3 OCAK 1992
¡SANAT G ÜNDEM
•
I
CELAL ÜSTER
Celal Üster yurtdışında olduğundan bu haftaki ‘Sanat Gündemi’ne ara veriyoruz.
NECDET
3 GÖVDEMDEKİ SANATÇI:
YAŞAR
ONAT KUTLAR
“Tamburi Necdet Bey tarafından!..”
Eski taş plaklarda hâlâ nostaljik bir ses “Tamburi Cemil Bey tarafından...” diye sunuyor geçmiş
hâzineleri. Ama büyük tambur ustası Necdet Yaşar daha çok gençlere sesleniyor.
Hadi içtenlikle itiraf edelim: Şu adına “klasik Türk müziği” denilen müzik türünü ne kadar tanıyoruz? Müzisyen hem de uzman bir müzisyen değilsek, onu, sevenlerimiz de sevme yenlerimiz de ne kadar “müzik değerleri” ile yargılıyor?
Kalın çizgili bir irdeleme ile cumhuriyet dönemi aydınları nın tutucu, Osmanlıcı olanla rı klasik Türk müziğini, Kema- listler klasik Batı müziğini, sol cular halk müziğini “ideolo jik” nedenlerle kendilerine ya kın buldular. Ama bu ideolo jik yakıştırmaların dışında salt “müzik” olarak ne ölçüde yak laşabildik bu olağanüstü ala na?
25 aralık çarşamba akşamı AKM’de Tamburi Necdet Ya
şar ve arkadaşlarından Hüse yin Fahreddin Dede’nin Ace
maşiran Mevlevi Ayini’ni din lemeye giderken ya da dün Yıl dız S arayı’n d a K askad Köşkü’nde onların çalışmala rım izlerken hep bu soruları soruyordum kendime.
Monteverdi, Bach, Maliler ya da Bartok birçok dostum
gibi beni de büyülemeye de vam ediyorlar. Veysel’i, Feyzul-
iah Çınar’ı, ya da Âşık Nesimi1
yi tanımak, Ruhi Su usta ile yıllarca yan yana odalarda ça lışmak mutluluğuna eriştim.
Ama gene de otuz yıllık dos tum, ağabeyim Necdet Yaşar’ı hiçbir komplekse kapılmadan hayranlıkla dinleyebiliyorum. Nasıl oluyor bu?
Necdet Yaşar, iri gövdesini koltukta arkaya doğru yaslı yor, kalın, miyop mercekli göz lüklerinin arkasından gülüm seyen biraz muzip bir bakışla yanıtlıyor beni:
“Konserde gençleri gördün”
diyor, “kalabalıktan yerlere,
halıların üstüne oturdular ve coşkuyla izlediler konseri. Hiç biri yobaz falan değil. Elbette bu müzik ata yadigarı. Ama gençler bu müziğin muhteşem değerlerini modern kafalarıy la anlıyorlar. İcrayı beğeniyor lar. ‘Biz’ diyorlar ‘uyku veren bir müzik sandığımız klasik Türk müziğini, böyle icra edil diğinde, sabaha kadar dinleriz. Değişen dünyamıza o eski, nostaljik icra uygun görünmü yordu. Bu icrayı coşkuyla izli yoruz.’ Böyle diyorlar.”
Pencereden Galata, Haliç ve Topkapı Sarayı görünüyor ha fif bir kar tülü arkasından. 1970’li yıllarda Yarımca Şark
Kahvesi’nde gazeteci dostları
Necdet Yaşar ve Niyazi Sayın1
dan Meragalı AbdiUkadir din lettiğimiz konserleri ya da bo- rulu bir gramofonun önünde bir Fransız müzikologa Necdet Yaşar’ın tamburuyla bir ziya fet çektiği geçmiş yaz akşam larım düşünüyorum. Herkesin gözleri şaşkınlıkla açılmıştı.
“Peki farkınız nerede?” “Küçük bir müzik grubuy la çalışıyorum” diyor her za manki alçakgönüllülüğü ile. “Büyük korolarla değil. Elbet te onlara da saygım var. Ama örneğin korolarda sözler anla şılmıyor. Oysa bizim klasik m üziğim iz söz (şiir)-usul (ritm)-makam sacayağı üstüne oturur. Üstelik o şiirin aruzla, yani kendi iç ritmi ile yazıldı ğı da düşünülürse... Bu fark lardan yalnızca bir tanesi.”
Hep merak etmişimdir. Aca ba bu müzik geçmiş yüzyıllar da nasıl icra edilirdi? örneğin
Dede Efendi zamanında?
Gülüyor Necdet Yaşar. “Ta bii tam olarak bilmek müm kün değil. Ama bir düş kura biliriz. Örneğin Üçüncü Se- lim’in sarayında ya da sakin bir İstanbul sokağında ahşap bir evin geniş sofasında, Dede Efendi, yanında çırakları Del-
lalzade İsmail Efendi, Zekai Dede, Uncuzade Eyyubî Meh met Bey otururlar ve çalarlar
dı.”
