• Sonuç bulunamadı

Richard Sennett'in çalışmalarında kurumsallaşmış sosyal eylemin kamusal referans alanları: Zanaatkâr, otorite, saygı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Richard Sennett'in çalışmalarında kurumsallaşmış sosyal eylemin kamusal referans alanları: Zanaatkâr, otorite, saygı"

Copied!
94
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

RI

CHARD SENNETT'İN ÇALIŞMALARINDA

KURUMSALLAŞMIŞ SOSYAL EYLEMİN KAMUSAL

REFERANS ALANLARI: ZANAATKÂR, OTORİTE, SAYGI

MERVE TÜRKAN BİLGİR

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

YRD.

DOÇ. DR. MEHMET ALİ AYDEMİR

(2)
(3)

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI ... IV YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ... V TÜRKÇE ÖZET ... VI ABSTRACT ...

...

...VII ÖNSÖZ ... VIII

GİRİŞ ... 1

1.SOSYOLOJİK TEORİDE SOSYAL EYLEM TARTIŞMALARI ... 3

1.1.SOSYAL EYLEM VE SOSYALİZASYON ...9

1.2.SOSYAL EYLEMİN KURUMSALLAŞMASI ...10

3. KAMUSAL ALAN TASVİRLERİ VE SOSYAL EYLEM ... 14

2. RICHARDSENNETT’DEKAMUSALALANVESOSYALEYLEMİN DÖNÜŞÜMÜ ... 16

3.RİCHARD SENNETT’DE KURUMSALLAŞMIŞ SOSYAL EYLEMİN REFERANS ALANLARI ... 36

3.1. OTORİTE ... 37

3.1.1.OTORİTE-GÜÇ-İKTİDAR ...37

3.1.2.OTORİTE VE BAĞIMLILIK ...39

3.2. SAYGI VE ÖZERKLİK ... 47

3.2.1.SAYGININ ANLAMI ...47

3.2.2.ÖZERKLİK ...52

3.3. ZANAATKAR ... 55

3.3.1.ÇALIŞMANIN NELİĞİ-TOPLUMSALLIĞI ...59

4.“YENİ KAPİTALİZMİN KÜLTÜRÜ” YA DA ESNEKLİK ... 61

SONUÇ ... 70

(4)
(5)
(6)
(7)
(8)
(9)

ÖZET

Sosyal eylem, toplumun ferdi olmak üzere toplumsal değer, inanç ve kurallaşmış ilkeleri içselleştirme edimidir. Sosyal eylem, toplumun ortak bilgi, değer ve ilkeler üzerinde uzlaşıp bunları süreklileştirmesi ile kurumsallaşmaktadır. Her türlü toplumsal veriyi içselleştirme süreci ise sosyalizasyon olarak adlandırılmaktadır. Modernite, ekonomik ve siyasal etkinlik aracılığıyla toplumsal değer ve normları yeniden yapılandırma yeteneğine sahiptir. Bu nedenle modernite eleştirisi sosyolojinin daimi konusudur. Richard Sennett bu eleştiriyi, sosyo-psikolojik yaklaşım beraberinde, yeni toplumsal kurumların ürettiği değer ve ilkelerin insan ilişkisini şekillendirmesi açısından geliştirmektedir. Toplumsal kurumlardan dönüşüme daha yatkın olan ekonomi ve siyaset, sosyal evreni inşa ettikleri kanallarda etkileşimi zayıflatmışlardır. Etkileşimin zayıflığı, genel olarak toplumsallaşmanın doğasının bozulması ve bireyselleşmenin artması anlamına gelmektedir. Bu çalışmada da ilk olarak sosyoloji teorilerinde sosyal eylemin kurumsallaşması ve aktör olarak öznenin konumu, ikinci olarak kamusal alanın dönüşümü ve son olarak da Sennett’in çalışmalarının eksenindeki inceleme yer almaktadır.

Anahtar Sözcükler: kurumsallaşmış sosyal eylem, toplumsallaşma,

(10)
(11)

ABSTRACT

Public Reference Fields of İnstitutionalized Social Action by Richard Sennett: The Craftsman, Authority and Respect

Social action is an activity to internalize beliefs, values and norms on the purpose of the individual in the society. Social action institutionalizes by means of values, norms and knowledge, which compromised and practiced by the society. The process of internationalization of every kind of social parameter is named ‘socialization’. Modernity has an ability to reconstruct the social values and norms in line with economic and political activity. That is why, the critique of modernity is one of the main issues in sociology. By considering social psychological approach, Richard Sennett develops this criticism in terms of the values produced by social institutions and the design of the principles that shape human relations. Economy and politics as social institutions, which are more convenient to social transformation have caused declined interaction by means of ways that they construct the social order. The weakness of the interaction means the decline of socialization and increase of individualism. This study focused on institutionalized social action in sociological theories and state of subject as an “actor” in the first section. Secondly, transformation of public sphere is tackled. In the last section, analysis of Sennett’s works is included.

Key Words: institutionalized social action, socialization, Richard Sennett,

(12)
(13)

ÖNSÖZ

Modern yaşamın günlük serzenişi iletişim zafiyeti üzerinedir. Bu zafiyet, günlük dilde ve sosyolojide güncel teknolojik gelişmelerden çalışma yaşamının sarıp sarmalayıcı karakterine kadar pek çok nedenle açıklanmaktadır. Modernliğin kendine has norm ve değerlerinin toplumsallaşmayı hiç olmadığı kadar azalttığı genel-geçer bir kabuldür. Bu çalışmaya da sosyolojinin bu kabulü ve Karakter Aşınması adlı eserle karşılaşmamla başlayan Sennett’in bakış açısının dikkate değerliğinin farkındalığı üzerine girişilmiştir.

Bu çalışmada etkileşime biçilen değer, teşekkürlerin sunulmasının önemini anımsatmaktadır. Bölümdeki tüm hocalarıma, düşüncelerimi cümlelere döken ve icraatlarımın vaatlerimden geride kalışına rağmen danışmanlıktan fazlasını yapan danışman hocam Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Aydemir’e, muhabbetlerini ve ekmeklerini paylaşan mesai arkadaşlarım İslam Can, Gamze Aksan, Tuba Büyüktosunoğlu, Ejder Ulutaş ve Faruk Turgut’a, değerli vakitleri ve emekleri için arkadaşlarım Emine Yücel ve Ruhi Can Alkın’a, ablalıktan fazlasını yapan Ayşe Elvan Bilgir’e ve anne-babama şükranlarımı sunarım.

Merve Türkan Bilgir 11 Ocak 2015

(14)
(15)

GİRİŞ

Siyasal ve ekonomik yapıların dönüşüm süreci olarak modernite, bilme tarzlarını da yeniden şekillendirerek “modern bilim” kategorisini oluşturmuştur. Sosyoloji, bu kategori içinde kendi ortaya çıkma şartlarını sorgulayan bir karakterle yer almaktadır. Sekülerizm, kapitalizm ve bireyselleşme üçlemesinin oluşturduğu neden-sonuç ilişkisinin ya da genel anlamda modernitenin toplumsalı şekillendirme tarzları, günümüzü de içine alan süreçte sosyolojinin esas tartışma konularındandır.

Modernite, toplumsal kurumları yeniden şekillendirerek sosyalleşme ve eyleme tarzlarımızı da kendi değerleri temeline oturtmuştur. Bu dönüşüm, modernliğe özgü bireysel ve toplumsal gerilimlerin geleneksel – modern karşılaştırması eksenine dönerek dile getirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Richard Sennett, çalışmalarında gelenekselin olumlanıp modernin olumsuzlanması zıtlığının yarattığı kısır döngüye girmekten kaçındığını belirtmektedir. Fakat yaptığı araştırmalarda elde ettiği en bariz veri Batılı modern kurumlara özgü ilişki biçimlerinin toplumsallaşma bağlarını zayıflattığıdır.

Sennett, günümüz modernliğinin ve kapitalizminin getirdiği psikolojik ve toplumsal çıkmazları, toplumsallaşmanın şartı olan işbirliği, saygı ve otorite gibi sosyalleşme temellerinin sahih biçimlerini hatırlayarak aşmamız gerektiğine işaret etmektedir. Bu amaçla, bu temellerin modernite öncesi ve sonrası içerikleriyle ilgili bilgi vererek günümüz modern-sonrası toplumunun eksikliğini hissettiği duyguları tekrar elde edebilmesi için teklifler sunmaktadır. Bu bağlamda, kent ve iş yaşamındaki ilişkileri ve mekânları modernite süreci içindeki dönüşümleriyle ve düşünsel temelde çözümleyerek ele almaktadır. Sennett, güncel toplumsallaşma tarzımızdaki tekinsizliklere dikkat çekerek modernleşmenin yarattığı gerilimleri aşmamız için, duygularımıza ve topluma yeniden güvenmemizi sağlayacak yolları göstermektedir. Bu açıdan Sennett'in yaklaşımı, hem sosyolojinin hem de insan - toplum ilişkisinin tıkanıklıklarına yeni bir kapı açması bakımından önemlidir.

Bu amaçla, çalışmamızda sosyal eylem, sosyalizasyon ve kamusal alanın anlamı üzerine Sennett’in Kamusal İnsanın Çöküşü, Zanaatkâr, Saygı, Otorite,

(16)

Karakter Aşınması ve Yeni Kapitalizmin Kültürü’ndeki yaklaşımları ele alınmaktadır.

(17)

1. SOSYOLOJİK TEORİDE SOSYAL EYLEM TARTIŞMALARI

Kurucu sosyoloji teorileri toplumsal kurumlar, toplumsal değişim, tabakalaşma, birey-toplum etkileşimi gibi meseleleri 19. y.y. toplumsal olaylarının yarattığı büyük dönüşümlerin yönlendiriciliğiyle ele almıştır. Başta din, siyaset ve ekonomi olmak üzere kurumların dönüşümü, ulus-devletlerin kuruluşu, üretim ve tüketim tarzlarının değişimi sosyolojinin ana başlıklarını belirlemiştir. Bu gelişmeler modernitenin coğrafi doğuş noktasına paralel olarak Avrupa merkezlidir. Modernitenin ABD’yi içine alan dalgası da, buradaki toplumsal devinimlere uygun bir sosyoloji doğurmuştur. Genel kentleşme ve sanayileşmenin yanısıra, ABD’nin toplumsal yapısının göçmen unsurlardan oluşuyor olması buradaki sosyolojiyi kimlik ve toplumsallaşma meselelerinde geliştirmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, büyük toplumsal kırılmaların göreli durulması ve dönüşümlerin beklentileri karşılayamaması depresif bir hava yaratmış, dolayısıyla güncel sosyoloji de ABD’de geliştirilmiş olan mikro-sosyolojik/sosyal-psikolojik meselelere yönelmiştir. Bu yönelimle ortaya çıkan teoriler, yorumlayıcı sosyoloji başlığı altında anılmaktadır.

