamıştı. Çocuk önüne bir halı süpürgesi katmış oradan oraya itiyor; kadın başına bir Şey örtmeden terasa çıkmış, eski gazetelerle büyük cep­

he penceresini siliyordu. Sonra tabanı duvardan duva­

ra kaplayan halıya leke çıkarıcı bir köpük yaydı. Ya­

nında birkaç tane daha dolu, ağzı bağlı büyük torbanın durduğu çöp torbasına kağıtlar, kitaplar attı. Bir bez alıp sokak kapısının dışındaki mektup kutusunu temiz­

ledi; oturma cx:lasında bir merdivene çıkıp avizenin bir ampulünü çıkardı, yerine çok daha fazla aydınlık ve­

ren bir ampul taktı.

Akşam ışıl ışıldı oda; kahverengi cilalı masanın üstüne beyaz bir örtü yayılmış, iki kişilik sofra kurulmuş, orta­

da kocaman, balmumundan yapılma bir mum yanıyor.

alevin dibinde eriyen balmumunun cızırtısı duyuluyor­

du. Çocuk peçeteleri katlayıp tabaklara dikti. Alçak ses·

li bir yemek müziği başlarken karşı karşıya sofraya oturdular (((Oturma biriminde yemek müziği» derdi bu­

na Bruno). Aynı anda peçetelerini açtıklarında kadın bir kararsızlık anı geçirdi; üstüne gene bir huzursuzluk mu geldiğini sordu çocuk. Kadın

uzun

uzun başını sal­

ladı, hem hayır anlamına, hem de şaşkınlıkla; kasenin kapağını kaldırdı.

Yemekte anlatıyordu çocuk : ((Okuldan yeni bir haber var. Bizim sınıf şimdi artık sadece dört dakikada pal-

29

(32)

tolan, ayakkabıları çıkarıp terlikleri önlükleri giyip ha­

zır oluyor. Müdür bugün saat tuttu, gerçek bir krono­

metreyle. Ders yılı başında on dakika sürüyormuş hazır olmamız! Müdür dedi ki, ders yılı sonuna kadar rekoru rahat rahat üç dakikaya indirebilirmişiz. Aslında bugün de inebilirdik üç dakikaya, şişko Jürgen paltosunun düğ­

melerini karıştırmasaydı. Sonra da ta öğlene kadar ağ­

ladı.

Ders arasında da paltoların arasına saklandı, bir de donuna yaptı mı sana. Biliyor musun, nasıl başara­

cağız üç dakikada hazır olmayı? Daha merdivenlerdey­

ken koşmaya başlıyoruz artık, koşarken de bütün üstü­

müzdekileri çıkarıyoruz! ıı

Kadın : «Demek onun için bu soğukta hep ince palto­

nu giyiyorsun - düğmeleri daha kolay çözülüyor diye!ıı Güldü.

Çocuk : «Gülme öyle. Şişko Jürgen gibi gülüyorsun sen de. Hep zorlar kendini gülmek için, o da gülmüş olsun diye. Hiç gerçekten sevinmiyorsun. Bir kerecik gördüm senin benim yaptığım birşeye gerçekten sevindiğini -

yüzme

öğrenirken birden simidi bırakıp sana doğru öy­

lece geliverdiğim zaman. Kahkahalarla güldün beni tu­

tarken.»

Kadın : «Hiç hatırlamıyorum.»

Çocuk : «Ama ben hatırlıyorum.»

ôc

alır gibi bağırdı:

«Ben hatırlıyorum! Ben hatırlıyorum!ıı

Geceleyin pencerede oturmuş, yanıbaşında kalın bir söz­

lük, okuyordu kadın, perdeler kapalıydı. Kitabı bir ya-

(33)

na bıraktı, perdeleri açtı; garajların bulunduğu avluya bir otomobil sapıyordu, yaya kaldınmındaysa yaşlıca bir kadın köpeğini dolaştırıyordu, gözünden bir şey kaç­

maz edasıyla yukarıya, pencereye baktı, el salladı.

