ffo 9«
7
*
7
ı
E
d î p
C
a n s e v e r
Ş i i R i N i N M
ü c a v
İ
r
A
l a n i
- A û M e h m e t Ca n Do ğ a n
Şairler şiirlerinden kurtulabilirler mi? Bunu, hem şairleri öne çıkaran/belirginleştiren hem de onları anons etmelerine rağmen tanımlamayan şiirler için sormak gerekli. Örneğin Necip Fâzıl Kısakürek “ Kadın Bacakları” ndan, Ahmet Muhip Dıranas “ Fahriye Abla” dan yahut Nâzım Hikmet “ Kerem Gibi”den, Sezai Karakoç “ Monna Rosa” dan kurtulabilir mi? Şairden önce okurla, okurun niyetiyle ilgili bir durum bu. Şairin kurtulma çabası ise, kendisini kurma sorunuyla ilgili. Bir şairin şiirlerini ‘elemesi’ veya onlarda değişiklikler yapması, bir dönemin algısını iptal etme veya o algıyı değiştirme isteğinden ileri gelir. Unutturmak, eser için her ne kadar anlaşılabilir olsa da sözün yazıya geçmesiyle birlikte boş bir çabadır da. Yine de şairler, kimi şiirlerini elemekten kimilerini değiştirmekten kaçınmamışlardır.
Şiir reddi düşünülünce akla hemen Necip Fâzıl Kısakürek gelir. Başta o olmak üzere ikinci kuşak hececi şairlerin hemen hemen hepsi, şiirlerinde yayımlanmalarının üzerinden zaman geçtikten sonra bazı değişiklikler yapmışlardır. Necip Fâzıl örneğinde, dünya görüşünün şiiri eleyiş biçimiyle karşılaşırız. Benzer tavır, Sezai Karakoç’un 1998’de kitaplaşan “ Monna Rosa” şiiri için de geçerlidir. Gerçi Sezai Karakoç şiir dememiştir; ama, elenen sözcükler bile şiirin ‘algısının’ değişmesine yetmiştir.
Nurullah Ataç’ın Yahya Kemal üzerine yazdığı bir yazı hafızaları zorluyor. Şiirlerinin bir kitapta toplanması yolundaki teklifleri hep geri çevirdiği bir sırada Yahya Kemal, 24 Şiir ve Leyla adlı bir kitabının yayımlandığını öğrenir. Nurullah Ataç, şairden habersiz yayımlanan bu kitap üzerine yazdığı bir yazıda, kitaptaki şiirlerin yanlışlarla
dolu olduğunu belirtmiş ve okuyucuların bu şiirleri Yahya Kemal’in şiirini ezbere bilenlerden “ sorup tashih etmelerini” istemiştir (“ Yahya Kemal 1” , Milliyet, 5 Mart 1933). Yahya Kemal özelinde şiirin yaygınlığı bakımından anlamlı bir taleptir bu; ama her şair, Yahya Kemal kadar şanslı değildir.
Turgut Uyar da, Edip Cansever de şiirlerini eleyen şairlerdendir. Tiirkiyem'in ikinci baskısında (1963) yer alan on dokuz şiir, Büyük Saat’e (1984) alınmamıştır. Turgut Uyar’ın hassasiyeti Edip Cansever’le aynıdır: başlanan yerin yanlış olduğu düşüncesi ve bu şiirlerin edebî/estetik olarak kendi şiirini temsil edememeleri, o şiirin havasını, sesini taşımamalarıdır. Büyük Saat'e alınmayan birkaç şiirin adı bile bunların Turgut Uyar şiirinde karşılığı olup olmadığını göstermeye yeter: “ Garip Anadolu’mun Dağları” , “ Bir Garip Ölmüş Diyeler” , “ Gazi Mustafa Kemal Paşa” , “ Gazi Paşa’ya Ağıt” . Böyle olmakla birlikte, bu şiirlerin Turgut Uyar’a, şiir yazanlara ve okuyanlara söylediği bir şeyler yok mudur?
