• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de ekonomik büyüme ile fiziki sermaye, beşeri sermaye ve enerji tüketimi arasındaki ilişki: NARDL yaklaşımı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türkiye’de ekonomik büyüme ile fiziki sermaye, beşeri sermaye ve enerji tüketimi arasındaki ilişki: NARDL yaklaşımı"

Copied!
119
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRKİYE’DE EKONOMİK BÜYÜME İLE FİZİKİ SERMAYE,

BEŞERİ SERMAYE VE ENERJİ TÜKETİMİ ARASINDAKİ

İLİŞKİ: NARDL YAKLAŞIMI

Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Yüksek Lisans Tezi İktisat Anabilim Dalı

İktisat Programı

Yaşar TURNA

Danışman: Doç. Dr. Reşat CEYLAN

Ağustos 2017 DENİZLİ

(2)
(3)
(4)

ÖNSÖZ

Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ġktisat Anabilim Dalı çatısı altında hazırlanan bu tezde büyük emeği olan, tezin baĢlangıcından sonuna kadar geçen süreçte görüĢlerini, bilgisini, desteğini esirgemeyen, bu süreçte disiplini ve hoĢgörüsü ile yol gösterici olan çok değerli hocam tez danıĢmanım sayın Doç. Dr. ReĢat CEYLAN’ a sonsuz teĢekkürlerimi sunarım.

Ayrıca iktisat lisans ve iktisat tezli yüksek lisans eğitimim boyunca bilgisini bizler için sarf eden ve bizleri kapısından çevirmeyen, eğitici aynı zamanda öğretici kiĢiliğe sahip olan kıymetli hocam Prof. Dr. Ġsmail ÇEVĠġ’ e ve bugün bu tezin değerlendirilmesinde ve yorumlanmasında gerekli olan ekonometrik bilgi düzeyinin kazanımında büyük emeği olan sayın Doç. Dr. Mustafa Serdar ĠSPĠR hocama ve tüm iktisat bölümü hocalarıma teĢekkür ederim.

(5)

ÖZET

TÜRKİYE’DE EKONOMİK BÜYÜME İLE FİZİKİ SERMAYE, BEŞERİ SERMAYE VE ENERJİ TÜKETİMİ ARASINDAKİ İLİŞKİ: NARDL

YAKLAŞIMI TURNA, YaĢar Yüksek Lisans Tezi

Ġktisat ABD

Tez Yöneticisi: Doç. Dr. ReĢat CEYLAN Ağustos 2017, 108 Sayfa

Dünyada meydana gelen ekonomik gelişmeler incelendiğinde, Neoklasik büyüme modeli çerçevesinde incelenen MRW modeli, sermaye birikimini fiziki sermaye ve beşeri sermaye olarak ayrıştırmaktadır. Daha sonra ortaya çıkan içsel büyüme modellerinde ise beşeri sermaye ve fiziki sermaye faktörleri ayrı ayrı inceleme konusu yapılarak beşeri sermayenin ekonomik büyümeye etkisi üzerinde durulmaktadır. Bunun yanı sıra 1970’li yıllarda ortaya çıkan petrol krizinin etkisiyle enerji faktörünün ekonomik büyüme üzerindeki etkilerini inceleyen çalışmalar dikkat çekmektedir. Yapılan açıklamalar çerçevesinde, bu çalışmanın amacı Türkiye’ de fiziki sermaye, beşeri sermaye ve enerji tüketimi faktörlerinde meydana gelen değişmelerin, GSYİH üzerindeki etkilerini incelemektir.

Yapılan çalışmada, Türkiye’nin 1965-2014 yılları arasındaki fiziki sermaye, beşeri sermaye ve enerji tüketimi verileri kullanılarak, değişkenlerin ekonomik büyümeye olan etkileri NARDL yöntemi ile test edilmektedir. Buna göre, elde edilen uzun ve kısa dönem asimetrik ilişkilere bakıldığında, GSYİH ile fiziki sermaye arasında hem uzun dönemde hem de kısa dönemde bir asimetri ilişkisi gözlemlenmektedir. GSYİH ile enerji tüketimi arasında uzun dönemde asimetri ilişkisi gözlemlenmesine rağmen kısa dönemde asimetri ilişkisi yoktur. GSYİH ile beşeri sermaye arasında ise hem kısa hem uzun dönemde asimetri ilişkisi gözlemlenmemiştir.

Elde edilen bulgular sonucunda, Türkiye’ de uzun ve kısa dönemde fiziki sermaye miktarında meydana gelen artışların GSYİH’ da meydana getirmiş olduğu etki, fiziki sermayede meydana gelen azalışların GSYİH’ da meydana getirdiği etkiden daha düşüktür. Türkiye’ de beşeri sermayenin etkisi Lucas ve MRW modeli varsayımlarına uyum sağlamamakla birlikte, beşeri sermayenin Türkiye’ de ekonomik büyümeye katkısı yeterli düzeyde değildir. Türkiye’ nin enerji ithalatına bağımlı olması sonucunda enerji tüketiminde meydana gelen azalma GSYİH’ da daha büyük oranda bir azalmaya neden olmaktadır. Dolayısıyla bu çalışma kullanılan değişkenler, elde edilen bulgular ve Türkiye’de uygulanan ekonomi politikalarına katkı sağlaması açısından önem arz etmektedir.

Anahtar kelimeler: NARDL Modeli, Ekonomik Büyüme, Büyüme Teorileri, Ekonomik Büyümeyi Etkileyen Faktörler

(6)

ABSTRACT

THE RELATIONSHIP BETWEEN ECONOMIC GROWTH AND PHYSICAL CAPITAL, HUMAN CAPITAL AND ENERGY CONSUMPTION IN TURKEY:

NARDL APPROACH TURNA, YaĢar

Master Thesis Economics Department

Thesis supervisor:Assoc. Dr. ReĢat CEYLAN August 2017, 108 pages

When the economic developments taking place in the world are examined, the MRW model, which is examined under the Neoclassical growth model, divides the capital accumulation into physical capital and human capital. In later models of internal growth, human capital and physical capital factors are examined separately and the effect of human capital on economic growth is emphasized. In addition to this, studies that examine the effects of the energy factor on economic growth under the influence of the oil crisis that took place in the 1970s are remarkable. Within the framework of the presentations, the aim of this study is to examine the effects of changes in physical capital, human capital and energy consumption in Turkey on GDP.

Using the physical capital, human capital and energy consumption data of Turkey between 1965 and 2014, the economic growth effects of the variables are tested by the NARDL method. According to this, when we look at the long and short term asymmetric relations obtained, there is an asymmetry relation between GDP and physical capital in both long term and short term. Despite long-term asymmetry relationship between GDP and energy consumption, there is no asymmetry relation in the short term. There is no asymmetry relation between GDP and human capital both in short and long term.

As a result of the findings, the effect of increases in long and short term physical capital amount in Turkey in GDP is lower than the effect of decrease in physical capital in GDP. While the impact of human capital in Turkey does not comply with Lucas and MRW model assumptions, the contribution of human capital to economic growth in Turkey is not sufficient. As a result of Turkey's dependence on energy imports, the decline in energy consumption causes a bigger decline in GDP. Therefore, this study is important in terms of the variables used, findings obtained and contribution to the economic policies applied in Turkey.

Key words: NARDL Model, Economic Growth, Growth Theories, Factors Affecting Economic Growth

(7)

İÇİNDEKİLER Sayfa ÖNSÖZ……….... ÖZET... ... i ii ABSTRACT... ... iii ĠÇĠNDEKĠLER... iv ġEKĠLLER DĠZĠNĠ... vi TABLOLAR DĠZĠNĠ... vii

SĠMGE VE KISALTMALAR DĠZĠNĠ... ... viii

GĠRĠġ... ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM EKONOMİK BÜYÜME TEORİLERİNİN KISA TARİHÇESİ 1.1. Klasik Dönem Öncesi Büyüme Teorileri ... 4

1.1.1. Merkantilizm ve Ekonomik Büyüme... 4

1.1.2. Fizyokrasi ve Ekonomik Büyüme... 5

1.2. Klasik Büyüme Teorileri ... 7

1.2.1. Adam Smith ve Ekonomik Büyüme... 7

1.2.2. Thomas R. Malthus ve Ekonomik Büyüme... 10

1.2.3. David Ricardo ve Ekonomik Büyüme... 13

1.2.4. Karl Marx ve Ekonomik Büyüme... 15

1.3. Keynesyen Büyüme Teorileri... 18

1.3.1. Domar Modeli... 19

1.3.2. Harrod Modeli... 21

1.4. Neoklasik Büyüme Teorileri... 26

1.4.1. Solow-Swan Büyüme Modeli... 27

1.4.2. Mankiw-Romer-Weil Modeli... 43

1.5. Ġçsel Büyüme Teorileri... 45

1.5.1. Romer Modeli: AR-GE modeli... 1.5.2. Lucas BeĢeri Sermaye Modeli... 47 49 1.5.3. Rebelo Modeli: AK modeli... 50

1.5.4. Aghion Howitt Modeli... 52

İKİNCİ BÖLÜM EKONOMİK BÜYÜMEYE ETKİ EDEN FAKTÖRLER VE LİTERATÜR ÖZETİ 2.1. Fiziki Sermaye ve Ekonomik Büyüme ĠliĢkisi... 55

2.2. BeĢeri Sermaye ve Ekonomik Büyüme ĠliĢkisi... 56

2.3. Enerji Tüketimi ve Ekonomik Büyüme ĠliĢkisi... 58

2.4. Literatür Özeti... 61

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE’ DE EKONOMİK BÜYÜMEYE ETKİ EDEN FAKTÖRLERİN EKONOMETRİK ANALİZİ: NARDL YAKLAŞIMI 3.1. Türkiye’ de Fiziki Sermaye ve Ekonomik Büyüme ĠliĢkisi... 68

3.2. Türkiye’ de BeĢeri Sermaye ve Ekonomik Büyüme ĠliĢkisi... 71

3.3. Türkiye’ de Enerji Tüketimi ve Ekonomik Büyüme ĠliĢkisi... 74

(8)

3.4.1. ARDL(Autoregressive Distrubuted Lag) Sınır Testi... 80

3.4.2. Doğrusal Olmayan ARDL Modeli (Nonlinear ARDL)... 84

3.4.3. Model ve Veri Seti... 86

3.4.4. NARDL Uygulama Sonuçları... 90

SONUÇ... 98

KAYNAKÇA ... 101

(9)

ŞEKİLLER DİZİNİ

Sayfa Şekil 1:Solow Üretim Fonksiyonundan Elde Edilen EĢ-ürün Eğrisi ...………... Şekil 2:ĠĢçi BaĢı Üretim Fonksiyonu...