Kadın süpermarketin daracık, karşıdan biri gelince in­

sanın yan geçide sapmadan yol veremeyeceği ölçüde dar koridorlarından birinden geçiyordu, alışveriş arabasını iterek. Çalışanlardan birinin içiçe iterek topladığı boş arabaların zangırtısı duyuluyor, buna kasaların takırtı­

sı eşlik ediyordu; depozitolu şişelerin geri verildiği

yer­

deki çıngırak çalınıyordu, bir yerlerden süpermarket müziği geliyor, bu da ikide birde günün, haftanın, ayın indirim anonslarıyla kesiliyordu. Kadın bir süre oldu­

ğu yerde kıpırdamadan durdu, gittikçe sakinleşerek baktı çevresine; gözleri ışıldamaya başladi..

Daha sessizce bir koridorda Franziska seslendi kadına.

İki tekerlekli bir alışveriş arabasını çekiyordu peşinden.

<<Az önce» dedi, uekmek bölümündeydim, satıcı buralı bir kadına ekmeğini ka.ğıda sanp verdi, arkasındaki Yu­

goslavın ise öylece eline tutuşturdu ... Aslında hep benim köşedeki bakkala giderim, yeşil salatası çoğu 1AffiB.Il yan yarıya sararmış ya da şu günlerde olduğu gibi don görmüş bile olsa. Ama bütün bir ay nasıl altından kal­

kılır o kadar canayakınlığın?.»

31

(34)

Biri geçerken ikisine de çarptı; ((Bazan iyi geliyor bana burada olmak,» dedi kadın.

Franziska bir estrofor duvara gizlenmiş gözetleme yan­

ğını gösterdi, arkada beyaz önlüklü bir adam müşteri­

leri izliyordu. Gürültüyü bastırmak için bağırması ge­

rekti : cıHer halde canlı cenazenin seni koruduğunu sa­

nıyorsun, öyle mi?ıı

Kadın : «Adam süpermarkete uyuyor. Süpermarket de bana uyuyor. Hiç değilse bugün.»

Kasalardan birinin önünde sıraya girdiler; beklerlerken Franziska birden yavaşça kadının dirseğini okşadı. Son­

ra biraz mahçup: <<Mutlaka yanlış sıraya girdik gene,»

dedi, «Sağımız solumuzdakiler geçip geçip gidecek, biz­

se habire bekleyeceğiz. En azından bana öyle olur hep.»

Süpermarketin önündeki kazıklara bağlı birkaç köpek soğuktan titreye titreye bekleşiyordu. Franziska kadı­

nın koluna girdi: «Yarın akşam gel artık n'olur bizim gruba. Ötekiler seviniyor geleceksin diye. Grupta şu andaki duygu, kafada çoğu şeyler çözümlenmişken ha­

yatın gene de başka bir yerde olduğu duygusu. Hayatın gidişine dur deyip biraz tatile girmiş birine ihtiyacımız var; yani kısacası, azıcık çıldırmış birine. Ne demek is­

tediğimi anlıyorsun, değil mi.ıı

Kadın : ııStefan son zamanlarda akşamları yalnız kal­

mayı sevmiyor.ıı

(35)

Franziska: «Bunun nedenlerini her psikolojiye giriş ki­

tabında okuyabilirsin. Bruno da katlanamıyor yalnızlı­

ğa. Yalnız kalınca çocukluk yaramazlıklarına saplanı­

yormuş yeni baştan, öyle söyledi.

Ha,

dün akşam tele­

vizyonda yalnız insanlarla ilgili belgeseli gördün mü?»

Kadın : «Bir tek yerini hatırlıyorum; röportajı yapan, birine : 'Bize bir yalnızlık hikayesi anlatır mısınız?' dedi, karşısındakiyse oturduğu yerde sustu kaldı.»

Franziska kısa bir aradan sonra: «Gene de, yarın gel­

meye çalış. Biz meyhane masalarındaki karılar gibi cır­

layıp duranlardan değiliz.»

Kadın otoparka doğru yürüyordu ki Franziska arkasın­

dan seslendi: «Yalnızlıktan içmeye başlama, Marianne.»

Dolu naylon torbalarıyla yoluna devam etti kadın, tor­

balardan birinin sapı yırtılmıştı, bir eliyle altından tut­

ması gerekti.

Akşamleyin kadınla çocuk oturmuş televizyon seyredf­

yorlardı. Sonunda çocuk fırlayıp cihazı kapattı. Kadın şaşırarak, aynı zamanda sevinerek, «Ah, sağol», dedi, gözlerini oğuşturdu.

