• Sonuç bulunamadı

SAYI-4 YIL-1 EYLÜL Kalemlik

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "SAYI-4 YIL-1 EYLÜL Kalemlik"

Copied!
32
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Kalemlik

ERDAL MEMİŞ | HALİME ERVA KILIÇ | AHMET YILMAZ TUNCER | MUSTAFA HARUN ŞAHİN | ERCAN SAĞLAM | MEHMET OSMANOĞLU | SERVAN ERDİNÇ | ARİF BİLGİN | ŞÜKRAN PINARCAN

E d e b i y a t D e r g i s i

Dosya:

Asım Gültekin

1975-2020

(2)

Sahibi, Yazı İşleri Müdürü ve Genel Yayın Yönetmeni

Enes Gürbüz

Teknik Dergi Sorumlusu Emirhan Çiftçi

Sosyal Ağ ve İnternet Sorumlusu Enes Akdoğan

Kapak ve İç Tasarım Enes Gürbüz

Yayın Kurulu Enes Gürbüz Ahmet Şevki Şakalar

İbrahim Kenger

Son Okuma Mehmet Osmanoğlu

Yönetim ve Yazışma Adresi Pehlivan Mah. Kayacan Cad. No: 65

İl Müftülüğü - Hakkâri/Merkez www.kalemlikdergisi.net bilgi@kalemlikdergisi.net dergikalemlik@gmail.com

+90 541 882 23 20

Bilgi

Dergimizde yayımlanan eserlerin sorumlulukları şairlerine veya yazarlarına aittir. Dergimizden

yapılan alıntılarda kaynak gösterilmesi zorunludur.

Kalemlik Edebiyat Dergisi Süreli Yayın

Sayı: 4 Yıl: 1

birlikteyiz. Bu sayımızda; geçtiğimiz aylarda kalp krizi nedeniyle genç yaşta vefat eden yazar Asım Gültekin’e bir dosya hazırladık.

(1975-2020.) Öncelikle dergimizin bu sayısına, dosya dışında şiir ve yazılarıyla katkı veren şair ve yazarlarımızı anmak boynumuzun borcudur. Erdal Memiş, Halime Erva Kılıç, Ahmet Yılmaz Tuncer, Mustafa Harun Şahin, Ercan Sağlam, Servan Erdinç, Arif Bilgin, Şükran Pınarcan ve İlker Gülbahar şiirleriyle yer alırken, Gürkan Gürses, Baki Evkaralı ve Serpil Tuncer öyküleriyle, N. Ahmet Özalp aktardığı latifeyle ve Nilüfer Zontul Aktaş

“Ninem Korkut’tan Masallar” köşesinde yazdığı masalıyla ve Zekeriya Karapatlak denemesiyle aramızda bu ay. Hepsine teşekkürlerimizi sunuyoruz. Dosyamıza gelince; Rasim Özdenören’den daha önce

“Yeni Şafak” Gazetesinde yayımlanmış olan, Asım Gültekin’i anlattığı bir yazını aldık.

Müştehir Karakaya da bizi kırmayıp merhum yazar hakkında kısa ve öz bir yazı yazdı. Enes Gürbüz de yine Asım Gültekin’i araştırıp, onun hakkında yazan bir diğer yazar oldu. Dosya nedeniyle bu sayımızda yayımlamayı düşündüğümüz daha nice şiir, öykü ve denemelere yer veremedik. Bunun telafisini önümüzdeki sayılarda yapacağız inşallah.

Dergimize son zamanlarda gösterdiğiniz yoğun ilgiden dolayı siz değerli okurlarımıza teşekkürlerimizi sunuyor ve dergimizi

yayımladığımız web sitemizi

(www.kalemlikdergisi.net) yakınlarınıza tavsiye ederek okuyucu kitlemizi daha da artırmanızı rica ediyoruz. Önümüzdeki sayılarda görüşmek üzere, selam ve dua ile…

"Edebiyat Dergisi"

Enes Gürbüz

(3)

ANNEMİN NEFESİYLE YIKAYIN!

Erdal MEMİŞ

Annem, Gurbet Memiş'e

sac ekmeği gibiyim içim de dışım da kavruluyor

ateşim sancılanıyor ha doğurdum, doğacak bir şiir

acz'in ucundan tutuyoruz ya da o mu tutuyor bilinmiyor elime kalem alıyorum

kağıt alevleniyor

harfler elimde can veriyor mayın tarlasında ayaklarım elim, kolum yalnızlığa çarpıyor bana bir top verin

içinde annemin nefesi olsun bilmezsiniz annemin nefesini gaz halinden sıvıya dönüştürmeyi tam bir ömür açtı

ki ben bir yağmur damlasıyım katı değilim!

gaz hiç değilim!

bulunduğum kabın şeklini alır bir şekilde yolumu bulurum.

atomlar arasındaki boşluğu değerlendiririm

*proton, nötron tanımam!

annem ki yağmur, yağmur ki annem üzerime yağdı, yandı, ağladı, titredi bir gün ölürsem vasiyetimdir annemin nefesiyle yıkayın!

(4)

SERENCAM Halime Erva KILIÇ Nazlı Kement’e

Mavi ışıkları kırılıyor gecenin Üzerimize

Taaaa… Ortasında kaldığım şu deniz nasıl da sonlu Gülümsüyor

Denizde değil

Yalnızlığımın kahkahalarıyla boğuluyorum Yine beyaz giymişsin karanlığa karşı Yıldızlar uysallaşmış yanında

O tepeden bakan, tepeden bakıp denizden aksiyle tepe taklak Ahhh şu yıldızlar bayan!

Yalnızlığımızın ortasında sigara söndürdüğümüz Sonlu bir yolculuk daha

Fakat bu resim…

Bu tablodaki siz!

Hiç de sonlu değil üzerinize serpişen mavi ışıklar içinde, gülümseyişiniz Yalnızlık…

O herkesin elde ettiğini sanıp el çektiği duygu

Kuş gibi bir çırpıda konmuş, bir çırpıda kaçıracakmışız gibi meleklerinizi

Siz!

Tablodaki sonsuzluğu dolduran yegâne ruh Nasıl da birleşiyorsunuz ışığın ruhaniyetiyle Mavi ışık, gece ve siz

Sonsuzluğu tırmanan gözlerinizle taşınıyorum oturduğum yere Sevmek neymiş, bilmiyorum henüz.

(5)

MELEKLER ŞEHRİNDE Ahmet Yılmaz TUNCER

Açıldı gökyüzünün kapıları Koşuyoruz çıplak ayaklarımızla Bulutların arasında

Hep hayalimiz kavuşmaktı Böylesine bir telâş

Senle hep verdiğimiz bir savaş Kime anlatıyorsun bu sevdayı Sakın yapma çıkmasın aramızdan Bizim sevdamız

Bizim sırrımız

Kavuşacağız birazdan Elimizde sevgimizle Melekler şehrinde seninle

(6)

BİR IŞIK Mustafa Harun ŞAHİN

ruhumu oyalarken hayallerle boş hakikat yaklaşıyor

tutmam gereken dikenleri gülün kalbimi kanatıyor gitgide yaklaşan zelzelesinde hakikatin kırılgan ruhum sarsılıyor varsın kanasın kalbim sarsılsın iyice ruhum böylece belki

gafletten kurtulurum ve farkına varırım karanlıkta olduğumunda bir ışık ararım

(7)

UTANÇ HARİTASI Ercan SAĞLAM

seni bakışlarından tutarak sonsuz karanlıklara atmışım uygun adım yürüyen mevsimlerin şaşkın bakışları altında har vurup harman savurmuşum şapka çıkarıp saflığına gözlerim zorlu topraklarında eski zaman tapınaklarının senin de soyununca denize davranan ırmakların yok mu ölümcül acıların yok mu, pişmanlık ötesi sözler barındıran kaçınmış olmakla övündüğün korku, kalp çarpıntısından her gün her gece öpüp kokladığım kalabalık bulunuşların senin uzun tırnakların vardı önce çok amaçlı öpüşlerin açılınca kelebekler dökülürdü ağzından göçmen kuşlar açılınca, oradan ürkek bir fısıltı, bir toz bulutu havalanır örtülür üstümüze yangılı gürültüsü utanç haritalarının

(8)

SIZI Mehmet OSMANOĞLU beni bulmalı

bir kan çiçeğinde filizlenen ağıtlar solgun çehrelerin sükut çığlıkları bir nefeslik tokluk

sabaha çıkmalık azık arayan o/nurlu tenler sızısı

bir kor gibi düşmeli huzurumun göbeğine ince ince doğramalı içimi

gün kızıllığında öbek öbek yitenler ve çatlatmalı beynimi

nasıl'lar ve neden'ler insan

her iyiliğin ve kötülüğün mimarı nakışlı ölümlerle marazlanmış fani sırtında yüklendiği emaneti

ateşten ve buzdan ve yağmurdan sırların maverasında gezinen seyyah bir ömürlük hayatı inmeyen

nefesten tedirgin bir tüy kanadından yetmez miydi bu dünya

kırmadan dökmeden

ezmeden ezilmeden yaşamaya ne gerek vardı

nefesimiz bağlıyken bir pamuk ipliğine yarın ölme ihtimalini sıfırlayıp

hiç ölmeyecekmiş gibi bu kente sarılmaya

(9)

DİDEM Servan ERDİNÇ

Yasımı bir başıma tutuyorum

Ben, ayinim ve yalnızlığım, üçümüz çok tatlıyız Gecenin dudaklarından öptüm, öpüyorum, öpeceğim Bu bahtsızlık bir jilet yarası gibi gittikçe açılmakta Ve ben seni vuslatın sesi gibi özlemekteyim

Tıpkı gözlerine bakarken ıslık çalmayı öğrendiğim gibi Ayrılığın ellerini tutmamı istiyorsun ya

Didem ben seni seviyorum

Sen sevgilerin en çiçek büyüten damlası Sen nisan yağmuru, sen eylül serinliği

Bir çay fincanı içmişliğimiz yoksa bile şiire karşı Aynı sokakların üzerinden yürüdük yaşamaya Kaldırımlara baharı getirdi gülüşün

Otogarlar bazen seni aldı, bazen seni verdi Ben gözyaşları dinmeyen sensizlikler tanıdım Unutmanın gözlerinden öpmemi istiyorsun ya Didem ben seni seviyorum

