KANT
Immanuel Kant (1724-1804) Aydınlanmanın hiç kuşku yok ki ona
Almanya’dan katkıda bulunan en önemli ve bir o kadar da ilginç filozofudur.
Katkıda bulunmak bir yana, onun Aydınlanmanın paradigmatik ya da örnek filozofu olduğu düşünülür. Bunun da nedeni, Kant’ın her şeyden önce
Ortaçağ’ın dünya görüşünün son izlerini modern felsefeden silmiş, mutlak bir hümanizmi tüm unsurlarıyla hayata geçirmiş olmasıdır. Kant,
kendisinden önceki iki felsefe okulunun, rasyonalist okulla deneyci okulun kimi değerli vukuflarını bir araya getirerek, gerek bilim ve gerekse ahlakın temel ilkelerinin öznel kökenlerini ortaya koyan önemli bir model
oluşturmuştur. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s..)
Kant’ı bir Aydınlanma filozofu kılan üç temel husus daha vardır. Kant, her şeyden önce bilimci bir filozoftur. Zira insan zihninin matematikle uğraştığı zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenen, doğabilimlerinin 17. ve 18.
yüzyıllarda kaydettiği göz kamaştırıcı gelişmelerden çok etkilenen Kant, bilimi felsefi olarak temellendirme ihtiyacı içinde olmuştur. Ve o, bu temellendirmeyi de kendisinden önceki filozofların tek yanlı spekülasyonlarını değil, iş başındaki bilimadamının etkinliğini, başarı üstüne başarı kaydeden deneysel yöntemi
temele alarak yapmayı başarmıştır. Kant ikinci olarak eleştirel felsefesiyle insan aklının sınırlarını ortaya koyar veya onun neyi bilip neyi bilemeyeceğini gözler önüne sererken, metafiziğe karşı bir tavır aldığı, modern zamanlarda Hume’dan sonra en kapsamlı metafizik eleştirisini hayata geçirdiği ve
dolayısıyla felsefesine daha önceki metafiziksel karışıklıkların dini olan kaynaklarını yok etme görevi verdiği için bir kez daha tam bir Aydınlanma
filozofu tavrı sergiler. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.413.)
Kant nihayet, özgül olarak etikteki tavrı itibariyle, gerçek anlamda
Aydınlanmacı bir filozoftur. Zira o bilginin perspektifini, aklın içsel eleştirisini etik anlayışında da varsayar ve aklın mutlak otoritesini kabul eder. Çok
daha önemlisi ahlaki eylem üzerinde akıl ve iyi irade dışında hiçbir
otoritenin etkisi olamayacağını öne süren ve dolayısıyla geleneğin, sosyal ve kültürel faktörlerin etkisini yok sayan Kant, kendi kendini mutlak ve koşulsuz olarak belirleyen, kendisi ve tüm diğer insanlar için yasa koyan özgür ve bağımsız bir modern özne ya da ahlaki faili öne sürerken tarihte, gelenek veya dini otorite tarafından sınırlanmamış ya da koşullanmamış bir yeni başlangıç yaptığının, beyaz bir sayfa açtığının fazlasıyla bilincindedir.
(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, ss.413-414)
Epistemolojisi
Kant, felsefesinin programını ya da görevlerini, önemli ölçüde modern bilimin
başarılarından ve bu arada, kendisinden önceki felsefelerden, esas itibariyle de 17.