Sahneyi gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum. Ne ka dar başka bir dünya. Şimdiler de 24 saat bir lunapark gürül tüsü içinde, çarpışan otom o billerde yaşıyor gibiyiz.
Oysa Necdet Yaşar, kar per
desi arkasında görünmez ol muş Sinan camilerinin mima risi ile örtüşen bir tam bur sesi eşliğinde usulca başka oir dün yayı anlatmaya devam ediyor:
“Müzik o zamanlar da her kesi birleştirirdi. Mevlevi De de Efendi ile Ermeni Oskiyan
Efendi’yi, Rum Zaharya Efen di ile Üçüncü Selim’in hocası Yahudi İzak Efendi’yi. Tambu
ri İzak Efendi saraya girince sultan ayağa kalkardı. Müzik padişah ile yoksul bir hamam cının oğlunu da birleştirirdi. Dede Efendi yoksul bir halk çocuğu idi. Hamamizade den mesi ondan. Dergâhta çile çe ken genç bir derviş iken beste lediği buselik makamında bir eser nasılsa padişahın kulağı na gitmiş. O da hemen saraya çağırmış. Ama Dede Efendi şeyhinden izinsiz gitmek iste memiş. Şeyh ise ona şöyle izin vermiş: Gün batmadan döner sen olur..!’
Dışarıda gün batmış olmalı idi. Kar durmuştu. Haliç mas mavi.
“Peki sen?” dedim, “Sen nasıl girdin müzik alanına?”
“Ben de halk çocuğuyum” dedi. “İlkokul birinci sınıftay dım. Nizip’te. Küçük bir kasa baydı o zamanlar Nizip. Sen de bilirsin. O yıl büyük bir kar yağdı. Sokaklarda tellallar ça ğırdı: ‘Duyduk duymadık de meyin. Kurt indi. Çocuklarını za sahip olun!..! Babam bizi evde tutmak için çarşıda bir taş plak buldu. Borulu gramofon da çaldı. Hiç unutmam, Vey sel’in ‘Mecnunum leylamı gör düm.,! plağı idi. Vuruldum. Bağlamaya başladım..!’ “Ne
yazık ki bu güzel masalın tü münü yazamayacağım” de dim, “Klasik Türk müziği öğ renimin nasıl oldu?”
“Evet, özetleyelim” dedi. “Üniversite korosunda çakşır ken bir gün yan odadaki Me
sut Cemil benim tamburumu
duymuş. Yanındakilere sor muş, ‘Kim bu?’ diye. Genç bir öğrenci demişler. ‘Bizim dili mizden konuşuyor’ demiş Me sut Cemil. Böylece tanıştık. On yıl onunla birlikte çalıştık. Eş siz bir sanatçıydı Mesut Cemil. Tıpkı babası Tamburi Cemil Bey gibi. Benim üniversitem odur... İkinci üniversitem ise Washington Eyalet Üniversite si. 1972 yılında, Robert Colle- ge’de hoca olan Amerikalı mü zikolog Kari Signell’in önerisi üzerine Washington Üniversi tesi Etnomüzikoloji bölümün de ders vermek üzere davet edildim. Orada tambur ve Türk müziği teorisi dersleri verdim. Büyük müzisyen Ye
hudi Menuhin’le tanıştım. Be
ni dinledi ve övgü dolu sözler söyledi.
Üçüncü üniversitem ise şim di birlikte çalıştığım topluluk. Yani Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Türk Müziği Toplulu ğu. 20 kişilik bir oda müziği topluluğuyuz. Daha da büyü mek istemiyoruz. Klasik Türk müziğinin az icra edilmiş eser lerinden hüner ve maharet ta şıyanlarım, modern üsluplu
(Reşat Aysun gibi) bestecilerin
eserlerini bir dinamizm ve coş ku ile icra ediyoruz!’
Sustu.
Oysa daha konuşacak ne çok şey vardı. Ama Necdet Ya şar da her büyük sanatçı gibi kendinden söz etmeyi sevmi yordu. İkimiz de bir süre pen cereden denize baktık. Kulak larım ızda “O rfeon Recor: Tamburi Cemil Bey tarafın dan” diye başlayan eski taş plaklardaki gibi değerini bile mediğimiz büyük hâzinelerden yansıyan ölümsüz sesler.
“Yahya Kemal’i sever mi
sin?” dedi, “Ben Nazım’ı da, onu da çok severim..!’
“Evet” dedim.
İkimiz de o anda Itrî şiirinin son dizelerini düşünüyorduk:
“Belki hâlâ o besteler çalınır Gemiler geçmeyen bir um manda...”
25 ocakta AKM’de Necdet Yaşar ve arkadaşlarını dinle meye gitmeyi unutmayın.
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Ta h a T o ro s Arşivi