33

(36)

Kapı çalındı; çocuk koşarak açmaya gitti, kadın başı dönmüş gibi yerinden kalktı. Açılan kapıdan yayımcı girdi hızla içeri, cüsseli, aynı zamanda biraz sarsak, ko­

nuşurken gittikçe karşısındakine yaklaşma alışkanlı­

ğında -bu arada sesi değişiyor, hafif bir aksan duyu­

lur oluyordu-, aşağı yukarı ellisinde bir adamdı. (Bir şeyle uğraşıyormuş gibi bir hali olurdu hep, bir toplu­

lukta becerir de kendini ortaya koyarsa ancak varlığı hissedilsin diye koyardı, kendini kanıtlaması gerekme­

sin diye. En yakından tanıdığı insanların karşısına bile her seferinde, bir acele zorla uykudan kaldırılmış, ken­

dine gelebilmesi için önce iyice uyanması gereken biri­

nin hırçınlığıyla çıkardı. Her nerede olursa olsun

ev

sahibiymiş gibi davranır,

ikide

birde görünür

b

içi

mde

dürterek harekete geçirdiği, bu yüzden de insana garip gelen sıcakkanlılığı, ancak karşısındakinin

sakinliğiyle yerini

bir rahatlamaya bırakır,

o da böylece sürekli ile­

tişime

hazır halinin

yorgunluğunu atmaya başlıyor gö­

rünürdü.)

Bir elinde

ç

i

ç

ek, öbüründe bir şişe şampanya vardı.

«Yalnız olduğunuzu biliyordum, Marianneıı, dedi, «Bir yayımcı bir mektubun satır aralarını okuyabilmelidir.»

Getirdiklerini kadına verdi :

«On

yıl! Tanıyabildiniz

mi

beni bakalım? Yayınevindeki o veda toplantısı olduğu gibi aklımda benim

daha.

Özellikle de, belli bir kulağın arkasındaki

belli

bir

mayısçiçeği

kokusunu hatırlıyo­

rum.»

(37)

Çocuk yanlannda durmuş, dinliyordu. Kadın sordu :

«Ya bugünkü ne kokusu?ıı Yayımcı havayı içine çekti.

Kadın : cıBu duyduğunuz Brüksel lahanası. Günler ge­

çiyor, koku hala dolaplarda. Ama çocuklar da öyle sevi­

yor

ki

bu sebzeyi. Ben iki bardak getireyim köpüklü şarap için.» Yayımcı seslendi : ccKöpüklü şarap değil!

Champagner!ıı Sonra bir çabuk, başka bir ses tonuyla:

«Nedir bakalım Brüksel lahanasının Fransızcası?»

Kadın: «Choux de Bruxelles.ıı

Yayımcı alkışladı. ccSınavı başardınız! Evet, size genç bir Fransız kadınının anılarını getirdim, içinde de tabia­

tıyla böyle kelimeler geçiyor. Yarın çevirmeye başlaya­

bilirsiniz. ıı

Kadın: ccNiçin bu gece başlamayayım?»

Yayımcı : ccUç mayısböceği uç.ıı

Kadın: «Mayısböceği de nereden çıktı?ıı Yayımcı : «Galiba mayısçiçeğine gitti aklım.»

Kadın gülümsemekle yetindi. «Şişeyi açacak mısınız?»

Çiçekleri alıp mutfağa gitti. Yayımcı şampanyanın mantarını kurcalıyor, çocuk da onu seyrediyordu.

Salonda oturmuş içiyorlardı; çocuk da birkaç yudum içti. İyice törensi bir kadeh tokuşturmadan sonra çocu-

35

(38)

ğu okşadı kadın, yayımcı anlattı : «Bu tarafta işim var­

dı zaten. Yazarlarımdan biri yakında oturuyor. Beni üzüyor; güç bir durum. Bir şey yazmıyor artık, korka­

rım bir daha da birşey çıkmayacak. Yayınevi aylık ve­

rerek destekliyor tabii, sorumsuzluğa varana kadar. Bu akşam sıkıştırdım, hiç değilse özyaşamöyküsünü yazsın diye - anılar revaçta. Ama umurunda değil; hiç kimsey­

le konuşmaz olmuş, homurdanıp duruyor yalnızca. Kor­

kunç bir yaşlılık var önünde, Marianne, işsiz, insansız.»

Kadın garip bir şiddetle : «Ama hakkında bir şey bilmi · yorsunuz ki. Belki zaman zaman mutludur.»