yüzyıl kıta rasyonalizmiyle İngiliz ampirisizminden türetmiştir. Gerçekten de Kant çağına, özellikle de bilimin yaşadığı çağda kaydettiği gelişmelere bakınca, olup
bitenler karşısında dehşete kapılmıştır. Çünkü bilimin hızlı gelişmesiyle, boş ve kısır tartışmalar içine sıkışmış felsefenin durumu arasında, ona göre tam bir karşıtlık
vardır. Bilim, başta doğabilimleri olmak üzere, her alanda olağanüstü büyük
gelişmeler kaydederken, felsefe olduğu yerden ileri gidememektedir. bilimadamının nesnel bir yöntem kullanarak, genel geçer sonuçlara ulaştığı yerde, felsefe, bilimi anlamak ve bilimi temellendirmek bir yana, ulaştığı birbirine çelişik sonuçlarla, metafizik tartışmalar içinde boğulmaktadır. Başka bir deyişle, doğabilimlerinin sürekli olarak ve aşama aşama, zaferden zafere doğru ilerledikleri görülürken,
felsefe Kant’a karmakarışık bir savaş alanı manzarası arz etmiştir. Çünkü bu sıralarda filozoflar arasında hemen hiçbir konuda bir fikir birliği olmadığı gibi, başka bir öğreti tarafından çürütülmeden önce, en azından birkaç yıldan daha fazla bir süre boyunca kabul edilmiş bir öğretiye rastlanmıyordu. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say
Yayınları, 2009, s.414)
A priori Bilgi Problemi
Kant, felsefenin temel problemlerine bu zemin üzerinde bir çözüm bulabilmek hatta bilimi, bilimsel bilgi ve doğaya soru sorabilen bir bilimsel yöntem
anlayışından hareketle temellendirirken, deneyimi aşma ve bu suretle duyusal olmayan, salt akledilir gerçekliklerin sadece a priori kavram ve kategorilere
dayanan bilgisine ulaşma iddiasıyla ortaya çıkan klasik metafiziğin imkânsızlığını göstermek anlamında bir taşla iki kuş vurabilmek için felsefe anlayışında radikal bir değişikliğe gider. Ve “eleştirel felsefe” adı altında yeni bir felsefe anlayışı
geliştirir. Ona göre, aklın klasik metafizikte olduğu gibi, birtakım gerçeklikler
hakkında bilgi iddiasıyla ortaya çıkmasından önce, neyi bilip neyi bilemeyeceğine dair bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Başka bir deyişle, Kant klasik metafiziği
“eleştirel felsefe” diye tanımlanan ve “aklı, deneyimden bağımsız olarak ulaşmaya
çalışabileceği bilgiler açısından sorgulayan eleştirel bir sorgulamadan” meydana
gelen bir mahkemeye çıkarır. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009,
s.415.)
Kant’ın söz konusu anlamda a priori bilginin varoluşunun mümkün olduğunu düşünmesinin en önemli nedeni, onun bu türden bilginin gerçekten var
olduğundan emin olması ve böylelikle de bilgiye zorunluluk ve tümellik özelliğini kazandırmak istemesidir. Gerçekten de “zorunluluk ve sıkı tümelliğin a priori
bilginin kesin göstergeleri olup birbirinden ayrılamayacağını” öne süren Kant, bunların deneyimden türetilemeyeceği konusunda, kendisine olan borcunu açık açık teslim ettiği Hume’la uyuşur. O, Hume’un nedensellik ilkesiyle ilgili,
zorunluluğun salt ampirik bir zemin üzerinde temellendirilemeyeceğini gözler önüne seren tartışmasından hiç kuşku yok ki etkilenir ama onun zorunluluk
düşüncesini alışkanlıkla, salt psikolojik bir temel üzerinde açıklamasını reddeder.
Buna göre, her olayın bir nedeni olduğunu söylüyorsam eğer, bu yargım a priori bir bilgiyi ifade eder; söz konusu yargı, idelerin çağrışımının ya da benzer
olaylarla ilgili deneyimlerin mekanik olarak yarattığı bir beklenti ya da alışkanlık değildir. Zorunluluğun, Hume’un söylediği gibi, “öznel bir şey olmadığını”
söyleyen Kant’a göre, bir olay ya da değişmenin bir nedene bağlılığı a priori
olarak bilinir. Şu halde, söz konusu tek bir örnek dahi a priori bilginin varlığını
doğrulamaya yeter. A priori bilginin varlığından emin olan Kant, bu yüzden a
priori bilginin mümkün olup olmadığı sorusunu değil de a priori bilginin nasıl
mümkün olduğu sorusunu sorar. . (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları,
2009, s.415.)