Sevmek ki tutmak demektir nefesimi nefesin için Tuttum, sana vermek için

Sevdim, seninle ölmek için

Ölümün omzunda bir bıçak yarasıydı ismin İsmine masmavi tebessümlerle koştum Enginliğinde gözlerinin kayboldum Masumiyetinde yüzünün tanıdım kendimi Delirmenin şiirini yazmamı istiyorsun ya Didem ben seni seviyorum

Teninin çukurunda yağmuru Allah bildim Islanmalara ateşten kalbimle diz çöktüm Gidişine sövmedim

Tek kadeh rakı kaldırmadım Sen hiç gitmedin

Sevildin, denize Allah diyen martı gibi sevildin Bu kenti gülümserken görmedim bir daha Yaşamanın sesini duymadım bağrımda Ölmenin koynunda uyumamı istiyorsun ya Didem ben seni seviyorum

(10)

ÜŞÜMEK BANA KALMIŞ ŞİİR İKLİMLERİNDE Arif BİLGİN

-I-

Neyi yaşarım ölür gibi

Hangi isyanımdır darağacına çekilen Hangi suya taş attığım

Hangi masalı bozduğumdur/

Aşkımı sana ayarlamadım mı Sofrada kaşığımı

Selamımı gönüller köprüsü

Hangi kahkahamdır fermanından taşmış Hangi adımımdır geride kalan

Dokunma

Diri bir intihara sınamışım kendimi Yabancı güneşlerin doğumuna Çağdaş sel suyunda takılı kalan/

Dokunma

Büyür içimde bir çöpün şaşkınlığı Cehlimin tuzakları büyür içimde -II-

Yürür gibi değişiversin zaman Değişir gibi duruversin isterse Oradaki tam oradaki saniyenin adını Ben koyacağım/

Siyahlar yeşile akacak hatta beyazlar kırmızılar

Kadın saçlarına örtüler bakacak Hüznü değil, gözlerinin ışığında türküleşmiş

Sevdayı çarpacak yürekler

Ölüm gibi bir güzellik maskesinde Annelerin şükür kanatlı sesinde Bir destan bir ilahi bestesinde Hayata dolacak yürekteki sızılar

Yürür gibi değişiversin zaman Değişir gibi duruversin isterse Ram olacaktır takvimime duy Esir yüreğimin isyan atışlarında Paslı bir çivi olsa umuda çakılan Yolardım saçlarımı serap içinde En delisini aşkın sarar da başıma Boğardım günahlarımı türap içinde -III-

Vakti tespihe dizmek

Ve çekip götürmek canan ardında Her pınardan kaynatıp zemzemi Doldurup getirmek yar dudaklarına Dua tadında bir kanat

Tutmak yelesini sabır atlarının Mızrak üstüne çıkmadan çağrı güneşi Arınmayı akıtmak bir ibrikten, ellerine Başın toprağa yaklaşır bir sabah Gönlünde güney esintileri

Yorgunluğu mu taşmış elbisen, günahı mı Hangi karanlığı atamamış gözlerin

Neyin reddine teraziler kurup Hangi tüyün ağırlığına yumulmuş Evet, bir yük ile iner gözyaşları

Koymuş gibi gözleri pınar serinliğinde Hangi ateşe tutsak olmuş da ruhun Üşümek bana kalmış şiir iklimlerinde Atıver yakandan yapma çiçeği

Dokunup kırların duvakları

(11)

KARANTİNA Şükran PINARCAN

Caddeler ıssız sokaklar yalnız.

Biliyor musunuz hangi zamandayız.

Evi olanlar evine gider.

Evi olmayanlar nereye gider.

Ne zaman geçecek bu zorlu günler.

Kimi ağlar kimi güler.

Bu işler ne zaman sona erer.

Elimizden kağıt kalem düşer.

Sanma ki bu devran böyle döner.

Böyle gelmiş gider mi gider.

Birisi dur demezse bu hep böyle gider.

İyi mi kötü mü bilinmez kader.

Sonunda her kederde sona erer.

(12)

RADYO Gürkan GÜRSES

Dünya bir yana radyosu bir yanaydı. Kahverengi kılıfının içinde beyaz frekans düğmesiyle cızırtılı bir dünyaya yolculuk ederdi buhranda olduğu vakitlerde.

Radyonun antenini sağa sola doğru çevirir ve duygularına hitap eden bir frekansı tutturdu mu orada kalır, hayallere dalardı. Radyosu onun mahremiydi ve radyo dinlediği anlar da onun en mahrem ve uhrevi halinin tezahürüydü. Ağzı açık izlenen bir film, zevkten dört köşe olunan bir resim, aklı bir karış havaya sıçratan bir kadın, kalbi yerinden söken bir korku sahnesi ve insanı yerine oturtmayan bir heyecan kasırgası içinde sürekli cebelleşip dururdu. Bu radyo bir nevi onun demir attığı liman, eleğini astığı duvardı.

İnsan ruhunun en tenha sokaklarına değin sirayet eden yalnızlık rüzgârı onun ruhunun tamamını etkisi altına alıyor ve kuru bir yaprak misali oradan oraya sürüklüyordu.

Kâh seyyarelere çıkıp yıldızlara arkadaş oluyor, kâh yerin altına girip böceklerle hemhal oluyordu. Onun iflah olmaz bir hali, şifa bulmaz bir derdi vardı.

Güzel arkadaşım ne söyleyeceksin bugün bana bakalım, diye konuşmaya başlardı radyosuyla. Onun bu halini görenler aklını yitirdiğini düşünebilirdi pekâlâ. Özenle radyonun düğmesine basışı, antenini büyük bir incelikle yuvasından çıkarıp yukarıya doğru çekişi, cızırtısını büyük bir zevkle dinleyişi ve o an ki ruh haline uygun bir şarkıya da denk geldi mi duymuş olduğu zevki tarife ne kalem yeterdi ne de kâğıt.

Babaannesinden kalma bir radyoydu bu. Eskiydi ama cana can katıyordu. Her şeyden ve herkesten daha yakındı ona. Ağladığında onu teselli edecek şarkıları buluyordu radyosunda. Bir nevi gözyaşlarını silen el oluyordu radyo. Hüzünlüyse eğer radyonun frekanslarında mutlaka onun hüznünü dillendirecek bir şarkıya da denk geliyordu ve o an radyo onun omzuna konan el oluyordu ve hüznünü paylaşıyordu onunla. Az da olsa neşeliyse o an, işte radyoda hemen bir roman havasıyla onun bu neşeli haline eşlik ediyordu. Kaç uzun ve karanlık geceyi onunla sabah etmişti emektar radyo. El ayak çekilince açılırdı radyo ve inceden inceye işlerdi onun ruhuna her melodisiyle.

Hatıralarda dem vururdu acı bir kahve eşliğinde. Fallarda dahi çıkmayan mutluluğun izlerini arardı adam radyonun her kanalında.

Kara gün dostuydu radyosu onun için. Ruhundan kopup giden her sevgiliye bir ağıt yakardı, kalbini yerinden söken her kadına sitemkâr sözler söylerdi ve kendisine yalnızlığa iten her afete belki de bir beddua ederdi radyo. Yani o an nasıl bir ruh içindeyse radyosunda da mutlaka ona uygun bir şeyler çalıyordu. İnsanın böylesine dostu var mı damarı damarına, hissi hissine? İşte insan sevmez mi böyle bir dostunu, diye söylerdi herkese radyonun öve öve. Kendisini anlamayana da söve söve düz giderdi.

Buhrandaydı diyorum çünkü eksik olmazdı günler buhransız onun için. İç sesi hep ona radyoyu aç ve bastır onun sesini diye komut verir o da otomatikleşen bir ruh haliyle itirazsız bir şekilde düğmesine basardı radyonun. Tam da o an dünyayla bütün irtibatı kesilir, gözleri sabit bir noktaya kilitlenir ve kirpiğini dahi kırpmadan dakikalarca oraya takılır kalırdı. Dudakları istemsiz bir şekilde mırıldanır, elleri

(13)

radyoyu kavramış bir şekilde durur, aklı kim bilir hangi âlemin sokaklarında volta atar, kalbi ise hangi aşkın kenar mahallesinde sevdiğinin yolunu beklemeye koyulurdu.

Kazara ocakta unutmuş olduğu bir çaydanlık varsa fokur fokur kaynamaya devam eder, başının üstündeki hayal baloncuklarına benzerdi çaydanlıktan çıkıp göğe doğru yükselen buharlar. Sonra yine unutmuş olduğu ve filtresine kadar yanıp kül olmuş sigarasının hali ölmüş bir insan benzerdi zarif parmaklarının arasında. Düştü düşecek… Kapısı mı çaldı duymazdı, deprem mi oldu takmazdı. Birileri ona mı seslendi sağır olurdu.

Nereye giderse gitsin radyosu elinde olurdu. Ve hep cızırtılı… Onun kalp ritmine benzetirdim bu cızırtıyı. Frekansını bulamamış bu dünyada da bu yüzden net çekmiyor, derdim onun için. Parkta oturduğu vakit, pikniğe gittiğinde yahut şehre indiğinde, pazara çıktığında, balık tuttuğunda, yürüdüğünde hep gelirdi sesi radyonun.

Belki de 24 saatin tamamında açık kalırdı. Bir nevi tutsağı olmuştu radyosunun, kelepçelenmişti frekanslara. Bazen en uzak ülkelerin dalgasını yakalardı ve anlıyormuş gibi dinlemeye koyulurdu.

Bir gün ilçeyi ikiye bölen Ohi Deresi’ne karşı oturmuştum. Üzgündüm. Aşk oduyla yanmış ve küle dönmüş yüreğim terk rüzgârıyla tekrar harlanmıştı. Bu nasıl bir ağrıydı rabbim? Düşman başına bile diyemiyordum. Nemlenmişti kirpiklerim.

Kıyamet kopsa hissetmezdim o an. Aklım donmuş kalbim atmıyor gibiydi. Nutkum tutulmuş, ellerim birbirine kilitlenmişti. Bir ses eşlik ediyordu hüznüme. İçimin yağlarını eritiyordu adeta. Uzaklarda geliyor gibiydi, gözlerim o sesin kaynağını arıyor ama bulamıyordu. Kulağım sesin geldiği yöne kabarıyor ama tam olarak sesi kaynağını keşfedemiyordu.

“Üzülme,

Hangi sevda bitmedi?

Hangi gözyaşı dinmedi?

Hangi ateş sönmedi?

Bir göz ‘aç kapa’lık dünyada

Kendini heba etme güzel dostum.” diyordu bu cızırtılı ses.

Kendime geldiğimde yanı başımda bir radyo vardı, açıktı. Sağa sola, önüme ardıma baktım kimse yoktu. Belki de o radyoya benim daha çok ihtiyacımı olduğunu düşünmüş, dalıp gitmiş olduğum o anlarda yanıma gelip oturmuş ve hüznüme şahit olmuştu. Bana teselli olsun diye de radyosunu açmış, şarkımı bulmuştu. Sonra bu dünya içinde en sevdiği şey olan radyosunu yanıma bırakıp gitmişti. Benim ona daha çok ihtiyacım olduğunu düşünmüş olmalıydı. Sizin var mı böyle her şeyini uğrunuza feda edecek bir dostunuz? Tek sermayesini bir çırpıda size sarf edecek biri? Onu bir daha hiç görmedim. Radyosu ondan yadigâr kaldı bana.

(14)

BU KADAR MI?

Zekeriya KARAPATLAK

Yaşadığımız dünyada fark etmediklerimiz, kaçırdıklarımız, yakalayamadıklarımız o kadar çoğaldı ki; düşünce atmosferimizde yitik kalıyorlar. Peki, bunlar tekrar mühim olsaydı, ne olurdu acaba? Ruhi halimiz eski haline döner mi bilmem ama değişeceği kesin geliyor bana. Günümüzün en önemli meselelerin biri de budur. Bizimle topla oynar gibi oynuyorlar. İnsan olduğumuz hatırımıza bile gelmiyor artık. Bir haykırış geçiyor içimden;

Bırakın, artık! Nafile, resmen nafile. Duygu yüklü kervanlarda, bir toz zerreciği gibi kadar hükmüm kalmadı. Yavaş yavaş tükeniyoruz. Sonrada ne oldu bize diyerek eleştirmek doğru değil. Kime, neyi anlatacağız. Sonra demezler mi adama, “bu arada ne yaptın?” diye. Tabi ki, sorarlar, utanmadan, hayâsızsa ve doğrudan. Etkilendiğin hiç umurlarında olmaz.

Toprak sıcak ve hava nemli gibi nefes alamaz, susuzluğun etkisi sulanmış beyinlerimizden fikir çıkmaz. Kendine faydası olmayan hayatlar çevrelemiş etrafımı ve kimseye derdimi anlatamıyorum. Basit ile temel bir meseleler halledilemez sıkıntılara dönüşür. Yakınındaki eşin, dostunla aramıza öyle duvarlar örer dururuz.

Zaman geçmez, hayattan zevk almaz hale gelince monotonluğun içine düşeriz.

Sonra, sahip olduğumuz o güzelliklerden zevk alamamak acıtıyor, biliyor musunuz?

Bir tebessüme muhtaç oluyoruz, hoş bir söze, mutlu bir ana muhtaç oluyoruz. Hızı değişiyor, değişimin, parçalıyor, koparıyor. Hani derler ya, takvim yaprakları gibi döküldü seneler. Yüzümüzde kırışıklıklar, saçlarda aklar karşılıyor aynada. Çocukken yaşadıklarımızı anlatınca sonrakilere, tarihi bir orman kitabı estiriyor zihinlerde, onları da yazmasanız kâğıda, bilinmeyen olarak kalıyor.

Usulca bir esintiye benzetiyorum, ömrümdeki sevdiğim insanlarla geçirdiğim hoş dakikaları ki kıymetini anlıyorum. Tekrarlamak isteği olsa da tek başına yapılmıyor bu işler, hani etrafımdakiler, dağılmışlar. Toplanamaz, buluşulamaz olmuşuz.

Yapayalnız, kimsesizlik hazzına atılmış bir zerreyim. Birbiriyle kaynaşamayan milyonlarca zerreyiz.

Bütün bunlara rağmen ümitsiz miyiz? Hayır, asla! Bizi besleyen öyle bir kaynak var ki, Tek ve eşi benzeri yok. O kadar kudret sahibi ki, sahip olduğum her şey anlatmaya kafi gelmez. O’nun peşindeyim. Onunlayım. O bırakmaz. O terk etmez. O merhamet sahibi. Bu kadar mı? Ne münasebet daha yeni başladık.

(15)

GİDİŞİNLE AÇTI ÇİÇEKLER Baki EVKARALI

Ayaküstü bir ölümdü yaşadığım ve aşkımın peşine düştüm, huzurlu bir yuva sunabilmek ümidimden başka amacım olmadan gitmiştim, ömrüme ismini işlediğim kadına. Anladım ki beni ellerinin gerisiyle iterek öldürürken, dudakları da bana ait değildi. Yüreği sadece bana merhametsizdi. Gözlerimi ona vermek istedim o an, keşke Leylam benim gözlerimle görebilseydi. Ağlardı yaptıklarına, pişmanlıklarında tövbelere boğulurdu bir ömür. O hayatımda varken şeytanın fısıltılarına rağmen hatamı anlamış esir düşmüş bir komutan gibi aman dilemiştim. Ama yanılgılarımın gerçekliğini görmüştüm. Hayat bana yalan söylerken, aşk gurura bulanıp intikamını almıştı işte...

"Nefes alamıyorum sensiz, sakın benden gitme" demiştim ona. Şiirlerde onu gergef gibi işlerken, belli ki ben onun her şeyiyim diye gittiğimde hiç bir şeyi olduğumu görmüştüm. Haftalarca izin alıp hasta yatmış, gözlerim ona olan sevgimle akmış, dizlerim bedenimi taşıyamamış, kapaklanmıştım secdelere aşkla. Meğerse bir hiçmişim, basit bir hevesmişim kendimce... Yeni yıla onsuz mu gireceğim diye üzülürken, arkadaşlarım kendimde olmadığımı söylüyordu, haklılardı, haddinden çok sevmiştim. Merhametsiz bir gurura yenilse de, kulağımda çınlıyordu o ses "Seni sevmiyorum, istemiyorum sana ait değilim anlasana adam. Ben senden gittim" Bu sesi geceyi ortasından bölen bıçak gibi bölmüştü bir kamyonun korna sesi...

Gözlerimi açtığımda hastanedeydim, tepemdeki ışık gözümü alıyor, kafamı çevirdiğimde bir adamın üstüne çarşafı örtüyorlardı, kopan çığlıklar beni sarsıyordu.

Babam geldi aklıma, aralarda izin alıp her gün kaçıp gitmiştim ihtiyacı olmasa da, kanser denen illetin katili moraldi, buna ihtiyaç duyan insanın yanında olmak önemliydi, sevmek ve sevgini hissettirmek kadar. O telaşın içinde bana bakan bir çift gözü göremeyecek kadar kördüm demek ki. Aylin hemşirenin bakışlarını görememişim. Kalbim hava almayacak kadar sevdamla doluydu, canımı ortaya koyduğum kadının gidişi canımı acıtıyordu, başka bir aşka yer yoktu.

Kolumda serumlar, kalbim yerinden çıkıp gidecekken, gözlerimden yaş süzülüyordu.

Mecnun sınavlarına hazırlanıyordu; Leylayı tanımadığı adamlar sahip çıkmış, Mecnun felç olmuş yatıyordu.

Bir hemşire sanki "Hayatını ters çevirdim, sevmek vaktidir şimdi" dercesine gülümsüyor, varlığıyla daha önce hayatımda oluşunu hatırlatıyordu. Kocaman bir tebessümle girdi içeri... Vazoya çiçek koydu, gülümsedi.

-Nasılız bakalım bugün, ben Aylin. Sana ben bakacağım. Şimdi konuşup yorma kendini.

-Tamam.

-Söz dinle ama asileri ve itaat etmeyen hastaları sevmem.

-Benim gibi.

(16)

kemoterapi görüyordu, hastama iğne yapmaya gelmiştim. Bir evladın babasına verdiği değeri ve aşkla hizmetini görünce bu adamın kalbi aşkla dolu dedim o an. Oysa ben gün içinde onca ölümü göre göre merhametsizleşmiştim, duygusuzlaşmıştım. O an keşke bu adamın eşi olabilseydim dedim kalbimden... Ama nasıl olduysa bir an kayboldun ortadan... Gittin…

Hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Yollarda sana rastlar mıyım diye yürüyor, insanların yüzüne baka baka ilerliyor, Allahtan hep her gün seni diliyordum. Sen yokken karşıma çıkan bir sürü nasip oldu elbet, platonik dedim önce, hatta bir an ümitsizliğe kapılıp nerdeyse evleniyordum. Ama son an içimden bir ses, bekle dedi.

Düşlerimde seni ararken bile karşıma çıkanlar, "O kalbi nurla yıkanmış bir insan, onu tanısan aşkla ona sadık kalırsın, bak aşkla yanıyorsun bile onu tanımadan" dediler.

Büyülenmiştim sanki... Uzun nöbetlerin ortasında sana çok ağladım ben, yüreğimde bir kuş çırpınıyordu adeta seni düşününce, damağımda anlam veremediğim bir gül tadı oluyordu, gülüm sadece sana açıyordu, yağmurlarım sana yağıyordu ve ben anlayamamıştım bu halime... Yakışıklılığa, zenginliğe baksan seni milyon kere katlayanlar yoktu gözümde... Ağladım, gidişine ağladım, bir daha seni göremeyeceğim diye ağladım, varlığına şükrettim bekledim.

Arkadaşlar anlatıyordu, kamyonun altında kalmış bir adam, ne romantik adammış cebinden bir şiir çıkmış diyorlardı. Onlar anlatırken kalbim sıkıştı birden, merak eder ya insan, yattığın yeri öğrenmiştim. Senin olmadığını düşündüğüm için önemsemedim. Bir gün odanın yanından geçerken gördüm seni, tüm dualarım kabul olmuştu ve sen bana gelmiştin, varlığını biliyordum şükrümdeydin, şimdi yanımdasın.

-İyide güzel kız, ben bu saatten sonra sana bir şey olamam. Felç bir adamın nesini seversin ki?

-Ben senin yüreğini sevdim.

-Senden önceki beni buraya getiren de öyle diyordu, gerçi o tercihini yaptı, çekip gitti.

Sanırım ben sevilmeyen, istenmeyen bir hiç olmuşken, benim gibi sevmese de onu mutlu eden bir alternatifin gölgesinde kalmıştım. Sevmeye tövbe etmek üzereydim tam, kim bilebilir ki başına gelecekleri... Size deseler; aşk acısıyla ve sevdiğiniz kadının elleri, dudakları, ruhu yabancılaşmışken aldığın beddualar karşısında bir kamyon gelip size çarpacak, yatağa mahkum kalacaksınız, bir hemşire çıkacak ortaya, babanızla savaştığınız dönemden bu yana sizi arayacak ama bulamayacak ve bir gün hastanede yattığınız odanın yanından geçerken görüp sizi, felç bir aşka inat kabul edip, hatta yazı ve şiirlerinizi uzun nöbetlerinizde başucunuzda bekleyerek okuyacak, anneniz hakkını helal etmeyip sizi sevmeyecek, sevdiklerinizin hepsi size sırtını dönüp istemezken, sevmezken, tanımadığınız bir kız çıkıp gelip Hızır gibi size sahip çıkacak, belki bir daha yürüyemeyeceksiniz ama bir insan sizi böyle sevecek deseler hanginiz inanırdı? Bende inanmazdım ama yaşamak inanmaktan daha başka...Kim bir hiçi sevebilir ki?

-Ben.

-Bak, seni tanıdığımda bilmem kaç yaşındaydım, gençliğimi yedin dersin sonra.

Pişman olursun beni sevdiğine, kalbin beni kabul etmez merhametsizleşirsin.

-Yıllar sadece senin için ileri gidiyor ve ben sen yaşlandıkça gençleşiyorum ya...

-Vazgeç benden, bu halimle bir başka gidişi kaldırmaz yüreğim. Gidenler ardına bile bakmadan gitti, sende yapabilirsin.

(17)

-Vazgeçmeyeceğim, bak eski aşkını anlatınca, sen yine dik durmuşsun boş ver, sadakatini de sevdim şimdi, hem Allahtan gelene bir şey yapamazsın, kader kalemi senin elinde değil. O sana nasibini getirir, alanda o verende. Üzülme! Söyle nereye gitmek istersin yeni yılda, nerde girelim?

-Bir otel var merkezde, çok aradım ve ben çok seviyorum, beni oraya götür, madem kendim gidemiyorum.

-Tamam, hemen ayarlarım, pazartesi çıkacaksın ne de olsa... Anneye de haber veririz...

-Benim kimsem kalmadı Aylin hemşire, kimsemsin dediklerim kimsesiz bıraktı beni, haber verip izin alacağım kimsem yok, rahat ol o açıdan...

-Peki,

-Ya hemşire, elin ayağın tutuyor, genç ve güzelsin, yahu hala sevmekte ısrarcı mısın bu felçli aşk gazisi sefili...

-Ben senin yüreğini sevdim ki...

-Ne yani, bir gidiş başka bir gelişin habercisi mi? Anlamadım. Bu nasıl bir hayat ya…

Ailen ne diyecek bu konuya?

-Ailem yok can, kaybettim kaza da, yalnız kaldım.

-Beni böyle sevebilir misin ya?

-Yaşa ve gör canım.

-Ya sende diğer sevenler gibi gidersen…

-Ben senden hiç gitmeyeceğim. Sen korkmadan yaşa.

(18)

BİRAZ SABIRLA MAKSAT HÂSIL OLUR

Himmetzade Süleyman Sudi’den aktaran: N. Ahmet ÖZALP

Harun Reşit fevkalade sulhperver olmakla beraber devletin düşman tecavüzünden hıfz ve siyaneti emrinde lazım gelen tedarik ittihazından ve icap eden harp tedarikinden de geri kalmazdı. Hatta bütün harp alet ve edevatı, harbin sulh ve hazar vaktinde hüsnü muhafazası için mükemmel bir silah ambarı inşa ettirmişti.

Henüz inşaatı hitama ermiş ve mevcut silahlar, mahsus mahallerine vaz ve tanzim edilmiş olduğu sırada padişah, Ebu Nüvas beraberinde olduğu hâlde bu ambarı nazar-ı teftişten geçirmeye azimet etmişti.

O zamanın harp ve cidal aletleri olan kılıçlar, mızraklar, harbeler, kalkanlar, topuzlar, zırhlı gömlekler vesaireden mürekkep olan mevcut silahlar nazar-ı tetkik ve muayeneden geçirildiği sırada Ebu Nüvas’a sormuş:

“Ya Ebu Nüvas, bunları nasıl buldun? Mükemmel ve muntazam değil mi?”

“Evet efendim, pek mükemmel ve muntazam. Ancak bunların ne olduğunu ve ne işe yarayacaklarını anlamak isterdim!”

“Malum ya bunlar silahtır. Bir muharebe zuhurunda asker bunlarla silahlandırılır ve teçhiz olunup düşmana karşı sevk edilir.”

“Asker bunlarla ne iş görür?”

“Düşmanı öldürür, harp eder!”

“Demek ki bütün bu şeyler düşman öldürmek, katletmek içindir!”

“Şüphesiz! Bunda hayreti mucip ne vardır?”

“Bendenize göre düşmanı katil ve itlaf için bu kadar külfete, zahmete hiç lüzum yoktur. Buna biraz sabır ile intizar kifayet eder!”

“Ne demek istiyorsun? Fikrince bu tedarikler lüzumsuz mu?”

“Ben öyle zannediyorum. Maksat düşmanı itlaf değil mi? Bunu zaten zaman temin edecektir. Biraz sabır edilirse biz de ölürüz, düşman da ölür. Çünkü dünyada hiçbir ferdin bekası mutasavver değildir. Tabii olarak ecelin göreceği bu hizmet için bu kadar külfete ne lüzum vardır?”

Ebu Nüvas’ın bu cevabı Harun Reşit’i o günden sonra harp aletleri ve kıtalden ziyade sanayi ve medeniyet eserlerine sarf-ı mesaiye sevk etmiş ve onu daha ziyade sulhperver eylemiştir.

(19)

SONSUZLUK TRENİ Serpil TUNCER

Bir türlü uyku tutmadı. Çatıda öten baykuş içimi baydı. Yatağımdan kalktım.

Bahçedeki asmanın altına oturup, yıldızları izlemeye başladım. Kasabanın hayli dışında kalır evim ve fazlasıyla sessiz. Alışkınım bu ölü sakinliğine ama bazen sessizliğin kendisi de beni uyutmuyordu ya, neyse.

Pek dâhiyane olduğunu söyleyemesem de aklıma bir fikir geldi. Tren raylarının kenarındaki yolda, uzun bir süre yürürsem, yorulacağımı ve yorgunluk sonrası uyku bastıracağını düşündüm. Böylece atım kendimi dışarıya.

Gece yürüyüşüne çıkmak güzeldi. Çimenlere çiğ düşmüştü ve sıcak yaz gecesini, gökyüzünün yarısını kaplayan dolunayın parlak ışıkları aydınlatıyordu. Raylar ışıldayarak ileriye doğru tek çizgi hâlinde kesişiyor ve zifiri karanlıkta kayboluyordu.

Derken… Bir ses duydum. O da ne? Sağa sola şaşkın şaşkın bakındım sonra da kolumdaki saate… Tam bir’i gösteriyordu. “Gecenin bu vakti hayrola?” diye sayıkladım kendi kendime.

Ses öylesine yükseldi, öylesine yükseldi ki kulaklarım patlayacak gibi oldu. Raylar sallanmaya ve derin derin uğuldamaya başladı. Kulaklarımı ellerimle kapadım ve olduğum yere çökerek çığlık atmaya başladım.

Kafamı kaldırdığımda, ışıklı bir demir yığınının, hızla önümden geçtiğini gördüm.

Treni görmemle görmemem bir oldu. Ne çabuk da gözden kaybolmuştu. Yıllar yılı, geçip giden trenleri izlemiş, ancak bu denli hızlı gidenini hiç görmemiştim.

Şaşkındım. Hem de çok. Bir anda ortadan kaybolan trenin arkasından bakakaldım.

İçimi bir korku almıştı. Bacaklarım titreyerek gerisin geri eve döndüm. Yatağıma uzandım, trenin görüntüsü hâlâ gözlerimin önünden gitmiyordu. Bu saatte buradan tren asla geçmezdi. Hadi geçse tren geçerdi; o geçen ışıklı demir yığını da neydi öyle?

Trene de benzetememiştim. Güçlü, şimşek hızında bir şey saniyeliğine akmıştı gözlerimin önünden. Düşünceden düşünceye akarak ve bildiğim bütün duaları okuyarak sabaha erdim.

Güneş yükselmişti ki ancak uyanabildim. Günlük işlerimi yaparken, dünkü gördüğüm o ışıklı treni düşünüp durdum. İçimi saran merak çığ gibi büyüyordu. Bu gece, yine aynı saatte raylara doğru yürüyecek ve o ışıklı trenin geçmesini bekleyecektim.

Ağaçların arkasına gizlenip, treni gözleyecektim. Bu sefer, gözlerimi dört açacaktım.

Kafama koymuştum. Ne göreceğimi çok merak ediyordum.

Gece olmak bilmedi. Nihayet vakit geldiğinde aynı saatte tren yoluna çıktım. Geniş gövdeli meşe ağaçlarının arkasına sindim. Şimdi treni beklemekteydim. Saat gecenin tam bir’iydi. Dünkü vaktin aynısı. Pürdikkat rayları gözlüyordum. Geldi ve geçti tren, bir ışık haresinin yanıp sönmesi gibi kısacık bir zamanda kulakları sağır eden bir sesle

(20)

gördüğümü sandığım şeyi, aslında tam anlamıyla yine görememiş olduğumu fark ettim. Kahretsin! Yine kulaklarım duymuyor, beynimde bir uğultu dolaşıp duruyordu.

Yarın sabah erkenden kasabaya inip, istasyon şefi Bilal ile konuşmalıydım. Bilal’e gecenin bir’inde sefer olup olmadığını ve bir trenin, nasıl olup da böylesine hızlı gittiğini sormalıydım. Anlamsız bir yığın soru kafamdan geçerek yine evime döndüm.

Sabah, iyi bir kahvaltı yaptıktan sonra sırt çantama güneş gözlüklerimi, şapkamı ve cep telefonumu koyarak yola çıktım. İstasyon, yürüme bir saat uzaklıktaydı. Kestirme yollardan gitmek yolu kısaltacağından sarp patikalara vurdum. Kimi zaman gölgede kimi zaman da güneşin parlak ışıkları altında yürüyerek istasyona vardım.

İstasyon Şefi Bilal, kocaman göbeğini güçlükle sığdırdığı üniformasıyla istasyonun girişinde duruyordu. Heyecanla yanına gittim. Bilal’e gördüğüm tren benzeri nesnesi tanımlayarak, sesinden ve hızından bahsettim. Bilal, böyle bir tren görmediğini ve hatlarda da o saatte geçen bir tren seferinin bulunmadığını söyledi. Israr ettim. Tekrar tekrar anlatım. Bilal, bir ara yüzüme öyle bir baktı ki, bana olan bakışlarından akıl sağlığımı sorguladığını hissettim. Bakışları yetmezmiş gibi eliyle sen delisin anlamına gelen o küstah işareti yaptı. Sinirlendim. Adamın yüzüne karşı “Sen de kimsin?

Emekliliği gelmiş de geçen bunak! Şef bozuntusu sen de!” diye söylendim.

Konuşurken Bilal’in yüzüne birkaç damla tükürük de fırlatmış olabilirdim.

Sinirlenince hep böyle konuşurum ben. Bilal’in hakaretlerimi duymazdan gelmesi beni adamakıllı zıvanadan çıkardı. Ya sabır çektim içimden. Ya sabır! Ne gördüğüme emindim ve kendimce akıl sağlığım da yerindeydi. Öylesine hiddetlenmiştim ki istasyona gitmişken marketten alacaklarım olmasına rağmen, almadan gerisin geri eve döndüm.

O sinirle kendimi yatağa attım. İkindiye kadar uyudum. Uyandığımda da yataktan çıkmadım. Uzun süre, geçirdiğim o garip iki geceyi, gördüğümü sandığım o treni ve bana deli muamelesi yapan istasyon şefini düşündüm. Ne diye adamın yüzüne bir tokat patlatmamıştım ki? Bu gece yine o treni bekleyecektim. Yok yok… Daha fazlasını yapmayı planlıyordum. Trenin önüne bir ağaç kütüğü koyacak ve böylece treni raydan çıkartacaktım. Eğer gerçek bir trense mutlaka raydan çıkardı, ancak, bu durum bir faciaya neden olabilirdi. Vicdanım sızladı ama akıl sağlığımı ölçmenin başka bir yolu da yoktu. Issızlıkta kimsenin beni görmesi mümkün değildi. Zaten Bilal de söylemişti. O saatte böyle bir tren seferi yoktu. Hem Bilal’e göre ben artık

‘delidir ne yapsa yeridir’ dediklerindendim.

Gece aynı saatte, aynı yere gittim. Ormandan bulduğum kalınca bir ağaç kütüğünü peşimden sürükledim. Kütüğü rayların enine doğru yerleştirdim. Kütüğün kalınlığı treni pekâlâ raydan çıkartmaya yeterliydi. Beklemeye başladım. Az sonra onlarca insan etrafa dağılmış olacak, sabah olduğunda televizyonlarda ve bütün ülke basınında trenin raydan çıkması ile ilgili haberler sürmanşetten yer bulacaktı. Trenin boş olmasını ve mümkünse bir yük treni olmasını diledim. Onca insanın ölümünü vicdanım kaldırmayabilirdi.

İşte! Zamanı gelmişti. Kalbim kaburgalarımın arasından fırlayıp gidecek gibi oldu.

Ayaklarım titriyordu ve gözlerimi kapatmıştım, az sonra olacakları görmek istemiyordum. Sessizce saydım. Bir, iki, üç… Gürültü ve sarsıntı başlayınca içimi bir pişmanlık aldı. “Keşke” dedim içimden, “Keşke yapmasaydım.”

(21)

Gürültüden yer yarılacak gibi oldu. O güçlü, muazzam ışıkları, gözlerim sıkı sıkı kapalı olmasına rağmen fark edebilmiştim. Derken… Yine ıssızlıkla baş başa kalmıştım. Saklandığım geniş ağaç gövdesinden başımı uzattım. Şaşkın şaşkın raylara bakıyordum. Ağaç kütüğü yerinde duruyordu.

Böyle bir durumun olmasına imkân yoktu. Genel geçer fizik kurallarını düşündüm.

Tüm fizik kanunları altüst olmuştu. Kütük sürüklenmemişti, ortadan ikiye ayrılmamıştı. Tren raydan çıkmamıştı, üstelik yine bir flaş çakması gibi geçen sürede gözden kaybolmuştu. Kütüğü rayların üzerinden tekrar kaldırdım. Gördüğümü sandığım şeyin bir hayal olacağını iyice kanıksamıştım. Bu hayalet bir tren olmalıydı ya da İstasyon Şefi Bilal’in hakkı vardı. Yıllarca, kasabadan uzakta tecrit edilmiş bir hâlde yaşamaktan akıl sağlığımı yitirmiş olmalıydım. Yorgun omuzlarım iki yanıma düştü. Çimenlerin üzerine diz çökmüş derin derin soluyordum. Ormanda yalnız başına gezinen kurtlar gibi uluyarak ağlamaya başladım. Paniğe kapıldım. Korkuyordum.

Bilinmeyen varlıklar tarafından takip edildiğimi düşündüm. Koşar adım eve geldim.

Yine yorganı başımın üzerine çektim ve derin derin soluk alıp verirken hapsolduğum o koyu karanlığın içinde düşünmeye başladım. Kâbuslar gördüm. Terden yatağım sırılsıklam olmuştu.

Ertesi sabah yataktan kalkmadım. Bütün günü hasta yatarak geçirdim. Kendimi sürekli uyumaya zorluyor, yaşadıklarımın bir rüya olmasını diliyordum. Bu kötü bir düş değilse eğer ne olabilirdi? Aklımı yitirip ölmektense intihar fikri daha cazip geliyordu. Öyle ki, bu akşam, trenin önüne atlayacaktım. Can vereceğim o kısacık zaman dilimi içinde gördüklerimin aslında ne olduğunu kesinlikle anlayacaktım. Yok, eğer hayatta kalırsam; o ışıklı trenin tamamen kendi kafamda kurduğum şizofrenlik bir düş olduğuna inanacak ve böylece İstasyon Şefi Bilal’e gidip, en kısa sürede akıl hastanesine yatacağımın müjdesini verecektim.

İntihar için hazırdım. Ne yedim ne içtim. Kimsem olmadığı için yazacağım bir vasiyetim de yoktu. Oturduğum bu küçük evi bir hayır kurumuna bağışlayabilirdim ama şimdilik kafam çok karışıktı. Dostlarıma veda mektubu yazmaya niyetlendim ama kalemi kaldırıp iki satır yazı karalayacak hâlimin olmadığını fark edince vazgeçtim. Akşam olduğunda kendime sevdiğim yemeklerden oluşan bir sofra donattım. Bu benim son yemeğimdi. Üzerine de bolca adaçayı içtim. Çıkarken evime son bir defa daha baktım. Uzun bir bakıştı bu.

İşte birazdan… Aklımı karıştıran bunca sır açığa çıkacaktı. Hızla koşmaya başladım.

Vakit daralıyordu. Tren yoluna geldiğimde bütün cesaretimi toplayıp rayların üzerinde kollarımı açıp beklemeye başladım. Saate baktım. Fosforlu sayılar gece görüşünde ayna gibi parlıyordu. Saat tam bir…

İşte geliyordu. Ayaklarımın altındaki toprak zangır zangır titremeye başladı. Çığlık atmak istedim. Yaptığımın bir günah olduğunu düşündüm ve anlık bir pişmanlık içimi sardı. Kaçmak istedim, ancak ayaklarım sanki çivilenmişti, kımıldamıyordu.

Büyülenmiş gibi uzaktan hızla üzerime gelen o güçlü ışığa bakıyordum.

Sonra… Zaman durdu sanki. O ışıklı trenle tam kafa kafaya gelmiştim ki gözlerimi kapadım. Havalandığımı hissettim. Bedenim yükselmişti. Kollarımı iki yanıma açmış, havada uçuyordum. Mıknatısın çekim gücüne kapılmış bir demir yığını gibi trenin

(22)

bedenime değmesiyle kendimi vagonun içinde bulmuştum. Ellerime, ayaklarıma baktım. Gayet sağlıklı görünüyorlardı. Gördüğüm bu görüntünün bitmesini yaşamımın olağanlaşıp normale dönmesini bekliyordum. Belki çimenlerin üzerindeydim belki de evimde… Ya da… Gerçekten bu trenin içinde. İyi ama buraya nasıl gelebilmiştim?

Oturduğum yerden ayağa kalktım. Başım dönüyordu. Tutunarak ön koltuğa doğru ilerleyip oturdum. Önce içinde bulunduğum vagonu incelemekle işe başladım. Elime değen ne varsa dokundum, hissettim, sıktım, yumrukladım. Dışarı çıkmak için yollar aradım. Tutunduğum her ne varsa eninde sonunda ışığa dönüşüyordu. Bırakınca tekrar eski hâlini alıyordu. Buradan çıkış yoktu. Artık iyice anlamıştım, ben bu trene hapsolmuştum.

Dışarısı dikkatimi çekti sonra. Göz kırpması kadar geçen zamanda gündüz geceye, gece de gündüze dönüşüyordu. Kışı yaz, yazı kış izliyordu. Görüntüler silik silik akıyordu baktığım pencereden. Bazen köyler görüyordum bazen de büyük şehirler.

Her ne varsa anlık bir görüntüden sonra kayboluyordu. Görüntülerdeki kısalığı ve değişkenliği trenin hızlı gitmesine bağladım. Çok hızlıydık evet. Aklın alamayacağı sınırlar içinde yolculuk ediyorduk.

