• Sonuç bulunamadı

alanları dönüştürme tarihini aktarmaktadır. Sennett, güncel modernliğe ait sancıları, bahsi geçen diğer çalışmalarında ayrıntılı olarak ele almaktadır. Bu eserinde ise söz konusu sancıların modernitenin ortaya çıkışından itibaren sekülerizm ve kapitalizmin araçlarıyla nasıl meydana geldiğini açıklamaktadır.

Sennett'e göre kamusal alanın boşalması, sosyal eylemin zayıflaması anlamına gelir. Sosyal eylem, modern/seküler toplumsallaşma biçimlerinin baskınlığı karşısında birincil ilişkilerimizin şifrelerinin dönüşmesiyle zayıflamıştır. Sosyal eylem, birincil ve ikincil olmak üzere tüm ilişki biçimlerimizi içine almaktadır. Sennett, “sosyal eylemin”, modernlik karşısında, kendini koruma altına almak isterken bir darboğaza girerek zayıfladığını açıklamaktadır. Bu darboğaz, modernitenin toplumsal kurumları etkisi altına alıp toplumsallaşmamızı gergin bir havaya sokmasıyla oluşmuştur. Sennett, “karakter” kavramıyla insanın doğasındaki toplumsallık niteliğini öne çıkarmakta ve bunun karşısına “kişiliği” modernitenin içini doldurduğu bir kavram olarak yerleştirmektedir. Sennett'e göre modern toplum, toplumsallaşmanın gergin havasından kurtulmak için “kişiliği” ve psikolojiyi öne çıkarmıştır. Fakat “benlik sorunlarına duyulan ilgi arttıkça, belli toplumsal amaçlar için yabancılarla biraraya geliş azalmıştır” (Sennett, 2010: 26). Böylece kamusal alanı boşaltan süreçte “toplumsal bir fail olarak kendini kişisel niteliklerini sergileyerek sahici kılma arzusu” (Sennett, 2010: 26) hakim olmaya başlamıştır. İnsanların varlıklarını birey olarak anlamlı kılma girişimi, Sennett’e göre kamusal alan mekânlarının, biraradalık ekseninde şekillendirilmesinden vazgeçişi beraberinde getirmiştir.

Sennett, modern yapıların sosyalleşmeyi azaltmasını bürokratik otoritenin “görünürlüğü” ve denetimi artıran mekanlar planlaması örneğinde açıklamaktadır. “İnsanların kendilerine yabancı bir ortamda mahrum edildikleri şeyleri mahrem ilişkiler alanında aramalarının bir nedeni, hem de en somut nedenlerinden biri, ölü kamusal alanlardır” (Sennett, 2010: 31). Kamusal alanın yalıtılmışlık ve yalnızlık doğurması sosyalleşmeyi, daha

kısıtlı olan mahrem ilişkiler alanında karşılama refleksi doğurmaktadır. Sennett’e göre bu, toplumsallaşma araçlarımızın zenginliğini yani sosyal eylem tarzlarımızı zayıflatmaya başlamıştır.