Sosyolojinin felsefeden ayrı bir disiplin haline gelişi Comte ile başlar. Comte, pozitivist ideolojinin geliştiricisidir ve pozitivizmin ilerlemeci mantığıyla yoğurulmuş bir sosyoloji bilimi kurgulamıştır. “Burada sosyoloji, doğa bilimlerinde elde edilenlerle doğrudan biçimsel bir benzerlik gösteren bir yasalar sistemini yeniden üretme umudunda olan ‘toplumsal doğa bilimi’ olarak anlaşılmaktadır” (Giddens, 2006: 346). Bu çerçevede sosyoloji, bir bilim olarak toplumun yasalarını açıklamada, ilerlemede başvurulacak rehber olarak görülür. Comte’un üç hal yasasının son aşaması pozitif aşamadır ve dolayısıyla bilim, tüm toplumların varacağı nihai referans noktası ve açıklama biçimidir.

Pozitivizm etkisindeki teoriler, birlikte eylemlerin ya da kurumlaşmış etkinliklerin benliği/kimliği belirlediğini ifade ederek ona

(18)

edilgen bir rol biçmişlerdir. Kuruculardan Marx ve Durkheim, genellikle bu kategoride görülür.

Marx, sanayi kapitalizminin kentleşme ve fabrikalaşmayı en üst düzeye çıkardığı ortamı tecrübe etmiş filozof olarak, toplumu ve tarihi egemenlerden ve ezilenlerden mütevellit iki sınıfın çatışma ortamı olarak görmüştür. Ona göre ekonomik etkinlik, yani işçi ya da sermaye sahibi olmak, diğer tüm insan etkinliğini belirlemektedir. Bu düşünceyi Hegel idealizmini tersine çevirmesiyle elde etmiştir. Hegel’in ide’yi mutlak varlık kabul edişini reddetmekle, öznenin yorumlama yeteneğini reddetmediyse de, belli olgulara belli tepkiler geliştireceğini düşünmüştür. Dolayısıyla, komünist toplum fikrini, pozitivizmin ilerleme modeliyle açıklamıştır. Komünist toplum, Comte’un pozitivist toplumu konumlandırdığı yerdedir.

“Comte ve Durkheim’dan çıkarak modern işlevselciliğe uzanan düşünce çizgisinin ve mantıkçı pozitivizmden kaynaklandığı biçimiyle modern pozitivistik felsefenin buluştuğu temel noktalardan biri, bir eylem kuramının yokluğudur. Mantıkçı pozitivistler, sözü edilen ilk düşünce çizgisinin eğilimine, ‘kolektif bilinç’, ‘kolektif temsil’ gibi ‘bütünsel’ kavramlar nedeniyle kuşkuyla bakmış olsalar da, iki düşünce de toplumsal felsefenin belirlenimci bir biçimine sahiptirler” (Giddens, 2006: 408). Mantıkçı pozitivizm, Comte’un pozitivizminden farklı olarak, metafiziği bilimin tamamen dışında gören bir ekoldür. Dolayısıyla Durkheim’ın “kolektif bilinç” gibi kavramlarını bilim dışı olma bakımından şüpheyle karşılamışlardır. Durkheim’ın, pozitivizmin belirlenimciliğini yöntem olarak kullanmasına rağmen, belirleyen olarak kabul ettiği kolektivitenin olgucu bakış açısını aşan bir içeriğe sahip olması onun sosyolojideki yerini göstermek bakımından anlamlıdır.

Dawe’e göre, “toplumsal eylem kavramının kendisi, sosyolojiye belli bir yaklaşımın ve bunun yanı sıra, sosyolojik düşüncenin kaynaklarına ve gelişimine ilişkin bir bakış açısının bir arketipidir. (…) Toplumsal eylem düşüncesi, sosyolojik düşünce içerisinde bir kuram ya da biçimsel anlamda herhangi bir kuramlar kümesi olmaktan çok, temel bir moral ve analitik

(19)

kabul olarak yer almaktadır” (Dawe, 2006: 526). Dawe, sosyolojide toplumsal eylem kuramları başlığı altında incelenen kuramların yokluğunu belirterek sosyal eylemin, modernitenin, günlük yaşamdan başlayarak kişiliklerimizi ve başkalarıyla bağlarımızı gerilime sokan karakterini tartışmada bir boyut olduğunu ileri sürmektedir.

Yorumlayıcı sosyolojideki teorilerin diğer teorilerden farkı “anlamı” merkeze alması ve özne-nesne bağını çift yönlü belirlemeye tabi olarak algılamasıdır. Fenomenoloji, etnometodoloji ve klasik teoriler sınıfında yer alarak diğerlerine yolu açan sembolik etkileşimcilik gibi kuramların bu algısı, kurucu sosyologlardan en fazla Durkheim ve Weber’e yakındır.

“Durkheim’a göre kolektif temsiller, bütün insani eylemin kaynağını oluşturmaktadır, çünkü insanlığı motive eden, hiçbir zaman salt fiziksel ihtiyaçlar ve arzular değil, daha çok geçmişin kalıntıları, alışkanlıklar, önyargılar olmuştur ve bunların hepsi de toplumsal yaşamda aktif bir rol oynamaktadır” (Swingewood, 2010: 118). Durkheim’ın kolektif temsilleri ile Schutz’un ‘bilgi stoku’ benzer içeriklere sahip kavramlardır. “Bir aktörün ‘bilgi stoku’ ‘bir başka uyarıya kadar uygun’ olduğu düşünülerek sorgulanmadan benimsenir; bilgi stoku , ‘şartlara göre değişen, bir belirsizlik durumunda yardımcı araç olarak devreye sokulan apaçıklıklar bütünüdür’” (Giddens, 2003: 46). Kolektif temsiller de bilgi stoku gibi, eylemlerin itici kaynağı ve rehberidir. Fenomenolojinin sosyolojideki temsilcisi olan Schutz’a göre “başkalarının davranışlarını anlama, fenomenolojik açıdan, bir tipleştirme süreci olarak incelenebilir; aktör bu tipleştirme sürecinde, başkaları tarafından yapılan şeylerin anlamlarını kavramak için öğrenilmiş yorumlama şemalarına başvurur. Temel toplumsal ilişki ötekiyle dolaysız yaşanan ilişki yani ‘biz-ilişkisidir’” (Giddens, 2003: 46). Schutz, eylemin anlamlılığını önceden tecrübe edilmiş yani tekrarlanarak gelenekleşmiş olmasıyla açıklar. Durkheim’ın kolektif temsillere biçtiği rol de aynı şekilde gelenekleşmiş olmaları bakımından anlamlıdır. Bu anlamda Durkheim, pozitivizmin kolektif eylemi/toplumsal değişimi belirlenmiş bir çizgiye tabi tutan görüşünden ayrılmaktadır.

(20)

G. Herbert Mead, sembolik etkileşimciliğin en büyük geliştiricisi olarak kabul edilmektedir. Mead, toplumsallaşmanın, dili/sembolleri içselleştirirken benliğin, kendisinin ve diğerlerinin ayırdına vararak yorum getirmesiyle meydana geldiğini ifade etmektedir. Mead, benliği “I” ve “me” olmak üzere iki bileşenle açıklar. Benlik, sosyalizasyon süreci içinde, sosyal evrene yönelmiş “I” ve sosyal evrenin yöneldiği “me”den meydana gelir. “‘I’, organizmanın diğerlerinin tutumlarına verdiği karşılıktır, ‘me’ ise benliğin, diğerlerinin tutumlar seti tarafından inşa edildiğini varsaydığı taraftır. Diğerlerinin tutumları organize bir ‘me’yi meydana getirmekte ve ‘me’ bir ‘I’ olma aracılığıyla tepki vermektedir” (Mead, 1967: 175). Mead, benliğin gelişiminde iki aşama belirler. “Bu aşamaların birincisinde kişinin benliği, diğerlerinin kendilerine ve belirli bir sosyal aktivite içinde olduğu kişilere ilişkin özel tutumlarının bir düzeneği tarafından meydana getirilir. Fakat ikinci aşama, yalnızca bu belirli tutumların bir düzeneği tarafından değil genelleşmiş ötekinin ya da ait olunan sosyal grubun sosyal tutumları tarafından da inşa edilir” (Mead, 1967: 158). Mead’e göre iletişimde “sembolleri” çözümleyerek harekete geçeriz; “me”ye depoladıklarımızı yorumlayıp “I”da davranışa dökerek fail/aktör oluruz.

Habermas; Mead ve Durkheim’daki kolektif belirleyiciliği birbirine benzetmektedir: “Mead ve Durkheim bireylerin kimliğini, ait oldukları grubun kimliğiyle ilişki içinde belirliyor. Kolektifin birliği, tüm üyelerin ortaklığı için referans noktasını oluşturuyor; bu ortaklık, üyelerin kendileri hakkında birinci çoğul kişide konuşabilmeleriyle dile gelir” (Habermas, 2001: 529). Durkheim’daki, kolektifliğin benliği belirleyici bir güç olduğu gerçeğini Mead, iletişim ve dilin sembolikliği bakımından açıklamıştır. Ortak anlamlarla yüklü sembollerin inşa ettiği dil, sosyal ben olan “me”nin “biz” diliyle konuşmasını sağlamaktadır.

İlk teorisyenlerden Simmel de, öznenin toplumsallığı belirlemede anlamlı bir eyleme sahip olduğunu ifade ederek pozitivist belirlenimci görüşün aksini savunanlardandır. “Her türlü toplumsal fenomen ya da süreç aslında birbirinden ayrılamaz olan iki unsurdan meydana gelir: bir yanda bir

(21)

çıkar, amaç ya da bir güdü; öte yanda, bu içeriğin toplumsal gerçekliğe kavuşmasını sağlayan, ona şekil veren, bireyler arasındaki bir etkileşim biçimi ya da tarzı” (Simmel, 2009: 48). Simmel, eylemlerimizin bir gerçeklik olarak rasyonalite, çatışma, değerler ve normlar ekseninde bireylerin özneliği ile doğduğunu belirtmektedir.