Dev binalar yükseliyor, köyler çölleşiyordu. Uçan arabalar gördüm. Tuhaf geçitler, türlü taşıtlar… Vagonun penceresinde bir dünyanın yok oluşunu izliyordum. İnsanlar da değişiyordu. Daha uzun boylu, daha zayıf ve kafaları gittikçe büyüyen insanlar bir görünüp bir kayboluyordu. Açlık savaşları, su savaşları gördüm. Patlayan bombaların içinden geçtik. İnsanlar günden güne ölüyordu. Sayıları azalan insanları hayvanlar izledi. Sonra her yeri sarı kumullar aldı. Dünya çölleşmişti. Büyük binaların bir enkaz yığını hâlinde kaderlerine sessizce terk edildiklerini gördüm. Sonra denizler yandı ve kurudu. Artık gezegen, evimdeki televizyonda izlediğim belgesellerde anlatılan kızıl Mars’a benzemişti. Issız ve kimsesiz… Kaynayan volkanları gökyüzünden düşen onlarca göktaşları izledi. Geride siyaha dönüşmüş çıplak kayalar kaldı.

Ve böylece dünya yok oldu. Saatlerce yanan volkanların içinden geçtik. Kararan güneş aydınlanmıştı. Kaybolan deniz yavaş yavaş geri geliyordu. Yeniden yeşillendi her yer. Etrafta gezinen dev yaratıklar gördüm. Dinozorlar görünmeye başladı tek tük.

Derken mağara adamları gördüm. Buz çağının ardından yeniden insan, yeniden şehirler yükseldi. Savaşlar başladı. Bombalar patladı. Onca heyelan yıkım derken trene ilk bindiğimde gördüğüm manzaraların benzerlerini gördüm.

Anlamıştım. Dünya yeniden yıkılıyor, yeniden kuruluyordu. Kıyameti bir diğer kıyamet izliyordu.

Trense hep yol aldı. Burada acıkmak, susamak ve uyumak yoktu. Bütün insansı faaliyetlerim durmuştu. Şunu anladım ki insana dair belirgin özelliklerim yoksa gerçek bir bedene sahip değildim artık. Kanımca burada ölüm de olamayacaktı.

Zaman geçiyor ve ben yaşlanmıyordum. Sakalım ve tırnaklarım uzamıyordu.

Saçlarım aklanmıyordu.

(23)

Ben Sonsuzluk Treni’nde sonu olmayan bir zaman içinde kaybolup gitmiştim ve en korkunç olanı da sonumu kestiremiyor olmamdı. Sonu olamayan bir son beni bekliyordu.

Kendime şu soruyu sormadan edemiyordum. Neden ben? Ben varsam başkaları da var mıydı? Burada olmamın kime ne faydası ya da zararı olacaktı. Daha böyle kaç kıyamet görecek kaç kere daha insan ırkının yeniden evrilmesini seyredecektim. Tanrı benim hakkımda ne düşünüyordu? Dünya, defalarca doğup ölmekten bıkmayacak mıydı, bu duruma bir gün son verecek miydi? Sorular hiç bitmiyordu.

Yoruldum. Aklım, ışık hızında yol alıyorken başımı trenin camına dayadım. Tarifi olmayan binlerce ışık huzmesi gözlerimin önünden geçerken bedenimin ışığa dönüşmesini izliyordum.

En son gördüğüm; onlarca mağara adamının, ellerinde ok ve mızraklarıyla bir mamutu yere devirdiğiydi. Etraf, kalın bir buz tabakasının altında dehşet veren bir güzelliğe bürünmüştü. Dünya, insan ırkıyla yeniden tanışmıştı. Sonradan göreceklerimi tahmin edebiliyordum artık.

(24)

NİNEM KORKUT’TAN MASALLAR __________________________________

KAÇANI KOVALA

Nilüfer ZONTUL AKTAŞ

-Kararsızlık-

O gün küçük sincap Çesi okuldan eve gelip elini yüzünü yıkadıktan sonra kara kara düşünmeye başladı. Önünde oyuncakları, kitapları, çerezi, tableti daha birçok şey vardı. Etrafı kalabalıktan görünmüyor idi. Bu kadar kalabalık içinde insan bir şey yapabilir mi?

- offffff….offfffff deyip duruyordu.

Uyusam mı’’ dedi kendi kendine. Yok yok uykum da yok’

-‘’N’oldu neyin var Çesi’’dedi annesi. Bir şeye mi canın sıkıldı.

-Şeyyy anneciğim, aslında sıkılıyor gibi ama neye canımın sıkıldığını da bilmiyorum -Yapacak çok şey var da kararsızlık bu, nerden başlasam diyorum

-E! e! o zaman hadi yavrucuğum, başla bir yerden.

Biraz debelendi yerlerde Çesi, mırıldandı. Döndü durdu…

-Ben en iyisi televizyon izleyeyim. Yok yok. Bahçeye çıkayım. Yok, yok hamurlarımla mı oynasam. Resim de yapabilirim. Yok, en iyisi müzik dinlemek…

hım Uffff! napsam ki hepsini de seviyorum. Bazen yemekte de böyle oluyor, şundan mı yesem bundan mı? Aç kalıyorum sonra.

-Olmaz böyle Çesi olmaz. Dedi annesi. Kararsızlık huzursuz eder seni. Karar veremedikçe bir işe odaklanamazsın. Bak dinlenme saatini işkenceye çevirdin.

‘Kaçanı kovala’

-o da ne ki ‘kaçanı kovala’ çok komik bir söz

-Birazdan güneş batacak, bahçe de oynayıp biraz hava alabilirsin. Onu değerlendirdikten sonra ev içinde yapabileceğin işleri sıraya koyabilirsin. Resim yaparken müzik dinlemek mesela… Sonra ders çalışmak iyi fikir. Karar vermeyi becerebilirsen ve önceliğini belirlersen, hayatın düzenli olur ve zaman sıkıntısı yaşamazsın. Annesini öylece hayranlıkla dinliyordu Çesi. Artık karar vermenin rahatlığı içinde idi. Bahçeye çıkıp oynayacaktı önce. Güneş temiz hava. Sonra yeşil bir alanda bisiklete binmek var. Sofrada da şifresi oldu bu yöntem. Çorbayla başlıyor yiyebileceği kadar yemek ve salatalardan alıyordu tabağına. Şunu mu yesem bunu mu yesem kararsızlığı yoktu artık. Yüzünde bir mutluluk oluşmuştu Çesi’nin. Planlı kararlı sırayla yapıyordu işlerini. Etrafına yığmak yerine sırası geleni çıkarıyordu.

Oyuncakları sepette mutluydu, dağınık kalmak onları perişan ediyordu önceden.

Kitaplar yere serilince yıpranıyor üzülüyorlardı. Tabletin camı sızlıyordu. Çesi tüm eşyalarını yerli yerinde aciliyet sırasına göre kullandıkça zamanı bereketli oluyordu artık. Dolabını açtığında gülümsüyordu her şey. Ayıcık Moni gibi karar vermek de zor değildi Çesi’ye bundan sonra. Kaçanı kovalamak sözüyle nice işler başaracaktı, kim bilir?

(25)

Kalemlik Edebiyat

AHMET ŞEVKİ ŞAKALAR’DAN İKİ YENİ KİTAP

Kahramanmaraşlı yazar Ahmet Şevki Şakalar, düşünce-edebiyat türündeki kitabı “Taş ve Öfke” ve hikâye kitabı “Sevda Durağı” ile okurlarına merhaba dedi. İlk kitabı

“Kayıp Kişilikler Parkı” 2016 yılında çıkan yazar, yeni kitaplarla yazı serüvenine devam ediyor. Türkiye’nin çeşitli edebiyat dergilerinde deneme ve hikâyeler yayımlamaya devam eden Şakalar, “Taş ve Öfke”de toplumda normal gibi görünen ama aslında normal ve garip olan olaylara ve durumlara parmak basıyor, okuru zaman zaman silkeleyip sarsıyor. Bunun yanında insanlığa ve dünyaya seslendiği heyecanlı ve şiirsel metinlerde ölümün yakınlığını hatırlatıp insanı kendine bakabilmeye çağırıyor. “Taş ve Öfke”nin ilerleyen sayfalarında okuru, Bosna’nın Bilge Komutan’ı Aliya İzzetbegoviç, Mısır’ın şehit lideri Muhammed Mursi, Doğu Türkistan’ın mazlum halkı ve Suriye savaşının ortasında kalakalmış çocukların onca acıya inat gülümseyişleri karşılıyor. Yazmayı okumanın, düşünmenin ve insan kalabilmenin bir zekatı olarak gören yazar, “Sevda Durağı”nda ise masumiyet ve samimiyetle örülmüş çocukların büyük sevdalarını, Elbistan yöresinde kullanılan söyleyişleri, kalabalık aile hayatını, insan hallerini, hayatın tökezlemelerini, hayal kırıklıklarını, Kalealtı’nın yaralı balıklarını, köy öğretmenlerinin ruh dünyalarını, çocukların gözünden Ashab-ı Kehf algısını, köy çocuklarının kalp ısıtan, küçük mutluluklarla örülmüş büyük dünyalarını anlatıyor. Kitapyurdu Yayıncılık etiketiyle çıkan kitaplar, Şakalar’ın denemede ve hikayede bir üslup oluşturduğunun da işareti. “Taş ve Öfke” ve “Sevda Durağı”nda bu söyleyişler, derin gözlem gücü ve baş döndürücü cümle kalıpları daha da belirginleşiyor. Aynı zamanda Kahramanmaraş’tan doğan Türkiye ve dünyaya ses veren www.okkesinheybesi.com kültür-edebiyat e-dergisinin editörlüğünü yapan yazarın hikayelerinde yer yer yaşanmışlık kokusu hissediliyor, bu da yazarın bulunduğu toplumdan beslendiğini aynı zamanda çağının tanığı olduğunu da gösteriyor. Elbistan’ın bir çocuğu olduğunu unutmayan ve bunu hikâyelerinde çoğu kez işleyen Yazar Ahmet Şevki Şakalar, yeni kitaplarla uzun soluklu bir yazı yolculuğunun devam edeceğini müjdeliyor. Dumanı üstünde yeni kitaplar nitelikli okurun nazarını ve takdirini bekliyor.

(26)

"Göçtü kervan, kalmak yok..."

1975-2020

(27)

Dosya: Asım Gültekin

Yazar, gazateci ve eğitmen Asım Gültekin, Yalova'daki evinde kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.

22 Temmuz günü vefat eden Gültekin’in cenazesi 23 Temmuz Perşembe günü (bugün) İkindi namazında Amasya/Taşova Merkez Camiinde kılınacak cenaze namazı sonrası Doğu Mahallesi Kabristanlığına defnedilecek.

