- .
ULUGBEYIN
• •
HAZINESI
ADİL YAKUBOV
Türkiye Türkçesi
D. Ahsen BATUR
Selenge Yayınları İstanbul - 2003
Selenge Yayınları No: 6 Edebi Eserler No: 1
Dizgi-Sayfa Düzeni
Mehdi Ali Seçkin
Kapak
Nüans Ajans
Baskı-Cilt
Matsan
ISBN 975-8839-12-8
Selenge Yayınları
Ticarethane Sok. No:41/24 Cağaloğlu I İSTANBUL Tel-Fax: 0.212 514 45 73
e-mai 1 :selenge@hotma il .com
Elininizdeki bu roman, Türkistan klasikleri arasında yer alan eserlerin başında gelir. "Uluğbey' in Hazinesi"ni Türkiye Türkçesine aktarırken, bir tarihi romanda bulun
ması gereken özelliklerin yansıtılmasına dikkat edilmiştir.
Bu yüzden, o dönemin hitap şekilleri, saray konuşmaları, örf ve adetleri yansıtılmış; zamanın kelimeleri bilhassa ko
runmaya çalışılmıştır. Günümüzde Türkiye Türkçesi ile Türkistan lehçelerini birbirine yakınlaştırma, bir orta-dil geliştirme yönünde bazı çalışmalar yapıldığını düşünürsek, bizlerin de yavaş yavaş o bölgede kullanılan kelimelere aşina olmaya çalışmamız gerekmektedir. Bu düşünceyle.
Orta Asya Türk lehçesinde kullanılan ve bugün de canlılı
ğını koruyan bazı kelimeler, aynen muhafaza edilmiş; an
cak, çoğu yerde dipnotlarda karşılığı gösterilmiştir.
Elinizdeki eser, 1999 yılı itibariyle tam 27 dile çevril
miş; Cengiz Aytmatov'un dahi yastık altı kitabı olmuş bir Özbek klasiğidir.
Esasen, romanda anlatılan olaylarla, Osmanlı'daki taht kavgaları arasında bir farklılık yoktur. Türkiye'de tarihi ro
mancılığın can çekiştiği gözönünde bulundurulacak olursa, elinizdeki bu kitabın, sahasının en iyi örneklerinden birini teşkil edeceği şüphesizdir. Çünkü, bir tarihçimizin de dedi
ği gibi, iki tane ansiklopedi maddesi okuyarak tarihi roman yazılamaz.
Bu romanın Sovyetler Birliği döneminde yazıldı_ğını. o
6 / ADİL Y AKUBOV
yüzden dine sataşmanın moda olduğu bir dönemde, yazarın da buna ayak uydurduğunu göz önünde bulundurmalıyız.
Hatta Adil Yakubov, Özbekistan'ın bağımsızlığından sonra eserinin yeni baskısında bir takım değişiklikler yapmış, Uluğbey 'le Nakşibendi şeyhleri arasında bir "ilerici-gerici"
kavgası havası yansıtan bölümleri yuınuşatmışsa da, biz bu değişiklikleri almayı uygun göimedik.
Çünkü gerçek, her zan1an gerçektir.
D. Ahsen Batur
Vakit gece yarısını aşmış; rasathane, derin bir sessizli
ğe gömülmüştü .
Her gece olduğu gibi, yine gök yüzünü incelemeyi sür
düren Mevlana Alaaddin Ali ibni Muhammed Kuşçu , bir ara içinde hissettiği bir isteksizlikle ayağa kalktı. Elindeki aletleri yerlerine yerleştirmek üzere iken, yukarıdan, birin
ci kattan ayak sesleri duyuldu. Bunlar, rasathanede kalan öğrencilerin hafif ayak seslerine benzemiyor, daha ziyade sipahilerin pervasız çizme seslerini andırıyordu. Mevlana, üst katın oymalı küçük penceresine bakarak, kulak kabart
tı. Yarı karanlık rasathanede, gür bir ses işitildi:
- Mevlana Ali bin Muhammed Kuşçu hazretleri! Şeh
riyar-ı felek iktidar Mirza U luğbey Köregani hazretleri derhal Köksaray 'da hazır bulunmanızı emir buyurdular!
Ali Kuşçu, elini kaşları üzerine siper edip gelen saray muhafızlarının çehrelerini seçmeye çalıştı. Fakat muhafız
lar meşaleleri başları üzerinden yükseğe kaldırdıklanndan, sakallı çehreleri ancak yarım yamalak seçilebiliyordu.
- Bir dakika müsaade edin. Aletleri toplayayım,- dedi Ali Kuşçu.
Yarı aydınlık rasathanede, yine biraz önceki tehditkar ses yankılandı:
- Vakit zuk' mevlana. Atlar şay !2
1 Zuk: Dar.
2 Şay: Hazır.
1 0 / ADİL Y AKUBOV
Nevkarlar, demir bentli ağır çizmeleriyle mermer basa
maklara lap lap basarak, geri dönmeye başladılar. Ellerin
deki meşalelerin ışığı, duvarların altın suyuyla boyanmış nakışlarını son kez yalayarak kaybolunca, rasathane tekrar karanlığa gömüldü . Sadece tavandaki tuynuktan3, gökte pı
rıl pırıl parlayan yıldızların ışıkları göze çalınıyordu . Bu tuynuk, aşağıya yerleştirilen bir sekstant vasıtasıyla gök yüzünde seyreden yıldızları gözlemek için yapılmıştı. Ali Kuşçu, kısa, sivri sakalını sıvazlayarak, bir süre bu tuynu
ğa dikilip kaldı.
Mirza Uluğ bey, daha dün sabaha doğru rasathaneye teşrif buyurmuş; kaplan postuyla kaplanmış kendi koltuğu
na oturarak, kapkara gökyüzüne gözlerini dikip, derin dü
şüncelere dalmıştı.
Ali Kuşçu, bu yıl, sahipkıran4 Emir Timur'un dünyaya geldiği yılda olduğu gibi, Jüpiter yıldızının Venüs yıldızına yakın düşmesinin beklendiğini biliyordu. Gönlü huzursuz olan devletpenfilı5 ise, nedense buna garip bir ümit bağlar, birşey ler beklerdi.
Nitekim, birkaç yıl önce, uzak Herat'dan Hakan-ı Said adıyla bilinen Ş ahruh M irza' nın vefat ettiği yolundaki uğursuz haber geldiğinden bu yana, Maveraünnehir ve Ho
rasan semalarına kara bulutlar y ığılıp kalmış; Timur'un oğulları taht ve saltanat uğruna kıyasıya bir kavgaya tutuş
muşlar, birbirlerinin gırtlağını kesmeye başlamışlardı. Fa
kat sonunda, Mirza Uluğbey' in kılıcı öbürlerinden baskın çıkmış ve doğudan batıya uzanan geniş topraklar üzerinde yeniden asayiş sağlanmıştı. Ş imdilerde ise, tahtın varisi Şehzade Abdullatif, velinimeti öz babasına karşı isyan bay-
3 Tuynuk: Tavan deliği.
4 Sahipkıran: Jüpiter ile Venüs'ün birbirine yakın geldiği zamanda doğan padişahlara "bahtlı" anlamında verilen bir ünvan.
5 Devletpenah: Devletin koruyucusu; kendisine sığınılan güçlü kişi.
rağı açmıştı. Hatta Recep ayının başlarında, şah hazretleri asker toplayarak Ceyhun nehrini geçmiş; fakat, başkentte çıkan karışıklıklar, onu tekrar Semerkand' a dönmeye mec
bur bırakmıştı. Şu günlerde ise, şehir bazı dedikodularla çalkalanıyordu: Güya şehzade askerleriyle Ceyhun'u ge
çip. Keş'e doğru yaklaşmakta imiş.
Şah hazretleri önceki gün seher vakti rasathaneye gel
diğinde, Ali Kuşçu'ya bu konudan hiç bahsetmemişti. Sa
dece teleskopunu eline almış, bir süre yıldızları inceledik
ten sonra hayallere dalmış; daha sonra yerinden kalkıp, ağır adımlarla mermer merdivenin dik basamaklarından çı
karak, üçüncü kattaki kütüphaneye girmişti. Benzi solgun, kafası karmakarışık bir vaziyette, işlemeli raflara sıra sıra dizilmiş kitapları, yaklaşık kırk yıllık saltanatı boyunca topladığı nadir el yazmalarını bir bir gözden geçirmişti.
Gönlüne üstad Kadızade Rumi düşmüş, onun "Riyaziyat"
isimli eserini şöyle bir gözden geçirmiş, bir süre düşün
müş; başını sağa sola salladıktan sonra ağır adımlarla çıkıp gitmiş, hatta Ali Kuşçu ile dahi sohbet etmemişti. Ali Kuş
çu, onu avluya kadar uğurlarken, sanki üstad rasathaneyle vedalaşmaya gelmiş gibi yüreği cız etmişti. İki gündür, üs
tadın bu mahzun çehresi gözünün önünden bir türlü gitme
miş, kaç defa Köksaray' a gitmeye niyetlenmiş; fakat, bir türlü cesaret edememişti. Şimdi ise, bizzat üstadı kendisini saraya çağırıyordu.
Ali Kuşçu, siyah kadife takkesinin üstünden müderris
lik destarını bağladı. Sırtına dar, sim işlemeli yeleğini, onun üstüne de beyaz çakmanını6 giyip, dik basamaklardan çıkarak, yukarı doğru yürüdü.
6 Çakman: Orta-Asya'da kullanılan cüppe, pelerin.
-2-
Gökyüzü seramik gibi berrak, yıldızlar pırıl pırıl parlı
yordu. Fakat Şaban ayına girildiği şu günlerde, dağdan esen, sert soğuk rüzgarın etkisiyle, ağaçlar deniz gibi dal
galanıyor; yaşlı dut ağaçları ve karaağaçlar, feryad ediyor
muş gibi uğulduyor, sağa sola yalpa yapıyorlardı.
Ali Kuşçu avluya ulaşınca, sağ taraftaki binadan pat di
ye dışarı çıkan birisi yolunu kesip:
- Durun üstad! Bu nevkarların7 amacı ne? Sizi nereye alıp götürüyorlar?- diye sordu.
Ali Kuşçu, sevgili öğrencisi Miram Çelebi 'yi tanımıştı.
Omuzuna elini koyarak:
- Korkma inim8, al3. hazretleri çağırmışlar. Hemen dönerim,- dedi.
Ali Kuşçu, rasathanenin anahtarını M iram Çelebi ' ye verip, avludan dışarı ç ıktı. Nevkarlardan biri, karanlıkta huysuzlanıp duran atı üstadın karşısına getirip, kolundan tutarak binmesine yardımcı olmak istedi. Fakat Ali Kuşçu, ayağını üzengiye geçirerek, tepinip duran ata bir hamlede · binip, dizgini eline aldı. Ona boşuna "kuşçu" dememişler
di. Ala hazretleriyle ava çıktıkları zamanlarda, nice azgın atları dizginleyip, kısa sürede uysallaştırmıştı.
Gecenin sessizliğini bozan at nallarının gürültüsünden başka, etrafta çıt çıkmıyordu. Nevkarlardan biri önde, diğe-
7 Nevkar: Saray muhafızı; hassa askeri, nöker.
8 İni: Küçük kardeş.
ri Ali Kuşçu'nun yanı başında ilerliyordu. Siyab'ı geçip te
peliğe çıkınca, "Şah-ı Zinde" mezarlığının korganı ve kor
gan gerisinde sıra sıra dizilen mezarların yüksek kubbeleri göze çalındı. Ay çıkmamış olmasına rağmen, yıldızların şavkı, firuze renkli kubbeleri serapa mavimtırak bir renge boyamış, etraf tatlı bir görünüm almıştı. Uzaktan, belki de Kösem bin Abbas' ın türbesi tarafından, yaşlı bir ihtiyarın içli sesiyle okuduğu Kur'an nameleri kulaklarına çalınıyor
du. Hazin bir ağıta benzeyen bu ses, sanki başka bir dünya
dan gelen içli bir feryadı andırıyor; yaşlı ağaçlar arkasında
ki sessiz mezarlığa ve karanlıkta oldukça heybetli görünen kubbemsi türbelere ilahi bir ruh bahşediyor; etraf, esraren
giz ve ürkütücü bir görünüm arzediyordu.
Mezarlıktan geçip camiye yaklaştıklarında, köşelerde ateş yakıp oturmakta olan nöbetçiler, nal seslerini işitince, hemen ayağa fırladılar. Fakat, önden giden nevkann em
riyle kenara çekilerek, atlılara yol verdiler. Registan önün
deki geniş meydanda toplanan askerler, onarlı gruplar ha
linde ateş yakıp oturmuşlardı. Mirza Uluğbey Medresesi karşısındaki dergfilılardan ise, yüksek sesle zikir yapan ka
lenderlerin sesleri işitiliyordu:
-Ya Allah dost, ya Allah! Hak dost, ya Allah!
Şehir üzerine çöreklenen korku dalgası sebebiyle olsa gerek, kalenderlerin ahenkli "hu" sesleri, endişeli bir tarz
da çıkıyor; bunlar, sanki Allah'a hamd-ü sena etmiyorlar, birilerine tehdit savuruyorlardı.
Dar ve karanlık sokaklardaki sıra dükkanlardan sorıra, derin hendeklerle çevrelenen Köksaray'ın mazgallı surları, karanlıkta sessiz dev kaya parçaları gibi ürkütücü bir görü
nüm arzediyordu. Surlar arkasında yükselen sarayın kub
beleri, eski türbeler gibi kararıp duruyor; saray, adeta bir kabristanı andırıyor, tıpkı bir mezarlık gibi sessiz ve asude dikiliyordu. Sarayda, tek bir ışık bile yanmıyordu. Nöbetçi
ler dahi ateş yakmadıkları için, etraf alabildiğince karanlık
tı. Ancak, Gfir-i Emire bakan meydana vardıklarında, elle-
1 4 / ADİL Y AKUBOV
rinde fanuslarla bekleyen nöbetçiler, yollarını kestiler. Ka
ranlıkta parlayan kalkanları ve ucu tuğlu mızrakları göze çarptı. Nöbetçileri geçip, iki tarafındaki yüksek kulelerine topların yerleştirildiği ana giriş kapısının önüne vardıkla
rında, bu defa da silahlı sipahiler tarafından yolları kesildi.
Önden giden nevkar, borazanla işaret verip, elindeki fer
manı gösterdikten sonra içeri girdi. Az sonra, ana kapının kilit ve iri halkalı zincirlerinin şakırtıları işitildi. Gfir-i Emir'e bakan çift kanatlı devasa kapının yan kanadı, gıcır
dayarak açıldı. İçerden, elinde fanusla, aşina simalı salah
dar9 dışarı çıktı.
Eyerden atlayan Ali Kuşçu, atın dizginini sipahilerden birine verdikten sonra, kapıdan içeri girdi. Salahdar, elin
deki fanusu yüksekçe kaldırarak, karşıdaki kapıyı açıp, ona yol verdi.
Uzun ve kalın duvarlarla çevrilerek, yüksek burçlarla tahkim edilmiş geniş avlunun her tarafında, taş fanuslar ya
nıyordu. Sol taraftaki dizi dizi uzanan basık binalar, divan olarak kullanılıyordu. Yine divan binasının gerisinde, yük
sek duvarlarla çevrili harem binası görünüyor; ön taraftaki
iki veya üç katlı köşklerin altın suyuyla bezenmiş kubbele
ri, pırıl pırıl parlıyordu. Avlu da mezarlık gibi sessizdi. Sa
dece yer altından gürs gürs tuhaf sesler işitiliyor; saray al
tındaki depolardan, silah yapımcılarının gürültüleri geli
yordu.
Salahdar, köknar ağaçları ile çevrelenmiş ve ortasına gümüş fıskiyeler omatılmış mermer havuzun yanından ge
çerek, uzun peştaklı köşke yaklaştı. Rıhları altın tokalı, oy
malı kapının iki yanında nöbet tutan muhafızlardan biri, seri bir hareketle kapıyı açarak, onlara yol verdi.
Dar ve loş koridordan geçtikten sonra, altın şamdanlar
la aydınlatılan bir odaya girdiler. Tabanı kırmızı Türkmen halılarıyla döşenmiş, duvarları firuze renkli yuvarlak per-
9 Sarayın ana giriş kapısının emniyetinden sorumlu çavuş.
çinlerle kaplanmış olan bu odanın yukarı tarafında, üst kata çıkan mermer bir merdiven görülüyordu.
Onları kapıda karşılayan asık suratlı, tanıdık saray
ban, ıo Ali Kuşçu 'yu alarak, yukarı çıkardı.
İkinci kattaki geniş salon da bomboştu. Sarayban, Ali Kuşçu 'ya burada beklemesini işaret ederek, karşıdaki kapı
dan şah hazretlerinin selamlığına geçti. Kapı açıldığında, Ali Kuşçu bir ara üstadının asabi sesini işitir gibi olduysa da, kapının kapanmasıyla ses birden kesildi.
Ali Kuşçu, odada yalnız kalınca, gönlü bir hoş oldu.
Yere Şiraz halıları döşenmiş; tavandaki altın kandilde ya
nan sayısız mumlarla aydınlatılmış olan bu geniş odanın bütün duvarları, şah hazretlerinin av maceralarını tasvir eden tablolarla ve avladığı bazı hayvanların postlarıyla süslenmişti. Karşıdaki kubbemsi küçük pencerenin üstün
de, lal ve inciyle süslenmiş, boyu bir kulaçtan uzun bir ge
yik boynuzu asılmıştı. Şah hazretleri, bu geyiği, birkaç yıl önce çıktığı av partisinde, Hisar dağlarında avlamış ve onunla uzun süre övünmüştü. Boynuzun yan tarafına, içi oklarla dolu, kızıl deriden yapılmış bir sadak; onun üzerine de bir kaplan derisi asılmıştı. B u kaplan ise, üstad Horasan seferinden dönerken Ceyhun boylarında avlanmıştı.
Uzak ve meşakkatli seferden yorgun düşen şah hazret
leri, Semerkand' a haber göndererek, Ali Kuşçu 'yu Ceyhun boylarına çağırtmıştı. Ali 'nin ayağı, uğurlu gelmişti. Çün
kü av sırasında, deve boyu yüksekliğindeki sazlar arasın
dan aniden fırlayan bir kaplan üstada saldırmış, o an yayını hazır tutarak yanı başında ilerleyen Ali Kuşçu, hemen oku
nu fırlatmış ve ok, havadaki kaplanın gözüne isabet edip, ala hazretleri mutlak bir tehlikeden kurtulmuştu. o günden bu yana şah, ne zaman Ali Kuşçu ile beraber olsa, ona "ha
laskarım"'' diye takılırdı.
1 O Sarayban: Mabeyinci; hükümdar sekreteri.
1 1 Halaskar: Kurtarıcı.
16 / ADİL Y AKUBOV
Ali Kuşçu, bu muhteşem, pırıl pırıl odayı seyrederken, aklına düşen bir düşünce ile mahzun bir şekilde gülümsedi.
Şah hazretleri kendisini saraya ilk çağırdığı zaman da aynı şekilde heyecanlanmış, biraz önceki mermer havuzun ke
narından yürürken, ayakları birbirine dolaşmıştı. Bu gör
kemli muazzam sarayı sahipkıran ünvanı alan Emir Ti
mur'un yaptırdığını, duvarları altın suyuyla cilalanan şaşa
alı odalarda, bir zamanlar dünyayı zir titreten fütih-i mu
zafferin gezindiğini, onun, şurada oturup, bütün yeryüzünü fethetmek için gizli planlar yaptığını düşününce, vücudunu mukaddes bir titreme ve ürperti sardı. Fakat heyhat ! Şimdi yine o muhteşem sarayda, o büyük cihangirin saltanat evinde oturuyordu; ama, ne kalbinde bir korku, ne de bir heyecan vardı. Şu an, sadece gönlüne çöken bir hüzün ona arkadaşlık ediyordu. Hayır, bu mahzunluk, çocukluk çağla
rında bu muhteşem sarayları gördüğünde hissettiği korku
nun verdiği bir mahzunluk değil; aksine, üstadın başına çeğmelenen kara bulutların meydana getirdiği bir buruk
luktu. Neden, niçin böyle olmuştu? Astronomi ilmini yu
tan, ileri düşüncesiyle kainat sırlarına vakıf olan ve yeni yeni yıldızlar keşfeden bu allame-i cihan, neden üstünde oturduğu bu tac-u tahtın vefasızlığını idrak etmezdi? B ütün devirlerde olup biteni, tüm taht sahiplerinin başlarına gelen olayları her yönüyle bilen bu büyük bilge kişi, tac-u tahtın hiç kimseye yar olmadığını niçin düşünmezdi? Düşünse bi
le, neden onu terketmeye yanaşmazdı? Niçin hükümdarlık denilen bu sahte şan ve şöhretten vazgeçip, bütün bilgisini, ileri görüşlülüğünü ve kabiliyetlerini ilim ve teknoloji için, insanlığa ışık saçmak amacıyla kullanmazdı? Niçin? ..
Ali Kuşçu'nun hayalleri, kapının açılmasıyla sona erdi.
İçeriden, tanıdık ince bir ses, Şeyhülislam Burhaneddin' in sesi geldi:
- Essalatin zıllullahi fil ard.12 An hazretleri şer'i sul-
12 Sultanlar yeryüzünde Allah'ın gölgesidir.
tanımızdır. Sultanımızın fermanı, herkese emr-i vaciptir.
İçerideki uğultu, onun sesini bastırmaktaydı. Üstadın boğuk ve öktem sesi yankılandı:
- Elbette ferman-ı hümayun emr-i vaciptir! Emir Sul
tanşah Barlas ! Öncü süvarilerle derhal yola çıkın ! Emir Sultan Candar Tarhan ! S iz, sağ kanat kuvvetleriyle sipahi
lerin arkasından yürüyün ! Nasip olursa, Fergana'da bulu
şuruz. Tavsiyeleriniz için teşekkürler. Meşveret bitmiştir.
Kapıda, önce başkent darugasıt3 Miranşah, arkasında kı lıç ve hançer kuşanmış komutanlar; kırmızı çuha elbise giymiş divanbeyi ile saray mahremleri göründü. Hepsinin kaşları çatık, çehreleri asıktı. Altın işlemeli elbise üzerine bağladığı kemerine altın kabzalı bir kı lıç takmış olan baş
kent darugası Miranşah, dışarı çıkarken kaş altından Ali Kuşçu 'ya şöyle bir bakıp, ekmek sacı gibi geniş yüzünü yana çevirerek, mermer basamakları sert adımlarla çıkıp gitti. Arkasından, kapkara sakalıyla Emir Candar, eğri gü
müş kılıcını çizmesine şak şuk vurarak, dev haşmetiyle Miranşah' ın peşinden yürüyüp gözden kayboldu. Ondan sonra kırmızı, yeşil, mavi renkli kadife ve pelüş elbiseler giymiş, siyah kunduz derisinden tepelik ve börklerini baş
larına geçirmiş diğer komutanlar da mahmuzlu çizmeleriy
le mermer basamaklara rap rap basarak aşağı indiler. Hiç
biri, Ali Kuşçu 'ya selam bile vermedi. Sadece Şeyhülislam Burhaneddin, elinde tesbihiyle çıkarken, şöyle bir durup, selam mahiyetinde el salladı.
Şeyhüluslam da gittikten sonra, salon tekrar sessizliğe gömü ldü . Hatta selamlıktan bile ses gelmiyordu . Acaba, üstad bunca hengame arasında Ali Kuşçu 'yu çağırttığını unutmuş muydu? .. Neyseki, o anda selamlığın kapısı ara
landı ve üstad göründü. S ırtında, genelde sarayda giydiği altın işlemeli harmani yerine türkuaz çuha çakman, başında rasathane ve medresede giydiği sivri uçlu siyah kadife kal-
1 3 Daruga: Vali
1 8 / ADİL YAKUBOV
pak, ayağında içi muflonlu, geniş konçlu çizme bulunan üstad, eşikte dunnuş, sevgili talebesini imtihan edercesine süzüyordu. Sivrilip çıkan endamında, bakır gibi kararıp du
ran çehresinde, kalın kaşları altından dikilen nigahında, hem kişiyi kendine rfuneden Timurlara has sertlik, hem de nedense gizli bir mahzunluk vardı.
Ali Kuşçu, ona yaklaşarak, tevazu ile selam verdi. Mir
za Uluğbey, sağ elini kaldırarak onu durdurup, aşağıdan çı
kıp gelen saraybana yüzlendi:
- Aşçılar istirahatteler, değil mi?
- An hazretimin hizmetine muntazırlar,- diye cevap verdi sarayban.
- Yemek ve içecek bir şeyler getir! - dedi Uluğbey onun sözünü keserek. Sonra elini Ali Kuşçu ' nun omuzuna koyup, ilerdeki işlemeli koltuğa doğru yürürken:
- Yürü oğlum,- dedi,- yapılacak işler var. ·
Mirza Uluğbey, diğer zamanlar da öğrencisine "oğ
lum" derdi. Fakat bugün üstadın sesinde bir başka samimi
yet, bir minnet duygusu ve yumak yumak olmuş bir hüzün havası vardı.
Ü stad, gözlerini yarı yumup, başını eğerek hayallere daldı. Esmer yüzü solgun; geniş alnı ve kıygır burnunun iki yanındaki çizgiler derinleşmişti. Genel görünüşünden, iri yalpak ellerini dizlerine yorgun bir şekilde koyup oturu
şundan dahi derin bir ızdırap, tarifi zor bir dert seziliyordu.
Ali Kuşçu 'nun yüreği parçalanıyor, üstadına teselli ba
bından birkaç söz söylemek istiyordu. Fakat Mirza Uluğ
bey kendi kendine mırıldanarak:
- Bu gece .. bu gece rüyamda üstadı gördüm, - dedi ve yine dalıp gitti.
Ali Kuşçu da dalmıştı. Ilık bir bahar günüydü. Uluğbey Medresesi'nin avlusunun mermer kaplı sahanlığına ve he
nüz kozalak çıkarmış gür çınar ağacının etrafına, ıpıl ıpıl parlayan kırmızı koltuklar konulmuştu. En güzel elbiseleri
ni, öğrencilik cüppelerini giyen genç mollalar, bugün son
derece heyecanlıydılar. Çünkü bugün, Eflatun dönemi he
sap sistemlerini kendilerine izah edecek olan Selahaddin Musa bin Mahmud Kadızade Rumi' den ders dinleme bah
tiyarlığına, hazretle tanışma şerefine nail olacaklardı. Ali Kuşçu, Kadızade Rumi hakkında çok garip rivayet
ler işitmiş, onun, komplike matematik problemleriyle ilgili yazdığı risalelerini mütalaa etmiş ve ona hayran kalmıştı.
Belki bu yüzden olacak, hikmet sahibi, genç bir ilim ada
mıyla karşılaşacağını umuyordu. Halbuki Kadızade Rumi, saç sakal ı ağarmış, hasta görünüşlü bir ihtiyardı. Sadece saç sakalı değil, bütün elbiseleri de tepeden tırnağa bembe
yazdı.
İşte o ılık bahar günü, Mevlana Kadızade Rumi onu al
nından öpmüş, Mirza Uluğbey ise kendisinden Köksaray'a lütfen teşrif buyurmasını rica etmişti. Hey gidi günler .. Bu olay üzerinden kaç yıl geçmiş, nice günler birbirini kovala
mıştı. Ne var ki, Ali Kuşçu ne zaman gözünü yumsa, o mü
barek zatın nurlu çehresini görmüş, alnında onun busesinin sıcaklığını, yüzünde sakalının yumuşak dokunuşunu hisset
mişti ..
M irza Uluğbey, başını hafifçe sallayarak gülümsedi:
- Rüyamda cennetmekan üstad bana kaşlarını çatıp, bu vefasız saltanat yüzünden ilm-i irfandan yüz çevirdin, dedi. - Sen taht sahibi olamazsın, şu kabiliyetlerini boşuna harcıyorsun diye söylendi..
Ali Kuşçu , yerinde şöyle bir toparlanıp, "Ya Rabbi ! "
diyerek i ç geçirdi.
Mirza Uluğbey, pat diye başını kaldırıp baktı. Yuvala
rına çekilmiş dalgın gözlerinde, soru sorarmış gibi bir hal vardı.
- Velinimet üstad affetsinler,- dedi Ali Kuşçu utana
rak. - Fakat bir iki saniye önce, zaten ben de sizin bu düşü
nüzde gördüklerinizi gönlümden geçiriyordum.
Mirza Uluğ bey, yakut kaşlı altın yüzük takılı· orta par
mağı ile işlemeli masayı birkaç kez tıkırdatıp, yine sessizli-
20 / ADİL YAKUBOV
ğe gömüldü. Basık kaşları çatıldı ve kaşları arasında bir çizgi belirdi. Ali Kuşçu, onu teselli etmek yerine, elemli kalbini daha fazla üzdüğü düşüncesiyle utanarak yutkundu.
- Mev lana Ali ! - dedi Mirza Uluğbey gözlerini bir noktaya dikerek. - Benim gibi bir aciz, yaklaşık kırk yıl Maveraünnehir'de hükümdarlık yaptı. Bu arada, bütün ça
lışmalarım boşa gider diye hiç düşündün mü? İlim yolun
da, Maveraünnehir'de asayişin sağlanması uğrunda hiç emeğim geçmedi, faydam olmadı diye aklından geçirdin mı . .. '?
Mirza Uluğbey 'in hüzünlü konuşmasında öylesine ür
kütücü bir hava vardı ki, Ali Kuşçu üstadına karşı küstah
lık yaptığını zannedip, dudaklarını ısırdı. Üstadının başında bunca kara bulutlar dolaşırken, bir de böyle sözler söyleye
rek onun gönlünü incitmek, derdini ağırlaştırmak insafa sı
ğar mıydı? Hatasını düzeltmek istercesine:
- Afedersiniz üstadım, - dedi. - Zat-ı alilerinizin bu yönde verdikleri hizmetler öylesine büyüktür ki, bunda en ufak şüphe yoktur.
Mirza Uluğbey halsizce başını salladı:
- Ben de öyle düşünüyorum, Ali! Fakat hadiseler öyle gelişti ki, ilim ehli buna idrak edemiyor. Hayır! B ilge kişi
ler padişahlardan daha az akıllı değiller. Aksine Tengri Ta
ala sizlere öyle bir temizlik nasip etmiş ki, hiç olmazsa, saltanat sahiplerinin meclislerindeki rezaletlere bulaşmı
yorsunuz!
Mirza Uluğbey, kuruyan damağını ıslatmak için yut
kunduktan sonra, sanki talebesiyle münakaşa ediyormuşça
sına elini sallayarak:
- Hayır! - dedi. - Ben saltanattan ayrılmaktan kork
muyorum. Fakat burada verdiğim kırk yıllık hizmet süre
sinde kurduğum medreseler, rasathaneler ve gerek kendi yazdığım ve gerekse sağdan soldan topladığım eserlerin, elhasıl, bu nadir hazinemin yokolup gitmesinden korkuyo
rum. Evet, tek korktuğum bu. B ir başka endişem ise, gele-
cek nesillerin, benim gibi bir acizden sitemle söz etmeleri
dir. Kainat sırlarına ulaşmak isteyen, fazilet davası güden Mevlana M irza Uluğ bey, diğer hükümdarlar gibi, elinin al
tında bulunan tahtı için kendi öz oğluyla boğuştu demele
rinden korkuyorum, Ali ! . .
Ali Kuşçu, yüreğine diken saplanmış gibi:
- Gelecek nesiller tarihe bakarak hüküm verecekler üstad ! - dedi. -Tarihi ise, ilim adamları yazar. Onlar da si
zin bilim yolunda verdiğiniz değerli hizmetlerinizi gönülle
rinden çıkarmazlar. Bundan şüpheniz olmasın, üstad! . . Mirza Uluğbey, başını aheste sallayarak, hüzünlü bir gülümsemeyle:
- Teşekkürler Ali,- dedi.
Bu sırada, koridor tarafından, sert ayak sesleri duyuldu.
Kapıdan, önce sarayban, arkasından ava çıktıkları dönem
lerde kendilerine hizmet eden tombul bekavul 14 içeri girdi.
Bekavulun elindeki gümüş tepsi üzerinde, göz kamaştırıcı süslemelerle işlenmiş bir sürahi ile Çin işi zarif kaseler vardı. Arkasından gelen yamakları, ellerindeki tepsilerle içeri girip, nefis kızartmalar ve mis gibi kokan bıldırcın ke
babını masa üzerine bıraktıktan sonra çıkıp gittiler. Beka
vul ve yamakları çıkıp gidene kadar, Mirza Uluğbey bir noktaya dikilip kaldı. Sonra saraybana dönerek:
- Mevlana Muhiddin'e haber gitti mi?- diye sordu.
- Haberciler döndüler bile, an hazretim.
- Eee? ..
- Mevlana Muhiddin ağır hasta imiş, an hazretim.
- Hmm . . -Mirza Uluğbey, saray bana "gidebilirsin"
der gibi bir işaret yaptı. Kaşları çatık bir şekilde, kenarları süslü, narin kaselere şerbet koyarken: - Hastaymış .. - dedi.
- Senin bundan haberin var mı, Ali?
- Yok üstad ..
- Neden? ..
1 4 Bekavul: Aşçı, aşçıbaşı.
22 / ADİL Y AKUBOV
Ali Kuşçu, sıkllarak, yerinde şöyle bir doğrulduktan sonra:
- İşittiğinizi sanıyordum üstadım, - dedi. - Bu yıl ba
harda, şu bizim mevlananın acizesini 1 5 Kalender Kamaki denilen genç müderrise istemek için dünürlüğe gitmiştim.
Mevlana ve özellikle babası Hacı Salahaddin Zerger, son derece sert karşıladılar .. Sonrasını siz de biliyorsunuz, üs
tad ..
Mirza Uluğ bey, bil lur kaselerde pırıl pırıl duran içe
ceklere gözlerini dikip, sessizliğe dalmıştı. Elbette olayın ondan sonraki kısmını biliyordu. Ali Kuşçu 'nun dünürlük olayından bir süre sonra, Mevlana Muhiddin kızını Emir İbrahimbey Tarhan ' ın genç oğluna vermiş, hatta Mirza Uluğbey bile yapılan şaşaalı düğüne teşrif buyurmuştu. Fa
kat aradan çok geçmemiş; Mirza Uluğbey Ceyhun boyları
na doğru, oğlu Şehzade Abdullatif' e karşı sefere çıktığı bir sırada, babasının Semerkand ' da olmayışını fırsat bilen Şehzade Abdülaziz, Emir İbrahimbey' in oğlunu öldürtüp, genç karısını kendi haremine kaldırmış ve bu olay, diğer komutanlar arasında müthiş tepkilere yol açmıştı.
Mirza Uluğ bey, birden, bir iki hafta önce haremde gör
düğü genç dilberi hatırladı. Kızı, pembe ipek perdenin ar
kasında başını eğip otururken görmüşse de, onun dillere destan güzelliği, çatık kaşlarının nefaseti, kavisli burnunun yan tarafındaki siyah beni, dalga dalga uzanarak beyaz ipek bluzunun üzerinden eteğine kadar inen düz saçlarının şahane güzelliği karşısında adeta dili tutulmuştu.
- Kızım, - demişti ona, gözlerini onun kederli ve ke
derli olduğu kadar da masum çehresinden ayırmadan.- Bi
liyorsun, olanlar olmuş bir defa. Şimdi karar senin: İster sarayda kalırsın, ister babanın evine dönersin ..
Bu genç dilber, dudaklarını belli belirsiz aralayarak:
- İzin verirseniz ben gideyim, efendim, - diye cevap
1 5 Acize: Genç kız.
vermiş; ama cevabıyla birlikte, elleriyle yüzünü kapatarak, pık pık ağlamıştı.
Mirza Uluğbey, bu nazendenin fildişi gibi beyaz elleri
ne, kınalı nazik parmaklarına gözü dikilince, babası Mev
lana Muhiddin' in kendisine vaktiyle söylemiş olduğu şu sözleri hatırlamıştı:
- Acizem hattatlıkta eşsizdir, an hazretleri. Dilerse
niz, risalelerinizi temize çeksin.
Mirza Uluğbey, o zaman Muhiddin'in bu sözlerine pek inanamamışsa da, nazendeye risalelerinden birini vermişti;
bir ay. sonra, ipek kağıtlara orj inalinin aynısı yazılmış, Uluğbey hayretler içinde kalmıştı: Bir risale, böylesi bir nefasetle ve özenle yazılamazdı ! .
Mirza Uluğ bey, bu nazendenin baba evine dönmesine izin vermiş, sonra şehzadeye bir güzel zılgıt çekmişti ..
Ama ne çare? Artık, iş i;ten geçmişti .. Uluğbey, sanki bir rüyadan uyanırmış gibi silkinerek, Ali Kuşçu 'ya baktı:
- Hak Taala şahit, bu uğursuz olayda benim bir su
çum yok, Ali, - dedi. - Fakat et tırnaktan ayrılmazmış, ne edersin? .. Kendi belimden düşen bu oğlum ..
- Biliyorum, üstad.
- Kalender Karnaki ne yaptı? Medreseyi terkedip, dervişliğe soyunmuş .. Doğru mu?
- Doğru, üstad. Çok kabiliyetli bir gençti. Ne kötü ki, düğünden sonra medreseyi terkedip, sırtına bir heybe, başı
na bir külah geçirdi. Ş imdi sokaklarda gedalık t6 yapıyor
muş ..
Mirza Uluğ bey, sinirinden dudaklarını ısırıp, sessizliğe gömüldü. İşlemeli kaselere konulan içeceklere el sürülme
miş, altın tepsideki kebaplar soğumuş; üstad ise, bütün bunları unutup hayal ummanına dalmıştı. Nihayet derin bir iç çekerek:
1 6 Geda: Kelime anlamı dilenci demekse de, tavassutta ila
hi tecellilere muhtaç salik anlamındadır.
24 / ADİL Y AKUBOV
- Ah, şu asi çocuklar!. Asi çocuklar! .. - dedi. Arkasın
dan : - Öğrenciler arasında güvenilir çocuklar var mı? - di
ye sordu.
- Vardır, üstad ..
- Varsa, davamıza katalım, mevlana !
Mirza Uluğbey, elini Ali Kuşçu ' nun dizine koyarak, gözlerine baktı.
- İhtimal , işitmişsindir: Maveraünnehir semalarını ka
ra bulutlar kaplamakta; Şehzade Abdullatif Ceyhun 'u aşa
rak Keş ' e yaklaşmakta. Bugün darussaltana ı 7 Semerkand korku içinde .. Duymuş muydun?
- Duydum üstad. Ama .. Niçin bir uzlaşma, bir barış sağlanmıyor? Eğer siz, şehzadenin hatasını affetseniz ..
Mirza Uluğ bey, canı sıkılmış gibi:
- Ne gezer!..- diye karşı lık verdi. - Eğer mesele şeh
zadenin hatasını affetmekle bitse, vatanın selameti için ba
rıştan kaçmazdım. Fakat sen, şehzadeyi tanımazsın, Ali.
Bilmiyorsun ! - Mirza Uluğbey, birden ayağa kalkıp, odada şöyle bir dolaştı.- Maksat neydi? - dedi durarak. - Seni bu
raya çağırtmaktan maksadım şudur ki, kırk yıllık saltana
tım boyunca topladığım eserler, yaptırdığım rasathane, kurduğum kütüphane ve henüz yazımı bitmemiş kitaplar ..
Hepsi senin kontrolünde. Hülasa, bu hazineyi cahiller or
dusundan, mutaassıplardan korumak yalnız sana kaldı ..
Amma .. - Mirza Uluğbey ellerini göğsüne kavuşturarak, öğrencisini imtihan etmek istercesine: - Amma aklında bu
lunsun, çok tehlikeli bir iş bu ! - dedi.
- Biliyorum, üstad.
- Bilsen bile iyi düşün, Ali !
Ali Kuşçu, hafifçe kızararak gülümsedi:
- Yoksa bu fakirden de mi şüpheleniyorsunuz, üstad?
- Yok ! .. Eğer şüphe etsem, bu sırrı açmazdım, Ali.
Fakat.. senin hayatını tehlikeye atmak da istemem. Çünkü
17 Darussaltana: Başkent, saltanat şehri.
kafası çalışmayan ilim dalkavuklarının gerçek alimlere diş bilediklerinden herhalde haberin vardır.
- Var, - dedi Ali Kuşçu ve o an, vaktiyle mezarlıkta meydana gelen bir olay aklına geldi.
Uluğbey medresesinde eğitim gören talebelerden, yir
mi yaşlarında genç bir molla, vefat etmişti. Defin merasimi için mezarlığa gitmişlerdi. Tabutu mezarlığa getirdikleri sı
rada, Şeyh Nizameddin Hamuş hazretleri, bir grup derviş ve müridiyle birlikte kapı tarafından gelerek, işlemeli bas
tonunu havaya kaldırmış ve:
- Defol ! . . - diye bağırmıştı. - Allah' ı unutan dinsiz yüzsüzlerin cesedi, bu mukaddes toprağı pis eder! Pis ! ..
Merasimin başında bulunan Ali Kuşçu, Şeyh Hamuş'a cevap vermek istemiş; fakat şeyh, ona da bastonunu kaldı
rarak:
- Sen de defol hayasız! - diye bağırmıştı. -Aklında bulunsun Mevlana Alaaddin Ali ! Allah'a hamd-ü senayı bırakıp, kafirliğe yönelen bütün allamenin akıbeti böyle olur işte .. Böyle ! ..
- Niye daldın gittin, Ali?
Ali Kuşçu, birden silkinip kendine geldi. Mirza Uluğ
bey kollarını kavuşturmuş, dalgın gözlerini kısmış vaziyet
te tepesinde dikiliyordu. Ali Kuşçu, yüreğini burkan bu so
ğuk hatırayı hayalinden kovarak:
- Üstadın fermanı talebesi için eınr-i vaciptir! - dedi.
- İyice düşündün mü? Sonra pişman olmayasın ..
- Üstad ! - Peki !
M irza Uluğ bey' in gözlerindeki kılı kırk yaran ifade, ılık bir takdir duygusuna yerini bırakmıştı.
- Peşimden gel. Sana söyleyecek birkaç çift sözüm daha var!
Mirza Uluğbey, karşıdaki selamlığın kapısını açıp, içe
ri girdi.
-3-
Yukarı tarafında dökme altından yapılmış işlemeli tah
tın bulunduğu selamlık, yarı karanlık bir haldeydi. Tavan
daki altın kandilde, nedense sadece birkaç mum yanıyor, onların ışığı altında lacivert lambrilerle kaplanmış duvar
lar, kubbemsi tavandaki ince bezekler hazin bir görünüm arzediyor, salona esrarengiz bir hava veriyordu. Ali Kuş
çu'nun hatırına birden sahipkıran Emir Timur geldi. Yuka
rı taraftaki dökme altından yapılmış şu işlemeli tahtta bir zamanlar Emir Timu� 'un oturduğunu düşünerek hafifçe tit
redi. Sanki onun bedbin ruhu odada duruyor ve Ali Kuşçu gibi fakir bir bilginin bu odaya girmesine razı olmuyordu.
Mirza Uluğbey tahtın arkasına geçip, duvara gerilmiş olan gri ipek perdeyi sıyırıp aldı. Perdenin arkasında bir ki
şinin zor girebileceği, rıhları bakır halkalı küçük bir kapı göründü.
Uluğbey, belindeki kemere bağlı anahtarlardan birini alıp, kapının kilidini açtı. Sonra, kubbemsi takadan bir mum alıp, Ali Kuşçu 'ya uzattı. Kendisi de ikinci bir mum alarak yakıp, avuç içiyle kapıyı itti.
Ağır çelik kapı, gıcırdayarak açıldı ve karanlık boşluk gözüktü.
Mirza Uluğ bey, hafifçe eğilerek, kapıdan içeri daldı.
Arkasından da Ali Kuşçu girdi. Fakat karanlık bir kuyuda olduklarını anladı. Ağır bir küf kokusu burnuna çalındı.
Mirza Uluğbey, bir eliyle mumu tutuyor, diğer e liyle du
varları sıvazlayarak dik basamaklardan aşağı doğru iniyor-
du. Nihayet zemine ulaşınca, başka bir kapıyı açıp, kilere benzer bir odaya girdi.
Bu odanın tavanı basık, duvarları siyah mermerlerle kaplanmıştı. İçerisi oldukça dar, bir hayli de soğuktu. Oda
nın dört köşesinde dört demir sandık vardı ve her biri kalın zincirlerle demir kazıklara bağlanmıştı.
Soğuk bir mezarı andıran bu taş odada, sanki aynı gizli ruh, şu sandıklar arkasına saklanmış, mumun uzayıp kısa
lan ışıkları altında sessizce onları gözetliyordu ..
Mirza Uluğ bey, gözlerini yumdu. Başını eğerek bir an durakladı. Kıpır kıpır oynayan dudaklarıyla bir fatiha oku
duktan sonra, karşıdaki sand_ıkların kilitlerini açmaya çalı
şırken, Ali Kuşçu' ya bakıp "yardım et!" der gibi işaret etti.
Sandığın kapağı öyle ağırdı ki, ikisi bir olup güçlükle kaldırdılar. Kapağın açılmasıyla birlikte oda bir şangırtı ile çınladı. Sandık, ağzına kadar ışıl ışıl yanan elmas, lal, ya
kut, inci, zeberced ve daha bir sürü kıymetli taşlarla doluy
du.
Mirza Uluğbey, taşlardan bir avuç alarak, hayretle bir süre seyretti. Taşlar, mavi, yeşil, kırmızı ve firuze renk ışıklar saçıyor; bu ışıklar birbirine karışıyor ve ahenkli bir parıltı meydana getiriyordu.
- Bağdat ve Kahire hazinelerinden, - dedi Uluğbey. - Dedem Emir Timur'un Sultan Bayezid'i yendikten sonra alıp getirdiği mücevherler. Fakat korkma. Aslını sorarsan, fakir halkın malıdır bunlar. Ondan bir torba al.
Ali Kuşçu, hayretle üstadın yüzüne baktı.
- Bunları ne yapacağım velinimetim?
- Senin malda mülkte gözün yok bilirim. Fakat bu in- ci ve mücevherleri, benim sana anlatacağım yolda harcaya
caksın.
M irza Uluğbey, sandık üzerindeki taşları bir kenara it
ti. Yarı karanlık oda, bir kez daha ışık cümbüşüne boğuldu.
Taşların altındaki kalıp kalıp altınlar par lamaya başla
dı. Yuvarlak kalıplar halindeki altınlar, ters çevrilmiş kase-
28 / ADİL Y AKUBOV
ler gibi, sandık dibine sıra sıra dizilmişti. Mirza Uluğ bey, kalıplardan birini eline alıp, tartar gibi salladıktan sonra:
- Nah üç kadak gelir, - dedi. - Bunlar, cennetmekan dedemden bana kalan hissemdir. Ben de bu hisseyi savaş yapmak için deği l, saltanatı abad kılmak, medreseler aç
mak, ilim irfan yuvaları kumıak niyetiyle harcamak düşün
cesindeydim. Şimdi sen bunları bu amaçla kullanacaksın.
Sandık dibinden kalın kırmızı bir deri torba alıp, kase şeklindeki kalıplardan on tanesini say ıp yerleştirdikten sonra, beş altı avuç dolusu da mücevher koyup Ali Kuş
çu 'ya döndü:
- Al !
Ali Kuşçu, deri torbayı sandıktan çıkarıp, yere koydu.
Bayağı ağırdı. Mirza Uluğ bey, sakalını sıvazlayıp, bir an düşündükten sonra:
- Aslında sen bu altınları işletme yolunu bilmezsin, - dedi. B ir an sustuktan sonra konuşmasını sürdürdü: - Fakat bunları paraya çevirmek gerekirse, Hacı Salahaddin Zer
ger' e git. Ona ve oğlu Mevlana Muhiddin'e selamımı, ayrı
ca özür dileklerimi ilet. Çünkü bu zor işte güvendiğim iki kişi vardı: Biri sen, diğeri Muhiddin. Şehzadenin hatasını affetsin. Selamımı iletesin, Ali.
- Başüstüne, üstad ..
Mirza Uluğbey, sandığın kapağını kapatırken:
- Kalanlar Şehzade Abdulazizin'dir, - dedi ve sanki bu sözü için Ali Kuşçu 'dan özür dilermiş gibi şöyle bir baktı. - Bilesin ki, şehzade sakat ve kalbi yaralıdır ..
Şah hazretleri Ceyhun boylarında sefere çıktığı sırada, Semerkand' da kalan Şehzade Abdulaziz' in yaptığı pis işle
ri hatırlayan Ali Kuşçu:
"Ah üstad, ah ! - dedi içinden. -Neden şu oğlunuza bu kadar değer verirsiniz? Başınıza gelen şu belalara sevgili oğlunuz sebep olmadı mı? Siz onu, vücudu sakat, kalbi ya
ralı dersiniz .. O ise, sizin yokluğunuzda Semerkand' daki askerlerinize baskı yaparak Emir İbrahimbey ' in oğlunu öl-
dürtüp, bütün komutanlarmızı size karşı tahrik etti . . "
Mirza Uluğ bey, içini çekerek, sanki Ali Kuşçu 'nun ka
fasından geçenleri okuyormuşçasına:
- Kendim için korkmuyorum, Ali, - dedi. - Hak Ta
alanın ihsan ettiği ömrümü iyi kötü tamamladım sayılır. Şu fani dünyanın lezzeti bu kadar olur. Ama öz bel imden dü
şen şu oğlumun akıbeti ne olacak? Ağabey kardeş birbirine ne yapacak? B unu düşündükçe yü reğ im parçalanıyor.
Onun vücudu sakat, kalbi yaralıdır, Ali ! .
Ali Kuşçu, sanki üstadına karşı küstahlık yapmış duy
gusuna kapılıp, bakışlarını onun hüzünlü çehresinden ka
çırdı.
- Tamam ! Hak Taala yard ımcımız olsun ! - Mirza Uluğ bey, sandığı kilitleyip, mumu eline aldı ve dışarı çıktı.
Selamlığa geçerken, kapıları açıp öbür odaları tek tek göz
den geçirerek, kimse olmadığından iyice emin olduktan sonra Ali Kuşçu ' ya döndü :
- B u mücevherleri Köksaray 'dap alıp çıktığını kimse
nin bilmemesinde fayda var. Beline iki kat kuşakla sar çı
kar.
Ali Kuşçu üstadın sözlerini başıyla tasdik edip:
- Başka emriniz var mı, üstad? - diye sordu.
Mirza Uluğbey'in gözleri kısılıp, çehresinde elemle ka
rışık bir ifade belirdi.
- Söyleyeceklerimi biraz önce söyledim. İçim rahat.
Gözüm tacda, saltanatta değil. İlim yolunda verdiğim hiz
metleri, yazdığım eserleri, topladığım ilmi kitapları bilirim ben. Bu paha biçilmez hazinenin kaderi senin elinde, Ali.
Bu hazine, bütün Maveraünnehir, ihtimal ki bütün insanlı
ğın malıdır. Bundan sonra Hak Taala benim gibi bir acizi tahttan uzaklaştırıp, her tarafı hurafeler kaplarsa, bu hazi
neyi bulacak nesiller için muhafaza etmek senin omuzları
na yüklenmiş bir vazife, Ali. İhtimal ki, onu dağlarda emin bir yerde saklayacaksın. Tedbir şart. Ş imdiden bir usta ayarlayıp, on onbeş demir sandık yaptırıp bir kenara koy-
30 / ADİL Y AKUBOV
mak en iyisi.
- Anladım, üstad.
Mirza Uluğbey, elini Ali Kuşçu 'nun omuzuna koydu : - Şükürler olsun ki, Tengri, öz belimden düşen evlat- larımdan olmasa da, senin gibi değerli bir öğrenci ihsan etti bana ..
Sonra kollarını açıp, Ali Kuşçu 'yu kucaklayarak alnın
dan öptü. Ali Kuşçu, yine o ılık ilkbahar gününü hatırladı.
Ak saçlı o halsiz ihtiyar, cennetmekan Kadızade Rumi gel
di gözleri önüne. Onun Mirza Uluğbey gibi alnından öpü
şü, yüzüne temas eden bembeyaz sakalı yadına düşünce, içinde ılık bir şeyler akıp gitti.
- Billah, bu fakir, Allah'a şükür ki, sizin gibi kadirşi
nas bir ataya sahip oldu ! .. - Ali Kuşçu'nun gözleri doldu. - Kader beni başka bir yola sevketseydi, benim halim o' olur
du?
Mirza Uluğbey altın yüzük takılı şehadet parmağı ile göz yaşlarını silip, ağlamaklı bir sesle:
- Ben senden ebediyyen razıyım, - dedi.- Eğer bir da- ha görüşmek nasip olmazsa, hakkını helal edesin, oğlum!
Bugün ikinci defa Ali Kuşçu'ya "oğlum" demişti.
-Fakir de sizden razıdır, üstad ..
Üstad ile talebesi, göz yaşlarından dilleri tutulmuş gibi, sessizce bir süre birbirleriyle kucaklaşıp kaldılar.
Mirza Uluğbey, Ali Kuşçu 'yu aşağı kata kadar uğurla
dıktan sonra, avcılık hatıralarıyla dolu odaya girdi. Şu mu
azzam saraydaki anlı şanlı odalar arasında, en çok bu geniş oda hoşuna giderdi. Selamlıkta oturup yorulduğunda, salta
nat işlerinden takatsiz düştüğü anlarda, bu odaya bağdy.ş kurup oturur, tefekküre dalardı.
Odanın yukarı kısmındaki masa üzerine gümüş tepsile
re konulan kızartmalar ve pideler, ince bir zevkle süslen
miş kaselerdeki badeler nasıl konulmuşsa öyle kalır, elini bile sürmezdi.
Mirza Uluğ bey, koltuğa oturup, bir yudum bade içmek isteğiyle kaseyi eline aldı; fakat o anda mermer basamak
lardan gelen ayak seslerini işitip, kaseyi yerine koydu.
Asık suratlı sarayban içeri girip, tazim kıldıktan sonra:
- Baba Hüseyin B ahadır geldiler, - dedi.
N d ? s·· 1 · · 1
- er e . oy e gırsın .. .
Mirza Uluğbey daha sözünü bitirmemişti ki , dün Keş ' e haber götüren sevgili mahremi Baba Hüseyin Bahadır ka
pıda göründü.
Genç, yakışıklı ve uzun boylu olan Hüseyin B ahadır eşikte durdu. Kollarını kavuşturup, dizlerini bükerek selam verdi. Başındaki sivri miğferin altından akan ter damlacık
ları, şakaklarından aşağı süzülüp sakal ve bıyıklarını ıslat
mıştı. Geniş göğüsleri, pusatın altından demirci körüğü gi
bi kalkıp kalkıp iniyordu. Kötü bir haber getirdiği belliydi.
Mirza Uluğbey ' in birden benzi soluverdi. Hemen ayağa
32 / ADİL Y AKUBOV
kalktı.
- Niye dilsiz gibi susuyorsun? Anlat !
- Ata hazretleri affetsinler. Siz şehriyar-ı felek iktida- rı hoşnut kılacak bir haber getiremedim ..
- Konuş! - diye bağırdı Mirza Uluğbey.
- Keş ' i kaybettik, velinimet! Kale kumandanı Emir Kemaleddin, Keş ' in anahtarını şehzadeye savaşsız teslim etmiş !
- Emir Arslan nerdeymiş?
- Emir Arslan kendi askerleriyle Fergana'da bekliyor- muş ..
Mirza Uluğbey ellerini arkasına atarak odada dolaşma
ya başladı. Gözleri kısılmış, burun ketekleri şişip inmeye başlamış, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, esmer çehresi
ne ümitsiz bir ifade yayılmıştı. Sarayban Hüseyin B aha
du' ı yavaşça dürttü. Hüseyin Bahadu yutkunarak:
-An hazretlerinin emirlerini bekliyorum, - dedi.
Mirza Uluğbey başını çevirip, uykusuzluktan kızaran gözleriyle mahremine baktı, fakat onu göremedi. Çünkü kafası başka yerlerdeydi.
- Ne dedin? Evet, sabahleyin askerleri toplayıp yola çıkalım. Atlar ve asker hazır olsun!
- Ferman-ı hümayun emr-i vaciptir, an hazretleri. Fa- kat bir arzum var ..
- An lat!
- Arzum şu ki, gönüllü toplasak ..
- Gönüllü?
- Fukara ıı� size sadıktır, velinimet! İcazet verirseniz, beş on bin gönüllü toplayalım.
Mirza Uluğbey, sakalını sıvazlayıp, bir süre düşündü.
Sonra yavaşça başını sallayarak:
- Hayır! - dedi . - Askerin yapamadığı yerde gönüllü
nün ne işi var? Git istirahat et, Baba Hüseyin ..
1 8 Fukara: Halk.
Sarayban ile Baba Hüseyin, geri geri çekilerek dışarı çıktılar. Mirza Uluğbey, bade dolu kaseyi eline alıp, bir di
kişte bitirdi ..
Heyhat ! .. Son ümidi de sönüp gitmişti. Şehzade Abdul
latif' in binlerce askerle Ceyhun' u aşıp Keş ' e yaklaştığını bilse de, bu müstahkem kalenin ona savaşsız kavgasız tes
lim edilişini kabullenemiyordu. Emir Kemaleddin'e güve
nir, onun kale anahtarını kayıtsız şartsız şehzadeye teslim edeceğini aklının uçundan bile geçirmezdi. Onun için "be
nim en sadık adamlarımdan biridir" diye düşünürdü ! . . Ama Emir Kemaleddin de satılmışsa, artık kime güvenir, kime dayanırdı? Gayr-ı ihtiyari gönlüne dedesinin bir sözü takıl
dı.
Emir Timur, Herat'da "Bağ-ı Cihan"da Şahruh Mirza ile sohbet ederken, oğlunun kumandanlardan hangisinin daha güvenilir olduğu yolundaki sözlerine alaylı bir şekil
de gülmüştü.
- Bu kumandanlara inanma, oğlum! - demişti. - Onla
rın sadık olmalarını istiyorsan, kılıcını elinde sıkı tut! ..
Esasen kendisi Maveraünnehir' de yaklaşık kırk yıl sal
tanat sürmüş; mürüvvetli, fakir babası bir padişah olmak için elinden geleni yapmış, bütün güç ve kabiliyetini devle
tin ve milletin huzuru için kullanmıştı .. Ama bugün başı dertteydi. Ne derdini anlatacağı bir dostu, ne yarasına mer
hem sürecek bir doktoru vardı .. Kaderin bir cilvesi midir nedir, başı bir türlü dertten kurtulmuyordu. Yoksa bu Al
lah'ın bir kısası mıydı? Dedesi Timur'un döktüğü kanların, yaktığı canların intikamı kendisinden mi alınıyordu? Aca
ba başarısız Horasan seferi sırasında dökülen kanlar için Allah onu merhametinden mahrum mu kılıyordu?
Bunları düşünürken, babası Şahruh Mirza 'nın vefatın
dan sonra Herat ' a varışı sırasında meydana gelen bir hadi
seyi hatırlayıp, adeta titredi. B ir cuma günüydü. Mirza Uluğbey ' in Herat' a gelişi münasebetiyle, şehrin bütün din adamları, komutanlar ve devlet erkanı camide toplanmıştı.
34 / ADİL Y AKUBOV
Mirza Uluğ bey , bey ve beyzadeler arasında Ş ahruhiye Medresesi ' nden çıkıp babasının yaptırdığı kalenderler tek
kesinin önünden geçerken, saç sakalı birbirine karışmış,
deliler gibi hareket eden bir derviş yolunu keserek, akla ha
yale gelmedik hareketlerde bulunmuş, ağz ını gözünü oyna
tıp durmuştu.
Önden g iden süvariler, dervişin üstüne at sürüp, onu yolun kenarına itmek istemişler; fakat U luğbey onları dur
durarak, dervişin arzusunu dinlemek istediğini belirtmişti.
Mecnun derviş, heybesindeki zilleri ş ıngırdatarak yavaş yavaş Uluğbey 'in önüne gelmiş ve "Ya Allah dost, ya Al
lah, Hak dost ya Allah!" diyerek smıki zikir yapıyormuş gi
bi bir şeyler mırıldanmıştı. Mirza Uluğbey dervişin ne söy
lediğini anlar gibi olmuştu.
Mecnun derviş, Uluğbey' in askerlerinin Herat civarın
daki köyleri ve hatta yoksullar ve dilencilerin evlerini dahi
talan ettiklerini, bu yüzden bütün Timur oğullarının Al
lah ' ın gazabına uğrayacağını söylemek istiyordu .. Mirza Uluğ bey, bu sözleri duymazlıktan gelip, atını sürüp gitmiş
ti. Fakat o günden beri mecnun dervişin söyledikleri bir türlü aklından çıkmamıştı. işte, yine o anı hatırlamış ve tüyleri diken diken olmuştu.
Evet, bu uğursuz Horasan savaşı, onun başına çok işler açmıştı. Başlangıçta onu bu savaşa teşvik eden komutanlar, zafer kazanılamayınca ondan yüz çevirmişler, gizli hesap
lar peş inde koşmaya başlamışlardı. Fakat ne çare? B abası
Şahruh Mirza'nın -Allah onun mekanını cennet etsin- vefa
tından sonra annesi Gevherşad Begüm' ün kırd ıkaçtı tu fey
lileri Herat sarayında fitne fesatla uğraşını�, saltanatta terör hakim olmuştu.
Mirza Uluğ bey , gözlerin i yumup, hafif hafi f başını sal
ladı. V al ide-i m ihribanına karşı gönlünde ı lı k bir duygu meydana gelmesini i sterd i . Fakat göz önüne gelen uzun boylu; geniş mavi ipek bİuz giyen, baş ına mavi türban çe
ken ve el inden tesbihi eksik olmayan bu iri yarı kadın, kap-
kara kaşı gözü , kıygır bumu ve güzel cemaline rağmen yü
züne nur damlası düşmemiş, soğuk çehreli bir kişiydi. De
desi Emir Timur Köregfıni şehadet şerbetini içtiğinden heri sırtındaki mavi ipek bluzunu, başından mavi türbanını hiç çıkarmazdı. Güya sahipkıran için ölünceye kadar yas tut
maya karar verm iş, dünya işlerinden el etek çekmişti. Hey
hat ! . . Tim ur Allah ' ın rahmetine kavuşup tahta oğlu Şahruh Mirza oturunca, Gevherşad Begüm hemen dizginleri eline geçirmişti. Ne kadar cahil ve küstah varsa, Şahruh M ir
za 'yı hiçe sayan ne kadar bedhah varsa saraya doldurmuş, Herat fitnenin içine düşmüştü. Şahruh Mirza'yı saf dışı bı
rakıp, komutanlarım katlettiren, şehzadeler arasına nifak sokan, sevgili torunu Alauddevle i le Abdullatif' i birbirine karşı kışkırtıp kati-ti kırgınlar çıkaran kişi, maalesef ki, bu valide-i mihribanı Gevherşad Begüm olmuştu ! . . Bu fitne hareketlerinden netice alamayınca, oğlu Uluğbey 'e "Şah-ı Şerif' unvanı verip Şehzade Abdullatif' i saf dışı bırakmış
tı. Şehzade ise Nakşibendi tarikatının lideri Şeyh Nizamed
din Hamfiş gibi kişilerin yanıltmasıyla din adamlarının göl
gesine sığınmıştı.. Ah, hurafe bataklığına saklanıp kalan bu cahil alimler! .. Mirza Uluğbey tahta oturduğu zaman bun
lar diş gıcırdatmaktan başka bir şey yapamamışlardı. Fakat Horasan seferinden zafersiz dönünce pusuda bekleyenler ortaya çıkmış; Mirza U luğbey'e bağlanan komutanlar ise, yüksek rütbe, şan-u şöhret peşinde koşmuşlar, hakanları güç durumdayken ellerini böğürlerine koyup olaylara se
yin:i kalmışlardı. Taht biraz sallanmayı görsün, bunlar he
men yüz çevirip. kimin kılıcı kuvvetliyse onun safına geçi
verirlerdi ! .
Evet, Horasan seferinden pekçok rütbe ve şan şöhret bekleyen komutanların bütün hayalleri yıkılmıştı. Üstüne
üstlük, Mirza Uluğbey öz oğlu Abdul latif'e karşı Ceyhun boylarında sefere çıktığı sırada. Semerkand "da kalan Şeh
zfük A bdü laziz pekçok halt karı�tınnış, genç komutanları ona karşı kışkırtmış. savaştan halsiz düşen halk ise kendisi-
36 / ADİL Y AKUBOV
ne karşı soğumuş ve neticede kırk yıllık saltanat yok olma
ya yüz tutmuştu.
Bu düşüncelerle içi kararan Mirza Uluğbey, elinin ter
siyle alnını silip, bir kase bade daha içti ; fakat bu da canını sıkan dertlerden uzaklaşmasını sağlayamadı. Öğrencisi Ali Kuşçu 'nun herkesten daha dürüst olduğuna bütün ben liğiy
le inanır; fakat yine de söylediği sözleri zaman zaman ha
tırlayınca yüreği burkulurdu. Nihayet kendisinin bu kadar
hizmetleri, ilim yolunda çektiği zahmetleri, sarf ettiği gay
retleri, halkı için yaptırdığı hanlar, hamamlar, yollar .. bun
ların hiçbirinin değeri yok muydu? Gelecek nesiller onu di
ğer hükümdarlardan ayırt etmeyecekler miydi? Ali Kuşçu, saltanatı bırakarak tac-u tahtı şehzadelere terkedip, ilim yo
luna yönelse, şehzadelerin onu kendi hallerine bırakacakla
rını, ona "git sevdiğin işlerle uğraş ! " deyip, rasathane ve medreselerinin kapısını açık tutacaklarını sanıyordu. Hey
hat! Eğer fani dünyanın işleri Ali Kuşçu ' nun zannettiği gi
bi kolay olsaydı, Mirza Uluğbey bu tac-u tahtı hemen ter
kedip, kendini sevdiği işlere adamaz mıydı? B aşındaki taç, altındaki tahtın ilim ve fen için faydalı olduğunu düşünme
se, bu soğuk sarayı, büyük günahlar işlenen şu haremi, şan ve şöhret uğruna burunlarına kadar rezil liğe batan şu ko
mutanları, nevkarları , saray ağalarını, hurafe ve taassup deryasına gömülmüş şu din düşmanlarını yüzüstü bırakır, sevgili talebeleri arasına karışıp, ilim dergahına gitmez miydi? Ama ne çare? Bu iğrenç tac-u taht, bu saltanat, in
sanlara hükmetme isteği bu kadar tatlıyken, onun niyetinin temiz olduğuna kim inanırdı? Onun samimi olduğuna, sal
tanatını kendi isteği ile oğullarına bıraktığına inanacaklar mıydı? Eğer ona inansalar, ilm-i idrak ile kendi işleriyle uğraşmaya bıraksalar, bu tac-u tahttan feragat etmeye çok
tan razıydı
Bu düşüncelerden dolayı başına ağrılar giren , eleml i gönlündeki fırtınalar b ir türlü dinmeyen, geceleri bile uy
kusu kaçan Mirza Uluğ bey , aslında şehzadenin bu arzusu-
na saygı duyması halinde tahtı hemen terkedip, ilim derga
hına kapanmaya can atıyordu . .
Sabaha doğru sarayın bahçesinde toplanan komutanlar, onu bu hayallerinden uzaklaştırdılar. Mirza Uluğbey, altın kemerini beline sıkıca bağlayıp, dedesi Emir Timur' un he
diye ettiği çelik kılıcı takarak, zırhını kuşandı. İradesi dı
şındaki bir güç, zorla onu taht uğruna savaşa davet ediyor, o da bu güce boyun eğiyordu ..
-5-
Ali Kuşçu , atının dizginlerini kapıda bekleyen nöbetçi
ye verip, av luya girdi. Dışarıdan, kendi sine refakat edip hemen geri dönen sipahilerin atlarının nal sesleri geliyor
du.
Ali Kuşçu rasathaneye doğru yaklaşırken ihtiyar nöbet- çı:
- Anneniz gelmiş, mevlana, - dedi.
- Nerede?
- Kitapçının odasında.
Kitapçı dedikleri Miram Çelebi idi. Gece gündüz kü
tüphaneden çıkmadığı için ona bu ismi vermişlerdi.
"Gecenin bir yansında anamın burada işi ne?"
Ali Kuşçu ' nun kafası Köksaray ' daki üstadındaydı.
Kendine kalsa hemen kütüphaneye girip orada, üstadının söylediği sözleri bir defa daha düşünmek için yalnız kal
mayı tercih ederdi. İster istemez, rasathanenin arka tarafın
da talebelerin yatıp kalktıkları tek katlı binaya yöneldi.
Miranı Çelebi binanın en arkasındaki dar bir odada ka
lırdı. Odada bir mum yanıyordu; fakat Miram Çelebi yerin
de yoktu. Anası ise odanın karşı tarafında bir yere bağdaş kurup oturmuş, uyuklamaktaydı.
Ali Kuşçu, kapıyı yavaşça kapatıp geri çekilmek üze
reyken, uyanan anası Tillebibi usul usul yerinden kalkıp, bir kuş gibi kanat çırparak geldi ve oğlunun boynuna sarı
lıp. kucakladı.
- Nerelerde dolaşırsın, butalakım? l 9
Mangıt Sahrası ' nda yaşayan bir kabi leden olan Tillebi
bi 'nin en sevdiği kelime, "bu tam" ve ''butalakım" idi . Ali Kuşçu . gülümseyerek anasının sırtını sıvazladı.
- Nerden gel iyorsun böyle, anacan? Vakit gece yarısı
nı a�mak üzere.
- Bırak şi mdi ananı , butalakını . Sen anlat : Ne yaptın,
neler oldu?
- N 'olduki , anacan?
-- Her tarafta kötü haber. Sultan Uluğbey tahttan dü- şüyonnuş. Bütün mahremleri , bütün öğrencileri öldürülü
yormuş ..
Elmacık kemikleri börtleyip dışarı fırlamış olan Tille
bibi, şakaklarından aşağı süzülen yaşları eliyle si lerek, dertli gözlerle oğluna baktı. Saçları bembeyaz olmuş, yü
zündeki ecinler iyice artmış, sırtı iki büklüm hale gelmiş bu dertli kadının bakışları, ızdırap ve endişe doluydu.
Birden içine dolan hüzünle canı sıkılan Ali Kuşçu, ana
sını tepeden tırnağa süzdü. Endişelerini dağıtmak ümidiyle zoraki gülümsedi .
- Bu yalanları hangi boşboğaz uydurmuş, anacan?
- Niye gülüyorsun? Bütün mahalle söylüyor, butam.
Rahmetli baban söylerdi : Sultanlardan uzak durmakta fay
da varmış. Kırk yıl cihangirlik yapıp, onun karargahına ya
pışıp kalmakla ne elde ettim, başıma beladan başka ne al
dım der dururdu ..
- Korkma, anacan ..
- Korkmayayım da ne yapay ı m ? S u ltan Uluğbey 'e
şakirtlik ediyorum dedi n de, ne elde ettin, butam? Kitap
mı? K itap kitap dey ip, çoluksuz çocuksuz tek baş ı na bu
dünyadan ..
- Nasipse o d a olur, ana ..
1 9 Buta: Deve yavrusu. Butalak: Sevgili yavrum anlamında mecazi bir deyiş.
40 / ADİL Y AKUBOV
- Ne zaman? Anan öldükten sonra mı?.
Genelde Tillebibi'nin bu sözleri Ali Kuşçu'nun canını sıkar, hatta bazan zavallı kadının sözünü ağzında bırakırdı.
Fakat bu defa nedense içi burkulmuştu ..
Ali Kuşçu, anasının uyuması için yere yatak serip, dı
şarı çıktı.
Şafak sökmek üzereydi. Abu Rahmet tarafından horoz sesleri, köpek havlamaları geliyor; fakat gökte hala yıldız
lar parlıyordu.
Hızlı adımlarla yürüyüp, rasathaneye girdi. Kapı üstün
deki raftan bir mum alıp yaktı ve dik merdivenleri adımla
yarak üçüncü kata çıktı.
Eyvah ! .. O kütüphanenin kapısını açışıyla birlikte içi öyle bir sıkıldı, yüreği öyle bir kabardı ki, üzüntüden nere
deyse kalbi duracaktı. Sanki burası bir kütüphane değil, şu çirkin dünyadan tamamen ayn, pırıl pırıl bir dünyaya açı
lan pencere idi ..
Cami-ul Ulum denilen b u hazine, üçüncü kattaki iki büyük salonu dolduruyordu. İnce işlemelerle süslü, zemin
den tavana kadar uzanan raflar, kitap ve el y azmalan ile ağzına kadar doluydu.
Ali Kuşçu, belindeki iki kat kuşağa sarılı altın ve mü
cevherleri ortadaki koltuğa "şırraak" diye boşalttı. Eline mum alıp, rafları tek tek gözden geçirdi. Sağ tarafta, sedef süslemeli raflarda, üç sıra halinde dizilmiş siyah deri kaplı, ağır kalın kitaplar vardı. Bunlar Kahire'den getirilmişti. Ti
mur Şah, Sultan Bayezid'e karşı sefere çıktığı suada ora
lardan toplanmıştı. Fakat henüz gözden geçirilip, şerh edil
memişti.
Üstad Mirza Uluğbey, asayiş berkemal olursa, Kahire, Bağdat ve Şam' dan ilim adamları getirip, bu kitapları şerh ettirmeyi düşünüyordu.
Mısır gibi uzak diyarlardan getirilen bu el yazmaları yanında, Bağdat'tan hikmet hazinesi diye bilinen "Beyt-ül Hikme"den getirilmiş kitap ve el yazmaları vardı. Onların
yeşil, kırmızı ve lacivert renkli derilerle kaplı ciltlerine al
tın suyuyla yapılmış, bezekler mum ışığında pırıl pırıl par
lıyordu. Bunların yanında ise hayvan ve kuş resimleriyle süslenmiş raflarda, Çin ve Hindiçin 'den getirilen ve henüz kapakları açılmamış kitaplar yerleştirilmiş; her biri lacivert ve sarı ipeklere sarılmıştı.
Bundan beş altı yıl önce, yani Şahruh Mirza henüz ve
fat etmeden, Hindistan ve Çin ' den iki büyük bilgin çağırt
mıştı Mirza Uluğbey. Bunlardan Hintli olanı, çok geçme
den vefat etmiş, hatta Hint astrologlarının yazdığı meşhur
"Sidhayta"nın tercümesini dahi tamamlayamamıştı. . Çin Maçin 'den gelen geveze köse bilgin ise, Uluğbey medrese
sinde birkaç yıl Farsça ve Türkçe öğrenmiş, biraz Arapça okumuştu. Türkçe'yi bayağı konuşurdu. Daha sonra Çin'
den getirilen bir çok kitabı Türkçe ve Farsça'ya tercüme etmeye başlamış; fakat görevini tamamlamadan vatanını özlediğini ileri sürerek, Çin'e giden bir ticaret kervanına katılıp, ülkesine dönmüştü. Ondan geriye sadece Çin-Ma
çin 'den getirilen üç ciltlik astroloji kitabının Farsça tercü
mesi kalmıştı.
Odanın karşı tarafında, altın kopçalarla tutturulan raf
larda, Maveraürınehir alimlerinin kitapları ve nadir el yaz
maları sıralanmıştı. Bu kitapların her biri, yeşil ve firuze renkli deri ile ciltlenmiş, her cildin üzerine yazarının ismi altın suyu ile yazılmıştı. Mum ışığı altında bu yazılar sön
meyen birer yıldız gibi parlıyordu.
En tepede Ebu Abdullah Muhammed bin Musa Harez
mi' nin altı cilt halinde hediye ettiği kitapları vardı. Rivaye
te göre, bunların üç cildini Al-Harezmi kendi mübarek el
leriyle yazmıştı ve bunlar Bağdat'taki Beyt-ül Hikme'den alınıp getirilmişti. Bunların yanında, İl;m-i S ina hazretleri
nin tıpla ilgili y irmi ciltlik "Kitab-uş-Şifa" ve on ciltlik
"Kitab-un Necat" isimli eserleri ve nihayet üç ciltlik şiir kitapları vardı. Onların hemen bitişiğinde, Farabi'nin onaltı .ciltlik padişah koleksiyonları, yanında Ebu Reyhan Birli-