“Her toplumsal eyleyicinin (agent) çeşitli ve çoğunlukla çatışan değer ve ideallere itibar etmesi, kişinin davranışına bir anlam yüklemesi demektir ki, Weber’in deyimiyle ‘öznel yönelim’ adını alır. Toplumsal bir ilişki ya da etkinlik, değişik bireysel ya da kolektif anlamların bir bileşimidir” (Freund, 2006: 249). Weber, “Toplumsal etkinlik ile onu yapan bireyin ona bağladığı öznel anlam gereğince başkalarının davranışlarını göz önünde bulunduran ve buna göre bir gidiş (seyir) izleyen etkinliği anlatıyoruz” (Weber, 1995: 10) der. Sosyoloji, kuruluşundan itibaren taşıdığı pozitivist belirlenimciliğin verdiği nesnelci havayı, Weber’in “anlamlı eylemi” ile belirgin olarak değiştirmiştir.

Weber’e göre “eylem, öznel anlamı, diğerlerinin davranışlarını dikkate aldığı ve dolayısıyla onun akışı içinde yönlendirildiği kadar ‘toplumsaldır’” (Weber, 2012: 112). Weber dört tip sosyal eylem belirler. Gereç-ussal eylem, rasyonel amaçlara ulaşmak için diğerlerinin beklentilerine cevap verme biçiminde araçsal eylemdir. “Etik, estetik, dini ya da başka bir davranış biçiminin değerine olan bilinçli bir inanç tarafından” (Weber, 2012: 133) belirlenen eylem, değer-ussal eylemdir. Duygusal eylem ve geleneksel eylemse, sosyal eylemin Weber’in tepkisel eylem olarak adlandırdığı, somutlaştırılması daha basit tipleridir.

Weber’de eylemin anlamı iki şekilde olabilir. “Terim ilk olarak belirli bir aktörün belli bir somut durumunda gerçekten varolan ya da çok sayıda belli aktöre yüklenebilir ortalama veya yaklaşık bir anlama; ya da ikinci olarak, belli bir eylem türündeki varsayımsal aktöre ya da aktörlere yüklenen, teorik olarak kavranan saf tipte öznel bir anlama işaret edebilir. Bu hiçbir şekilde nesnel olarak ‘doğru’ ya da metafiziksel anlamda ‘gerçek’ bir anlama işaret etmez” (Weber, 2012: 112). Weber’de eylemin toplumsal

(22)

bir etkinlik olması anlamlılığına, anlamlılığı ise özneler arasındaki genel-geçerliğine bağlıdır. Dolayısıyla Weber’in açıklaması, toplumsal etkinliğin, pozitivizmin öngördüğü anlamda doğru ya da yanlış olarak değerlendirilebilecek ölçütler ekseninde meydana geldiği fikriyle paralel değildir.

“Toplumsal olguları anlamak için fazladan bir çaba sarfedilmesi gerekir, çünkü onların nedenini açıklayabilmek için güdülerini de anlamak gerekir; bu da insanın edimde bulunmasına yol açan nedenler ve peşinde olduğu hedeflerdir. Weber'e göre bir etkinliğin anlamını aydınlığa kavuşturmakta kullanılacak en iyi yöntem, anlamaya yönelik (comprehensive) yöntemdir” (Freund, 2006: 251). Kurucu teorilerdeki pozitivist yöntemselliğin tarihsel akış içinde gerçekliği açıklamada yetersiz kalması, eylemi kendi tarihsel ortamı ve öznesi arasındaki etkileşim içinde açıklayan teorileri öne çıkarmıştır. Geliştirilen anlamacı ve açıklayıcı çağdaş bakış açıları, klasik teorilerdeki eyleme ve anlama yönelik içeriklerin pozitivist yöntemin kapatıcı etkisinden sıyırmaya yöneliktir.

“Mead’in anlamlı sosyal etkileşimler nosyonu ile Weber’in öznel anlam yüklemelere dayalı sosyal eylem kavramı arasında dikkat çekici bir yakınlık bulunmaktadır. Yine birincisinin “genelleşmiş başkası” ile ikincisinin kolektif bilinç/vicdan fikirleri arasında bir benzerlik bulunmaktadır. Sosyal gerçekliğin Weberci yaklaşımı ile Durkheim’ın yaklaşımı arasındaki kavramsal bağlantı, (amaçlanmamış bir şekilde) ‘ötekinin rolünü (tutumunu) devralma’ teoremasını lanse etmesiyle Mead tarafından kurulmuştur” (Zijderveld, 2010: 26). Mead, Weber’in sosyal eylemi öznelerarası bir inşayla tanımlamasını ve Durkheim’ın gelenekleşmiş kolektif temsillerin işlevselliği fikrini bütünleştirerek, dildeki sembolleri çözüp yorumlama yoluyla toplumun bir ferdi haline geldiğimizi ifade etmektedir.

Sembolik etkileşimciliğin diğer bir temsilcisi Erving Goffman, dramaturji yaklaşımıyla ele aldığı Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu adlı eserinde sosyal eylemi meydana getirişimizi “performans sergilemek”

(23)

terimiyle açıklar. Hepimiz sosyalizasyon sürecinde sürekli oyuncu ve seyirci konumlarında performans sergileriz. “Performansın, durumun idealize edilmiş bir görüntüsünü sunduğu düşüncesi doğal olarak oldukça yaygındır. Bu nedenle, kişi kendini başkalarına sunduğunda, performansı toplumun resmi olarak onaylanmış değerlerini, davranışlarından çok daha fazla içerir ve temsil eder” (Goffmann, 2014: 44-45). Sosyalizasyon, davranışların onaylanıp onaylanmadığının sürekli belirtildiği bir süreçtir.

1.1. Sosyal Eylem ve Sosyalizasyon

Sosyal eylemi normlar ve değerler ekseninde oluştururuz. Sosyal değer, toplumun önem atfettiği eylemler, ilişki biçimleri ve kurumlarda içkindir. Bu değerler evreninde kurallaşan ilkeler de toplumsal normlardır.

Toplumsal normları ve değerleri sosyalizasyon süreci ile içselleştiririz. Sosyalizasyon, yaşamımız boyu devam eden, bilinçli ya da bilinçsiz, planlı ya da plansız şekilde veri edinme sürecidir. Berger ve Luckmann, bu verilerin muhafaza edildiği, Schutz’a ait bir kavram olarak “bilgi stoku”ndan bahsederler. “Ortak bilgi stokunda, bir toplumun üyelerinin tümü ya da en azından sözkonusu rollerin potansiyel icracıları açısından ulaşılabilir olan rol icrası standartları bulunmaktadır” (Berger ve Luckmann, 2008:109). Rol, statümüzün gerektirdiği davranış örüntülerini ihtiva eder; statü ise toplumun şahsımıza biçtiği konumdur.

“Toplumsal ilişki dediğimiz şeyi oluşturan, bizim tüm o eylemlerimizle ötekilerin tüm o tepkileri, bir bireyden kaynaklanmaktadır, örneğin ben’den ve yine aynı niteliği taşıyan başka bir bireye yönelmektedir. Bu nedenle, bize şimdiye kadar göründüğü biçimiyle ‘toplumsal ilişki’ her zaman için biçimsel olarak bireylerarası bir gerçekliktir” (Gassett, 2011: 164). Tüm eylemlerimiz hem bir cevap olma hem de bir cevaba yol açma niteliğindedir. “İnsan davranışı, sadece diğerlerinin davranışlarına karşılık verdiğimiz için değil, aynı zamanda diğerlerinin davranışları bizim kendi davranışlarımızın içine işlediği ve

(24)

bizim davranışlarımız onların davranışlarının içine işlediği için özü itibariyle toplumsaldır” (Berberoglu, 2009: 64). Davranışımızın toplumsallığı, onu toplumla bütünleşmeye ayarlı bir biçimde meydana getirmemizi sağlamaktadır.

Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü’nde, sosyal eylemi Huizinga’nın oyun kavramıyla, sosyal eylemciyi icracı kavramıyla karşılar. Ve Sennett, Goffman’ın sosyal eylemin idealize edilmiş olduğunu belirtmesine benzer şekilde, insanı bir aktör olarak görmektedir. “Oyun, kendini olduğu gibi ifade etmenin antitezidir, estetik davranışın öğrenimidir” (2010: 404). Aktör/icracı, kuralları birlikte konulan, gerektiğinde değiştirilebilen bir oyun oynama yeteneğine sahiptir. Sennett’e göre bu yetenek, çocukluktaki sosyalizasyonla gelişerek o katıksız, önyargısız eylemleri doğurmaktadır.

Parsons’a göre “iyi entegre olmuş kişilik, farklı şekillerde tanımlanmış ‘iyi bir çocuk’ olmak, ‘iyi bir öğrenci’ olmak, ‘verimli bir işçi’ olmak ve benzeri rollerine yönelik beklentileri karşılama yükümlülüğü hisseder. (…) Bu anlamda yükümlülük unsuru doğru bir şekilde ‘kayıtsız’ olarak görülmelidir. Bu, genel bir kalıpla ‘özdeşleşme’, ‘doğru’ olana uyum sağlama meselesidir” (Parsons’tan akt. Berberoglu, 2009: 116). Sosyalizasyon sürecinde, etkileşim içinde olduğumuz sosyal evrenden her türlü bilgiyi yüklenirken, istenen davranışa götürecek bilgiye odaklanmaktayızdır.