“ Büyük şiiri” ile edebiyata doğan kaç şair vardır acaba/var mıdır? Bizim şiirimiz için bakılırsa “ ilk şiirler” olgusunu nasıl
değerlendirmek gerekir? Şiir ve şair “ hudâyî- nâbit” midir? Edebiyat dünyası, içine aldığı her şairi, zamanın ruhuna göre kendi ölçütleri içinde biçimlendirir; ona yürüyeceği yolun haritasını sunar. Haritada değişiklikler yapmak ısrarla ilgilidir. Kendi şiirini kuran şair, diğer harita ile anlaşılabilen yeni bir harita çizer sonuçta.
Edip Cansever’in delikanlılık döneminde yazdığı şiirlere bu belirlemeler doğrultusunda dikkat çekmiştim E ’deki “ Edip Cansever’in 16-18 Yaş Şiirleri” (S. 31, Ekim 2001) başlıklı yazımda.
Mehmet H. Doğan, kitap-lık’ta yayımladığı iki yazıyla benim yazımın varlık nedenini tartıştı: “ Edip Cansever’in ilk Şiirleri Üzerine Bir Kazıbilim Denemesi” (S. 51, Ocak-Şubat 2002), “ Cansever’in Şiiri Üzerine Kazıbilim Denemesi” (S. 52, Mart-Nisan 2002). Her iki yazı da şiir etrafında yapılan tartışmalar için örnek denebilecek bir inceliğe ve bazı sorunların anlaşılması için uyarıcı işlevlere sahipti. Yazı, yazının ufkudur: Mehmet H. Doğan’ın açtığı kapıdan girerek belirlediği sorunlar hakkındaki görüşlerimi aktarmayı zorunlu görüyorum.
Doğan, “ Yaşasaydı şairin bunlara izin verip vermeyeceği bir yana, bir şiir okuru, bir şiir incelemecisi olarak buna ne dereceye kadar hakkımızın olduğu(nu)...” soruyor ilk yazısında ve ilerleyen satırlarda, benim yazımdaki çabayı “ bir talan” olarak değerlendiriyor. Öncelikle
yayımlanan her ürün, yazarının/şairinin olduğu kadar okurun ve incelemecinindir de. ikinci olarak, bunları yazarının/şairinin reddetmesi, hiçbir şey yokmuş gibi davranmamızı gerektirmez. Bunlar, o ürünler yayımlanmadan önce
düşünülmesi gereken sonuçlardır. Mehmet H. Doğan, ilk yazısını, Cansever’in kendisine 1970’lerin başlarında gönderdiği “ Zaman içinde” (kitap-lık, S. 52, Mart-Nisan 2002) başlıklı bir yazı ile kuruyor. Kırk iki yaşındaki Cansever, on dokuz yaşındaki Cansever’i eleştirip reddediyor bu yazıda. Ne kadar reddederse etsin insanın kendi hikâyesinden kurtulması mümkün müdür? 16-18 yaşları bulunmayan kırk iki yaşındaki bir Edip Cansever olabilir mi? Burada öne çıkardığım, elbette sadece yaş sorunu değil, iki ‘haritaya’ aynı anda bakma/bakabilme sorunudur.
E’deki yazı, bir değil birçok noktayı aynı anda gözetiyordu. Yazıda, ısrarla belirttiğim gibi, Edip Cansever şiiri için bir ‘milat’ arama değil, şiire ‘başlangıç noktası’ bulma söz konusu idi. Delikanlı Cansever’in şiire çalışma disiplini ö.ne çıkarılmış; 16-18 yaşında yazdığı şiirlerde bile şimdilerin çoğu genç ve orta yaşlı şairinin
yakalayamadığı bir düzeyi tutturduğu gösterilmek
istenmiş; edebiyat haritasının ‘dönemsel’ sınırları irdelenmeye çalışılmış; şiire yeni girenlere yapılan uyarıların, haydi kaçmadan söyleyeyim “ yol gösterme” lerin onları nasıl cesaretlendirdiği sergilenmişti. Cansever’in bu şiirleri sonradan hiç anmamasındaki uyarıcı işlevin şiir yayımlamakta aceleci olmamak gerektiği gibi bir anlam
taşıyabileceğini şiir yazdığını düşünenlere hatırlatmak istemiştim.