Kamusal alanın sanayi kapitalizmi ve kentleşme ile değişen anlamını ortaya koymak adına Sennett, Avrupa toplumunun yapısal dönüşüm tarihinden hareket etmektedir. Toplumu meydana getiren saraylı, köylü veya din adamı gibi toplumsal sınıflara “kentli-tüccar” olarak tanımlanan burjuvanın katılmasıyla modern anlamdaki kamusal alan oluşmaya başlamıştır. 18. yüzyılda tamamlanan yeni kamusal evren, “aile ve yakın arkadaşlar dışında geçen yaşam anlamına geliyordu: Bu kamu bölgesinde çok çeşitli, karmaşık toplumsal gruplar kaçınılmaz olarak bir araya gelecekti” (Sennett, 2010: 34). Sadece sarayın sahip olduğu yaşam tarzlarına benzer görünümler, şehir tasarımlarının da değişmesiyle toplumun tüm kesimlerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Aileyle ve yabancılarla olan ilişkiler arasındaki farkı Sennett, “kamusal ve özel yaşam ayrımında özlü ifadesini bulan medeni talepler ile doğal talepler arasındaki gerilim” olarak görmektedir. Kamunun medeni talepleri ve özel alanın doğal talepleri karşılayan bir karaktere bürünmesi aktör olarak insanı, tarihteki diğer dönüşümlerden farklı bir biçimde etkilemekteydi. Bu dönüşümü diğerlerinden farklı kılan temeller Sennett’e göre sanayi kapitalizmi, sekülerizm ve “ancien régime” dediği modernite öncesi dönemin kamusallığının gücüdür. Sanayi kapitalizminin büyük bir toplumsal devrime ve karmaşıklığa yol açması, aileyi sahiciliğin ve düzenin tek adresi olarak gören bir anlayışı doğurarak kamusal alanı olumsuzlamıştır. Toplumsal karmaşanın en büyük kaynağı olan fabrikalaşma ya da seri üretim, giyimdeki tektipleşme gibi dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Sennett’e göre bu ve benzeri dönüşümler, yaşama anlam yüklemeye yani sekülerliğe yeni anlamlar kazandırmıştır. Sekülerlik 19. yüzyılda “aşkınlıktan çok bir içkinlik koduna dayanıyordu. Bu, kamu içindeki görünüşlerin, ne denli aldatıcı olurlarsa olsunlar, yine de çok ciddiye alınması gerektiği anlamına geliyordu; çünkü görüntüler maskenin ardındaki

kişiye ait ipuçları verebilirdi” (Sennett, 2010: 39). İnsanlara ve nesnelere anlam yükleme biçimi, Sennett’e göre metaların artışı ve tektipleşmesiyle somutluk kriterine indirgenmiştir. Böylece kamusal ve özel alanlara ait anlamlandırma kriterleri arasında büyük bir farklılaşma doğmuştur. Sanayileşme ve sekülerizmin bu baskınlığıyla birlikte Sennett, tarihin süreklilik mantığına da vurgu yapmaktadır. Avrupa kent kültürünün köklü yapısı, yani “ancien régime”e ait kamusallık, bu büyük dönüşümlerin göreli bir düzen içinde seyretmesini sağlamıştır.

Sennett, 19. yüzyıl kamusal dönüşümünün kırılma noktasını, toplumsal ve ekonomik karmaşanın eylemlerimizi toplumsal düzen ekseninden “kişilik” eksenine kaydırmasında görmektedir. Bu karmaşa, toplumsal düzenin yok olması değilse de, özel alanın kamusal alandan “kurtulmak” için sığınılacak bir yer haline gelmesine sebep olmuştur. “Karakterlerin iradedışı ifade edildiği, özel olanın kamusal olana dayatıldığı, başkalarınca kişiliğin okunmasına karşı tek savunmanın duygulardan feragat etmek olduğu ve mahremleşme yolundaki bu toplumda, kişinin kamu içindeki davranışı köklü bir biçimde değişmişti” (Sennett, 2010: 46). Dolayısıyla “sessizlik” ve “yalıtım” yeni kamusal alanda kişiliğimizle toplumsallaşmamız arasındaki bağlantının bozulmasıyla beliren psikolojik mücadele biçimleri olarak ortaya çıkmıştır ve Sennett’e göre günümüze uzanmıştır.

Sennett, 19. yüzyıl kamusallığının olumsuzlanmasının, toplumsallaşmanın başvuru kaynakları olan gelenek, ritüel gibi kaynakları da geçersiz kılarak sosyal rollerimizi de yönlendirdiğini belirtmektedir. Kamusalın olumsuzlanması toplumsalın itibarsızlaşması olmuştur. Dolayısıyla sosyal eylemin referans alanı toplumsalın kendisi olması gerekirken bu alan, kişiliğin ya da benliğin kendisine kaymıştır. Kamusallığımızın en belirgin görüntüsü toplumsal rollerde belirginleştiğinden Sennett, rollerin kamusallıkla birlikte zayıflayışını tarihsel bir zeminde aktarmak istemektedir.

Sennett, yorumlayıcı sosyolojinin insanı aktör olarak gören yaklaşımından hareketle, bu aktörlüğün yani toplumsal rolleri gerçekleştirme gücünün nasıl zayıfladığını ortaya koymak istemektedir. Bunun için E. Goffman’ın dramaturjik yaklaşımından esinlendiğini dile getirir. Sennett, sosyal eylemin zayıflamasının “insanların ancak geri çekilerek, ‘uzlaşarak’ ya da ‘yatıştırarak’ davrandıkları ve davranışlarına yön verdikleri” (Sennett, 2010: 59) bir kamusal alan yarattığını ve Goffman’ın da kendine özgü yaklaşımıyla böyle bir kamusal evreni ortaya koyduğunu ifade etmektedir. Kendini ifade etme ihtiyacının çoğu -güvenlik gerekçesiyle- mahrem alana kaydırılınca insanın aktör olarak girmesi gereken kamusal alan, toplumsallaşmanın odağı olmaktan uzaklaşmış ve zorunlu bir geçiş alanına dönüşmeye başlamıştır.

Sennett, “dünyanın bir tiyatro sahnesi olduğu”na ilişkin ekolden hareketle tiyatro ve kamusal alandaki rollerin icra edilişinin biçimsel benzerliğini ortaya koymaktadır. Bu benzetmede kamusal alanı şehrin sosyal evreniyle karşılamaktadır. Zira, tiyatrodaki aktör ve seyirci ilişkisindeki yabancılık, şehre ait bir gerçekliktir. “Şu halde bir yabancıya inanmak gibi, tiyatroda oluşan inanç da, o anki karşılaşmayı bilinebilir gerçekliğin sınırı olarak görme sorunudur. Her ikisinde de seyirciler açısından dışsal bilgi sözkonusu değildir; şehirde zorunluluktan, tiyatroda ise kural gereği” (Sennett, 2010: 63). Şehre ya da kamuya ait davranış, karşıdakinin yabancı olduğu kabulünden hareket etmektedir. Dolayısıyla kamusal davranışta duygu ve düşüncelerin, üzerinde uzlaşılmış, onları meydana getiren kişiden bağımsız anlamları vardır. Bu kabul sayesinde bir yabancının davranışını anlamlandırır ya da ona inanıp inanmayacağımıza karar verebiliriz. Sennett, kamusallığı meydana getiren bu şifrelerin bozulmasını 19.yüzyıl toplumsal dönüşümlerinin daha öncekilerden farklı bir tarzda gerçekleşmesiyle açıklamaktadır. Kamusal alan, bu dönemde ekonomik ve siyasal etkinliğin daha önce hiç olmadığı kadar karmaşıklaşmış ve güvenliksizleşmiş karakterinin baskısı altına girmiştir. Sennett, bu karmaşayı gözler önüne sermeden önce 18. yüzyıl Avrupa

başkentlerindeki kamusal alanın resmini çizmektedir. Kamusal alanı, şehir ve tiyatro arasında kurduğu benzerlik yaklaşımıyla günlük yaşam görüntüleri üzerinden tasvir etmektedir.

Angien régime yani eski rejim kavramı genel olarak feodaliteden Fransız İhtilali’ne kadar uzanan Avrupa tarihi anlamına gelmektedir. Fakat Sennett kavramı, modernitenin feodalizmle ilk karşılaştığı ve burjuvanın etkin olmaya başladığı 18. yüzyıl için kullandığını belirtmektedir. Burjuvayı toplumsal dönüşümü açıklamada anahtar kavram olarak görmektedir. Zira yukarıda bahsedilen, şehrin bir yabancılar topluluğu olduğu gerçeği, burjuva sınıfının ortaya çıkışıyla yeni bir boyut kazanmıştır. “18. yüzyıl başkentlerinde merkantilist burjuvazinin ve ticari sınıfların yaygınlaşmasına, hem maddi olarak benzer olsalar da bu benzerliklerinden habersiz birçok insanın ortaya çıkması hem de geleneksel toplumsal tabakalaşmanın gevşemesi eşlik etmişti” (Sennett, 2010: 76). Sennett, sürekli yükselmesiyle gündeme getirilen burjuvanın toplumla bütünleşmesiyle ilgili olarak daha önemli bir özelliğinden bahsetmektedir, bu da kendileri ve toplum açısından “bilinmezlikleridir”. Dolayısıyla Sennett, bir topluma entegre olmuş, yabancı olduğu bilinen bir yabancılar topluluğu ile burjuvanın ortaya çıkışındaki gibi konumlandırılamayan yabancılar arasındaki ayrıma dikkat çekmektedir. Böylece, kamusal alanın bilinmezlikle karşı karşıya kalışının çözümlemesini yapmaktadır.

Yeni bir toplumsal sınıf olarak burjuva, hem şehrin ticaretini yeniden yapılandıran hem de toplumsal yapıya eklemlenmesi açısından yeni hizmet alanları ortaya çıkarıp her anlamda rekabeti artıran bir dinamiktir. Çekim merkezi haline gelen büyük şehirler, burjuvadan başka birçok “yabancı”yı kendisinde toplayarak esnaflık ve zanaatkârlık gibi olguları bağlı bulunduğu aile ile birlikte etkilemiştir. “İç içe geçmiş karmaşık bir bütün oluşturan pazarlar ekonomik etkinliklerin istikrarlı olduğu bölgeleri yıktığı zaman, mesleki ‘yer’ işlevini yitirdi. Kuşaklar arası statü kopuklukları arttı; mevkilerin miras bırakılabilmesi, hem alt hem de üst seviyede yeni mevkilerin yaratılması karşısında yenik düştü” (Sennett, 2010: 88).

Sennett’e göre böylece insanların bir mesleğe ya da aileye ait olması yoluyla tanındığı kamusal alan, bambaşka bir çehreye bürünmüştür. “Şehir yaşamının maddi koşulları, insanların ötekileri, geldikleri yer, aile geçmişleri ya da mesleklerine göre rahatlıkla ve ‘doğal’ olarak etiketlemek konusunda duydukları güveni zayıflattı” (Sennett, 2010: 89). Bu doğal etiketleme yöntemi kentin kalabalıklaşmasından önce insanların birbiriyle iletişime geçmesinin bir yoludur. Fakat şehre yeni gelenlerin ailevi ve mesleki bağlara refaransla tanınmaması bu toplumsallaşma tarzını karşılıksız bırakmıştır.

Yeni kamusal alanın karmaşıklaşması karşısında, giyinme ve konuşma tarzları birer savunma mekanizması olarak işlev görmektedir. Sennett, tiyatroda inanılır olma yöntemleri ile sokaktaki arasında bir bağ olduğu yaklaşımıyla dönemin kamusal alanının tasvirini yapmaktadır. “Kurulan bağ, sokaktaki yaşama bir biçim kazandırdı. Aktör nasıl sahne dışındaki gerçek karakterini göstermeksizin insanları duygulandırıyorsa, onun kullandığı aynı inanç kodları da izleyicilerinin benzer bir amacına hizmet etmekteydi; birbirlerine kendilerini tanımlamaya kalkışmadan karşılıklı duygu uyandırabiliyorlardı. Maddi yaşam koşulları bu kendini tanımlama çabalarını güç, hayal kırıcı ve belki de beyhude kılıyordu. Bu köprü, insanlara kişisel olmayan bir zeminde sosyalleşebilme araçlarını sağlıyordu” (Sennett, 2010: 96). Sennett, dönemin mesleklere ve toplumsal sınıflara ilişkin giyinme yasalarının var olduğunu ve fakat asıl itici gücün insanların sokağa düzen getirerek karmaşadan kurtulma isteği olduğunu belirtmektedir. Dış görünüşün, toplumsal rollere de atıfta bulunarak düzen getiren bir simge olmasına eklenen diğer bir işaret de konuşmadır. Tiyatrodaki aktör ve seyirci arasındaki konuşmanın dönüşümünü Sennett, kamusal alandaki iletişim tarzlarıyla bağlantılandırır. 18. yüzyılda şehirlerin kalabalıklaşması tiyatro seyircisinin kalabalıklaşması anlamına gelmiştir. Aynı zamanda toplumsal sınıfların göreli olarak belirsizleşmeye başlaması da tiyatro ve benzeri kamusal alanları yeniden yapılandırmıştır. Aktörlerin statüleri ve oyunların içeriği, yönetici tabakaların fazlasıyla etkisi

altındayken, ilk kez aktörlük hizmetçilik anlamına gelmeyen bir iş ve sessizlik de bir kural olmaya başlamıştır. “Tiyatronun tüm görevi, kendi kendine yeterli içsel bir inandırıcılık standardı oluşturmaktır” (Sennett, 2010: 115). Tiyatro, yalnızca güldürme ya da hüzünlendirme işlevinden farklı olarak ilk kez bu dönemde işaretler yoluyla bir iletişim ya da gerçeklik kodu inşa etmenin yolunu göstermiştir. Sennett, bu kodların yaratılmasının sahneden sokağa aktarılarak, karmaşıklaşan kamusal alanda bir iletişim yoluna dönüştüğünü ifade etmektedir.

Sennett, kamusal ve özel alanların günlük çağrışımı ile modernite tarihi içinde kazandığı anlamları, 18. yüzyıl toplumsal devrimlerine yaptığı bir geri dönüş ekseninde açıklamaktadır. Zira 18. yüzyıl, Aydınlanma düşüncesi temelinde özel ile kamusal arasındaki ilişkiyi, doğa ile kültür arasındaki ilişki fikrine atıfla yeniden yapılandırmıştır. Doğa ile kültür arasındaki ilişki, insanın dünyayı kendi gereksinimleri ekseninde şekillendirmesi sorunuyla bağlantılıdır. Bu meselenin güncel odak noktası Sennett’e göre modern insan haklarının felsefi arkaplanıdır. “Büyük kentlerin coğrafyası yurttaşlarına, doğa ve kültür üzerine düşünmenin bir yolu olarak doğal olanı özel olanla, kültürü de kamusal ile özdeşleştirerek hizmet etti” (Sennett, 2010: 128). Sennett, modern insan hakları anlayışının, mutluluğu temel hak ilan ederek aileyi, doğayı, psikolojiyi ve dolayısıyla mutluluğu özel alanda kısıtlayıp kamusaldan ayırdığını belirtmektedir.

Aydınlanma düşüncesi ve özelde modern insan hakları fikri, doğa ile kültürü birbirinin denetleyicisi ilan eden bir yaklaşıma sahiptir ve Sennett’e göre kamusal ve özel alanları da aynı şekilde algılar. Kamusal ve özel alanların ayrılmasındaki olumsuzlamayla birlikte Sennett, modern insan hakları fikrinin Batı’da aileyi özel alana çekerek çocukluğu keşfettiğini ifade etmektedir. 18. yy başlarında politik felsefe ile “doğa durumu” mefhumu ortaya çıkmış ve çocuğun bağımlılığı ilk kez anlaşılmıştır. Bu, genel olarak zayıfların ve bağımlıların bakımını üstlenme sorumluluğu düşüncesini oluşturmuştur. “Böylece, ortak bir doğanın tanınması ve doğal bağımlılık teorisi belli politik hakların psişik temelini oluşturdu” (Sennett,

2010: 136). Sennett’e göre bu, doğal/özel alandan mülhem bir özün, kamusal/kültürel alanı şekillendirmesinin resmidir. Sennett, bu resmi, 18. yüzyıl siyasal toplumunun özgürlük, eşitlik gibi taleplerinin sözcüsü olarak tanınmış kişiliklerin simgeleştirilmesinde netleştirmektedir. Sennett’e göre söz konusu talepler, “doğal ölçülülük ilkesinin bağlamı dışında bir hak anlayışı” (Sennett, 2010: 138) na dayanmaktadır. “Özgürlük” gibi toplumsal temelde inşa edilebilecek bir hak, ilk kez bireysel bir tonda talep edilmektedir. Bu dile getiriş tarzı da Sennett’e göre “bireyselliğin toplumsalı tanımlaması” anlamına gelmektedir. Sennett, böylece doğa ile kültür arasındaki tamamlayıcı bağa benzer bir tarzda bir arada duran kamusal ve özel alanların birbirinden kopuş ilkesini bireyselliğin kutsanması olarak belirlemektedir. Sennett, 18. yüzyıl kamusal dünyasının tasvirini bitirirken son olarak kamusal insanın sosyal eylem tarzının ayırt edici özelliklerini vurgulamaktadır.

Sennett, kamusal ve özel alanların birbirine klavuzluk edebildiği dönemin kamusal insanının bir “aktör” olduğunu ifade etmektedir. İnsanın aktörlüğü, sosyal evrenin özne ve nesne arasındaki çift yönlü bir yapılandırma süreciyle meydana geldiği fikrine yaslanmaktadır. Sennett de kamusal yaşamı ideal bir sosyal evren ve kamusal aktörü de ideal bir özne olarak belirlemektedir. “Kamusal aktör, duygularını takdim eden insandır” (Sennett, 2010: 149). İnsanın toplumsallığını ya da kamusal yaşamın zenginliğini Sennett, olumlanmış bir rol yapma yeteneğiyle açıklamaktadır. Aktör, duygularını takdim edebilen biri iken duyguların temsili zayıf bir aktörlüğün sonucudur. Takdim, aktörü olduğu toplumla hemhal olmuş birinin ortak kabullere istinaden kurduğu iletişim biçimidir. Temsil ise bireysel tecrübenin olduğu gibi aktarılmasına dayanan, kişisel algının ve ifade edişin gerçekliğini kutsayan bir iletişim tarzıdır. “Bir kültürde duyguların takdimine inanmaktan temsiline inanma yönünde bir kayma varsa; öyle ki olduğu haliyle aktarılan bireysel deneyimler ifade gücü taşıyor gibi görünüyorsa, o zaman kamusal insan bir işlev, yani bir kimlik

yitirmiş olur” (Sennett, 2010: 150). Kamusal aktör, ait olduğu toplumla olan bağı derecesinde bir kimliğe ve failliğe sahiptir.

Sennett, modern toplumsal bağları insanların aktörlüğüyle, rol yapma yeteneğiyle açıklayan öncüler olarak Diderot ve Rousseau’nun fikirlerini tarihsel süreklilik açısından tamamlamaktadır. Diderot’ya göre “bir aktörün yarattığı duyguların bir biçimi ve kendi içlerinde bir anlamı vardır. Bu ifadenin oluşması için insanlar doğal olmayan tarzda davranmalı ve zaman içinde tekrar edilebilmesi olanaklı uzlaşımlar ve formüller bulmalıdırlar” (Sennett, 2010: 156). Sennett’e göre rol yapma fikrini ilk sekülerleştiren Diderot’ydu ve rol yapmayı büyük şehirle bağlantılandıran da Rousseau’ydu. “Sosyallik boş zamanın meyvesidir. İnsanlar daha çok ilişkiye girdikçe birbirlerine daha bağımlı olurlar. Böylece, bizim kamusal diye adlandırdığımız sosyallik biçimlerini Rousseau toplumsal karşılıklı bağımlılık ilişkileri olarak görüyordu” (Sennett, 2010: 161). Sennett’e göre Rousseau, büyük şehre ait eylemlerin çıkar odaklı, sahte ve öz kazanamamış bir nitelikte olduğunu düşünmektedir. Rousseau, büyük şehre ait eylemlerin -Sennett’in kastettiği- kamusallığı inşa edemeyeceği fikrindedir. Dolayısıyla, Tönnies’in cemaati idealize etmesiyle paralel olarak, küçük şehre özgü toplumsallığı idealize etmektedir. Sennett’e göre Rousseau’nun bu fikri, modern büyük şehrin tarihsel gelişimi hakkındaki öngörüsünün eksikliğinden ileri gelmektedir. Bu yüzden Sennett, 18. yüzyılda başlayıp 19. yüzyılda en çarpıcı biçimini alan ekonomik ve demografik değişimlerin kişilik ve toplum arası ilişkinin dönüşümü kanalıyla kamusal alanı nasıl boşalttığını incelemektedir.

Sennett, anlatmak istediği dönüşümü tek bir unsur ve onun tarihini ele almak yoluyla aktarmamasının sebebini, sanayi kapitalizminin etkileri konusunun başında açıklığa kavuşturmaktadır. Onun açıklamak istediği dönüşümün unsurlarının her biri bir diğerinin sebebinden de kaynaklanmaktadır. Bu nedenle tarihsel çizgideki herhangi bir dönüştürücü unsur hem genel tarihsel gelişmelerle hem de diğer unsurların gelişim çizgileriyle bağlantılı olarak tekrar tekrar ele alınıp incelenmektedir.

Örneğin burjuva, 18. yüzyılda “şehre yeni gelenler” olarak kamusal yaşamın aktörleri bakımından yabancı konumuna yerleşme açısından daha önceki bölümlerde incelenmiştir. Sanayi kapitalizminin yükselişi açısından ise burjuva, büyük kentteki ve toplumsal sınıflar arasındaki konumlanışı açısından yeniden ele alınmaktadır.

Sennett, 19. yüzyılda kamusallık ve kişilik arasındaki bağlantıyı açıklamadan önce şehirlerin büyümesinin nedenlerini ve sonuçlarını açıklamaktadır. Dönemin şehirlerini büyüten nüfus artışı, sadece göçlere değil doğum-ölüm oranlarının değişmesine de bağlıdır. Yaşam süresinin uzaması, büyük çaplı ölümlerin engellenmesi bilimsel gelişmelerin sonucudur. Küçük ölçekli üretim, fabrikalaşmanın artışı içinde kısıtlanmış ve dolayısıyla kırdan kente büyük bir akış başlamıştır. Ticaret ve bürokrasiyle uğraşan burjuva ise modernitenin sosyo-ekonomik boyutunu şekillendiren yeni ve öncü bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkmıştır. Modern devletin kuruluş sürecini başlatan siyasal hareketler ve ekonomik gelişmeyi hızlandıran sermaye dinamiği, büyük ölçüde burjuvaya maledilmektedir. Sennett, burjuvanin yeni ekonomiyi –ve aslında kamusal alanı- şekillendirmedeki rolünün bilinçli eylemlere dayanmadığını vurgulamaktadır. Çünkü yeni ekonominin işleyiş boyutları, daha önce görülmedik biçimlere ilk kez bürünmüştü ve kuralsızlık, şans faktörünü etkiliyordu. Bu faktör de en çok burjuvanın konumlanışını etkilemekteydi. Sennett, bu karmaşanın, ancien régime’den kalma kamusal alan mirasıyla ayakta kaldığını düşünmektedir. Fakat burjuvazi, düzen sağlama çabasına rağmen “kişisel koşulların belirsizlikleri ile araya belli bir mesafe konarak anlamlı bir yaşam sürdürmeyi öngören 18. yüzyıl tarzlarını bozdu. Ama bunun için gerekli araçlar parçalansa bile böyle bir yaşam sürme itkisi hep

Benzer Belgeler