1.2. Sosyal Eylemin Kurumsallaşması

Parsons’ta sosyal sistemin inşası şöyledir: “Bireyler, kendi karşılıklı davranışlarıyla ilgili ve birbirlerine karşı yönelimlerini biçimlendirecek ortak bir ‘beklentiler’ seti geliştirirler. Tam gelişmiş bir sosyal sistemde, örneğin modern toplumda, bu beklentiler ‘kurumsallaşır’. Yani, onlar toplumun –insanların kendi davranışlarını ifade ederken dikkate aldıkları- kabul gören dokusunun bir parçası haline gelirler” (Layder, 2010: 22). Beklentiler seti, Berger ve Luckmann’ın Schutz’tan alarak behsettiği ‘ortak

(25)

bilgi stoku’na benzer bir oluşumdur. Weber de eylemin anlamını o eylemi meydana getiren öznelere izafe eden açıklamasıyla bir bakıma ‘beklentiler seti’nin oluşumunu tarif etmektedir. Dolayısıyla ‘beklentiler seti’ ya da ‘anlamlı eylem’ toplumsallaşmada kullanım klavuzu gibi iş görmektedir. “Tüm insan faaliyeti, mutatlaştırmaya (alışkanlık haline getirme: habitualizasyon) tabidir. Sık sık tekrarlanan her eylem, sonradan bir efor tasarrufuyla yeniden-üretilebilen ve icracıları tarafından ipso facto (tam da bu nedenle- ç.n.) bir model olarak kavranan bir kalıba dökülmeye başlar. Mutatlaştırma ayrıca, sözkonusu eylemin gelecekte aynı tarzda ve aynı tasarruflu eforla tekrar edilebileceğini de ima eder” (Berger ve Luckmann, 2008: 80). Anlamlı olduğu yolunda hemfikir olduğumuz eylemleri sürdürür ve alışkanlık haline getiririz; o eylemin kurumlaşması böylece gerçekleşir. “Ne zaman ki mutatlaştırılmış eylemlerin fail tipleri tarafından karşılıklı biçimde tipleştirilmesi sözkonusu olur, o zaman kurumlaşma vuku bulur. Farklı bir biçimde söylersek, böylesi her tipleştirme bir kurumdur. Vurgulanması gereken şey, kurumsal tipleştirmelerin karşılıklılığı ve yanı sıra sadece eylemlerin değil kurumlar içindeki faillerin de tipikliğidir” (Berger ve Luckmann, 2008: 82-83). Aktörlerin ve eylemlerinin kurumsallaşması, ortak değer ve normlarda sözleşmiş olmalarından ileri gelmektedir. Yani sosyal evreni yaşanabilir kılan değerlerin bağlayıcılığıdır.

“Parsons temel değerler sistemini ‘istikrarlı ve etkili bir sosyal sistemin kalbi ve damarlarındaki kan’ olarak görür. Her birey –bir ebeveyn, bir işçi, bir yurttaş olarak- oldukça farklı rolleri yerine getirmek zorundadır; her ne kadar diğer insanların beklentileri bireyi etkili bir rol oynamaya ve sosyal kontrol sistemi de bu görevleri gerçekleştirmeye zorlasa bile, gerçek etkililiğin kaynağı insanların sosyal sisteme bağlılıklarıdır” (Slattery, 2012: 377). Değerler, toplumun önemli olduğu yolunda anlaştığı olgulardır. Parsons, toplumsallaşmanın önemli noktasının sosyal sisteme yani ‘beklentiler seti’ne uymak; bu seti ayakta tutanın da değerler sistemi olduğunu kastetmektedir.

(26)

Zijderveld, sosyal eylemin iç içe geçmiş iki boyutu olarak örgütlenme ve kurumsallaşmayı şöyle açıklar: “Her ikisinin de temelinde farklılaşma süreci yatmaktadır. Fakat örgütlenmede, ilk etapta, verimlilik ve etkinlikten ibaret olan işlevsel rasyonellik geçerlidir ve farklılaşma, bu düzlemde sınıfların toplumsal katmanlaşmasıyla (eşitsizlikle) sonuçlanmaktadır. Buna karşın kurumsallaşmada öncelikli olarak eylem ve gerçekliği anlaşılır kılan değer, norm ve anlamların özsel rasyonelliği söz konusudur” (Zijderveld, 2007: 87). Örgütlenme ve kurumsallaşma, tıpkı günlük yaşamın özündeki çatışma ve uyumun biraradalığı gibi sosyal eylemi birlikte inşa etmektedirler. Kurumsallaşma, eylemin öznelerarası anlamlılığı yani değerler kaynaklı olması sonucu meydana gelirken; örgütlenme, toplumsallaşmanın ilksel inşasından ziyade daha karmaşık bağların düzenlenmesini amaçlamaktadır.

Sosyal eylemin kurumlaşması konusu, modernitenin dönüştürücülüğü ile paralel olarak, iş bölümü ve dayanışma gibi olgularda belirginleşmiştir. İlk sosyologlar moderniteyi, sanayileşme/kentleşme ile dönüşen işbirliği/çalışma tarzları üzerinden de ele almışlardır. Durkheim’a göre farklılaşma, toplumun ahlaki bir birlik olmasıyla -sosyal eylemin kaynağı olan değerler sistemi sayesinde- bir düzeni inşa etmektedir. “Mesleklerin farklılaşması, üretici çalışmaların çoğalması, Durkheim’ın gözünde toplumsal farklılaşmanın belirtisidir, sonucudur. Çünkü ona göre ilk farklılaşma toplumsal farklılaşmadır; yani toplumsal işbölümüdür. Bir toplumda nüfus arttıkça, yani beraber yaşamayı deneyen bireylerin sayısı arttıkça, yaşamak için savaş da şiddetlenmektedir. Toplumsal farklılaşma, yaşamak için savaşa karşı barışçıl çözümdür” (Ergun, 2006: 98). Sanayi sonrası toplum, bireyselleştirici ve ayrıştırıcı bir etkiye sahiptir. Fakat işbölümü üzerine kurulu olması açısından muhtaçlık ilkesini ve dolayısıyla etkileşimi öne çıkarmaktadır. Durkheim bu açıdan, organik dayanışmanın/işbölümünün, dayanışmayı farklılaştırırken pekiştiren karakterini vurgulamıştır. Aslında o, toplumu, ahlaki bir oluşum olduğundan her şeyin üstünde tutmasında görüldüğü gibi, işbölümünü de ahlakiliği

(27)

açısından açıklamaktadır. Toplumun ahlakiliği, insanın başkaları için eylemde bulunmasından, kendisinden ödün vermesinden yani dayanışmadan kaynaklanmaktadır. “Her toplum ahlaki bir birliktir. Bu özellik örgütlü toplumlarda kimi açılardan daha belirgindir. Birey kendi kendine yeterli olmadığından, kendisine gerekli olan her şeyi toplumdan alır; kendisi de toplum için çalışmakta olduğu gibi” (Durkheim, 2006: 269). Bununla beraber, mekanik ve organik dayanışmayı zıt kavramlar olarak kullanmadığını, ikisinin de ahlaki dayanışma biçimleri olduğunu ifade etmektedir.

Tönnies, toplumsallığın inşasında modernite öncesi ve sonrası ayrımına giderek, sosyal eylemin ‘gemeinschaft’ ve ‘gesselschaft’daki oluşumunun nasıl farklılaştığını açıklamaktadır. Gemeinschaft’ın karşılığı topluluk/cemaattir. “Tönnies bu terimi, büyük ölçüde kişisel, yakın ve sürekli insan ilişkilerini anlatmakta kullanmıştır” (Slattery, 2012: 59). Gesselschaft terimi ise ‘toplum’u karşılar. “Tönnies gesselschaft’ı, gemeinschaft’la karşıtlık içindeki her şeyi, özellikle kent hayatının görünüşte kişisellikten-uzak, yapay ve geçici ilişkilerini anlatmak için kullanmıştır. İşimiz ve hatta gündelik ilişkilerimiz esas olarak bir amacın, diğerlerinden bir şeyler almanın aracıdır. Bu yüzden onlar dar ve sınırlıdır” (Slattery, 2012: 60). Tönnies’e göre toplum, “bütün kurumlarıyla bireylerin özgürce anlaşmalarına dayanır ve unsurları da kendi çıkarlarını gözetenler arasındaki sözleşme ve anlaşmalardır. Bir ‘cemaat’ topluluğu içinde yaşayan bir insan, geçerli olan töre ve alışkanlıklara uyduğunda, cemaatin diğer üyeleriyle kendisini bir dayanışma halinde duyuşunda, bütün cemaatin inancı olan ilkelere inanışında herhangi bir ‘seçme’ amaç olmadığı gibi ne amaçta ne de araçlarda bir akılsal irdeleme vardır” (Freyer, 2012: 192). Genel kanı Tönnies’in, ‘cemaat’teki derin/doğal ilişkiyle, ‘toplum’daki yüzeysel ilişkiyi karşılaştırarak cemaati idealize eden bir fikir ortaya koyduğu yönündedir.

Sosyal eylemin kurumsallaşmasıyla meydana gelen kolektif eylem, modernite sürecinin yarattığı bir toplumsallaşma tarzı olarak kamusal alana

(28)

özgü pratikler meydana getirmiştir. Modernite öncesi dönemden bu yana yönetime ait olanlara işaret eden bir kavram olan kamu, Avrupa’nın toplumsal sınıf yapısının siyasal ve ekonomik itkilerle dönüşmesiyle sivil toplumu ifade eden bir anlam içermeye başlamıştır. Basın-yayın gibi teknolojik gelişmeler ve yeni karşılaşma mekânları, yeni bilgi edinme ve toplumsallaşma tarzları meydana getirmiştir. Sennett bu yeni toplumsallaşma tarzlarının onyedinci ve ondokuzuncu yüzyıllar arasındaki ani dönüşümü üzerinden hem bir kamusal alan tasviri hem de toplumsallaşma teorisi geliştirmiştir. Bunun için kamusal alanla ilgili genel-geçer tariflere ve Sennett’in yaklaşımının niteliğine bakmamız gerekir.

3. Kamusal Alan Tasvirleri ve Sosyal Eylem

Kamunun terim olarak varlığı, Batılı literatürde antikçağa kadar uzanmaktadır. Kamusal alanın modern şehrin ortaya çıkmasının öncesinde Batı ortaçağ yönetimi ve şehri ile de şekillenmiş anlamları mevcuttur. Modernite öncesi için kamu, “ siyasal bir anlam taşıyordu ve devletin gelirini, topraklarını ya da mülkünü ifade ediyordu. Kamunun bu şekilde devletle ilişkilendirilmesi hanedan devletlerinin inşa edildiği klasik çağ olan modern Avrupa’nın ilk dönemlerinde yeniden popülerlik kazandı ve bu bağ bugün de devam etmektedir” (Melton, 2011: 11). Kamusal alan, modern öncesi anlamından güncel anlamına dek uzanan süreçte yurttaşların devlet kurumuyla temas ettiği ilişkilerin inşa edildiği alan olma vurgusunu taşımaktadır.