Aynı zamanda Dil Evi Etimoloji Topluluğu Başkanı olan Gültekin, bugüne kadar birçok kültürel çalışmaya imza attı. Uzun yıllar Türkiye Dergiler Birliği'nin başkanlığını üstlenen Gültekin, evli ve 2 çocuk babasıydı.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda Gültekin'in vefat haberini aldığını ve üzüldüğünü dile getirdi: "Güzel adamdı. Zor zamanlarda ağır yükler yüklenmiş, gerçek bir dava adamıydı. Buralıydı. Kültürümüzü sevdi, sevdirdi. Mekânı cennet olsun. Ailesinin, dostlarının ve talebelerinin başı sağ olsun." dedi.

"Donukluğu harekete geçirirdi"

Yazar Ahmet Mercan yaptığı açıklamada, Gültekin'in camiada özgün bir yeri olduğuna işaret etti: "Onun muadili ya da ona denk bir başka isim hatırlamıyorum. Çünkü topyekûn bir camia için çalışan bir adamdı. Donukluğu harekete geçirirdi. Büyüklerine, küçüklerine iş çıkarır, hikmet üretirdi." dedi.

Mercan, Gültekin'i "hikmet arısı" diye adlandırdığını dile getirdi:

"Sadece benim değil zannediyorum, herkesin bir yanını aldı götürdü. İslam ona çok yakışıyordu ve o inancını coşkuyla taşıyordu. Hem ülkesini hem camiasını hem de ümmetini seven, büyük bir aşkla, sevgiyle, coşkuyla bu işi yapıyordu.

Daha bizden sonraya kalacak ve bizi temsil edecek diye baktığım bir insandı. Allah mağfiret etsin, başka bir şey diyemiyorum. "

"Bitmeyen bir gayreti vardı"

Sanatçı Ömer Karaoğlu da Gültekin'le uzun süreli bir dostluğu olduğunu belirtti: "Asım'ı tanıyan dostlar bilirler, son anlarına kadar yüreklendirmeye ve güzel işler yapmaya kışkırtan bir arkadaşımız, kardeşimizdi. Yıllardır tanırım. Çok yakın bir tarihte rahmetli Cahit Zarifoğlu'nun yayınlanmamış bir şiirini bana göndermişti. Israrla bakalım önce bunu kim besteleyecek, diye beni tahrik etmeye devam ediyordu." dedi.

Karaoğlu, Gültekin gibi şahsiyetleri "vakıf adamlar" olarak tanımladıklarını anlattı:

"Özellikle son dönemde dergiciliği yanında gençlerle yüz yüze yaptığı etimoloji derslerini biliyoruz. Gayreti hiç eksilmedi. Kendim adıma bizim sanatla olan duruşumuzda, yıllardır her vesileyle üzerimizde bir sorumluluk olduğunu hissettirirdi. Bu yönüyle bitmeyen bir gayreti vardı. Edebi hafızamız için, son 30-40 yılın hafızası için sürekli bir şeyler keşfedip sürekli onlarla gençleri tanıştırmaya buluşturmaya çalışırdı. Allah mekânını cennet eylesin. Çok üzdü, yaraladı bizi."

"Hep iyi şeyler yapmaya yönelik önerileri olan biriydi"

Şair ve sunucu İbrahim Sadri, çok üzgün olduğunu ifade ederek, "Bu ülke için, hepimiz için çok kıymetli ve çok değerli hizmetleri olan bir insanı kaybettik. Hepsinden önemlisi, ben çok değerli bir dostumu kaybettim. Çok üzgünüm, mekânı cennet olsun. Rabbimize çok değerli bir misafir gönderiyoruz. Çok erken kaybettik. Ben de çok hakkı olan bir kardeşimdi. Hep iyi şeyler yapmaya yönelik önerileri olan biriydi. Kıymetli bir insanı cennete uğurluyoruz. Böyle bakıyorum ben, mekânı cennet olsun. Çok özel bir adamdı." dedi.

Dünya Dergiler Birliği Başkanı Metin Uçar da

"Rabb'im rahmet eylesin. Dava adamı, davasında gayreti ve sonuç alıncaya kadar azimle çalışan bir şahsiyetti. Dosttu. Arkadaştı. Omuzdaştı. Pek çok eser ve gönüllerde iz bıraktı. Dergicilik adına yaptığı çalışmalara şahsım ve Dünya

(28)

Sanatçı Hakan Aykut ise Asım Gültekin'in hayatının incelenip, örnek alınması gereken bir insan olduğuna dikkati çekti: "Kendini, insanlığa faydalı işler yapmaya adamış, adeta bir vakıf insan olmuştu. Bir lakabı 'herkesin tanıdığı, herkesi tanıyan adam' idi. İş dünyasından siyasete kadar çok geniş bir çevrede sevilen bir insan olmasına rağmen, makam mevki ve menfaat peşinde koşmamış, kendini eğitime ve özellikle de gençlere adamıştı." dedi.

Asım Gültekin; 1975'te Amasya'nın Taşova ilçesinde dünyaya geldi. Lise öğrenimini Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde tamamladı.

Marmara Üniversitesi Edebiyat Öğretmenliği Bölümü'nden mezun olan Gültekin, bugüne kadar birçok derginin yayın hayatına başlamasına öncülük etti.

Aralarında "Yörünge", "Yedi İklim", "Yeni Şafak", "Sağduyu", "Milli Gazete", "Vakit",

"Şehrengiz", "Düş Çınarı", "Kırklar", "Gerçek Hayat", "Genç" ve "Yörünge"nin bulunduğu birçok yayında yazıları yayınlanan Asım Gültekin ayrıca yüzlerce seminer ve konferans verdi.

Farklı illerdeki okullarda edebiyat öğretmenliği de yapan Gültekin, 2008'de yılın öğretmeni seçilmişti.

*Bu yazı Asanatlar.com’dan alıntılanmıştır.

(29)

ASIM GÜLTEKİN: DOSTLUĞUN MÜCESSEM HÂLİ

Rasim ÖZDENÖREN

Bütün tanıdıkları, dostları gibi ben de şok oldum.

Beklemediğimiz bir olaydı.

Sağ kolum koptu sandım.

Tanımayanlar inanmayabilir.

Onunla ben ağabey kardeşten, baba oğuldan daha fazla bir yakınlıktaydık.

Onu ivazsız tavizsiz severdim. Ama biliyordum ki o beni, benim onu sevdiğimden katbekat fazla severdi.

Son yıllar boyunca şahsıma yapılan Anadolu davetlerinin düzenlenmesini, yığınla meşguliyeti arasında üstlenmek istedi. “Sen bunlarla uğraşma, müsaade et, bu işleri senin yerine ben göreyim” dedi.

Dediğini de her zaman hakkıyla gerçekleştirdi.

Bana vaki olan davetleri “Asım Hoca’yla görüşünüz, neticeyi o bana ulaştırır” diyordum.

İyi ki böyle bir ahenkleşmeye başlamışız. Benim, söylemeye yüzümün tutmadığı hususları o benden daha iyi bilir ve daveti kabul şartlarını o belirlerdi. Ne gibi? Son yıllarda akciğer sorunum yüzünden nefesim biraz daraldığından, sahnedeki konuşma kürsüsüne en az basamak tırmanarak ulaşmamın sağlanması, kürsüde hemen konuşmaya başlamadan önce biraz soluklanmam için oyalayıcı konuşmalar yapılması kabilinden hazırlıklar… Kimi zaman bunları abarttığı da olurdu. “Asım, istersen bu kadar sıkı tutmayalım, ayıp olmuyor mu?”

tarzındaki itirazlarıma “Ağabey sen katlanacağına onlar katlansın” derdi.

Bu işleri canla başla yürüttü.

Gecesi gündüzü yoktu.

Çoğu zaman ben yorulmayayım diye bana kürsüde moderatörlük de yaptı. O zaman, kendisiyle ikili sohbetlerimizde anlattığım anekdotları dinleyicilerimiz ile paylaşmak için bana fırsat yaratmak ister, onlarla paylaşmaya çalışırdı.

Son yıllarında kelimelerin etimolojisi üzerinde yoğunlaştı. Hüseyin Rahmi Göktaş’ın özgün kuramından hareketle Türkçe kelimelerin kökenini bulmaya gayret ediyordu. Gazetedeki

köşe yazılarında çoğunlukla bu konu üzerinde duruyor ve ilgi çekici buluşlara imza atıyordu.

Dostluğunu herkesle ihlas ile paylaşırdı. İçinden asla kötülük geçtiğine tanık olmadım.

Bir ara “Dünyabizim” sitesinin genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Orada ilginç bir tutum sergiledi. Hiç kimse üzerine asla olumsuz bir cümleye yer vermedi. Facia nitelikli haberleri bile iyimser bir dille aktarmaya çalıştı.

Dedikoduya yer vermedi, hep müjdeli ve iç açıcı haberler sundu. Bu tür yazılarının köşe başlığı

“Beyaz Haberler” idi. O yazıları biz bir süre, o usanasıya kadar, yayın yönetmenliğini yürüttüğüm aylık Hece Dergisi’nde de konuk ettik.

Hiç boş durmadı. Sürekli çalıştı. Yemek esnasında bile telefonu kulağındaydı.

En verimli çağında veda etti. Birçok derginin çıkmasına vesile oldu, oralarda yazılar yayınladı.

Çeşitli liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı.

Edebiyat öğretmenliğini okul dışında da okuma etkinlikleri biçiminde sürdürdü. Gençlerle yakından ilgilendi. Tanıştığı herkesle hasbi ilişkiler geliştirdi. Devlet adamlarından üç yaşındaki bebelere kadar geniş bir dost yelpazesi vardı. Taşova’da kılınan cenaze namazında olsun, Fatih Camii’ndeki

gıyabi cenaze namazında olsun, katılan binlerce kişinin her birinin gönlünde ayrı ayrı yerler edinmişti.