Yayımcı çocuğa döndü : «Şimdi IJir sihirbazlık yapaca­

ğım, masanın üstündeki mantarı kaybedeceğim.» Ço­

cuk masaya baktı. Yayımcı bir eliyle havayı gösterip

«İşte, uçuyor» , dedi. Ama çocuk gözlerini mantardan ayırmıyordu, adam da çaresiz, kolunu indirdi.

Bir çabuk kadına : «Niçin savunuyorsunuz onu?» dedi.

Kadın buna cevapmış gibi çocuğu gıdıkladı; saçlarının ayrığından öptü; dizlerine oturttu; kucakladı.

Yayımcı : «Benimle olmaktan memnun değil misiniz?

Bana öyle geliyor ki, çocukla böyle uzun uzadıya uğraş­

manız, benimle ilgilenmek zorunda kalmamak için. Ni­

çin o

yri

uyorsunuz bu ana - çocuk oyununu? Benden korkmanızı gerektirecek birşey mi var?ıı

Kadın çocuğu itti, cıBelki de haklısınızıı, dedi, sonra ço­

cuğa döndü : cıGit, yat.ıı

(39)

Çocuk tepki göstermedi; bunun üzerine onu kucağına alıp ·salondan çıktı kadın.

Yalnız olarak döndüğünde : ıcStefan'ın canı bugün uyu­

mak i s te

mi

yo r

.

Şampanya ona yılbaşını hatırlatmış, o zaman geceyarısına kadar uyanık kalmasına izin var ya hep.» Yayımcı oturduğu geniş koltuktan kendine doğru çekti kadını. Ayıp olmasın diye, direnmedi kadın.

Yayımcı yavaş yavaş konuşarak : «Hangisiydi sizin bar­

dağınız?»

Kadın gösterdi, o da aldı bardağı: «Şimdi sizin barda­

ğmızdan içeceğim, Marianne.» Sonra kadının saçlarını kokladı: «Saçınızın yalnız saç kokması hoşuma gidiyor.

Koku değil, bir duyum oluveriyor. Yürüyüşünüz de ho­

şuma gidiyor: Başka kadınlarda olduğu gibi özel, bi­

çimli bir yürüyüş değil : Siz sadece yürüyorsunuz, bu ise güzel.»

Kadın kendi kendine gülümsedi, sonra adama dönüp, sanki canı birden sohbet etmek istemiş gibi anlattı :

«Bir kere bir kadın gel m iş t i bur aya , bir hanımefendi.

Stefan'la oynuyordu; çocuk birden kadının saçlarını kokl ayı p 'Sen kokuyorsun!' dedi. Kadın dehşete kapıl­

dı, sordu: 'Mutfak mı kokuyorum?' 'Hayır, parfüm', de­

di Stefan

-

öyle bir rahatladı ki hanım.»

Bir süre sonra kadının yüzüne baktı yayımcı, sonra da, arkasını nasıl getireceğini bilmez gibi, gözlerini ayır­

madı. Çocuk seslendi, ama cevap vermedi kadın, me-

37

(40)

raklanınış gibi yayımcıya bakmaya devam etti. Yayımcı bakışlarını kadının üstünde, aşağı doğru indirdi : «Ço­

rabınız kaçmış.» Eliyle bir boşver işareti yaptı kadın, sonra çocuk gene seslenince ayağa kalktı, ama hemen gitmedi.

Gene eski yerine, yayımcının karşısına otururken : «Be-

·

ni bu evde rahatsız eden şey, insanın bir odadan öbürü­

ne geçerken belli bir biçimde sapmak zorunda olması : hep bir dik açı çizerek, üstelik hep sola doğru. Bilmi­

yorum, bu hareket biçimi neden bu kadar canımı sıkı­

yor; eziyet veriyor bana neredeyse.» Yayımcı: «Yazsa­

nıza bunu, Madanne. Yoksa ·günün birinde yok olacak­

sınız birdenbire.»

Çocuk üçüncü kere seslendi, hemen gitti kadın.

Yayımcı, yalnız kaldığında, yorgunluğu belli oldu. Başı biraz yana düşmüştü. Toparlandı; sonra gülümsedi, kendine gülermiş gibi, vücudunu yeniden gev�emeye, sırtını kamburlaşmaya bıraktı.

Kadın döndü; önüne dikildi. Yayımcı yukarı, ona bak­

tı. Elini yayımcının alnına koydu kadın; sonra karşısı­

na oturdu. Masaya uzattığı elini eline aldı adam, öptü .

.