Kamusal alan, modernite tarihi çizgisinde ve Aydınlanma düşüncesi açısından toplumsal bir sınıf olarak burjuvanın tarih sahnesine girmesinden günümüze uzanan süreçle ele alınmaktadır. Sosyoloji, bu kamusal alan yaklaşımını büyük ölçüde Jürgen Habermas’ın “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü” tezine borçludur. “Habermas’a göre kamu, kamusal iyiyi birlikte müzakere eden, kendi aralarında eşit ve özel kişilerden oluşur. (…)Habermas, burjuva kamusal alanının özel kişilerin kamusal sorunları tartıştıkları bir arena olduğunu savunur” (Dacheux, 2012: 16). Taylor’a göre Habermas,

(29)

onsekizinci yüzyıla özgü kamusal alanın ortaya çıkış dinamiklerini ortaya koymaktadır: “Dağınık yayınlar, küçük gruplar dahilinde yapılan veya yerel fikir alışverişleri, büyük bir tartışma olarak yorumlanır hale gelir; bütün bir toplumun kamuoyunun buradan doğduğu düşünülür. Başka bir deyişle, aynı fikri paylaşan, geniş bir alana yayılmış insanların bir tür tartışma mekânında birleştikleri, burada birbirleriyle fikir alış verişinde bulunabildikleri ve bu nihai ortak görüşe ulaştıkları düşünülür” (Taylor, 2006: 90). Melton, kamunun 18. yüzyılda yerleşen anlamına benzer şekilde dikkat çekmektedir. Bu anlamda kamu, “okudukları, izledikleri ya da başka şekilde deneyimledikleri şey hakkında yargıda bulunan özel bireyler olarak kitlelere işaret ediyordu. Yeni yeni doğan matbaa kültürü bu kitlenin kanaat bildirmesini sağlayan bir araç niteliğindeydi; kafeler, salonlar ve mason locaları gibi yeni ya da genişleyen sosyalleşme alanları da bir diğer araçtı” (Melton, 2011: 11). Habermas’ın burjuvanın ortaya çıkış süreciyle içkin bir biçimde açıklamasıyla paralel olarak kamusal alan, Batı modernleşmesiyle ortaya çıkan toplumsallaşma dinamiklerinin yeniden yapılanmasının bir ayağı olarak dönüşmüştür. Bu yeniden yapılanmanın dönüm noktası yazılı basının yaygınlaşarak kafe gibi yerleri mesken edinen bir görüş alışverişi kültürü yaratmasıdır.

Arendt, modernite eleştirisi olarak siyaset tarihinin felsefi arkaplanını sunarken kamusal alanı tasvir etmektedir. Kamu terimini iki şekilde açıklar: “Birincisinde terim, kamuda gözüken her şey herkes tarafından görülebilir ve duyulabilirdir ve mümkün olan en geniş açıklığa sahiptir anlamına gelir. İkincisi, kamu terimi içinde özel olarak bize ait olandan ayrı, hepimiz için ortak olan bir dünyayı ifade eder. Bu dünyada birarada yaşamak özünde şu anlama gelir; şeylerden oluşma bir dünya, çevresinde oturmakta olanlar tarafından ortak sahiplenilmekte olan bir masa gibidir, ara-da olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de ayırır” (Arendt, 2012: 92, 95). Arendt’de kamu, toplumun bütününe hitap eden kaynakları işaretleyen bir nitelik ve birlikte eylemlerin gerçekleştirildiği bir alan olma vurgularını taşımaktadır.

(30)

Özbek, Jeff Weintraub’ın kamusal-özel alan yaklaşımlarını dört başlık altında incelediğini ve Sennett’in yaklaşımının bunlardan “sosyallik modeli” içinde yer aldığını belirtmektedir. “Devleti ya da yurttaşlık ve katılımın alanını değil de, toplumsal gerçekliğin oluşturucu bir boyutu olan geniş ve ‘planlanmamış’ sosyal etkileşim alanını ele alan üçüncü modelde ‘kamusal’, sosyallik içindeki kamusal yaşamın alanına; ‘özel’ ise mahremiyetin alanına işaret eder. Özellikle sosyal tarih, kültürel antropoloji ve kısmen da sosyolojide geçerli olan (ve sosyallik modeli diyebileceğimiz) bu modelde, esas olarak kamusal (kentsel) mekanlardaki akışkan, değişken, çoğul ve zengin bir sosyallik içeren yaşam; gündelik yaşamdaki sosyal bağları ve etkileşimi mümkün kılan kültürel ve dramatik uylaşımlar içerir” (Özbek, 2010: 45). Sennett’in Kamusal İnsanın Çöküşü’ne kaynaklık eden yaklaşımı, insanların aktörlükle inşa ettiği canlı bir kamusallığın, modernitenin toplumsal kurumların kodlarını değiştirmesiyle nasıl zayıfladığıdır. Kamusal alan bir etkileşim alanıyken modernliğin ekonomi ve siyasetten aileye uzanan dönüştürücülüğü, aşkınlığın yerini sekülerlikle değiştirip bu alanı boşaltmıştır. Kamusal alanın boşalması, insanların toplumsal etkileşimi değil benliklerini veya hislerini referans alarak yaşamı anlamlandırma girişimlerinin bir sonucudur. Sennett’e göre metaların fetişleşmesi ya da kişiliklerin olağanüstüleştirilmesi, dünyanın din veya tanrıyla değil dünyanın yine kendisiyle anlamlandırılmasına dayanan zihniyet değişimini doğurmuştur. Bu zihniyet kendini ifade etme ve etkileşimden kurtulma itkileri arasında kendine dönük bir benlik yaratmıştır. Siyasete veya ekonomiye yön verme yeteneğini kullanmaktan vazgeçen kendine dönük benlik, kamusal alanı olağanüstüleştirilen küçük bir kesime bırakmıştır.

2. RICHARD SENNETT’DE KAMUSAL ALAN VE SOSYAL EYLEMİN DÖNÜŞÜMÜ Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü'nde modernitenin coğrafi çıkış noktası ekseninde, sanayileşme ve kentleşme sürecinin kamusal ve özel

(31)

alanları dönüştürme tarihini aktarmaktadır. Sennett, güncel modernliğe ait sancıları, bahsi geçen diğer çalışmalarında ayrıntılı olarak ele almaktadır. Bu eserinde ise söz konusu sancıların modernitenin ortaya çıkışından itibaren sekülerizm ve kapitalizmin araçlarıyla nasıl meydana geldiğini açıklamaktadır.

Sennett'e göre kamusal alanın boşalması, sosyal eylemin zayıflaması anlamına gelir. Sosyal eylem, modern/seküler toplumsallaşma biçimlerinin baskınlığı karşısında birincil ilişkilerimizin şifrelerinin dönüşmesiyle zayıflamıştır. Sosyal eylem, birincil ve ikincil olmak üzere tüm ilişki biçimlerimizi içine almaktadır. Sennett, “sosyal eylemin”, modernlik karşısında, kendini koruma altına almak isterken bir darboğaza girerek zayıfladığını açıklamaktadır. Bu darboğaz, modernitenin toplumsal kurumları etkisi altına alıp toplumsallaşmamızı gergin bir havaya sokmasıyla oluşmuştur. Sennett, “karakter” kavramıyla insanın doğasındaki toplumsallık niteliğini öne çıkarmakta ve bunun karşısına “kişiliği” modernitenin içini doldurduğu bir kavram olarak yerleştirmektedir. Sennett'e göre modern toplum, toplumsallaşmanın gergin havasından kurtulmak için “kişiliği” ve psikolojiyi öne çıkarmıştır. Fakat “benlik sorunlarına duyulan ilgi arttıkça, belli toplumsal amaçlar için yabancılarla biraraya geliş azalmıştır” (Sennett, 2010: 26). Böylece kamusal alanı boşaltan süreçte “toplumsal bir fail olarak kendini kişisel niteliklerini sergileyerek sahici kılma arzusu” (Sennett, 2010: 26) hakim olmaya başlamıştır. İnsanların varlıklarını birey olarak anlamlı kılma girişimi, Sennett’e göre kamusal alan mekânlarının, biraradalık ekseninde şekillendirilmesinden vazgeçişi beraberinde getirmiştir.

Sennett, modern yapıların sosyalleşmeyi azaltmasını bürokratik otoritenin “görünürlüğü” ve denetimi artıran mekanlar planlaması örneğinde açıklamaktadır. “İnsanların kendilerine yabancı bir ortamda mahrum edildikleri şeyleri mahrem ilişkiler alanında aramalarının bir nedeni, hem de en somut nedenlerinden biri, ölü kamusal alanlardır” (Sennett, 2010: 31). Kamusal alanın yalıtılmışlık ve yalnızlık doğurması sosyalleşmeyi, daha

(32)

kısıtlı olan mahrem ilişkiler alanında karşılama refleksi doğurmaktadır. Sennett’e göre bu, toplumsallaşma araçlarımızın zenginliğini yani sosyal eylem tarzlarımızı zayıflatmaya başlamıştır.