Böylece Mehmet H. Doğan’m da haklı olarak eleştirdiği “ şiir enflasyonu” nun önüne geçmede iyi bir örneğimiz bulunur diye düşünmüştüm.
Cansever de aceleci olmasaydı, o şiirlerini de daha sonradan Dirlik Düzenlik’e (1954) almadığı diğer şiirlerini de unutturmaya çalışmaz; reddetmezdi. Diğer taraftan öyle aceleci olmasa idi, kendi şiirine ulaşabilir miydi? Burası, şiir heveslisi herkes için kapının açıldığı yerdir ve açılan kapıdan içeri girenler ile dışarı çıkanları/çıkacak olanları ayırt etmek gerekir. Bunu da o yazıda vurguladığım gibi, şiir heveslisinin şiirlerini göndermek üzere seçtiği derginin şiir değerlendirmecisi gerçekleştirir; ama elbette heveslinin şair olma ısrarı belirleyicidir. Değilse, İstanbul dergisinde şiirleri yayımlanan onlarca hevesliden neden birkaç Edip Cansever çıkmadığını açıklayanlayız.
Sözünü ettiğim yazıyı şöyle bitirmişim: “ Sonradan bu şiirlerden kurtulma olasılığı bulunmasa bile bunların yazılma sürecinde yaşananlar, şiirin diyeti olarak şiiri beslemektedir. Edip Cansever özelinde olan da bundan başka bir şey değildir.” Mehmet H. Doğan, bu sonucu ve yazıdaki iddiaları önemsemeyip yazının İstanbul dergisi ile Dr. Mehmet Kaplan’a “ övgü” niyeti taşıdığını, amacının bu olduğunu ileri sürüyor.
Her metnin durulan yerden okunduğu anlaşılabilir bir tavırdır; ama benim İstanbul dergisine ve Mehmet Kaplan’a Edip Cansever üzerinden “ övgü” düzmek gibi bir niyetim/ amacım olmadığını açıkça belirtme gereği duymak durumunda kalmam ise üzücüdür. İstanbul dergisinin “gençleri ve aydınları ‘tavlamak’ ”
amacıyla CHP tarafından çıkarıldığını belirttikten sonra ona “ övgü” düzmem nasıl beklenebilir?
Mehmet H. Doğan’ın belirttiği gibi, Mehmet Kaplan’a “ Dr” olsun ya da olmasın elbette saygı duyarım ve bu saygı, Mehmet H. Doğan’a duyduğum saygının aynısıdır. Cansever’in ilk şiirleri üzerinde düşünürken Mehmet Kaplan’ın Şiir Tahlilleri II kitabında şaire ayrılan sayfalara baktım; fakat geçmişe dair hiçbir iz bulamadım. Kaplan’ın özellikle Şiir Tahlilleri II kitabında benimsediği “ tahlil” yöntemi kabul edilsin veya edilmesin bir yöntemdir ve “ mutlak” olma gibi bir iddiası yoktur- en azından benim için böyledir bu. Tıpkı Mehmet H. Doğan’ın şiir eleştirisinde kullandığı yöntemlere yaklaşımımda olduğu gibi, onları da bir ‘bakış’ olarak anlamaya çalışırım.
Mehmet H. Doğan, Kaplan’ın İstanbul dergisinde yazdıklarını sanırım Şiir Tahlilleri IVdeki yaklaşımla düşünüyor. Dergiye,
kütüphanelerde bile zor ulaşıldığı için haklıdır; ama Kaplan’ın bu dergideki yazıları, şiirin anlaşılması yönünden Şiir Tahlilleri //’dekilerden farklıdır. Şiir üzerine denemelerdir bunlar ve gençlere şiir değerlendirme sayfalarıyla birlikte bir şiir ‘görüşü’ kazandırma niyeti taşımaktadırlar.