Uzun zaman sustular.

Kadın,

"Müzik koyayım

mı size?n diye sordu. Yayımcı, bu soruyu

beklemişçesine hafifçe başını sa

l l

a

d

ı.

Sustu­

lar.

Yayımcı: ((Sizde

hiç

telefon çalmaz mı?»

(41)

((Son günlerde pek çalmaz oldu. Zaten kışın pek ender·

dir çaldığı. Belki baharda.»

Uzun bir sessizlikten sonra : ((Sanırım, Stefan uyudu şimdi.» Sonra da : «Daha demin, hani nasıl derler, iş­

verenim olmuş olmasaydınız, size göstermeye cesaret ederdim ne kadar yorgun olduğumu.»

Yayımcı : ((üstelik şişe de boşaldı.»

Ayağa kalktı, kadın da kapıya yürüdü onunla. Paltosu­

nu aldı, başı eğik önce dikildi, sonra toparlanıp doğrul­

du. Kadın birden paltosunu elinden alıp : «Aman bir bardak daha içelim. Az önce içime, yalnızken her daki­

ka insanın elinden, bir daha yerine koyamayacağı bir şey kaçıyor gibi bir duygu girdi. Biliyorsunuz, ölüm. Bu kelimeyi kullandığım için kusura bakmayın. En azın­

dan, şimdi acı geldi bu bana. Umarım yanlış anlamıyor­

sunuzdur. Mutfakta daha bir şişe kırmızı Burgonya şa­

rabı var. Ağır bir şarap, iyi uyku veriyor içince.»

Salonda pencereye karşı ayakta durmuş, kırmızı şarabı içiyorlardı. Perdeler kapalı değildi, karın yağdığı bah

­

çeye bakıyorlardı.

Yayımcı anlattı : <cYı:ı,kınlarda bir hanım arkadaşımdan ayrıldım, o kadar garip oldu ki size anlatmak isterim.

Geceleyin taksiyle gidiyorduk. Kolumu omuzuna dola­

mıştım, ikimiz de aynı taraftan dışarı bakıyorduk. Key­

fimiz yerindeydi. Söylemeyi unuttum, söz konusu olan çok genç bir kız, yirmisinde hile değil, ben de çok bağ-

39

(42)

lanmıştım.

O

sırada kald

ırım

da yürüyen bir adam gör­

düm, kısacık bir andı, geçip gittik. Hiçbir ayrıntısını da algılayamadım, karanlıktı cadde: Tek görebildiğim, ada­

mın

gençten biri olduğuydu. Birdenbire, yanımdaki kı­

zın

bu dışardaki adam görüntüsünü seçer seçmez ora­

da, taksiqe, ne kadar yaşlı bir adamla sarmaş dolaş oturduğunun bilincine varmı.ş olacağını, hem de o

an

benden iğrenmeden edemeyeceğini düşündüm. Bu öyle bir şok oldu ki benim için, hemen kolumu omuzundan çektim. Gerçi onunla yola devam ettim, evinin kapısı­

na kadar da gittim, ama orda onu bir daha görmek is­

temediğimi söyledim. Kabaca bağırdım, gözüme gözük­

memesini, ona doyduğumu söyledim, bitti dedim, he­

men koşarak uzaklaştım oradan. Eminim, bugüne ka­

dar bilmiyordur kendisini niçin terkettiğimi. Herhalde kaldırımdaki genç adamı gördüğünde de hiçbir şey dü­

şünmemişti. Belki farkına bile varmamıştı. .. »

Bardağındakini bitirdi. Susup pencereden baktılar, aşa­

ğıdan gene köpekli yaşlı kadın geçiyordu, hemen selam verdi yukarıya; şemsiye açmıştı.

Yayımcı : «Güzel bir akşamdı, Marianne. Hayır, güzel değil : Değişik.»

Kapıya yürüdüler. Yayımcı : «Ben arada telefonunuzu çald

ırma

cüretini göstereceğim, henüz kış ortası olsa bile.»

Kapıdan çıkarken -adam paltosunu giymişti bu aı:a­

da- arabalı olup olmadığını sordu kadın; evin içine

(43)

kar savruluyordu. Yayımcı : «Evet, şoför var. Arabada bekliyor.»

Kadın : «Bunca zaman beklettiniz adamı?»

Yayımcı : «Alışıktır.»

Araba sokak kapısının önünde duruyordu; loşluğunda.

şoför seçiliyordu. Kadın : «Çevireceğim kitabı vermeyi unuttunuz.»

Yayımcı : ccKitap henüz arabada.»

Şoföre eliyle bir işaret verdi, o da hemen kitabı getirdi.

Yayımcı kadına verdi kitabı, kadın bunun üzerine sor­

du : «Demek sınamak istediniz beni?»

Yayımcı, bir

an

sustu, sonra : ccŞimdi uzun yalnızlık günleriniz başlıyor, Marianne.»

Kadın : «Birkaç gündür herkes gözdağı veriyor bana.»

Yanlarında duran şoföre :

ccSiz

de mi öyle yapacaksınız yoksa?» Beriki şaşkın şaşkın gülümsedi.

Gece olmuştu, kadın yalnız, elinde kitapla koridorda duruyordu ; üzerindeki düz çatının camlarından karın çıtırtıları duyuluyordu. Okumaya başladı : ccAu pays de l'ideal : J'attends d'un homme q'u'il m'aime pour ce que je suis et pour ce que je deviendrai.» Çevirmeye çalıştı :

«İdealin ülkesinde:

Bir

erkekten beni ne isem onun için

41

(44)

sevmesini, ne oluyorsam onun için sevmesini bekliy�

rum.» Omuzlarını kaldırdı.

Günün aydınlığında masada, yazı makinesinin karşısın­

da oturuyordu kadın, gözlük takmıştı. Çevrilecek kita­

bı, her gün bitirmek istediği sayfa sayısına göre bölüm­

lere ayırmıştı; kitaba. kurşunkalemle çevireceği günün tarihini yazıyordu : Son bölüm ilkbaharın ortasında bir güne gelip dayanmıştı. Duraklaya duraklaya, arada bir sözlük karı.ştırarak, makinanın bir harfini dikiş iğne­

siyle temizliyerek, bir bezle

sık

sık tuşlan silerek şu metni yazıyordu : «Şimdiye kadar erkekler hep zayıf düşürdü beni. Kocam ıbenden

söz

ederken, 'Michele güç­

lüdür', derdi. Aslında istediği, onu ilgilendirmeyen şey­

ler konusunda güçlü olmam : çocuklar, ev işleri, vergi . işleri. Ama benim asıl etkin olmak istediğim yerde yı­

kıp geçiyor beni. 'Benim kanın bir rüya A.leminde yaşı­

yor', diyor. F.ğer rüya görmek insanın ne

ise

o olmak is­

temesiyse, ·ben rüya görüyor olmayı kabul ediyorum.»

Terasa

baktı, çocuk belirmişti şimdi terasta, ayakkabı­

larını

yere vurup silkeleyerek, elinde okul çantası, geli­

yordu.

Teras

kapısından girerken güldü. Kadın niçin güldüğünü sordu.

Çocuk : <<Seni hiç gözlükle görme�Um.:ı

(45)

Kadın gözlüğü çıkardı; sonra gene taktı: «Çok erken­

cisin.l>

Çocuk : «Bugün

iki

ders boştu gene.»

Kadın

makinada yazmaya devam_ ederken çocuk yanı­

na yaklaştı, uturdu; ses çıkarmamaya özen göstererek hareket ediyordu. Kadın çalışmayı bıraktı, önüne bak­

maya başladı. «Karnın aç, değil mi?» Çocuk hayır an­

lamına başını salladı. Kadın: «Çalışırsam rahatsız olur musun?» Çocuk kendi kendine gülümsedi.

Kadın daha sonra yatak odasında, pencere kenarında bir masada, ladin ağaçlarına karşı çalışıyordu. Kapıda, şişman arkadaşıyla birlikte çocuk göründü : «Dışarısı çok soğuk. Jürgenlere de gidemiyoruz, temizlik varmış.»

Kadın : oDün de yok muydu temizlik?» Çocuk omuzla­

rım kaldırdı; kadın gene işine döndü.

ÇocUklar

kapı ağzında bekliyorlardı. Yerlerinden kımıl­

damadıkları halde orada olduklarını his.setti kadın, dö­

nüp onlara baktı.