Kamusal alanın sanayi kapitalizmi ve kentleşme ile değişen anlamını ortaya koymak adına Sennett, Avrupa toplumunun yapısal dönüşüm tarihinden hareket etmektedir. Toplumu meydana getiren saraylı, köylü veya din adamı gibi toplumsal sınıflara “kentli-tüccar” olarak tanımlanan burjuvanın katılmasıyla modern anlamdaki kamusal alan oluşmaya başlamıştır. 18. yüzyılda tamamlanan yeni kamusal evren, “aile ve yakın arkadaşlar dışında geçen yaşam anlamına geliyordu: Bu kamu bölgesinde çok çeşitli, karmaşık toplumsal gruplar kaçınılmaz olarak bir araya gelecekti” (Sennett, 2010: 34). Sadece sarayın sahip olduğu yaşam tarzlarına benzer görünümler, şehir tasarımlarının da değişmesiyle toplumun tüm kesimlerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Aileyle ve yabancılarla olan ilişkiler arasındaki farkı Sennett, “kamusal ve özel yaşam ayrımında özlü ifadesini bulan medeni talepler ile doğal talepler arasındaki gerilim” olarak görmektedir. Kamunun medeni talepleri ve özel alanın doğal talepleri karşılayan bir karaktere bürünmesi aktör olarak insanı, tarihteki diğer dönüşümlerden farklı bir biçimde etkilemekteydi. Bu dönüşümü diğerlerinden farklı kılan temeller Sennett’e göre sanayi kapitalizmi, sekülerizm ve “ancien régime” dediği modernite öncesi dönemin kamusallığının gücüdür. Sanayi kapitalizminin büyük bir toplumsal devrime ve karmaşıklığa yol açması, aileyi sahiciliğin ve düzenin tek adresi olarak gören bir anlayışı doğurarak kamusal alanı olumsuzlamıştır. Toplumsal karmaşanın en büyük kaynağı olan fabrikalaşma ya da seri üretim, giyimdeki tektipleşme gibi dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Sennett’e göre bu ve benzeri dönüşümler, yaşama anlam yüklemeye yani sekülerliğe yeni anlamlar kazandırmıştır. Sekülerlik 19. yüzyılda “aşkınlıktan çok bir içkinlik koduna dayanıyordu. Bu, kamu içindeki görünüşlerin, ne denli aldatıcı olurlarsa olsunlar, yine de çok ciddiye alınması gerektiği anlamına geliyordu; çünkü görüntüler maskenin ardındaki

(33)

kişiye ait ipuçları verebilirdi” (Sennett, 2010: 39). İnsanlara ve nesnelere anlam yükleme biçimi, Sennett’e göre metaların artışı ve tektipleşmesiyle somutluk kriterine indirgenmiştir. Böylece kamusal ve özel alanlara ait anlamlandırma kriterleri arasında büyük bir farklılaşma doğmuştur. Sanayileşme ve sekülerizmin bu baskınlığıyla birlikte Sennett, tarihin süreklilik mantığına da vurgu yapmaktadır. Avrupa kent kültürünün köklü yapısı, yani “ancien régime”e ait kamusallık, bu büyük dönüşümlerin göreli bir düzen içinde seyretmesini sağlamıştır.

Sennett, 19. yüzyıl kamusal dönüşümünün kırılma noktasını, toplumsal ve ekonomik karmaşanın eylemlerimizi toplumsal düzen ekseninden “kişilik” eksenine kaydırmasında görmektedir. Bu karmaşa, toplumsal düzenin yok olması değilse de, özel alanın kamusal alandan “kurtulmak” için sığınılacak bir yer haline gelmesine sebep olmuştur. “Karakterlerin iradedışı ifade edildiği, özel olanın kamusal olana dayatıldığı, başkalarınca kişiliğin okunmasına karşı tek savunmanın duygulardan feragat etmek olduğu ve mahremleşme yolundaki bu toplumda, kişinin kamu içindeki davranışı köklü bir biçimde değişmişti” (Sennett, 2010: 46). Dolayısıyla “sessizlik” ve “yalıtım” yeni kamusal alanda kişiliğimizle toplumsallaşmamız arasındaki bağlantının bozulmasıyla beliren psikolojik mücadele biçimleri olarak ortaya çıkmıştır ve Sennett’e göre günümüze uzanmıştır.

Sennett, 19. yüzyıl kamusallığının olumsuzlanmasının, toplumsallaşmanın başvuru kaynakları olan gelenek, ritüel gibi kaynakları da geçersiz kılarak sosyal rollerimizi de yönlendirdiğini belirtmektedir. Kamusalın olumsuzlanması toplumsalın itibarsızlaşması olmuştur. Dolayısıyla sosyal eylemin referans alanı toplumsalın kendisi olması gerekirken bu alan, kişiliğin ya da benliğin kendisine kaymıştır. Kamusallığımızın en belirgin görüntüsü toplumsal rollerde belirginleştiğinden Sennett, rollerin kamusallıkla birlikte zayıflayışını tarihsel bir zeminde aktarmak istemektedir.

(34)

Sennett, yorumlayıcı sosyolojinin insanı aktör olarak gören yaklaşımından hareketle, bu aktörlüğün yani toplumsal rolleri gerçekleştirme gücünün nasıl zayıfladığını ortaya koymak istemektedir. Bunun için E. Goffman’ın dramaturjik yaklaşımından esinlendiğini dile getirir. Sennett, sosyal eylemin zayıflamasının “insanların ancak geri çekilerek, ‘uzlaşarak’ ya da ‘yatıştırarak’ davrandıkları ve davranışlarına yön verdikleri” (Sennett, 2010: 59) bir kamusal alan yarattığını ve Goffman’ın da kendine özgü yaklaşımıyla böyle bir kamusal evreni ortaya koyduğunu ifade etmektedir. Kendini ifade etme ihtiyacının çoğu -güvenlik gerekçesiyle- mahrem alana kaydırılınca insanın aktör olarak girmesi gereken kamusal alan, toplumsallaşmanın odağı olmaktan uzaklaşmış ve zorunlu bir geçiş alanına dönüşmeye başlamıştır.

Sennett, “dünyanın bir tiyatro sahnesi olduğu”na ilişkin ekolden hareketle tiyatro ve kamusal alandaki rollerin icra edilişinin biçimsel benzerliğini ortaya koymaktadır. Bu benzetmede kamusal alanı şehrin sosyal evreniyle karşılamaktadır. Zira, tiyatrodaki aktör ve seyirci ilişkisindeki yabancılık, şehre ait bir gerçekliktir. “Şu halde bir yabancıya inanmak gibi, tiyatroda oluşan inanç da, o anki karşılaşmayı bilinebilir gerçekliğin sınırı olarak görme sorunudur. Her ikisinde de seyirciler açısından dışsal bilgi sözkonusu değildir; şehirde zorunluluktan, tiyatroda ise kural gereği” (Sennett, 2010: 63). Şehre ya da kamuya ait davranış, karşıdakinin yabancı olduğu kabulünden hareket etmektedir. Dolayısıyla kamusal davranışta duygu ve düşüncelerin, üzerinde uzlaşılmış, onları meydana getiren kişiden bağımsız anlamları vardır. Bu kabul sayesinde bir yabancının davranışını anlamlandırır ya da ona inanıp inanmayacağımıza karar verebiliriz. Sennett, kamusallığı meydana getiren bu şifrelerin bozulmasını 19.yüzyıl toplumsal dönüşümlerinin daha öncekilerden farklı bir tarzda gerçekleşmesiyle açıklamaktadır. Kamusal alan, bu dönemde ekonomik ve siyasal etkinliğin daha önce hiç olmadığı kadar karmaşıklaşmış ve güvenliksizleşmiş karakterinin baskısı altına girmiştir. Sennett, bu karmaşayı gözler önüne sermeden önce 18. yüzyıl Avrupa

(35)

başkentlerindeki kamusal alanın resmini çizmektedir. Kamusal alanı, şehir ve tiyatro arasında kurduğu benzerlik yaklaşımıyla günlük yaşam görüntüleri üzerinden tasvir etmektedir.

Angien régime yani eski rejim kavramı genel olarak feodaliteden Fransız İhtilali’ne kadar uzanan Avrupa tarihi anlamına gelmektedir. Fakat Sennett kavramı, modernitenin feodalizmle ilk karşılaştığı ve burjuvanın etkin olmaya başladığı 18. yüzyıl için kullandığını belirtmektedir. Burjuvayı toplumsal dönüşümü açıklamada anahtar kavram olarak görmektedir. Zira yukarıda bahsedilen, şehrin bir yabancılar topluluğu olduğu gerçeği, burjuva sınıfının ortaya çıkışıyla yeni bir boyut kazanmıştır. “18. yüzyıl başkentlerinde merkantilist burjuvazinin ve ticari sınıfların yaygınlaşmasına, hem maddi olarak benzer olsalar da bu benzerliklerinden habersiz birçok insanın ortaya çıkması hem de geleneksel toplumsal tabakalaşmanın gevşemesi eşlik etmişti” (Sennett, 2010: 76). Sennett, sürekli yükselmesiyle gündeme getirilen burjuvanın toplumla bütünleşmesiyle ilgili olarak daha önemli bir özelliğinden bahsetmektedir, bu da kendileri ve toplum açısından “bilinmezlikleridir”. Dolayısıyla Sennett, bir topluma entegre olmuş, yabancı olduğu bilinen bir yabancılar topluluğu ile burjuvanın ortaya çıkışındaki gibi konumlandırılamayan yabancılar arasındaki ayrıma dikkat çekmektedir. Böylece, kamusal alanın bilinmezlikle karşı karşıya kalışının çözümlemesini yapmaktadır.

Yeni bir toplumsal sınıf olarak burjuva, hem şehrin ticaretini yeniden yapılandıran hem de toplumsal yapıya eklemlenmesi açısından yeni hizmet alanları ortaya çıkarıp her anlamda rekabeti artıran bir dinamiktir. Çekim merkezi haline gelen büyük şehirler, burjuvadan başka birçok “yabancı”yı kendisinde toplayarak esnaflık ve zanaatkârlık gibi olguları bağlı bulunduğu aile ile birlikte etkilemiştir. “İç içe geçmiş karmaşık bir bütün oluşturan pazarlar ekonomik etkinliklerin istikrarlı olduğu bölgeleri yıktığı zaman, mesleki ‘yer’ işlevini yitirdi. Kuşaklar arası statü kopuklukları arttı; mevkilerin miras bırakılabilmesi, hem alt hem de üst seviyede yeni mevkilerin yaratılması karşısında yenik düştü” (Sennett, 2010: 88).

(36)

Sennett’e göre böylece insanların bir mesleğe ya da aileye ait olması yoluyla tanındığı kamusal alan, bambaşka bir çehreye bürünmüştür. “Şehir yaşamının maddi koşulları, insanların ötekileri, geldikleri yer, aile geçmişleri ya da mesleklerine göre rahatlıkla ve ‘doğal’ olarak etiketlemek konusunda duydukları güveni zayıflattı” (Sennett, 2010: 89). Bu doğal etiketleme yöntemi kentin kalabalıklaşmasından önce insanların birbiriyle iletişime geçmesinin bir yoludur. Fakat şehre yeni gelenlerin ailevi ve mesleki bağlara refaransla tanınmaması bu toplumsallaşma tarzını karşılıksız bırakmıştır.