Doğan, “ Bunların, yazarın içtenlikli
düşünceleri olduğuna inanıyorum. Ama örneğin ben ve benim gibi daha birçok kişi, hem Cansever konusunda hem de Kaplan’ın bir edebiyat
profesörü olarak 40’lar ve 50’ler şiiri üzerinde değerlendirmeleri konusunda bu düşünceleri paylaşmayabiliriz.” (kitap-lık, S. 51, Ocak-Şubat 2002, s. 172.) diyor. Mehmet Kaplan, Edip Cansever’in ilk şiirlerine İstanbul dergisinin sayfalarında yer verirken “ profesör” değildir ve ben de o yazıda Kaplan’ın şiire profesör olduğu zamanlardaki yaklaşımını değerlendirmemiştim; yazının konusu o değildi çünkü. Dolayısıyla Doğan’ın ikinci yazısında, benim yazımı “ amaca hizmet etmeyen” bir “ şiir kazıbilimi” olarak konumlandırması, kabul edilebilir bir belirleme değildir.
Mehmet H. Doğan’ın aktardığı gibi, Kaplan’ın
Edip Cansever’i Garip şiirinden “ kurtarma” amacı taşıdığım ve Cansever’in Garip şiirine “ kayarak” ustasına “ ihanet ettiğini” söylemiyorum,
söyleyemem de. “ Kurtarmak” , “ kaymak” ve “ ihanet etmek” sözceleri (ibareleri) benim yazımın bağlamının dışındadır. İstanbul dergisinde gençleri Garip şiirinden “ kurtarma” niyeti taşıyan biri, Orhan Veli’nin “ Nazım, Nesir, Şiir” (S. 43, 1 Eylül 1945, s. 10) başlıklı yazısına dergide yer vermezdi sanırım. Doğan, bu noktada Attilâ Ilhan’a atıfta bulunuyor.
Yeri gelmişken belirteyim, İlhan da İstanbul dergisinde ürünü bulunan şairlerden biridir (“ Gâvurdağlarından Rivayet: Göçmenler I” , S. 65, 1 Ağustos 1946, s. 12). Attilâ Ilhan’ın şiiri, şairliği dikkate alınarak konulmuştur dergiye. Doğan’ın Edip Cansever’in İstanbul’dan “ kurtuluşu” sürecinde etkisi bulunduğunu yazdığı Metin Eloğlu’nun şiiri ise, “ gençler” den birinin ürünü olarak yayımlanmıştır. Şimdi şu söylenebilir mi: Mehmet Kaplan, “ gençler” i, “ Garip Şiiri” nin popüler algısına karşı uyarmış; bu şiirin getirdiği açılımları görmeleri noktasında ise, Mehmet H. Doğan’ın da belirttiği gibi, onları serbest tarzda yazılmış şiirlere dergide yer vererek teşvik etmiştir. Yapılan, Mehmet H. Doğan’ın son yıllarda yazdığı yazılarla yaptığının bir benzeridir: popüler
olandan sakınmak; ama bunun açabileceği imkânları sezdirmek.
Doğan, Tanpınar ile Cansever arasında kurduğum bağın yeniden düşünülmesi gerektiği noktasında bazı uyarılarda bulunuyor. Eldeki kaynaklara bakınca uyarıların ikna edici olduğu belli; ama yine de bunlar, Cansever’in Tanpınar’la ilk ne zaman karşılaştığını açıklamıyor. Benim yaptığım gibi Doğan da bazı tahminlerde
bulunuyor ki bu tahminler ikindi Üstü’nün (1947) yayımlanmasından önceki buluşmayı
aydınlatıyorsa da ilk karşılaşmayı kanıtlamıyor. Mehmet H. Doğan, Cansever’in Salâh Birsel’le tanışmasından sonra İstanbul’dan
“ kurtulduğu” nu iddia ediyor: “ Salâh Birsel ise Edip Cansever’i elinden tutup İstanbul
cephesinden kurtarıyor.” Şairin BirsePle tanıştıktan sonra yeni bir şiir
görüşüne/ufkuna yöneldiği doğrudur; ama onu bu tanışma İstanbul’dan “ kurtarmamış” , tanışma öncesinde dergi zaten kapanmıştır. Burada belirtilmesi gereken bir diğer nokta,
Cansever’in BirsePle tanıştıktan sonra da o zamana gelene kadarki ürünlerini -en azından İkindi üstü’nü- reddetmediğidir. Edip Cansever’in 1948 Ekim’inde “ En çok hoşuna giden şiiri ikindi Üstü adlı kitabındaki ‘Salkındı
Meyhane’dir.” Bu şiirin “ruh hâli”
konusundaki açıklama, Cansever’in 1948’de hangi şiir beğenisine yakın durduğunu gösterir:
“ Bu şiir belki de güzel havanın, salkım kokularının, denizin, bütün güzel şeylerin ‘melankolik’ bir anını yakalamasiyle meydana geldi.” (Kaynak, S. 10, 1 Ekim 1948, s. 8-9. abç.)