Kitapları: Alışmak Ölümüne Karşı, Birden Bine -Türkçede sayıların kökeni üzerine denemeler-…

Dergilere, gazetelere dağılmış daha yüzlerce yazısı kitaplaşmayı bekliyor…

Gitti… Bize derin bir hüzün bırakarak gitti…

Mekânı cennet olsun…

*

AYASOFYA’DA CUMA NAMAZI: Her yıl istikbale yeni kapılar aralayarak giren Türkiye, 24 Temmuz 2020 Cuma günü bu gidişi Ayasofya’da eda edilen Cuma Namazı ile taçlandırdı. Türkiye’nin zaferi öylesine büyük idi ki, bu ülke üzerine makûs hesaplar yapanlar yas tutmaya başladı. Bu zafer yeni zaferlerin ilk büyük, en büyük müjdeli haberi olsun dileğindeyim…

(30)

ASIM GÜLTEKİN HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Müştehir KARAKAYA

Benim hafızamın hatırlatma kısmında bir sorun olduğu kesin, hem de eskiden beri. Neden bazı önemli şeyleri hatırlamıyorum, bilmiyorum.

Örneğin en yakın arkadaşlarımla, dostlarımla ne zaman, nasıl tanıştığımı, ilk defa nerede karşılaştığımı neden hatırlamadığımı bir türlü çözemedim. Mesela; ilk şiirim ya da yazım, hangi dergide ve ne zaman, hangi tarihte yayınlandığını bilmediğim gibi. Bunu önemsemediğimden değil, asla! Dostlarım hakkında bilgi istendiğinde, onları anlat, dendiğinde yapışıp kalıyorum.

Yine böyle oldu. Enes Gürbüz Kalemlik Dergisi için arayıp; “Hocam, Asım Gültekin hakkında bir dosya hazırlıyorum, yazar mısın?” deyince tutuldum kaldım. Şüphesiz rahmetli önemli ve güzel bir insandı, lâkin onunla topu topu ya üç ya da dört kere görüşmüşlüğüm, karşılaşmışlığım vardır. Bir iki etkinlikte karşılaştık. Bir kere de Üsküdar’da, Belediyenin yan sokağında, Balıkçılar Çarşısının bitiminde Kitapevi-Kafe gibi bir yerde... Sık sık uğradığı bir kitapevi olsa gerek.

1990’ların başında Kardelen Dergisi’ni çıkarıyordum arkadaşlarımla, Amasya Taşova’da lise öğrencisiydi Asım Gültekin. Bize mektup yazmıştı, okuma ve yazma heveslisi bir gençti.

Onunla ilk karşılaşmamız yıllar sonraya Dursunbey Suçıktı veya Samsun’da, belki de Çorum’da olmalı. Ben arkadaşlara Cağaloğlu anılarımı anlatırken; “Üstad” dedi. “Bunları mutlaka yazmalısın, editörün ve yayıncın ben olurum. Bunları yazmadan sakın ölmeyin, çünkü çok önemli!” Bunu hâla hatırlıyorum, her zaman duydum. Ona hazır olmadığımı, birçok şeyi sağlıklı düşünemediğimi, yaşayan yazar ve şairler hakkında yazmanın polemik yaratacağını, kin ve nefrete yol açabileceğini söylemiştim. İyi ile kötüyü en iyi ayırt etmenin yolunun bu olduğunu söylemişti o da. Bir kere daha karşılaştığımızda tanınan bir güzel adamdı.

de; “Hayır” demiştim. “Öyleyse, gizli bir yere teyp yerleştireceğim, seni kışkırtacağım, haberin olmadan bunları yazılı hale ben getireceğim.

Buna da itirazın olmasın ama, iznin olsun!”

demişti. Hep beraber gülüşüp eğlenmiştik.

Ömür ne ona yetti ne bana. Bu dileği hiçbir zaman gerçekleşmedi...

Rahmet olsun ona, mekânı Cennet olsun!

9.8.2020 Van

_______________________________________

(31)

ASIM GÜLTEKİN: EDEBİYAT YUVALARININ HOCASI

Enes GÜRBÜZ

Bir gün Asım Gültekin’in vefatı üzerine bir yazı yazacağımı hiç düşünmezdim. Bu söylediğimden birden çok anlam çıkarılabilir. En iyisi yanlış anlaşılmaması için olayı başından anlatayım.

Şair Sıtkı Caney ile tanıştığımız gün “Asanatlar”

isimli bir web sitelerinin olduğunu, şiirden sinemaya her türlü haberleri falan paylaştıklarını falan söylemişti. Eğer şiirlerimi gönderirsem yayımlayabileceğini de belirtmişti. “Özürlü Mısralar” adlı bir şiirimi göndermiştim.

Ardından diğer şiirlerimi de gönderdim. O ilk şiirimi gönderdiğim günden itibaren sürekli Asanatlar’ı takip etmeye başladım. Rutin bir alışkanlık hâline geldi artık bu bende. Bizim

“Kalemlik” dergisinin haberleri de sitenin edebiyat kategorisinde çıkmaya başladı. 2.

sayıdan sonra dergimizi TÜRDEB (Türkiye Dergiler Birliği)’ne bağlarsak bir işe yarar mı diye epeyce düşündük. Sonunda da bu işten bilen birine sormamız gerektiğini fark ettik. Aklıma Asım Gültekin geldi. Ona sormalıydım.

Numarasını bulup aradım, konuştuk. Dergi çıkarmama fazlaca sevinmişti. Asanatlar’da YouTube platformu üzerinden okuyucularıyla, edebiyat- severlerle canlı yayın yapacağı haberini gördüm. Hiç kaçırır mıyım? Tabi ki izledim. Kısa zaman sonra İbrahim Tenekeci’nin Genel Yayın Yönetmenliği-ni yapmakta olan

“Muhit” dergisi Haziran 2020 sayısında Cahit Zarifoğlu Dosyası hazırladı. Asım Gültekin’in dikkati sayesinde zarif şairin vefatından otuz beş gün önce yayınladığı ama hiçbir eserinde yer almayan “İşkence” şiirinin gün yüzüne çıktığını belirtti İbrahim Tenekeci sunuş yazısında. Aynı zamanda Asım Gültekin aynı sayıda “Zarifoğlu Şiirinin Bilinmeyen Kelimeleri” isimli yazısıyla yer almıştı. “Zarifoğlu kelimelere yeni kıyafetler dikme hususunda ve dilin önünü açmakta oldukça mahirdir” diyordu o yazısında. Bu yazıyı yazarken de elimde Muhit dergisinin bu sayısı var. Benim bir huyum var: İstediğim bir kitap ya da bir dergiyi alacaksam, tüm kırtasiyeleri teker teker dolaşırım. Kimse tutamaz beni. Bu dergiyi almak için de neler

çektiğimi bir Allah bilir. İnternete girdiğimdeyse yalnızca şiirlere, şairlere bakarım. Yine gezinirken Asım Gültekin ağabeyin Zoom programı üzerinden okurlarıyla canlı sohbet yapacağını öğrendim. Daha sonra da bu sohbetin iki gün önce olduğumu, kaçırdığımı öğrendim.

Kaçırdığıma çok üzüldüm. Ama eğer o sohbete katılsaydım vefat ettikten sonra yüzü gözümün önüne geleceğinden daha da üzüleceğimi düşünüyorum. Kalemlik’in 3. Sayısını çıkardıktan sonra Asanatlar’daki haberine bakmak için açtığımda “Asım Gültekin Vefat Etti” haberini gördüm. Yıkıldım. İnna Lillahi ve İnna İleyhi Turceun. Allah’tan geldik, dönüşümüz de yine O’nadır. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun inşallah.

Hakkında detaylı araştırmalar yaptığımda birçok derginin kurulmasına öncülük yaptığını öğrendim. Edebiyat yuvalarının (dergiler) hocası olmak kolay değil. TÜRDEB (Türkiye Dergiler Birliği) başkanıydı ne de olsa. Sonra da dergimiz yazarlarından Mehmet Osmanoğlu hoca ile görüştük ve “Asım Gültekin Dosyası”

hazırlamaya karar verdik. Bu kadar. Başka da diyecek lafımız yok. Edebiyat dünyasının başı sağ olsun diyoruz.

(32)

ne bırakmalı toprağa yağmur

geceye karanlık sokak başlarına ıhlamur

 

bir baştan bir başa arşınlanan şehirlere gezgin

 

bir şeyler unutmuşçasına geçilen raylarda vatmanlar peronlara

akıl nöronlarına ne bırakmalı şair

inanca sevince yaşamaya dair

 

rüzgârın nefesinde süzülen uçurtma umuda yelken açan gemi göçmen kuşlar gök çadıra

  ya da

kodesten ayrılırken kapı eşiğine mahkumlar soğuk duvarlara ne bırakmalı

 

susmanın son çığlığına vedanın ön sözüne yusuf derin kuyulara

ferhat külünge  

insan

çocukların kalbine gözyaşlarına mezar taşlarına

ve zamana   insan

insana ne bırakmalı

İlker GÜLBAHAR

Referanslar

Benzer Belgeler

Doğu Akdeniz Üniversitesi Mezunlarla İletişim ve Kariyer Araştırma Müdürlüğü (DAÜ-MİKA) tarafından her yıl düzenlenen Uluslararası Kariyer Günleri etkinliğinin

Kent Bilgi Sistemleri (Bilişim Kentleri) Çalışma Grubu 1995.. TBD Kamu-BİB Çalışma Grubu

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Teknoloji Transfer Ofisi, OMÜ Diş Hekimliği Fakültesi akademisyenlerine yönelik Proje Yöne- timi ve Dış Kaynaklı Destekler Eğitimi

Aksaray Yöresi Halı, Kilim, Çorap ve Patik Örneklerinde Kullanılan Geleneksel Motifler başlıklı makale alan araştırmasının uygulandığı bir çalışma olarak

Santrifüj Pompalarda Çevreye Duyarlı Tasarım Yaklaşımı Günümüzde en çok enerji tüketen makinaların başında gelen pompaların tasarımında, ERP Energy Related Products

Aykut Hocanın ve KTMMOB Genel Başkanı Seran Aysal’ın yanı sıra, KTMMOB Genel Sekreteri Tunç Adanır, KTMMOB Yönetim Kurulu Faal Üyesi Evren Çavdır, DAÜ Akademik İşlerden

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi, aynı zamanda Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma Enstitüsü

NOT: Yerleştirme Puanının hesaplanmasında kullanılacak formülün, ÖSYM tarafından yeniden düzenlenmesi halinde gerekli olan tüm değişikler aynen yansıtılacaktır.