Yeni kamusal alanın karmaşıklaşması karşısında, giyinme ve konuşma tarzları birer savunma mekanizması olarak işlev görmektedir. Sennett, tiyatroda inanılır olma yöntemleri ile sokaktaki arasında bir bağ olduğu yaklaşımıyla dönemin kamusal alanının tasvirini yapmaktadır. “Kurulan bağ, sokaktaki yaşama bir biçim kazandırdı. Aktör nasıl sahne dışındaki gerçek karakterini göstermeksizin insanları duygulandırıyorsa, onun kullandığı aynı inanç kodları da izleyicilerinin benzer bir amacına hizmet etmekteydi; birbirlerine kendilerini tanımlamaya kalkışmadan karşılıklı duygu uyandırabiliyorlardı. Maddi yaşam koşulları bu kendini tanımlama çabalarını güç, hayal kırıcı ve belki de beyhude kılıyordu. Bu köprü, insanlara kişisel olmayan bir zeminde sosyalleşebilme araçlarını sağlıyordu” (Sennett, 2010: 96). Sennett, dönemin mesleklere ve toplumsal sınıflara ilişkin giyinme yasalarının var olduğunu ve fakat asıl itici gücün insanların sokağa düzen getirerek karmaşadan kurtulma isteği olduğunu belirtmektedir. Dış görünüşün, toplumsal rollere de atıfta bulunarak düzen getiren bir simge olmasına eklenen diğer bir işaret de konuşmadır. Tiyatrodaki aktör ve seyirci arasındaki konuşmanın dönüşümünü Sennett, kamusal alandaki iletişim tarzlarıyla bağlantılandırır. 18. yüzyılda şehirlerin kalabalıklaşması tiyatro seyircisinin kalabalıklaşması anlamına gelmiştir. Aynı zamanda toplumsal sınıfların göreli olarak belirsizleşmeye başlaması da tiyatro ve benzeri kamusal alanları yeniden yapılandırmıştır. Aktörlerin statüleri ve oyunların içeriği, yönetici tabakaların fazlasıyla etkisi

(37)

altındayken, ilk kez aktörlük hizmetçilik anlamına gelmeyen bir iş ve sessizlik de bir kural olmaya başlamıştır. “Tiyatronun tüm görevi, kendi kendine yeterli içsel bir inandırıcılık standardı oluşturmaktır” (Sennett, 2010: 115). Tiyatro, yalnızca güldürme ya da hüzünlendirme işlevinden farklı olarak ilk kez bu dönemde işaretler yoluyla bir iletişim ya da gerçeklik kodu inşa etmenin yolunu göstermiştir. Sennett, bu kodların yaratılmasının sahneden sokağa aktarılarak, karmaşıklaşan kamusal alanda bir iletişim yoluna dönüştüğünü ifade etmektedir.

Sennett, kamusal ve özel alanların günlük çağrışımı ile modernite tarihi içinde kazandığı anlamları, 18. yüzyıl toplumsal devrimlerine yaptığı bir geri dönüş ekseninde açıklamaktadır. Zira 18. yüzyıl, Aydınlanma düşüncesi temelinde özel ile kamusal arasındaki ilişkiyi, doğa ile kültür arasındaki ilişki fikrine atıfla yeniden yapılandırmıştır. Doğa ile kültür arasındaki ilişki, insanın dünyayı kendi gereksinimleri ekseninde şekillendirmesi sorunuyla bağlantılıdır. Bu meselenin güncel odak noktası Sennett’e göre modern insan haklarının felsefi arkaplanıdır. “Büyük kentlerin coğrafyası yurttaşlarına, doğa ve kültür üzerine düşünmenin bir yolu olarak doğal olanı özel olanla, kültürü de kamusal ile özdeşleştirerek hizmet etti” (Sennett, 2010: 128). Sennett, modern insan hakları anlayışının, mutluluğu temel hak ilan ederek aileyi, doğayı, psikolojiyi ve dolayısıyla mutluluğu özel alanda kısıtlayıp kamusaldan ayırdığını belirtmektedir.

Aydınlanma düşüncesi ve özelde modern insan hakları fikri, doğa ile kültürü birbirinin denetleyicisi ilan eden bir yaklaşıma sahiptir ve Sennett’e göre kamusal ve özel alanları da aynı şekilde algılar. Kamusal ve özel alanların ayrılmasındaki olumsuzlamayla birlikte Sennett, modern insan hakları fikrinin Batı’da aileyi özel alana çekerek çocukluğu keşfettiğini ifade etmektedir. 18. yy başlarında politik felsefe ile “doğa durumu” mefhumu ortaya çıkmış ve çocuğun bağımlılığı ilk kez anlaşılmıştır. Bu, genel olarak zayıfların ve bağımlıların bakımını üstlenme sorumluluğu düşüncesini oluşturmuştur. “Böylece, ortak bir doğanın tanınması ve doğal bağımlılık teorisi belli politik hakların psişik temelini oluşturdu” (Sennett,

(38)

2010: 136). Sennett’e göre bu, doğal/özel alandan mülhem bir özün, kamusal/kültürel alanı şekillendirmesinin resmidir. Sennett, bu resmi, 18. yüzyıl siyasal toplumunun özgürlük, eşitlik gibi taleplerinin sözcüsü olarak tanınmış kişiliklerin simgeleştirilmesinde netleştirmektedir. Sennett’e göre söz konusu talepler, “doğal ölçülülük ilkesinin bağlamı dışında bir hak anlayışı” (Sennett, 2010: 138) na dayanmaktadır. “Özgürlük” gibi toplumsal temelde inşa edilebilecek bir hak, ilk kez bireysel bir tonda talep edilmektedir. Bu dile getiriş tarzı da Sennett’e göre “bireyselliğin toplumsalı tanımlaması” anlamına gelmektedir. Sennett, böylece doğa ile kültür arasındaki tamamlayıcı bağa benzer bir tarzda bir arada duran kamusal ve özel alanların birbirinden kopuş ilkesini bireyselliğin kutsanması olarak belirlemektedir. Sennett, 18. yüzyıl kamusal dünyasının tasvirini bitirirken son olarak kamusal insanın sosyal eylem tarzının ayırt edici özelliklerini vurgulamaktadır.

Sennett, kamusal ve özel alanların birbirine klavuzluk edebildiği dönemin kamusal insanının bir “aktör” olduğunu ifade etmektedir. İnsanın aktörlüğü, sosyal evrenin özne ve nesne arasındaki çift yönlü bir yapılandırma süreciyle meydana geldiği fikrine yaslanmaktadır. Sennett de kamusal yaşamı ideal bir sosyal evren ve kamusal aktörü de ideal bir özne olarak belirlemektedir. “Kamusal aktör, duygularını takdim eden insandır” (Sennett, 2010: 149). İnsanın toplumsallığını ya da kamusal yaşamın zenginliğini Sennett, olumlanmış bir rol yapma yeteneğiyle açıklamaktadır. Aktör, duygularını takdim edebilen biri iken duyguların temsili zayıf bir aktörlüğün sonucudur. Takdim, aktörü olduğu toplumla hemhal olmuş birinin ortak kabullere istinaden kurduğu iletişim biçimidir. Temsil ise bireysel tecrübenin olduğu gibi aktarılmasına dayanan, kişisel algının ve ifade edişin gerçekliğini kutsayan bir iletişim tarzıdır. “Bir kültürde duyguların takdimine inanmaktan temsiline inanma yönünde bir kayma varsa; öyle ki olduğu haliyle aktarılan bireysel deneyimler ifade gücü taşıyor gibi görünüyorsa, o zaman kamusal insan bir işlev, yani bir kimlik

(39)

yitirmiş olur” (Sennett, 2010: 150). Kamusal aktör, ait olduğu toplumla olan bağı derecesinde bir kimliğe ve failliğe sahiptir.

Sennett, modern toplumsal bağları insanların aktörlüğüyle, rol yapma yeteneğiyle açıklayan öncüler olarak Diderot ve Rousseau’nun fikirlerini tarihsel süreklilik açısından tamamlamaktadır. Diderot’ya göre “bir aktörün yarattığı duyguların bir biçimi ve kendi içlerinde bir anlamı vardır. Bu ifadenin oluşması için insanlar doğal olmayan tarzda davranmalı ve zaman içinde tekrar edilebilmesi olanaklı uzlaşımlar ve formüller bulmalıdırlar” (Sennett, 2010: 156). Sennett’e göre rol yapma fikrini ilk sekülerleştiren Diderot’ydu ve rol yapmayı büyük şehirle bağlantılandıran da Rousseau’ydu. “Sosyallik boş zamanın meyvesidir. İnsanlar daha çok ilişkiye girdikçe birbirlerine daha bağımlı olurlar. Böylece, bizim kamusal diye adlandırdığımız sosyallik biçimlerini Rousseau toplumsal karşılıklı bağımlılık ilişkileri olarak görüyordu” (Sennett, 2010: 161). Sennett’e göre Rousseau, büyük şehre ait eylemlerin çıkar odaklı, sahte ve öz kazanamamış bir nitelikte olduğunu düşünmektedir. Rousseau, büyük şehre ait eylemlerin -Sennett’in kastettiği- kamusallığı inşa edemeyeceği fikrindedir. Dolayısıyla, Tönnies’in cemaati idealize etmesiyle paralel olarak, küçük şehre özgü toplumsallığı idealize etmektedir. Sennett’e göre Rousseau’nun bu fikri, modern büyük şehrin tarihsel gelişimi hakkındaki öngörüsünün eksikliğinden ileri gelmektedir. Bu yüzden Sennett, 18. yüzyılda başlayıp 19. yüzyılda en çarpıcı biçimini alan ekonomik ve demografik değişimlerin kişilik ve toplum arası ilişkinin dönüşümü kanalıyla kamusal alanı nasıl boşalttığını incelemektedir.

Sennett, anlatmak istediği dönüşümü tek bir unsur ve onun tarihini ele almak yoluyla aktarmamasının sebebini, sanayi kapitalizminin etkileri konusunun başında açıklığa kavuşturmaktadır. Onun açıklamak istediği dönüşümün unsurlarının her biri bir diğerinin sebebinden de kaynaklanmaktadır. Bu nedenle tarihsel çizgideki herhangi bir dönüştürücü unsur hem genel tarihsel gelişmelerle hem de diğer unsurların gelişim çizgileriyle bağlantılı olarak tekrar tekrar ele alınıp incelenmektedir.

(40)

Örneğin burjuva, 18. yüzyılda “şehre yeni gelenler” olarak kamusal yaşamın aktörleri bakımından yabancı konumuna yerleşme açısından daha önceki bölümlerde incelenmiştir. Sanayi kapitalizminin yükselişi açısından ise burjuva, büyük kentteki ve toplumsal sınıflar arasındaki konumlanışı açısından yeniden ele alınmaktadır.

Sennett, 19. yüzyılda kamusallık ve kişilik arasındaki bağlantıyı açıklamadan önce şehirlerin büyümesinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklamaktadır. Dönemin şehirlerini büyüten nüfus artışı, sadece göçlere değil doğum-ölüm oranlarının değişmesine de bağlıdır. Yaşam süresinin uzaması, büyük çaplı ölümlerin engellenmesi bilimsel gelişmelerin sonucudur. Küçük ölçekli üretim, fabrikalaşmanın artışı içinde kısıtlanmış ve dolayısıyla kırdan kente büyük bir akış başlamıştır. Ticaret ve bürokrasiyle uğraşan burjuva ise modernitenin sosyo-ekonomik boyutunu şekillendiren yeni ve öncü bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkmıştır. Modern devletin kuruluş sürecini başlatan siyasal hareketler ve ekonomik gelişmeyi hızlandıran sermaye dinamiği, büyük ölçüde burjuvaya maledilmektedir. Sennett, burjuvanin yeni ekonomiyi –ve aslında kamusal alanı- şekillendirmedeki rolünün bilinçli eylemlere dayanmadığını vurgulamaktadır. Çünkü yeni ekonominin işleyiş boyutları, daha önce görülmedik biçimlere ilk kez bürünmüştü ve kuralsızlık, şans faktörünü etkiliyordu. Bu faktör de en çok burjuvanın konumlanışını etkilemekteydi. Sennett, bu karmaşanın, ancien régime’den kalma kamusal alan mirasıyla ayakta kaldığını düşünmektedir. Fakat burjuvazi, düzen sağlama çabasına rağmen “kişisel koşulların belirsizlikleri ile araya belli bir mesafe konarak anlamlı bir yaşam sürdürmeyi öngören 18. yüzyıl tarzlarını bozdu. Ama bunun için gerekli araçlar parçalansa bile böyle bir yaşam sürme itkisi hep güçlü kaldı” (Sennett, 2010: 190). Sennett, yeni ve karmaşık gelişmeler karşısında kamusal yaşamın sürdürülmesini tüketim kalıplarının dönüşümü üzerinden açıklamaktadır.

Seri üretim ürünlerin çoğaldığı, ucuzladığı ve alış-veriş pratiklerinin de bu gelişmeye uygun şekilde değiştiği bir ortamı yaratmıştır.

(41)

“Mağazaların doğuşu her ne kadar sıradan bir olay gibi görülse de, aslında bu, aktif bir alışveriş alanı olarak kamusal alanın yerini nasıl insan yaşamında daha yoğun fakat daha az sosyal bir kamusal deneyime bıraktığı paradigmasının özüydü” (Sennett, 2010: 190). Fiyatların sabit olduğu ve bir geçiş alanı gibi iş gören mağazalar, alış-verişi kamusal aktörlüğe mahal vermeyen bir pratiğe dönüştürmüştür. Meselenin önemli bir noktası da, ürünlerin Marx’ın bahsettiği “değişim değeri” misyonuyla piyasaya sürülüp satın alınmasıdır. “Yüksek sürüm, nesnelerin hızlı bir şekilde mağazadaki yerlerini alıp ardından kaybolmaları anlamına geliyordu. Varlıkları geçici görünen ve normal kullanımın dışında çağrışımlarla doğası gizlenen nesneler sunulduğunda alıcı uyarılmış oluyordu” (Sennett, 2010: 194). Metalara yüklenen işlev dışı anlamlar, bir yandan piyasanın döngüsünü sağlarken diğer yandan da kamusal alandaki dış görünüşleri tektipleştirmiştir. Kamusal alanda mesleklere ve sınıflara göre giyinmek 18. yüzyılda bir düzen sağlama eylemiydi. 19. yüzyılın sonunda dış görünüş, kişiliği gizemlileştiren bir araca dönüşmüştür. “Kapitalizmin kamusal yaşam üzerindeki başlıca iki etkisinden biri kamusal fenomenleri gizemli kılmaktı, fakat bunun başarı koşulu da insanların, nesnelerin de insani vasıfları haiz olduğuna inanmalarıydı” (Sennett, 2010: 196). Sennett’in kastettiği şudur: Dış görünüş, metanın fetişleşmesi sonucu, insanların neyi hangi hislere ve düşüncelere istinaden giydiğinin bir göstergesi olmaya başlamıştır. İkinci bir etki daha vardı: “Kapitalizm özel yaşamın doğasını değiştirdi; yani kamusal alanın karşısında duran alanı etkiledi. Bu ikinci etkinin belirtileri şehir ticaretinde, mağazaların meydan okuduğu küçük dükkan ve marketlerde oluşan değişimlerde de saptanabilir” (Sennett, 2010: 197). Sennett, meselenin başında da belirttiği gibi, alış-verişin bir tiyatro sahnesi potansiyeli taşıyan eylemleriyle mağazadaki eylemlerin zıtlığını vurgulamaktadır. İnsanların aktörlük sergiledikleri eski tarz alış-veriş, etkileşimi yani kamusal aktörün sosyalleşme tarzını içermekteydi. Rol yapmayı geçersiz kılan yeni eylemler ise etkileşimi en ufak boyutlara indirgeyip kayıtsızlık üzerinden yürümektedir. Dolayısıyla gerçekten sosyalleşmeyi sağlayan iletişim tarzı, özel alanın içinde kalarak kamusal

(42)

alandan çekilmiştir. Sennett, sosyalleşmenin yerini dış görünüşün kişiliğe ilişkin anlamlar taşıdığına olan inançla yapılan eylemlerin aldığını vurgulamaktadır. Bu nedenle 19. yüzyılda kişilik ve kamusal alan arasındaki ilişkiyi irdelemektedir.

19. yüzyılın sekülerlik anlayışındaki değişim, Sennett’e göre “inanç sürecinin kendisinin artık asli bir toplumsal kategori değil, toplumsal bir ürün olduğu” inancıyla meydana gelmiştir. Sennett, sekülerliği dünyada olup biteni anlamlandırmadaki referans kaynağı olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla Batı toplumlarında yaşamı anlamlandırma odağı din ya da tanrıdan uzaklaşıp dünyeviliğin kendisine yaklaşmıştır. Sennett’ e göre “kişilik dünyanın içkin anlamına duyulan bu inancın bir biçimidir” (Sennett, 2010: 201). Dünyanın aşkın bir olguya gerek duymadan kendi içinde anlamlandırılabileceğine olan inanç, insanların dış görünüşlerinden tanınabileceği inancının kaynağıdır. Sennett 19. yüzyıl realist roman yazarı Balzac’ın çözümlemelerini bu yaklaşımın örneği olarak göstermektedir.

Sennett’e göre Balzac, ahlaki ve duygusal çöküntüleri anlatma amacıyla şehrin ve insanların dış görünüşünü tasvir ederek 19. yüzyılın dünyayı anlamlandırmaya ilişkin inancını sergilemektedir. Balzac’ın yazılarında “toplumsal ilişkiler kişisel görünüşün ayrıntılarına gömülmüştür; algılanan kişiliğin istikrarsızlığı, algılayan kişiliğin köksüz pasifliğiyle ilintilidir” (Sennett, 2010: 213). Sennett Balzac’ın dış görünüşe odaklı yaklaşımını pasiflik olarak tanımlarken, yeni ekonominin yarattığı meta fetişizmiyle arasındaki bağlantıya vurgu yapmaktadır. Yani metaların kullanımları dışında bir anlam ihtiva ettiği inancı ve dış görünüşün kişiliği sergilediği inancı aynı kaynaktan beslenmektedir. Kişiliğin ve metaların istikrarsızlığı gözlemci ve alıcının pasifliğiyle birleşmektedir.

Sennett, meta fetişizminin kıyafetlerin seri üretimle tektipleşmeye başladığı bir dönemdeki çelişikliğini vurgulamaktadır. Yeni üretim tarzı ve nüfus artışı tektipleşmeyi doğurmuştur fakat bununla birlikte piyasa kendisinin döngüsünü sağlayacak olan moda olgusunu da keşfetmiştir. Moda ya da tektipleşme, kişiliğin ya da duyguların sergilenmesinden

Referanslar

Benzer Belgeler

Üzerinde led ekran bulunan dikdörtgen form çeşme heykel, çeşme heykeli gibi özellikle Avrupa kamusal alanlarında var olmuş bir fenomenin çağdaş yaklaşımı

tanımlar: “bir kurumun devletle olan iletişimini ve ilişkilerinin yönetilmesine ilişkin aktivitelerdir”. • Lobicilik kurumların yürüttüğü en önemli kamusal

• Türkiye'deki kamusal alan kavramı tarihsel olarak geri döndürülmesi mümkün olmayan burjuva kamusal. alan modeli ve teorisinin

Meydanın boşaltılma süreci (veya siyasi erkin ideali yaratmak üzere gerçekleştirdiği yıkım süreci) ile birlikte, enjekte edilen yeni kamusal her ne kadar fiziksel

Kumsal Cafe-Bar’ın “ aileye mahsus” de­ nize nazır köşesinde külrengi iken Mehmet Akif Parkı’nın içindeki çeşmenin mermerle­ rinde sapsarı.. Güvercinlerin

Ankara’da ise böyle bir müzenin yani Türk plastik sanatlarını kapsayan bir müze­ nin yokluğu, başkent için cid­ den büyük bir boşluktu.. Yıllar- danberi

TÜYAP İstanbul Kitap Fu­ arı onur yazarı ve yeni kurulan Türk PEN Ya­ zarlar Derneği’nin ilk onur üyesi seçilen başya­ zarımız Nadir Nadi, dün

Bu çalışmada tarihi eserler üzerinde istilacı olarak bulunan bitkiler tespit edilmeye ve bunlarla ilgili olası önlemler üzerinde durulmuştur.. Çalışma sonucuna göre