Daha sonra, yazarken öbür odadan bir plağın gürültü·

sünü duydu : Tiyatro oyuncusu sesleriydi, haykıra hay­

kıra çocuk ve cin seslerini taklit ediyorlardı. Kalktı, ko­

ridordan geçip odaya girdi. Küçük bir pikabın üstünde plak dönüyordu, görünürde kimse yoktu. Aygıtı kapat­

tı, aynı anda çocuklar, _kadını korkutmak ister gibi çığ­

lıklar atarak perdelerin arkasından çıktı; korkuttular

43

(46)

da nitekim, bunda elbiselerini değiş tokuş etmiş olma­

larının da payı vardı.

Kadın onlara : «Bakın, · size beliti öyle gelmiyor olabilir ama, benim içercie yaptığım da bir iş. Birazcık rahatsız edilmeden çalışmak çok önemli bir şey benim için. Çün­

kü bir yandan bu işi yaparken bir yandan da başka bir şey düşünemiyorqm, örneğin yemek pişirirken olduğu gibi.ıı

Çocuklar bjr süre öylece bakındılar, sonra önce biri ar­

dından öbürü, sırıtmaya başladı.

Kadın : «Anlayın beni, lütfen.»

Çocuk : «Bize bir şey pişirecek misin şimdi?»

Kadın başını önüne eğdi; sonra çocuk kötü kötü : cıBen de üzüntülüyüm, yalnız sen değil.»

Kadın yatak .odasında, yazı makinasının başında, yaz­

madan oturuyordu. Ev sessizdi. Koridordan yaklaşıyor­

du çocuklar, fısıldaşarak, kikirdeyerek. Birden bire yazı makinasını yana itti kadırt, makina yere düştü.

Yakındaki büyük bir süpermarkette paketleri bir alış­

veriş arabasına yüklemiş, arabayı dev gibi hangarın bir

(47)

bölümünden öbür bölümüne itiyordu kadın, taşacak ha­

le gelmişti araba. Kasanın önünde, uzun bir kuyruğun kalabalığı içinde bekliyordu; önündeki müşterilerin ara­

baları da onunki gibi doluydu. Marketin önündeki oto­

parkı geçti, tekerlekleri ikide birde kıvrılıp takılan, ağır alışveriş arabasını iterek, otomobile geldi. Doldurdu oto­

mobili, arka koltuğun üstünü de doldurdu, dikiı ayna·

sından arkasını göremeyecek kadar. Evde bütün getir­

diklerini bodruma yerleştirdi, bütün sandıklar da derin dondurucu da doluydu çünkü.

Geceleyin bungalovun oturma odasındaki masada otu­

ruyordu kadın, makinaya bir k!ğıt taktı; kıpırdamadan oturdu bir süre. Bir süre sonra kollarını kavuşturup dayadı makinanın üzerine; sonra da başını kollarına yasladı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde aynı biçimde oturuyordu yerinde, uyuyakalmıştı.

Uyandı, lambayı söndürdü, odadan çıktı. Yanağında kazağının kolundaki örnek, iz bırakmıştı. Sitede sokak

lambalarından başka yanan ışık kalmamıştı.

45

Referanslar

Benzer Belgeler

Sonra duvarda gömülü bir dolabı açar ve sakladığı yerden onun için çok değerli olan iki şey çıkarırdı: Altın kapaklı küçük bir kitap (o kitabın “Kur’an-ı

Avrupa’da gerçekleştirilen yüzlerce aktiviteyle birlikte Türkiye Futbol Federasyonu da HERKESiçinFUTBOL Günü’nü, 20 merkezde Ülker-TFF Futbol Teknik

• Genellikle birden çok görüşmeci bulunur (yöneticiler, İK uzmanları vb.) ve adayları gözlerler.. • Bazen hipotetik olarak çelişkili durumlar verilerek

sanat ve grafik gibi alanlarda çalışanlara göre daha formel giyindikleri

• İş ve meslek danışmanlığı hizmetleri • Bireyi tanıma ve değerlendirme. • İş

İletişim Ağı Kişisel İlişkiler • Aile bireyleri • Akrabalar • Yakın arkadaşlar, komşular, dost ve ahbaplar • Hizmet sunanlar (doktor, avukat, vb.) • Sosyal gruplar

Mi- marlık şubesinin öğretim başkanlığı, öte yandan da Bakan Irk (mimarî bürosu) yö- netim görevi için yeni bir yetkili aranır- ken 1937-38 öğretim yılı başlarında,

 Beyaz Sayfalara Bakma: Gözleri dinlendirmek ve okumayı iyileştirmek için yapılır..  Uzun süreli okuma sonrası ve özellikle zor konuları okurken yapılırsa daha