Doğan’ın ilk yazısında belirttiği “yaşasaydı şairin bunlara izin verip vermeyeceği” konusuna, kendisinin hazırladığı antolojide yaşayan bir şairin izin vermeyeceğini/vermediğini düşündüğüm bir şiirle açıklık getirilmesi gerektiği kanısındayım. Bu, şairin neye ne kadar izin verip vermeyeceğini anlamak ve şiirin hayatına ne oranda müdahale edebileceğini buna ne kadar hakkı olabileceğini görmek bakımından önemli.
Yüzyılın Türk Şiiri (1900-2000) adlı antolojisinde (C. II, YKY, 2. basım, 2002) Mehmet H. Doğan, Sezai Karakoç’un “Monna Rosa” adlı şiirinden aldığı parçalarda, şairin şiir üzerindeki tasarruflarını görmezden gelmiştir. Nurullah Ataç’ın Yahya Kemal’in şiirlerindeki yanlışları tashih etmek için bilenlerin hafızalarına müracaatı zorunlu görmesi gibi, Doğan da Sezai Karakoç’u tashih etmeyi seçmiştir. Karakoç, bu şiiri ilk kez kitaplaştırırken adını bile
değiştirmiştir; ama Doğan, kendisinde nasıl saklı ise öyle yazmayı tercih etmiştir. Örneğin, “Aşk ve
Çileler” in bir beşliği Doğan’ın antolojisine şöyle girmiştir:
Açma pencereni perdeleri çek: Mona Roza seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek, Anla Mona Roza, ben bir deliyim, Açma pencereni perdeleri çek.
Karakoç’un Monna Rosa’sında (1998) beşlik yer değiştirmiş ve onun yerine şu dizeler konulmuştur:
Zeytin ağacının karanlığıdır Elindeki elma ile başlayan... Bir yakut yüzükte aydınlanan sır, Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Sanırım bu örnek şairin ve incelemecinin neye ne kadar hakkı olduğunu açıkça gösterir. Ben de Edip Cansever’in 16-18 yaşlarında yazdıklarına böyle bir hakla dikkat çekmiştim. Bitirirken o yazının gerekçesini açıklayan cümleleri bir kez daha yinelemek kaçınılmaz gibi görünüyor:
“ Bir şairi şiirimizin ve kendi şiirinin akışı içinde tanımak çabasında olan biri, onun yayımlanmış her ürününü dikkate almak durumundadır. Bu ürünler ‘aşılan bir şiir
başlangıcı’na işaret etseler bile şairin yetişmesinde etkili olan kaynakları, belli bir dönemde şairin hassasiyetlerini, edebiyat dünyasının nasıl işlediğini görmek bakımından önemlidir. Edip Cansever’in ‘peşini bırakmayan’ şiirlerine dikkat çekme çabası da bu kaygılardan doğmuştur.”
Bu açıklama, Edip Cansever’in Dirlik
Düzenlik’e gelirken yayımladığı ve bu kitabına da diğerlerine de almadığı şiirlerine bakmak için belki bir gerekçe olabilir. Ayrıca şiirin de ne kadar ‘kimsesiz’ olursa olsun şairine rağmen bir hayatı olduğunu hatırlatabilir.