30 32

Şekil 3:ĠĢçi BaĢı Çıktı Eğrisi... 33

Şekil 4:Solow Diyagramı... 36

Şekil 5:Solow Paradoksu (Tasarruf oranındaki değiĢmenin etkisi)... 37

Şekil 6:Sermaye Birikiminin Altın Kuralı... 40

(10)

TABLOLAR DİZNİ

Sayfa

Tablo 1:Fiziki Sermaye ile Ġlgili Literatür... 56

Tablo 2:BeĢeri Sermaye ile Ġlgili Literatür... 58

Tablo 3:Enerji Tüketimi ile Ġlgili Literatür... 60

Tablo 4:Literatür Özeti...………….. Tablo 5:Türkiye’de Sektörler Ġtibariyle Kamu Sektörü Sabit Sermaye Yatırımları 61 70 Tablo 6:Türkiye’de Sektörler Ġtibariyle Özel Sektör Sabit Sermaye Yatırımları.... 71

Tablo 7:Tarım Sanayi ve Hizmetler Sektöründe Sabit Sermaye Yatırımları... 71

Tablo 8:Türkiye’de Yıllara Göre OkullaĢma Oranları... 73

Tablo 9:Türkiye’nin BeĢeri Kalkınma Endeksi... 73

Tablo 10:ADF Birik Kök Testi Sonuçları... 91

Tablo 11:NARDL Uygulama Sonuçları -1-... 92

Tablo 12:Cusum ve Cusumq -1-... 93

Tablo 13:NARDL Uygulama Sonuçları -2-... 94

Tablo 14:Cusum ve Cusumq -2-... 94

Tablo 15:NARDL Uzun Dönem Asimetri Katsayı Değerleri... 95

Tablo 16:NARDL Kısa Dönem Asimetri Katsayı Değerleri... 96

(11)

SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ

MPK Marginal Product of the Capital (Sermayenin Marjinal Verimliliği)

MPL Marginal Product of Labor

MRW Mankiw, Romer, Weil

AR-GE AraĢtırma ve GeliĢtirme

OECD Organization for Economic Cooperation and Development

GSMH Gayri Safi Milli Hasıla

GSYĠH Gayri Safi Yurtiçi Hasıla

ABD Amerika BirleĢik Devletleri

BRICS Brazil, Russia, India, China ve South Africa

ARDL Autoregressive Distrubuted Lag

NHREC Non-hydroelectric Energy Consumption

PIGST Portugal, Ireland, Greece, Turkey

DOLS Dynamic Ordinary Least Square

FMOLS Full Modified Ordinary Least Square

RECAĠ Renewable Energy Country Attractiveness Index

VAR Riske Exposed Value

TYDL Tado, Yamamoto, Dolado ve Lutkepohl.

ADF Augmented Dickey-Fuller

PP Philips Peron

UNCTAD United Nations Conference on Trade and Development

KWH Kilowatt Saat

TWH Terawatt Saat

BTC Bakü, Tiflis, Ceyhan

MTEP Milyon Ton EĢdeğer Petrol

MW Megawatt

HES Hidroelektrik Santral

REPA Rüzgar Enerjisi Potansiyel Atlası

GEPA GüneĢ Enerjisi Potansiyeli Atlası

TEP Ton EĢdeğer Petrol

MWt Megawat Saat

NGS Nükleer Güç Santrali

NARDL Nonlinear Otoregresif Distrubuted Lag

UECM Unrestricted Error Correction Model

(12)

GİRİŞ

Ekonomik büyüme, üretim faktörlerinin etkinlik ve verimliliğinin artırılması sonucunda, üretim kapasitesinde meydana gelen artıĢ olarak ifade edilmektedir. Ülkelerin üretim kapasitelerine bağlı olarak iktisadi geliĢmiĢlik düzeyleri de farklılık göstermektedir. Bu nedenle, ekonomik büyüme toplumsal geliĢmiĢlik ve refah düzeyinin belirlenmesinde önemli göstergelerden biridir. Buna göre, küreselleĢen ekonomik süreç içerisinde geliĢmiĢ ve geliĢmekte olan ülkeler arasında ekonomik geliĢmiĢlik farklarının kapanması için istikrarlı büyüme performansı önem arz etmektedir.

Ekonomik büyüme kavramı, merkantilizm ve sonrası dönemde 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar olan süreçte gündeme gelmemiĢ, ikinci planda ve dolaylı olarak inceleme konusu olmuĢtur. Fakat 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra ekonomik sistemlerde meydana gelen geliĢmeler, ülkeler arasındaki ekonomik iliĢkilerin artması ve sanayileĢmenin hız kazanmasıyla birlikte ekonomik büyümeye verilen önem artmıĢtır. Ġkinci dünya savaĢı sonrasında ekonomik yönden çöküĢ yaĢayan ülkeler ekonomilerini güçlendirmek amacıyla çeĢitli arayıĢlara girmiĢtir. 1960’ lı yıllarda ortaya çıkan Neoklasik büyüme teorisi, ekonomik büyüme teorisinin çıkıĢ noktası olarak kabul edilmekle birlikte, ekonomik büyüme teorisine en büyük katkı Neoklasik büyüme teorisi altında Solow (1956) ve Swan (1956) tarafından yapılmıĢtır. Solow ve Swan ülkeler arasında meydana gelen gelir farklılıklarının nedenini teknolojik geliĢme düzeyiyle açıklamaktadır. Solow modeline göre, ekonomik büyümenin motoru teknolojik geliĢme olarak ele alınmaktadır. Fakat solow teknolojiyi dıĢsal bir faktör olarak kabul etmiĢ ve bu dıĢsallığın nedenini ise açıklayamamıĢtır. Neoklasik model çatısı altında iktisadi büyüme literatürüne katkı yapan bir diğer model ise Mankiw-Romer ve Weil modeli olarak bilinmektedir. MRW modeli ekonomik büyümenin sağlanmasında temel gösterge olarak ele alınan sermaye birikimi kavramını fiziki sermaye ve beĢeri sermaye olarak ayrıĢtırması bakımından önemlidir. 1970’li yıllarda ortaya çıkan dünya petrol krizi ekonomistlerin büyümenin dıĢında, kısa dönemli analizlere yoğunlaĢmasına neden olmuĢtur. 1980’ li yıllara gelindiğinde ise, içsel büyüme teorileri ortaya çıkmıĢ ve yeniden iktisadi büyüme odak haline gelmiĢtir.

Dünya’ da ortaya çıkan küreselleĢme akımının etkisiyle ekonomik büyümeye etki eden faktörler de değiĢim göstermeye baĢlamıĢtır. Ekonomilerin henüz geliĢme

(13)

dönemlerinde sermaye birikimi, iĢgücü ve doğal kaynaklar ekonomik büyümeyi açıklamada yeterli görülürken, günümüz bilgi ve teknoloji çağında bu faktörler büyümenin açıklanmasında yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla ülke ekonomilerinin birbirleriyle olan iliĢkileri geliĢtikçe ekonomik büyümenin açıklanmasında fiziki sermayenin yanı sıra teknoloji düzeyi, beĢeri sermaye ve enerji gibi faktörler ön plana çıkmaktadır. Mankiw-Romer-Weil’ in sermaye birikimini fiziki sermaye ve beĢeri sermaye olarak ayrıĢtırmasının yanında, içsel büyüme modellerinin ortaya çıkmasıyla birlikte ekonomik büyümeye etki eden faktörler beĢeri sermaye, teknoloji, ar-ge, eğitim, enerji gibi faktörlerin de dahil edilmesiyle birlikte geniĢ bir tabanda incelenmeye baĢlamıĢtır.

Ekonomik büyümenin sağlanmasında temel faktör sermaye birikimi olarak dikkat çekmekte ve ekonomik büyümenin temel dinamiği olma fonksiyonunu üstlenmektedir. Sermaye birikiminin artırılması ise yatırımlara bağlı olarak değiĢmektedir. Sermaye stoku üretime konu olan fiziki varlıkların değeri olarak tanımlanmıĢ olsa da, içerisinde araĢtırma geliĢtirme, sağlık ve eğitim gibi fiziksel olmayan unsurları da içinde barındırmaktadır. Bu nedenle Mankiw Romer ve Weil sermaye stoku unsurunu fiziki sermaye ve beĢeri sermaye olarak ikiye ayırmaktadır. Bu ayrımın nedeni fiziki sermaye ve beĢeri sermaye faktörlerinin ekonomik büyümeye olan katkılarını daha net bir Ģekilde ortaya koymaktır. Buna göre fiziki sermaye tanımı içerisinde ülkenin sahip olduğu yollar barajlar köprüler vb. unsurlar yer alırken, beĢeri sermaye tanımı içerisinde ise okullaĢma oranı, istihdam düzeyi ve eğitim düzeyi yer almaktadır. Bu nedenle çalıĢmada, sermaye birikimi fiziki sermaye ve beĢeri sermaye olmak üzere ayrı ayrı incelenmektedir. Ekonomik büyümeye etki eden bir diğer önemli faktör ise enerji faktörüdür. Dünyada yaĢanan petrol krizleri sonucunda iktisadi literatürde enerji tüketimi inceleme konusu olmaya baĢlamıĢtır. Ülkelerin coğrafi koĢullarının sonucu olarak elde etmiĢ oldukları enerji kaynakları ise ekonomik büyümede önemli rol oynamaktadır. Gerek enerji ithalatçısı olan ülkeler gerekse enerji ihracatçısı olan ülkelerin GSYĠH miktarları enerji tüketiminden etkilenmektedir. Üretim miktarının artırılabilmesi için doğal enerji kaynağına sahip olmayan enerji ithalatçısı konumunda olan ülkeler, enerji ithalatına GSYĠH miktarları içerisinden büyük tutarlar ayırmaktadır. Enerji ihracatçısı olan ülkeler ise ihraç ettikleri enerji sayesinde GSYĠH miktarlarına önemli oranda katkı sağlamaktadırlar. Bu nedenle son dönemde enerji tüketimi ekonomik büyümeye etki eden önemli faktörler arasında yer almaktadır.

(14)

Bu çalıĢmada, ekonomik büyümeye etki eden faktörlerden fiziki sermaye, beĢeri sermaye ve enerji tüketimi arasındaki uzun ve kısa dönemli asimetrik iliĢkiler doğrusal olmayan gecikmesi dağılmıĢ otoregresif model (NARDL) yardımıyla açıklanmaktadır. Türkiye’ de fiziki sermaye, beĢeri sermaye, enerji tüketimi ve ekonomik büyüme arasındaki asimetrik iliĢkileri NARDL yöntemi kullanarak test eden baĢka bir çalıĢma literatürde yer almadığı için, bu çalıĢma önem arz etmektedir.

ÇalıĢma üç bölümden oluĢmakta ve ilk olarak, ekonomik büyümenin tarihsel geliĢimi incelenerek, iktisadi büyüme teorileri hakkında altyapı oluĢturulacaktır. ÇalıĢmanın ikinci bölümünde, ekonomik büyümeye etki eden ve tezin inceleme konusu olan değiĢkenlerin ekonomik büyümeye olan katkıları incelenecektir. Bu bölümde yerli ve yabancı kaynaklı literatür taraması yapılarak, çalıĢmalarda kullanılan ekonometrik yöntemler ve bulgulara yer verilecektir. ÇalıĢmanın üçüncü bölümünde ise, ekonomik büyümeye etki eden ve açıklaması yapılan değiĢkenlerin Türkiye incelemesi yapılarak, kullanılan NARDL modeli yardımıyla değiĢkenler arasındaki kısa ve uzun dönemli iliĢkilerin asimetrik özellikleri ve ekonomik büyümeye olan etkileri açıklanacaktır.

(15)

BİRİNCİ BÖLÜM

EKONOMİK BÜYÜME TEORİLERİNİN KISA TARİHÇESİ 1.1. Klasik Dönem Öncesi Büyüme Teorileri

Klasik dönem öncesi büyüme teorileri iki temel iktisadi görüĢün varsayımlarına dayanır. Bunlardan birincisi, 15. Yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında (1450-1750) üç yüz yıllık bir tarihi geçmiĢe sahip, Avrupa iktisadi düĢüncesinde ve ulusal ekonomilerinde hâkim ekonomi politikası olan Merkantilizm’ dir. Ġkincisi ise, 18. Yüzyılın sonunda Fransa ve Ġngiltere’ de merkantilizme tepki olarak doğan Fizyokrasi olarak bilinmektedir.

1.1.1. Merkantilizm ve Ekonomik Büyüme

Merkantilizm, 15. Yüzyıl ile 18. Yüzyıl arasında üç yüz yıl boyunca ulusal ekonomilerin iktisat politikalarını belirlemiĢtir. Merkantilizm, Batı Avrupa ülkelerinde ortaçağın sonundan sanayi devriminin baĢlamasına kadar olan süre içerisinde, yeni ticari kapitalist sınıfın görüĢlerini ve ideolojilerini yansıtan, feodalizmin yıkılması ve güçlü merkezi devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte beliren, politik iktisat sistemi olarak literatürde yerini almıĢtır. Ortaçağın sonlarına doğru gelindiğinde, Avrupa toplumunun değiĢen ekonomik temelleri ticaret anlayıĢının değiĢmesine neden olmuĢtur. GeliĢen deniz aĢırı ticaret sonucu ülkeye altın giriĢi sağlanmıĢ, bunun sonucu olarak ülkede fiyatlar genel seviyesi artmıĢ, bu da ticari sermayenin büyümesine neden olmuĢtur. Öte yandan, gayrimenkul gelirleriyle geçimini sağlayan zenginleri ise fakirleĢtirmiĢtir. Tarımsal üretim artık piyasaya üretim yaparak ticari sermayeye bağlı hale gelmiĢtir. Ticaretin geliĢmesiyle birlikte farklı ülke vatandaĢı olan tüccarların menfaatleri çatıĢmaya baĢlamıĢtır. Tüccarlar bu çatıĢmalar sonucunda kendilerini koruyacak ve ticaretten elde ettikleri menfaatleri koruyacak güçlü merkezi otoriteye ihtiyaç duymuĢtur. Güçlü merkezi yapıların ve ulus devlet sisteminin geliĢmesi ise bir iktisat politikası uygulamasına imkân sağlamıĢtır. Buna göre, merkantilistler tüccar çıkarları ya da menfaatlerinin ülke menfaatleri ya da çıkarlarına özdeĢ olduğunu savunmuĢtur(Kazgan, 2002:43-47).

Bu geliĢmeler altında merkantilizme göre, ulusal zenginliğin ya da iktisadi büyümenin ana kaynağı olan görüĢler sıralandığında;

(16)

 Merkantilistlere göre, dıĢ ticaret fazlası vermek nihai amaç olarak kabul edilmiĢtir. Bu sayede ülke ekonomisinin büyüyüp zenginleĢeceği fikri hakimdir. Para ve sermayeye aĢırı önem verilerek, korumacılık politikasıyla bir dıĢ ticaret bilançosu fazlası verilerek ekonomik büyümenin sağlanmasını amaçlamıĢlardır.  Merkantilistler, yüksek kamu harcamalarının daha fazla gelir ve istihdam

sağlayacağı varsayımı ile birlikte yatırımların da artmasıyla ekonomik büyümenin sağlanacağını savunmuĢlardır.

 Merkantilistler, savaĢların ve salgın hastalıkların çok aĢırı olduğu dönemlerde hızlı nüfus artıĢ tehlikesi olmadığı için, askeri ve ekonomik nedenlerle nüfus artıĢını özendirmiĢlerdir. Askeri gücün ve ekonominin emek-yoğun iĢgücüne dayanması nedeniyle, ülkenin en büyük hazinesinin eğitilmiĢ ve iyi beslenmiĢ insan gücü olduğu fikrini savunarak, iĢgücünün artmasıyla ekonomik büyümenin sağlanacağını benimsemiĢlerdir.

 Merkantilistler, emek-yoğun üretimin yoğun olduğu dönemde düĢük ücret politikasıyla maliyetlerin azalmasını savunarak, dıĢ ticaretten elde edilen kar oranın artırılıp, ekonomik büyümenin sağlanacağını savunmuĢlardır.

 Merkantilistlere göre, sömürgecilik faaliyetleri sonucu sömürge ülkeleri ana ülkeye ucuz iĢgücü ve besin maddesi sağlama konusunda kaynak olacak ve ekonomik büyümenin sağlanmasına yardımcı olacaktır.

 Merkantilistlere göre, faiz oranın düĢük seviyede olması ve ihracatın artırılması ekonomik büyümeye katkı sağlayacaktır(Kazgan, 2002:43-47; Aksu, 2014:4-5).

1.1.2. Fizyokrasi ve Ekonomik Büyüme

Fizyokrasi, 18. Yüzyılın ikinci yarısında bir grup Fransız düĢünür tarafından Merkantilizmin sadece ticaret ve sanayiye önem vermesine tepki olarak doğmuĢ, 1750’ de adı bile bilinmeyen 1760-1770 arasında popüler olan, 1780 yılına gelindiğinde ise unutulan kısa süreli bir fikir akımıdır. Merkantilizmin öne çıkan ticari kapitalizm ve mutlak monarĢi sistemini yansıtmasına karĢılık, Fizyokrasi giriĢimci çiftçiyi ve büyük tarımsal üreticiyi ön plana çıkartan Fransız öğretisi olarak tarihteki yerini almıĢtır. Fizyokratlar, tıpkı merkantilistler gibi servetin ve zenginliğin kaynağını araĢtırmıĢlardır. Fakat merkantilistlerden farklı olarak servetin ve zenginliğin kaynağının ticaret ve mübadeleden değil, üretimden kaynaklandığını savunmaktadırlar. Bu nedenle, servet ve zenginliği artırmak için üretim sonucu oluĢan “artık” kavramı üzerinde durmuĢlardır.

(17)

Fizyokrasi akımının en önemli temsilcisi olan F. Quesnay üretim sonucu oluĢan “artık” kavramının ortaya çıkıĢını ve ekonomideki hareketini “tableau economy” adlı eserinde açıklamıĢtır. Quesnay’ ın varsayımları; ekonominin dıĢa kapalı, dıĢ ticaretin olmadığı, net sermaye birikiminin olmadığı, toplumsal tasarrufların sadece sermayeyi yenilemeye yetecek kadar sınırlı olduğu, üreticilerin sermaye sahibi olduğu ve tarımsal üretimde kendi sermayelerini kullandığı, toprak sahiplerinin üreticinin kazancından rant elde ettiği, toprağın özel mülkiyetinin olduğu ve tarımda ücretli iĢçinin olduğu Ģeklindedir. Toplumun üç sınıftan oluĢtuğu kabul edilmiĢ, bunlar; a) toprak sahibi olan mülkiyet sahipleri, b) toprağı kiralayan çiftçiler, c) zanaatkâr ve tüccar adıyla kısır sınıf olarak adlandırılan iki gruptan oluĢur. Fizyokratların ekonomik büyümenin sağlanmasına iliĢkin görüĢlerine bakıldığında;

 Fizyokratlara göre, ülke zenginliğinin kaynağı merkantilist öğretinin savunduğu ticaret değil, zenginliğin kaynağı balıkçılık, çiftçilik ve madenciliğin yanında topraktan elde edilen üretimdir.

 Fizyokratlar servetin kaynağını araĢtırırken, elde edilen servetin mübadelenin aksine üretimden kaynaklandığı düĢüncesiyle hareket etmiĢlerdir.

 Fizyokratlara göre tek üretken sektör tarımdır. Üreticilere safi artıĢ (produit net) sağlayan tek verimli alan topraktır.

 Toprak kendine verilen emek ve sermayeden kat kat fazlasını üreticiye sağlamakla birlikte, fizyokratlara göre bu varsayım diğer sektörlerde mevcut değildir.

 Fizyokratlara göre, sanayi hammaddelerin sadece niteliğini ve Ģeklini değiĢtirip yoktan var etme özelliğine sahip olmadığı için büyümenin dinamik faktörü tarımdır.

 Fizyokratlara göre, büyümeyi sağlayan sermaye birikiminin temeli tarımdır.  Fizyokratlara göre üretim, daha fazla artık değer yaratmak demektir. Bir baĢka

deyiĢle üretim, kendisi için sarf edilen üründen, daha fazla üretim elde etme iĢidir. Sonuç olarak, büyüme daha fazla tarımsal üretim yapma ve ürün elde etmekle sağlanacaktır(Colander ve Landreth, 2001:56-63; Kazgan, 2002:64-70; Özsağır, 2008:332-347; Aksu, 2014:5-6).

(18)

1.2. Klasik Büyüme Teorileri

Klasik iktisat teorisi, 18. Yüzyılın sonundan baĢlayıp 19. Yüzyıl boyunca devam etmiĢ ve dönemin iktisadi hayatında önemli yeri olan ve Ġngiltere’nin iktisadi sorunlarından etkilenmiĢ teoridir. Klasik iktisadi düĢüncenin temelleri Adam Smith tarafından atılmıĢ ve ortaya çıktığı zamandan günümüze kadar olan süreç içerisinde iktisadi hayata önemli katkılar sağlamıĢtır. Klasik iktisadi büyüme teorilerinin kuruluĢunda David Ricardo önemli paya sahip olmakla birlikte, Klasik büyüme teorileri Ricardo teorisi olarak da anılmaktadır. Ġktisadi tarih içerisinde Klasik büyüme teorileri gerçekleri yansıtması bakımından değil, ilk büyüme teorileri olmaları bakımından önem arz etmektedir. Teorinin temellerini oluĢturan Adam Smith (1723-1790), David Ricardo (1772-1823), Robert Malthus (1766-1834) ve Karl Marx’ ın (1818-1883) iktisadi büyüme konusundaki görüĢleri bu baĢlık altında incelenecektir(Hiç, 1970:2; Özsağır, 2008; 332-347; Çiftçi, 2013:10).

1.2.1. Adam Smith ve Ekonomik Büyüme

Adam Smith (1776) “An Inquiry into the Nature and Causes of Wealth of Nations (milletlerin zenginin doğası ve sebeplerine yönelik bir soruĢturma)” adlı kitabında iktisadi büyüme konusuna verdiği önemi göstermektedir(Tezel, 1995:118). Smith’ in (1776) yirmi beĢ yılda tamamlamıĢ olduğu ulusların zenginliği kitabında, büyüme konusundaki temel görüĢlerine bakıldığında, Smith ekonomik büyümenin sağlanmasında iĢ bölümü ve uzmanlaĢma ve sermaye birikimini ön planda tutarak, iĢ bölümü ve uzmanlaĢmanın emeğin verimliliğini artırdığını savunmaktadır. Smith (1776) hem firma içi üretimde iĢ bölümünü hem de firmalar arası rekabette iĢ bölümünü incelemiĢtir. ĠĢ bölümünün artması sonucu emek verimliğinde meydana gelen artıĢın, emek baĢına üretimi artırma eğiliminde olacağını savunmaktadır. ĠĢ bölümü ve uzmanlaĢmanın üretimi artırmasının belirgin üç nedeni bulunmaktadır. Bunlar;

1. Üretime katılan her iĢgücünün sadece tek bir alana yoğunlaĢması, o emeğin ya da iĢgücünün belirtilen alanda yeteneğinin artmasına neden olacaktır. Bu da iĢçinin maksimum düzeyde üretim yapmasını sağlayacaktır.

2. Yapılan üretim esnasında iĢgücünün bir iĢten diğer iĢe geçerken ortaya çıkaracağı zaman kaybı iĢbölümü sayesinde ortadan kalkacaktır.

(19)

3. ĠĢçiler belirli iĢte uzmanlaĢmaya baĢladıktan sonra, o iĢin yapılmasını kolaylaĢtıracak olan makine ve teçhizatın geliĢtirilmesine ve yenilerinin icat edilmesine büyük katkı sağlayacaktır.

Smith’ e (1776) göre, her emeğin uzman olduğu tek bir iĢe yoğunlaĢması emeğin verimliliğinin artmasına ve dolasıyla üretimin artmasına neden olacaktır. ĠĢ bölümünün geliĢmesi ile birlikte çalıĢan emek sadece bir iĢ üzerinde yoğunlaĢacak bu da bir iĢten diğer iĢe geçerken kaybedilen zamanın önüne geçilmesine neden olacak, burada kaybedilen zaman ise üretim sürecinde geçirilerek, emeğin verimliliği daha da artacaktır(Smith, 1993:16). Çünkü Smith’ e (1776) göre, bir iĢten diğer baĢka bir iĢe geçerken harcanan zaman hiç de azımsanacak büyüklükte değildir.

ĠĢbölümü sayesinde iĢ gücünün verimliliğinde meydana gelen artıĢ artık son safhada uzmanlaĢma sayesinde teknolojik ilerlemeye neden olacak ve iĢgücünün ihtiyacı olan makine ve teçhizatın üretilmesini sağlayacaktır. Smith’ e (1776) göre, toplum kiĢisel çıkarlarını korumak için mübadele etme gereksinimi duymaktadır. Bu da iĢ bölümü ve uzmanlaĢmanın geliĢmesini, ekonominin büyümesini ve toplumun zenginleĢmesini sağlar. ĠĢ bölümü ve uzmanlaĢmanın sınırı ise piyasa ölçeği olarak belirlenmiĢtir. Piyasa ölçeğinin yani pazarın büyümesi iĢ bölümü uzmanlaĢma seviyesini artırırken, piyasa ölçeği ve pazarın küçülmesi iĢ bölümü ve uzmanlaĢma seviyesini azaltmaktadır. Smith iĢ bölümüne katkı sağlayan ve ölçeğin artarak pazarın büyümesine katkıda bulunan faktörler olarak, su kanalları, köprüler, limanlar, yollar vb. gibi ulaĢtırma imkânlarını ve paranın değiĢim aracı olarak kullanılmasını dikkate almaktadır. Smith’e (1776) göre, iĢbölümü ve uzmanlaĢmanın artması verimlilik artıĢına yol açarak sermaye stokunun artmasına katkıda bulunacaktır. Bu da ülke milli gelirinin artmasını sağlamaktadır. Milli gelirin artması vatandaĢların refahını artıracak bu da insanların tüketimlerini artırmalarına neden olacaktır. Üretilen malların tümü tüketime ayrılmamakla birlikte, artan milli gelir sermaye stokunun daha da artmasını sağlayacaktır. Milli gelirin artması sonucu refahı artan bireylerin piyasadaki iĢ bölümü artacak ve artan tüketimleri ile birlikte dıĢ ticaret önemli hale gelecektir. Ġktisadi büyüme olgusunu destekleyen döngü bu Ģekilde devam edecektir (Smith, 1993:16-20; Ünsal, 2007:40-41; Taban, 2009:27-32).

Smith’ e (1776) göre, sermaye birikiminin artması üretim artıĢıyla birlikte ücretli çalıĢanların ücret fonundan almıĢ oldukları miktarın artmasına neden olacaktır. Bu

(20)

sayede ücretlerin artması refahın artmasıyla birlikte nüfusun artmasını tetikleyecek ve nüfus artıĢına neden olacaktır. Eğer nüfus artıĢı ücret fonundaki artıĢtan göreli olarak daha az artarsa ücretli çalıĢan iĢçi kesiminin ücret fonundan aldığı pay da artıĢ gösterecektir. Öte yandan ücret artıĢı verimlilik artıĢını yanında getirecek, iĢgücünün verimliliğinin artması ise piyasadaki iĢ gücü talebini azaltacaktır. ĠĢ gücü talebinin azalması yine iĢ gücü arzının fazlalığından ötürü ücret düĢüĢlerinin yaĢanmasına neden olacak, bu da nüfusun tekrar azalma yönünde eğilim göstermesine neden olacaktır. Zaman içerisinde azalan nüfus ile birlikte azalan iĢ gücü arzı iĢ gücü talebinin ve ücretlerin artmasına neden olarak nüfusun artıĢını sağlayacak Ģekilde sürekli bir dalgalanma gösteren nüfus ve iĢgücü arzı döngüsü oluĢacaktır(Smith, 1993:63-71).

Smith (1776), çalıĢmalarında emek kavramını verimli ve verimsiz emek olarak ayırmaktadır. Smith’e (1776) göre, bir ülkedeki iĢgücünün bölgesel olarak orantılı dağılması emeğin verimini ve büyümeyi artıracaktır. ĠĢgücünün verimliliği konusunda Smith, hammadde üretimine yoğunlaĢan, üretimde aktif rol alarak mamul üretimine somut katkıda bulunan emeği verimli olarak kabul etmiĢtir. Öte yandan sarf edilmesi sonucu insanlara fayda sağlayan, fakat somut olarak bir çıktı ortaya koymayan emeği ise verimsiz emek olarak kabul etmektedir. Örneğin, ev hizmetçisinin yapmıĢ olduğu temizlik sayesinde hizmetçi ve ev sahibi iki taraf da çıkar sağlarken temizlikte kullanılan emek bir çıktı meydana getirmediği için verimsiz kabul edilmektedir. Smith’e (1776) göre, kral, asker, müzisyen, hakim, doktor ve yazar gibi mesleğe sahip olanlar emekleriyle bir değer yaratmadıkları için verimsiz iĢgücüne sahiptirler. Fakat zanaatkâr, tüccar ve imalatçı olanlar ise bir ekonomik değer ortaya koyduklarından ötürü verimli emek olarak değerlendirilmektedirler. Dolasıyla sermaye birikimi üretken olan emek iĢ gücü sayesinde sağlanacaktır. Çünkü üretken olan iĢ gücü sayesinde değer yaratılmakta ve artık değer oluĢturulmakta, iĢ gücünün yaratmıĢ olduğu üretim fazlası ise sermaye birikimini oluĢturmaktadır. Sermaye birikimi sonucunda elde edilen tasarruflar ise yine iĢ gücünün istihdamının sağlanması için kullanılmaktadır. Smith’e (1776) göre, yatırımların oluĢması ve artmasının kaynağı tasarruflar sayesinde gerçekleĢmektedir. Bireyler gelirlerinin bir kısmını harcamayarak tasarruf etmektedirler. Birey yapmıĢ olduğu tasarrufu ya baĢka çeĢitli alanlara yatırım yapmada kullanmakta, ya da faiz karĢılığı tasarrufunu kiraya vererek buradan getiri sağlamaktadır. Burada bireyin sermayesinin artıĢı yıllık gelirinden artırmıĢ olduğu miktardan oluĢtuğuna göre, toplumsal tasarruflarda yani sermaye birikimi de yine toplumda yaĢayan bireylerin

(21)

yapmıĢ oldukları tasarrufların toplamından oluĢacaktır. Smith’e (1776) göre, giriĢimcinin kar etme isteği tüketim ve tasarruf oranını belirlemede en önemli faktördür. Ġktisadi büyüme dönemlerinde ekonomideki sermaye stoku artacağından kar oranı genellikle düĢme eğiliminde olacaktır. GiriĢimlerin kar rekabeti sonucunda kar oranlarının düĢmesine neden olacaktır. Sermaye birikiminde meydana gelen geniĢleme sonucunda ise, giriĢimler kıt olan emek faktörünün üzerine yoğunlaĢacak ve bu da emek talebinin artması sonucu iĢ gücü ücretlerinin artıĢına neden olacaktır. Dolayısıyla Adam Smith sermaye stokunda meydana gelen artıĢ oranının kar oranlarını düĢürüp ücretleri artıracağı yönünde fikre sahiptir. Ġktisadi liberalizm görüĢünü savunan Smith’e (1776) göre, özgür olarak kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalıĢan rasyonel birey aynı zamanda toplumun çıkarlarını da maksimize etmiĢ olacaktır. Smith’in bu yorumu piyasada görünmez elin olduğu varsayımını ortaya koymakta ve toplumsal çıkarların piyasa mekanizması aracılığıyla maksimize edilmesi nedeniyle devletin piyasalara müdahalesine karĢı çıkmaktadır. Smith’e (1776) göre devlet adalet, eğitim ve diplomasi görevlerinin dıĢına çıkmamalıdır. Ġktisadi büyümenin sağlanması için Smith’in bir diğer görüĢü ise dıĢ ticarettir. GeliĢen dıĢ ticaret koĢulları iĢ bölümü ve uzmanlaĢmayı artırarak sermaye birikimine de katkı sağladığı için serbest dıĢ ticaret fikrini savunmaktadır(Harris, 1988:1-9; Smith, 1993:159-161; Taban, 2009:27-32; Lanza, 2012:16-21).

1.2.2. Thomas R. Malthus ve Ekonomik Büyüme

Malthus’ un (1798), yayınlanan nüfusa dair “Nüfus Ġlkesi Üzerine Makale” isimli çalıĢması, doğal kaynaklarla iliĢkili nüfus probleminin ilk sistematik çalıĢmalarından birisidir. Bununla birlikte, Malthus'un Denemesi, genel olarak insanların mevcut besin arzından daha fazla olan besin taleplerini önlemek için, güçlü kontrollerin sürekli olarak yürütüldüğünü vurgulayan ilk çalıĢmadır. Malthus' un amacı, Ġngiliz toplumunda yaĢam standartlarının daha iyi koĢullara taĢınmasını sağlamaktır(Lanza, 2012:16-21).

Malthus’ un (1798) yaptığı çalıĢmalara dayanarak, nüfusun geometrik olarak kontrolsüz bir Ģekilde artmasına karĢılık, gıda arzı aritmetik olarak artmaktadır. Buna göre örneğin, nüfus 1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512 vb. oranında geometrik olarak artıĢ gösterirken, gıda arzı 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10 vb. Ģeklinde aritmetik olarak artıĢ gösterecektir. Malthus(1798), uzun vadede tarımı geliĢtirme çabalarının kontrol altına

(22)

alınamayan nüfus artıĢına ayak uyduramayacağını göstermek için, her yirmi beĢ yılı bir dönem olarak kabul etmiĢtir. Bu yirmi beĢ yıllık her dönemde nüfus katlanarak artarken gıda arzı ile aradaki farkın artıĢ göstermesinden dolayı, nüfus artıĢının kontrol altına alınarak nüfus kontrollerinin olması gerektiğini savunmaktadır. Malthus teknolojinin ve doğal kaynağın yani toprağın sabit kabul edildiği durumda, üretimin emek(iĢgücü) tarafından gerçekleĢtirileceğini varsaymaktadır. Bu varsayıma dayanarak, üretimin nüfus artıĢının gerisinde kalması, nüfus artıĢının gıda arzından fazla artması birey baĢına toplam hasılayı düĢürmektedir. Malthus’ a (1798) göre, emek girdisiyle üretilen ve elde edilen üretim azalan ortalama verime sahiptir. Doğal kaynağın yani toprağın nüfus teorisinde sabit kabul edilmesi nedeniyle, artan nüfus birey baĢına üretim miktarını nüfus arttıkça düĢürecektir. Yani emeğin üretmiĢ olduğu birey baĢına hasıla zaman geçtikçe azalacaktır. Malthus (1798), bu noktadan hareketle hasılanın artırılarak büyümenin gerçekleĢtirilebilmesi için nüfus büyüme hızına dikkat çekmektedir. Malthus’ un (1798) nüfus teorisine göre, nüfus artıĢ oranı doğum oranıyla ölüm oranı arasındaki farka eĢit olarak gerçekleĢmektedir. Malthus doğum oranlarının birey baĢına elde edilen üretim miktarından bağımsız olarak gerçekleĢtiğini varsaymaktadır. Fakat ölüm miktarı birey baĢına üretilen üretim miktarına bağlı olarak artma ve azalma göstermektedir. ġöyle ki birey baĢına hasıla yani üretim miktarının artması bireylerin daha iyi ve sağlıklı beslenmesini sağlayarak ortalama yaĢam süresini artırmaktadır. Bu durumda ölüm oranı doğum oranının altında gerçekleĢecek ve nüfus artıĢı hızlanacaktır. Artan nüfus artıĢı gıda arzının aynı oranda artırılamamasından dolayı nüfusun kötü beslenmesi sonucunda tekrar nüfusun azalmasına neden olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta nüfusun geometrik olarak artması nedeniyle gıda arzının aritmetik artıĢının nüfus artıĢ oranına yetiĢemeyeceğinin varsayılmasıdır. Bunun nedenini toprağın verimliliğini de dikkate alarak inceleyen Malthus, toprağın verimliliğinin artırılabileceğini fakat mevcut teknolojinin sabit kabul edilmesiyle birlikte bunun nüfus artıĢına denk olamayacağını da vurgulamaktadır(Malthus, 1786:6-12).

Malthus’ un (1798) büyüme teorisinin sağlık ve refah dengesi açısından farklı sonuçlarının olduğu görülmektedir. Malthus’ a (1798) göre, artan sağlık hizmetleri ve refah artıĢı insanların yaĢam sürelerini uzatmakta, yeni icat edilen ilaçlarla birlikte bu geliĢmeler ölüm oranını azaltarak nüfus artıĢını tetiklemektedir. Malthus (1798) bu geliĢmeyi olumlu olarak değerlendirmemektedir. Çünkü artan nüfusun kıt olan besin

(23)

arzı nedeniyle daha da fakirleĢeceğini ve yoksulluk içinde yaĢayacağını kabul etmektedir. Bu durum iĢçilerin refahı konusunda da sürmektedir. Malthus (1798) devletin refah dengesini sağlamak amacıyla toprak sahiplerinin rantını iĢçi kesimine dağıtmayı hedeflemesi sonucunda, iĢçi kesiminin daha iyi beslenmesi ve daha sağlıklı yaĢaması durumunda nüfus artıĢ oranı artacak, bu da bireylerin daha yoksul yaĢamasını tetikleyecektir. Malthus’ un (1798) tanımladığı toplumların birçoğunda, sadece nüfus baskısı ve yoksulluk arasında değil, aynı zamanda nüfus baskısı ve savaĢ arasında nedensel bir bağlantı da görülebilir. Yoksulluk ve savaĢı ortadan kaldırmanın tek olası yolu nüfus baskısını azaltmaktır. Bu nedenlere dayanarak Malthus (1798) nüfusun kontrol altına alınmasını olumlu ve olumsuz faktörler olarak ikiye ayırmaktadır. Malthus’ a (1798) göre, nüfusun büyümesini kontrol altına alan olumlu faktörler; ölüm oranın artması, aĢırı olumsuz hava koĢulları, ekonomik bunalım dönemleri, sağlık alanında düĢük ilerleme hızı, salgın hastalıklar, veba, kıtlık vb. nüfusu azaltan olumlu faktörler olarak ele almaktadır. Malthus doğum kontrolleri ve savaĢları ise nüfus artıĢını engelleyen olumsuz faktörler olarak ele almakta bunlara karĢı çıkmaktadır. Malthus bireyin kendini ve ailesini geçindirecek bir ekonomik düzeye eriĢmeden evlenmesi ve çocuk yapmasına da karĢı çıkmaktadır(Malthus, 1786:12-17).

Malthus sermaye sahibi olanların sermayelerini yiyecek üretimi dıĢında diğer karlı alanlara yöneltebileceğini düĢünmüĢtür. Ticaretin kar oranlarının yüksek olması sonucunda giriĢimcinin ticarete odaklanması gıda arzının azalmasına neden olacaktır. Bu durumda azalan gıda arzı ile birlikte yiyecek talebinin yüksek olmasının fiyatları yükseltebileceğini savunmaktadır. Yüksek fiyatlar neticesinde yoksulluğun daha da artacağını, doğadaki kaynakların sınırsız olduğunu kabul etse de bu kaynakların büyüyen nüfusa yetmeyeceğini düĢünmektedir. Malthus endüstriyel geniĢleme ve mal ticareti konularını göz ardı etmektedir. Çünkü baĢka ülkelerle yapılan ticaret endüstriyel geniĢlemeyi sağlayıp mal arzını artırarak geçici bir baĢarı sağlasa da diğer ülkelerin üretimlerine güvenmek Malthus için büyük risk anlamına gelmektedir. Bu nedenle tarım sektörünün imalat sektörüne hammadde sağladığını düĢünerek tarım sektörünün önemini vurgulamıĢtır. Adam Smith ve Robert Malthus’ un aralarındaki en büyük fark, Ġngiltere’ de yaĢamalarına rağmen, sermaye birikiminin sonuçları, ücretlerin artıĢı ve nüfus artıĢıyla ilgili farklı bakıĢ açılarına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Smith, sermaye birikiminin üretkenliği artıracağını ve bu artıĢın emeğin talebini artıracağını savunarak, ücret artıĢını sağlayacağını ileri sürmüĢtür. Bu nedenle bireylerin daha

(24)

yüksek gelir elde etmesi nedeniyle nüfus da artacaktır. Nüfus, emek talebiyle aynı oranda büyüyecektir; diğer bir deyiĢle emek talebi nüfus artıĢını belirleyecektir. Malthus, Smith’in bu fikrine karĢı olarak, nüfusun gıda arzı ile belirlendiğini ve nüfusun emek talebinden ve gıda arzından daha hızlı büyümesi nedeniyle, nüfus artıĢının yoksulluğa neden olacağını savunmuĢ, nüfus artıĢlarının yiyecek stokuyla aynı oranda durdurulması gerektiğini belirtmiĢtir. Malthus’ un büyüme konusundaki fikirlerinin temeline bakıldığında Malthus büyüme modeli ekonominin iĢleme mekanizmasından uzak varsayımlara dayanmaktadır. Bunun nedeni ise, Malthus teorisinde sermaye birikimi ve teknolojik ilerleme ihmal edilmiĢ ve doğru analizler yapılmamıĢtır(Malthus, 1786:17-32; Avery, 2005:8-14; Ünsal, 2007:51-60).

1.2.3. David Ricardo ve Ekonomik Büyüme

David Ricardo (1817), klasik iktisatçılar arasında büyüme kuramına büyük katkılar sağlamıĢtır. Ricardo (1817), yayımlamıĢ olduğu “Principles of Political economy and Taxation(politik iktisadın ve vergilendirmenin ilkeleri)” isimli kitabında öne sürdüğü büyüme modelinde, azalan verimler kanunu ve fonksiyonel gelir dağılımının ücret, faiz ve rant olarak nasıl bir dağılım gösterdiğini ortaya koymaktadır. Ricardo büyüme modeli az sayıda fonksiyonel iliĢki yani varsayım içermesine rağmen genel kural koyucu özelliğiyle önemli sonuç ve genellemelere ulaĢmıĢtır. Bu önemli sonuç ve genellemeler nedeniyle Ricardo’ nun (1817) öne sürmüĢ olduğu büyüme modeli “Ģahane dinamik” olarak adlandırılmaktadır. Modelin çok az sayıda iliĢki içermesi ise Ricardo’nun kusuru olarak değerlendirilmektedir(Hiç, 1970:1-9; Tezel, 1995:151-152; Ricardo,2001:5).

Ricardo (1817) büyüme teorisi, soyut bir özellik içeriyor olsa da o dönemde Ġngiltere’ deki ekonomik durumdan ve problemlerden etkilenmiĢtir. Ġngiltere’ de tasarruf ve sermaye birikimi baĢlangıçta karların yüksek olması nedeniyle yüksek ve hızlı bir artıĢ göstermiĢ, sanayide teknik ilerlemeler belirgin olarak üretimde uygulanmaya baĢlamıĢtır. Teknik ilerleme hızının yüksek olması, sanayide iĢgücü için artan verim kanunun geçerli olmasından kaynaklanmaktadır. Buna karĢılık tarım kesiminde teknik ilerleme ve verimlilik düĢük, ücretler asgari seviyede sabit ve emeğin tamamı istihdam edilerek tam istihdam Ģartlarının geçerli olduğu kabul edilmiĢtir. Bu noktadan hareket eden Ricardo’ ya (1817) göre, nüfus artıĢıyla birlikte tarımsal faaliyet ve tahıl talebi artıĢ göstermiĢtir. Bu nedenle önce yoğun tarımsal üretime baĢvurulmuĢ,

(25)

bunun da talebi karĢılayamaması sonucunda daha sonraki dönemlerde, tarımda azalan verimlerin etkisiyle verimi düĢük olan topraklara yönelme eğilimi baĢlamıĢtır. Bu geliĢmeler nedeniyle tarımsal ürün daha geç ve maliyetli olarak elde edilmiĢ olup, bu da tarım ürünlerinin fiyatlarının yükselmesine neden olmuĢtur. Bu durumda doğal ücret haddi yükselerek rant artıĢıyla birlikte tarım ve sanayi kesiminde karların azalmasına sebep olmuĢtur. Toplam hasıla içinde karın payı giderek azalmıĢtır. Bu azalma sermaye birikimini en düĢük seviyelere çekerek, net yatırımların durmasına sebebiyet verip, sistemin durgun bir yapıya dönüĢmesine neden olmuĢtur. Bu durgunluk halinde ücretler, doğal ücret düzeyinde sabit, nüfus artıĢı ve büyüme durmuĢ, net yatırım ise sıfır olarak gerçekleĢmiĢtir(Alkin, 1984:385-388; Ricardo, 2001:79; Taban, 2009:27-32).

Ricardo’ ya (1817) göre, giriĢimci(sermayedar), emek(iĢgücü) ve doğal kaynak(toprak) üretime katılmaktadır. Üretime katılan bu üretim faktörlerinin hasıladan aldıkları paylar ise; kar, ücret ve rant olarak adlandırılmaktadır. Buna göre;

 ĠĢçi grupları elde ettikleri ücret sayesinde geçimlerini sağlamaktadır. Piyasada oluĢan ücret dengesi iĢgücü arzı ve iĢgücü talebi tarafından belirlenmektedir. Piyasada oluĢan ücret seviyesi doğal ücret seviyesine yaklaĢma eğilimindedir. Çünkü Piyasa ücret düzeyinin doğal ücret düzeyinin üzerine çıkması, geliri artan iĢçilerin nüfusunun daha da artmasına neden olacaktır. Bu durumda piyasada iĢgücü arzı artıĢ göstererek ücretlerin yeniden doğal ücret düzeyine düĢmesine neden olacaktır. Tersi durumda ise piyasa ücret düzeyinin doğal ücret düzeyinin altına düĢmesi durumunda iĢgücü arzı nüfusun azalmasına da bağlı olarak azalacaktır.

 GiriĢimci, karındaki artıĢlar sermaye birikimi ve yatırım isteğini uyarmakta bunun sonucunda giriĢimci sermaye birikimi ve yatırım yapma kararı almaktadır. Ricardo’ ya (1817) göre, ekonomi içerisindeki tasarruf sahibi olan grup giriĢimci gruptur. Toprak sahipleri Ricardo’ ya (1817) göre, gelirlerinin tamamını tüketim harcamalarında kullanmaktadır.

 Rant, doğal kaynağın yok edilmez ve doğada asli unsur olmasından dolayı sahibine sağlamıĢ olduğu geliri ifade etmektedir. Rant geliri azalan verimlerin geçerli olmasından dolayı ortaya çıkmaktadır. Nüfusun artması tarımsal üretimin daha verimsiz topraklarda yapılmasına neden olacaktır. Tarımsal üretim yapanların elde ettikleri ürünlerin piyasa koĢullarının tam rekabete uygun olduğu ortamda satılmasından dolayı fiyatlar en verimsiz topraktan elde edilen üretim

(26)

maliyetine orantılı olarak belirleneceğinden, verimli toprak sahipleri daha düĢük maliyete katlanarak rant geliri elde ederler. Ricardo bu nedene dayanarak rant gelirinin doğanın cömertliğinden değil cimriliğinden kaynaklandığını ve rant gelirinin hak edilmeden elde edildiğini savunmaktadır. Fakat Ricardo rantın ortaya çıkmasını zorunlu olarak görmemektedir. Burada verimli kaynakların artan nüfusa yetecek düzeyde ürün vermesi ya da sermayenin aynı doğal kaynak üzerinde azalan verimler olmaksızın kullanıldığında rant ortaya çıkmayacaktır(Taban, 2009:40-43).

Uzun dönemde üretim faktörlerinin paylarına bakıldığında, karlar asgari seviyeye düĢerek aĢırı kar ortadan kalkacaktır. Ekonominin geliĢmesi ve nüfus artıĢı ile birlikte sermaye birikimi sonucunda rantın payı giderek artacaktır. Uzun dönemde kiĢi baĢına düĢen ücret düzeyi sabit kalacak, fakat nüfus ve çalıĢan sayısının artıĢıyla birlikte azalan verimlerin etkisiyle toplam hasıla içerisindeki ücret miktarı zamanla artıĢ gösterecektir. Bu durumda Ricardo toprak sahibi ile müteĢebbis arasında çıkar çatıĢmasının olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre toprak sahibi oturduğu yerden karını artırırken müteĢebbisin karı tüm çabalarına rağmen azalmaktadır. Ricardo’ nun bu görüĢü bazı çevrelerde zamanla tarımdan vergi alınması ve mülkiyetinin devlet eline bırakılması fikrini de beslemiĢtir. Ricardo’ ya (1817) göre, isçiler ile müteĢebbisin çıkarları arasında ise bir çatıĢma yoktur. Çünkü iĢçi ücretleri zaten asgari geçim düzeyinde gerçekleĢmektedir. Burada iĢçilerin refahını artırabilmek için daha yüksek bir asgari ücret düzeyinin belirlenmesi gerekmektedir. Ricardo’ ya (1817) göre, serbest dıĢ ticaret sonucunda uluslararası iĢbölümü uzmanlaĢma ve karĢılaĢtırmalı üstünlükler dolayısıyla hasılanın artması sonucu ekonomide meydana gelen durgunluk aĢılacaktır. Ödemeler bilançosuna baktığımızda herhangi bir devlet müdahalesine gerek kalmadan otomatik altın standardı teoremi sayesinde dengeye gelecektir(Hiç, 1970:1-9; Ricardo,2001:209-217).

1.2.4. Karl Marx ve Ekonomik Büyüme

Karl Marx (1818-1883), Ricardo gibi 19. Yüzyıl Ġngiltere’sinin ekonomik ve sosyal koĢullarından etkilenmiĢtir. Fakat Marx’ın (1867) teorisi, görüĢleri ve analizleri itibariyle Ricardo teorisinden farklılıklar göstermektedir. Marx (1867), kapitalist sistem içerisindeki karmaĢıklığın büyümede sürekliliği sağlayacağını, fakat büyüme esnasında bu karmaĢıklıkların sistemin çöküĢüne neden olacağını savunmaktadır. Süreç içerisinde

(27)

kapitalist toplumun sosyalist bir topluma dönüĢeceğini savunarak analizlerinde Ricardo’ nun emek-değer teorisinden faydalanmıĢtır. Marx (1867) eski büyüme okulunun son temsilcisi olarak klasik iktisatçılar arasında teknolojik yeniliklere özel önem vermiĢtir(Gürak, 2006: 79-82; Çiftçi, 2015: 15).

Marx’ın (1867) teknolojik yeniliklere önem vermesinin yanında büyüme modelinin içerisinde, nüfus artıĢı ve yatırımlar da yer almaktadır. Emeğin verimliliğinde meydana gelen artıĢın nedeni yeni teknolojilerin kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Fakat Marx (1867) teknolojik yeniliklerin emeğin verimliliğini artırdığını göz ardı etmektedir. Teknolojinin emeğin verimliliği ve ekonomik büyümeye etkisinin dıĢında emeğin artı değerini yani emeğin sömürüsünü nasıl meydana getirdiğini dikkate almaktadır. Bu nedenle Marx’ ın incelediği büyüme teorisi artı değer ve yatırım miktarı temeline dayanmaktadır. Teknolojik yeniliklerin amacı baĢka bir deyiĢle artı değeri artırmaktır. Emek verimliliğinin artması ise birim zamanda kullanılan emek/zaman miktarının daha düĢük seviyeye indirilmesi olarak belirlenmektedir(Marx, 1883:300-305).

Marx analizlerinde Ricardo’ nun (1867) emek-değer teorisini dikkate aldığı için kullanım ve değiĢim değeri kavramlarını kullanarak, bir ürünün değerini yine o ürünün oluĢturulmasında kullanılan emek miktarı olarak belirlemektedir. Bu emek miktarı ise bireyin sahip olduğu zihinsel ve fiziksel emek miktarından oluĢmaktadır. Marx’ a (1867) göre;

P= Yıl içerisinde iĢçi baĢına üretilen değer C=Aynı yıl içerisinde üretilen sabit sermaye

V=Aynı yıl içerisinde üretilen değiĢken sermaye S=ĠĢçi baĢına artı değeri göstermek üzere,

P=C+V+S eĢitliği oluĢmaktadır. Bu eĢitliğe göre, yıl içerisinde iĢçi baĢına üretilen değer, aynı yıl içerisinde üretilen sabit sermaye, değiĢken sermaye ve iĢçi baĢına düĢen artı değerin toplamından oluĢmaktadır. Burada sabit sermayeyi emeğin verimliliğini artıran makine, araç, gereç, bina, ulaĢtırma ve enerji teçhizatları oluĢturmaktadır. Marx’ a (1867) göre, artı değer yaratabilmek için sabit sermaye unsurları gerekli, fakat değer yaratmak için yeterli değildir. Çünkü bu unsurlar tek baĢlarına değer yaratmamakla birlikte emeğin fiziki verimliliğine katkı

(28)

sağlamaktadırlar. DeğiĢken sermaye ise, yeni iĢgücü çalıĢtırabilmek için kullanılan sermaye miktarını ya da çalıĢtırılan emeğe ödenen ücret miktarını göstermektedir. Artı değer kavramına baktığımızda ise, sabit sermaye ile değiĢken sermaye arasındaki farkı oluĢturmakta yani GSMH ve bu hasılayı oluĢturabilmek için gerçekleĢtirilen harcamalar ile toplam değer olarak açıklanabilir. Farklı bir deyiĢle artı değer, rant, gayri safi kar ve faiz gelirlerinin toplamından meydana gelmektedir. Ekonominin tamamı için safı hasıla ise toplam artı değer ile değiĢken sermayenin toplamından oluĢmaktadır. Marx’ ın (1867) modelinde ekonomik büyümenin seyrini belirleyen oranlar;

1) Artı değer oranı: a=

2) Kar oranı: k=

3) Sermayenin organik bileĢimi: b= veya b=

Bu ifadelerden yola çıkarak kar oranının pay ve paydasındaki değerleri değiĢken sermayeye bölersek;

K=

( ) ifadesine veya b= olmak üzere

K=

( ) ( ) ifadesi elde edilmektedir(Marx,

1883:150-154).

Bu ifadenin anlamı ise, artı değer oranı ile sermayenin organik bileĢimindeki değiĢim kar haddindeki değiĢmeyi belirlemektedir. Ekonomik büyüme ise kar oranı tarafından belirlenmektedir. Artı değer oranı sabit iken, sermayenin organik bileĢiminde meydana gelen artıĢlar kar oranın azalmasına neden olacaktır. BaĢka bir ifade ile sabit sermaye yatırımları rekabet nedeniyle artıĢ göstererek artı değer oranı yani sömürü oranı sabit olduğundan kar oranı düĢme eğilimi göstermektedir. Bu durumda kar oranın sıfır olması nedeniyle artık yatırımlar durmuĢ ve efektif talep azaldığından dolayı buhran kaçınılmaz olmaktadır. Dolayısıyla Marx’ a (1867) göre, yeni teknolojilerin daha fazla sabit sermaye harcaması gerektirmesinden ötürü kar oranları düĢmektedir. Gerçekte ise Marx’ ın iddialarının tersi durumlar ortaya çıkmakta, yeni teknolojilerin kullanılmasıyla birlikte iĢgücünün verimliliği artmakta ve bu da artı değerin artmasını sağlamaktadır. Bunun sonucu olarak zaman içerisinde sabit yatırımların artması, kar oranlarını

(29)

azaltmamaktadır. Marx’ın bu gerçeklikten uzak kalmasının nedeni, modelde yeni ulaĢılan teknolojileri sömürü aracı olarak görmesi ve bu sömürüyü ispat etmeye çalıĢmasından kaynaklanmaktadır.

1.3. Keynesyen Büyüme Teorileri

Klasik iktisat teorisi, birinci dünya savaĢının baĢlamasına kadar olan süreye kadar tartıĢmasız olarak geçerliliğini sürdürmüĢtür. Ekonomi küçük ve geçici sapmaların dıĢında tam istihdam seviyesinde ve dengede kalmıĢtır. Birinci dünya savaĢının baĢlaması ve 1929 yılında ortaya çıkan büyük buhranın etkisiyle Klasik iktisat teorisinin varsayımları temelden sarsılmıĢtır. Bu dönemde batılı ülkelerde meydana gelen iĢsizlik ve tam istihdamdan sapma koĢulları eleĢtirilere konu olmuĢtur. Klasik iktisat teorisine en sert eleĢtiri John Maynard Keynes (1936) tarafından yapılmıĢtır. Keynes (1936) iĢsizliğin nedenini yayınlamıĢ olduğu “The General Theory of Employment, Interest and Money (Ġstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi)” isimli kitabında talep yetersizliğinden kaynaklı olarak açıklamıĢtır. Yani Keynes’e (1936) göre, ekonomideki istihdam ve gelir düzeylerini Klasiklerin varsaymıĢ olduğu arza iliĢkin faktörler değil, talebi oluĢturan faktörler belirlemektedir. Keynes ülke ekonomilerinin resesyondan kurtulabilmelerinin çözümü olarak talep geniĢlemesini dikkate almıĢtır. Keynes’in teorisinin ortaya çıkıĢ noktası olarak 1929 büyük buhranın önemi çok büyüktür. Dönemin ekonomik koĢulları gereği Keynes’ in çalıĢmalarında dikkate almıĢ olduğu temel unsur toplam talepte meydana gelen değiĢmelerin istihdam hacmi ve gelir üzerindeki etkileri olmuĢtur. Keynes’e (1936) göre, talebin geniĢlemesi sonucunda stoklar eriyecek, stokların erimesi yatırımları teĢvik edecek, artan yatırımlar ekonomiyi eksik istihdam durumundan tam istihdama taĢıyarak, ekonominin büyümesini de hızlandırmıĢ olacaktır. Burada Keynes artan yatırımların geliri artırmasına yoğunlaĢarak, artan yatırımların kapasite artırıcı etkisi üzerinde durmamıĢ, aynı zamanda modelde teknolojik yeniliklere ve nitelikli emek konularına da değinmemiĢtir. Çünkü o dönemin özelliklerinin de etkisiyle Keynes’in (1936) amacı uzun dönemli büyümeyi sağlamak değil ekonomiyi resesyondan kurtararak eksik istihdamdan tam istihdama geçiĢi göstermek olmuĢtur. Bu nedenle Keynes, resesyon durumundaki bir ekonominin durgunluktan kurtulabilmesi için ilk ivmenin nasıl alınabileceği ile ilgilenmiĢ, büyüme durumunda olan bir ekonominin sorunları ise göz ardı edilmiĢtir(Keynes, 1961:313-320; Tily, 2007:29-35).

(30)

Keynes’ in (1936) incelemiĢ olduğu bu teori, ekonomi literatürüne büyük katkı sağlamıĢ olsa da statik bir yapıya sahip olduğu için uzun dönemli ekonomik sorunları incelemekte yetersiz kalmıĢtır. Modeli dinamik ve uzun dönemli analizlerde kullanılabilir hale getiren R.F. Harrod (1939) ve E. Domar (1947) olarak bilinmektedir. Keynes modelini dinamik hale getirirken Harrod (1939) ve Domar (1947) birlikte çalıĢmasalar da vardıkları bulgular bakımından birbirlerine çok yakın sonuçlara ulaĢmıĢlardır. Harrod (1939) ve Domar (1947) sürekli büyüme koĢullarını analiz ederken, yatırımların kapasite artırıcı etkisi ve talep koĢullarını artırıcı etkisi arasında bir dengenin olması gerektiğini ileri sürmüĢlerdir. Harrod (1939) ve Domar (1947) modelleri, ölçülebilir değiĢkenlerle çalıĢmaları bakımından önem arz etmektedir. Günümüzde birçok ekonomik sorunun çözümünde dünyada genel kabul görmüĢ bir model olarak önemlidir. Birbirlerine çok yakın olan varsayımlarından dolayı Harrod ve Domar’ ın geliĢtirmiĢ olduğu dinamik büyüme modelleri Harrod- Domar modeli olarak anılmaktadır. Fakat bu baĢlık altında Harrod ve Domar modeli birbirinden ayrı olarak bireysel ele alınacaktır(Alkin, 1984:401-404).

1.3.1. Domar Modeli

Evsey D. Domar (1947), yazmıĢ olduğu “Expansion and Employment(Büyüme ve Ġstihdam)” isimli yazısında istihdam ve büyüme arasındaki iliĢkiyi ele almaktadır. Domar’ dan önceki dönemde Keynes, çalıĢmasında tüketim ve tasarruf harcamalarının gelir seviyesine bağlı olduğu varsayımından hareketle, yatırımların çarpan mekanizması aracılığıyla gelir seviyesini artırdığını öne sürmüĢtür. Keynes yatırımların gelir artırıcı rolünü hesaba katmıĢ, fakat yatırımların kapasite artırıcı etkisini hesaba katmamıĢtır. Keynes’in bu statik analizinde dikkate alınmayan yatırımların kapasite artırıcı etkisi dinamik bir model olan Domar’ ın büyüme analizine konu olmuĢtur(Domar, 1946:139; 1947:34-35). Domar analizlerinde bazı basitleĢtirici varsayımlara yer vermektedir. Bunlar genel itibariyle;

 Domar’ a (1946) göre, fiyatlar genel seviyesi sabittir.

 Domar’ a (1946) göre, üretimde meydana gelen artıĢ, yatırım harcamalarını artırmakta, artan yatırım harcamaları ise gelir artıĢına neden olmaktadır. Yani ekonomide incelenen faktörler arasında bir gecikme yaĢanmadan birbirlerine olan etkileri gözlenmektedir.

(31)

 Domar’ a (1946) göre, ekonomi içerisinde kamu harcamalarına yer verilmemiĢtir.

 Domar (1946) büyüme modelinde, ekonominin dıĢa kapalı olduğunu varsaymıĢtır. Domar yapmıĢ olduğu bu varsayımıyla uluslararası ticaretin ekonomik büyüme üzerindeki etkisini göz ardı etmektedir. Bunun amacı ise özel sektör yatırımlarının kapasite artırıcı etkisi üzerinde yoğunlaĢmaktır.

 Domar’ a (1946) göre, ekonomi tam istihdam seviyesinde dengededir.

Domar büyüyen bir ekonominin denge Ģartlarını analizine konu edinmiĢtir. Domar büyüme modelinin asıl hareket noktası, tam istihdam seviyesinde devamlı büyümenin sağlanması olarak tanımlanabilir. Domar bu sistemin denge koĢullarını yani yatırımların gelir artırıcı ve kapasite artırıcı etkilerini denkleĢtirmeye çalıĢmaktadır. Ekonominin büyüme sürecinde yatırımların gelir ve kapasite artırıcı etkileri dengeli olarak kontrol edildikçe, kronik enflasyon ve eksik istihdam sorunlarıyla karĢılaĢılmayacağını dengeli bir büyümenin gerçekleĢeceğini savunmaktadır. Aksi durumda iĢsizlik ve enflasyon ortaya çıkacaktır. Bu varsayımdan hareketle, eğer yatırımlar sonucu elde edilen gelir artıĢı yatırımların kapasite artıĢından büyük ise sonuç enflasyondur. Fakat yatırımların ortaya çıkartmıĢ olduğu kapasite artıĢı gelir artıĢının üzerinde gerçekleĢirse iĢsizlik yani eksik istihdam ortaya çıkacaktır. (Domar, 1947:35-36).

Ülkeye yapılan net yatırımların sonucu olarak sermaye stokuna ilaveler gerçekleĢmektedir. Net yatırımların özelliği ekonomi içerisinde üretken kapasiteyi artırarak ekonominin potansiyel gelir düzeyini artırmaktadır. Domar’ a (1947) göre, üretken kapasitede meydana gelen değiĢim, yatırım düzeyi (I) ve yeni yatırımın ortalama sosyal verimliliğine (σ) bağlıdır. Burada sosyal verimlilikten kasıt, yatırımların tek baĢına ortaya çıkarmıĢ olduğu gelir artıĢının aksine ekonominin tamamında meydana getirmiĢ olduğu net gelir artıĢı olarak tanımlanmaktadır.

Domar modelinde, sermayenin marjinal ve ortalama verimliliği eĢit kabul edilmektedir. Yani, . Öte yandan herhangi bir dönemde yapılan net yatırım (I), sermaye stokundaki değiĢmeye (ΔK) eĢittir. Yani I= ΔK’ dır. Ġfadesinde ΔK yerine (I) konulduğunda olmaktadır. Buradan ΔY= I×σ sonucuna ulaĢılmaktadır. Buradan hareketle üretim kapasitesindeki artıĢ olarak ifade edildiğinde,

(32)

= I×σ (1.1)

Ekonominin artan üretim hacminin fiili üretim artıĢına dönüĢebilmesi için, önce harcamaların yani talebin, dolayısıyla üretimin artması gerekir. Toplam talepte meydana gelen artıĢı belirleyen öğe ise, yatırımların gelir artırıcı etkisidir. Domar büyüme modelinde yatırımların gelirde ve toplam talepte meydana getirdiği artıĢ miktarı çarpan prensibiyle açıklanmaktadır. Bu durumda,

(1.2)

Formülde, gelirde meydana gelen değiĢikliği, net yatırımlarda meydana gelen değiĢmeyi, α marjinal tasarruf eğilimini ifade etmektedir. Toplam talepte meydana gelen artıĢ, artan üretim hacminin tamamını kullanacak kapasiteye sahip ise tam istihdamda dengeli büyüme söz konusu olmaktadır. Domar, dengeli büyüme oranını, kaynakların tam istihdam düzeyinde olduğu duruma denk gelen gelirdeki artıĢ oranı olarak tanımlamaktadır. Bu duruma, üretim hacminde meydana gelen değiĢimlerin ( , efektif talepteki değiĢmelere ( eĢit olduğu anda ulaĢılır.

= (1.3)

Burada formülün değerlerini yerine koyduğumuzda;

I×σ = (1.4)

Formülde verilen değerleri net yatırımlarda meydana gelen değiĢmeyi gösterecek Ģekilde düzenlediğimizde;

(1.5)

Domar’ ın (1947) elde etmiĢ olduğu bu sonuca göre, büyüyen bir ekonomide üretim kapasitesinde meydana gelen artıĢın, aynı seviyede bir talep miktarı ile karĢılanabilmesi için, yatırımların yıllar itibariyle yatırımların ortalama sosyal verimliliği ile marjinal tasarruf eğiliminin çarpımından elde edilen miktarla aynı oranda artırılması gerekmektedir(Domar, 1947:39-42).

1.3.2. Harrod Modeli

John Maynard Keynes’ in (1936) yayımlamıĢ olduğu “Ġstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli kitabında yatırım harcamalarının kapasite artırıcı etkisini ihmal

(33)

eden statik bir analiz geliĢtirmiĢ olması, bundan bir yıl sonra Roy F. Harrod (1937) tarafından “Mr. Keynes and Traditional Theory” baĢlığını taĢıyan makalesinde eleĢtirilmiĢ Harrod’ un (1939) yazmıĢ olduğu “An Essay in Dynamic Theory” baĢlıklı makalesinin ana konusunu oluĢturmuĢtur. Harrod (1939), Dinamik Teoride yatırımların toplam talep ile birlikte kapasite artırıcı etkisini dikkate alarak, büyüyen bir ekonomi içerisinde piyasa mekanizmasının otomatik olarak tam istihdamı sağlama imkânının olup olmadığını, Keynes’ in geliĢtirmiĢ olduğu statik modelin dinamik ve büyüyen bir ekonomiye uygun olup olmadığını araĢtırmıĢtır. Harrod’ da Keynes gibi ekonomide eksik istihdam dengesinden sürekli bir tam istihdam seviyesine ulaĢmayı hedeflemiĢtir(Harrod, 1937:74-75).

Harrod’ un (1939) büyüme modelinde iki belirleyici değiĢken bulunmaktadır. Bunlar tasarruflar ve yatırımlardır. Ekonomik denge mekanizması içerisinde tasarruflar düzenleyici görev üstlenmiĢtir. Harrod tasarruf fonksiyonunda bir gecikmenin olmadığını varsaymıĢ, marjinal ve ortalama tasarruf eğiliminin birbirine eĢit olduğunu kabul etmiĢtir. Buna göre tam istihdam durumunun süreklilik arz edebilmesi için, sermayenin marjinal verimliliği, yatırım ve hızlandıran Ģeklindeki değiĢkenlerin tasarruf oranlarına uyum sağlaması gerekmektedir(Harrod, 1939:14).

Harrod’ a (1939) göre tasarruflar, milli gelirin basit oransal bir fonksiyonudur.

S: Tasarruf

s: Marjinal Tasarruf Eğilimi Y: Milli Gelir, olduğuna göre;

S=sY (1.6)

olarak yazılabilir. Harrod’ un sözünü ettiği tasarruflar planlanan tasarruftur. Harrod’ a (1939) göre, üretim planları öncelikli olarak belirlenmekte ve planlanan tasarrufun daima gerçekleĢeceğini savunmaktadır. Bu Harrod modelinin davranıĢsal varsayımını ortaya koymaktadır. Planlanan tasarrufun gerçekleĢmesi için bundan önce üretiminde planlanan seviyede gerçekleĢmesi gerekir. Buna göre, Harrod’ un (1939) büyüme modelinde üretim planları satıĢtan önce gelir ve tahakkuk eder. Harrod’ a (1939) göre, planlanan tasarruflar ( ), gerçekleĢen tasarruflara ( ) eĢittir. GerçekleĢen tasarruf ( ) ise, gerçekleĢen yatırıma ( ) eĢittir.

Referanslar

Benzer Belgeler

Toroslar, Doğu Karadeniz Dağları ve iç kesimlerdeki volkanik dağların yüksek kesimleri buzullarla kaplanırken, meydana gelen regresyon olayları sonucunda deniz

Sincan-Uygur özerk bölgesi(Doğu Türkistan): 1955’te Çin Halk Cumhuriyeti toprakları içinde Urumçi olan Sincan-Uygur bölgesi özerk bir bölge olarak kabul edildi.1960..

Elde edilen panel veri modelinin analizinde, çalışmanın veri setini oluşturan G20 ülkelerine ait fiziki sermaye harcamaları kriterlerinden olan, Sabit

Biyocoğrafya (Canlılar Coğrafyası): Topluluklar halindeki bitki ve hayvanların yeryüzündeki dağılışını ve bu dağılışta etkili olan faktörleri inceler..

Tablo 5’te hata düzeltme modeli yardımıyla elde edilen kısa dönemli katsayılar incelendiğinde para talebi modeli için uzun dönemli bulguları destekler nitelikte kısa dönemde

Çalışmada beşeri sermaye ve eğitim indeksi ile ekonomik büyüme arasında çift yönlü nedensellik, okullaşma indeksinden ekonomik büyümeye doğru tek yönlü

Bölüm: Türkiye’de Buzullar ve Buzul (Glasiyal) Şekilleri Prof1.

Pasajdaki “ Bulunmaz Kültür Merkezinde elektro ve akustik gitar dersi veren 31 yaşındaki Adem Kızılkan “pasajın bunaltıcı havasının inşam çektiğini” söylüyor,