E
d e b i y a t
B
í r l í k t e l í k l e r í
K
u t s a m a l i d i r
Me r t Ta n a y d i nSiyaset biliminde bir devleti tanımlamak için kullanılan üç asli unsurdan biri olmamasına rağmen dil, cemaatlerin kendilerini tanımlamakta kullandıkları en önemli araçlardan biri olagelmiştir. Modern ulus-devletin oluşumunda, ulusun
kendisini tanımlayıp kurgulaması için dil en az toprak, nüfus ve iktidar organizasyonu kavramları kadar önem atfedilen bir kavram haline
getirilmiştir. Kozmopolit düşüncedense cemaat düşüncesine inanmayı tercih eden insan türü, kendisini tanımlayıp birlikte yaşayacağı insanları seçerken, her nedense ilk aşamada ötekilerle anlaşıp iletişim kurabildiği dili bir kriter olarak
kullanmaktadır, ta Babil Kulesi’nin yıkımından beri. Elbette sadece dil üzerinden ayrımlar söz konusu değildir çağdaş dünyamızda, pek çok farklı etnik ve kültürel unsurlar da insanları birbirinden ayrıştırmak ve ayırmak için kullanılıyor; ancak bir edebiyat adamının ve dahası bir şairin asıl derdi daha çok dildir ve bunda da garipsenecek bir durum olmamalıdır.
Dünya üzerindeki farklı topluluklar arasında uyum içinde yaşamın gerçekleşebildiği altın çağların
Kozmopoetika Mehmet Yaşın 352 sayfa
olup olmadığından emin değiliz; kulaklarımıza böylesi söylenceler gelse bile, daha çok birbirleriyle alıp veremediklerinin altını çizen toplulukların -popüler siyaset diline göre- şahinlerinden besleniyor dünya tarihi. Birbirlerini eleyip, kendilerinden olanlara gücü aktarma niyetindeki siyasal istekler sayesinde, savaşların ve gereksiz kaynak yitimlerinin ortaya çıktığını inkâr edemeyiz. Hıncın hıncı doğurduğu, dışlayanın kendisini dışladığı, birlikte yaşamak için asgari müşterekler aramak yerine birbirlerinden nefret etmek için ortak katlar arayanların çoğunlukta olduğu bir dünyada, dillerin ortak yaşamından bahsedenlerin, insanların öncelikle kendi kimliklerini kullanıp, kendilerini aşan tarihe ve toprağa ya da
inandıklarına bağlı söylemleri de ilişkileri zenginleştirmek için kullanmak isteyenlerin safdil oldukları söylenebilir ancak edebiyat ve yaşam, güçlerini bu safdillerden almakta, ilişkilerin ne kadar kirlenmiş olursa olsun yeni bir masumiyet inancıyla, gerektiğinde unutmayı bile kabul ederek, yeniden kurulmasını sağlamak bu safdillilik sayesinde gerçekleşmekte değil midir?
Mehmet Yaşın, kendisini öncelikle şair, sonra da, ne yazık ki günümüzün siyasal konjonktürüne göre bakıldığında, hiçbir yerde olan Kıbrıslı birisi olarak tanımlamakta. Elimizdeki yeni kitabında, şiirleriyle değil, onları kuşatan düşünceleriyle karşı karşıyayız. Bu düşünceler, günümüzde kangren haline gelmiş bir uluslararası sorunun, ilk elden tanıklarından birinin düşünceleri olmasına rağmen, hiç de alışık olduğumuz egemen kalıplara
benzemiyorlar. Toprağın, ortaklaşa yaşamın, kimliğin, dilin kurulmasının ve kullanılmasının zenginleştirici, ayrımcılık ve kapanma yolunu değil de mümkün olduğunca bu toprak üzerinde -Kıbrıs- bir şekilde yer almış olan her kültürel bütünlükten alınanlarla çoğalan bir yolunu önerdiği anlaşılıyor
m
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi