Sanat Dergisi'nin yazı dizisi: Türklerde Opera-Üperada Türkler (1)
Türkiye'ye ilk opera topluluğu 1797'de,III. Selim
döneminde geldi ve Sarayda temsil verdi
- FARUK YENER
Latincede “ yapıtlar” an lamına gelen “ opera” söz cüğü ile bildiğimiz sanat türü, Rönesans ürünlerin den biri olarak kabul edilir. Tarihsel oluşumuna göz a- tarsak, operanın R ön e sans’la bağlantısını gözleriz kolayca; doğum yeri Flo ransa, doğum tarihi 1594’ - dür bu sanatın. Daha önce leri de opera tanımına pek uymamakla birlikte müzikli sahne yapıtlarının her çağın gösteri türleri arasında yer aldığı büiniyor. Eski Yu- nan’den başlayarak oyun lara müzik katıp, olayları, günlük yaşantıyı, duygusal tepkileri sahnede daha etkin vermek, öteden beri in sanlığın başvurduğu gösteri düzenlerinden biri olarak kullanılmıştır. İtalya'da, ö- zellikle Roma çağından son ra, ortaçağda ve onu izleyen yüzyıllar boyu "Commedia del Arte” nin, klasik İtalyan tiyatrosunun, müzik katım - h örnekleri yaygınlaşmış, 12 ve 13’üncü yüzyıllarda ise opera anlamına daha yakın örnekler doğmuştur. Bunlardan biri Fransız bes tecisi Adam de la Hail’in bir oyunudur, elimizde bulunan belgeler bu oyunun opera tanımlamasına oldukça u- yarlı bir yapıt olduğunu göstermektedir.
Rönesans'ın gelişiminden sonra coşkun kültür ve dü şün hareketleri saray top lantılarına y o l açm ıştı. Bunlardan en önemlisi “ Ca- marata Fiorentina” , genel likle sanatla ilgili bir top luluktur. Grupta, çağın ba zı bestecüeri, ozanları, dü şün adamları Kont Bardi ve Corsi’nin saraylarında top lanm ış, eski Y u nan ’ dan sonra müzikli oyun türlerini inceleyerek, o çağın zevki
ne, anlayışına uygun bir yapıtm doğup doğamayaca- ğı konusunda tartışmalara girişmişlerdi. Bunların ara sında ozan Ottavio Renuc- cini bir metin taslağı yaza rak Jacopo Peri adlı bes teciye vermiş, Peri’nin 1594 yılında besteleyip K ont Bardi’ye sunduğu ve Palaz zo Pitti’de oynanmasına o- lanak sağladığı “ Dafne” ad lı yapıt böylece doğmuştu.
insanlık, ne yazık ki bu operanın ne yazışma, ne de notasına sahip bulunuyor. Peri, 1596 yılında ikinci bir yapıtm çalışmalarına baş lamış, ilk yapıtm verdiği esin ve güçle “ Euridice” adlı bir opera daha doğmuş tur. Konular genellikle eski Y unan’ a dönüş özlemini yansıtmaktadır, Grek mito- logyasıyla ilintilidir. Bu öz
lem uzun süre gidecek, batı insanları opera sahnelerinde yüzyıllarca bu tür konulan izleyecektir. “ Euridice” eli mizde partisyonu ve yazı lan bulunan ük operadır. Çalgılan ortaçağ çalgılan- dır. Ses partileri, arya ka lıplan, üslup ve yapı biçimi, klasik operaya uyarlı plan gösterir ve bu nedenledir ki operanın ük örneği olarak kabul edilir.
Opera, sahnelere girdik ten sonra hızla oluşmuş, bu yeni gösteri türüne karşı İtalya’da gelişen ügi yavaş yavaş Avrupa’ya yayılma ya başlamıştır. 1618 yümda Salzburg’da, 1626’da Viya na’da, 1627’de Prag’da ük opera temsilleri görülmüş, genellikle İtalyan operası et kisindeki yapıtlar halk tara fından ügiyle karşılanmış
tır. 1627 yümda Venedik’te açılan ve San Cassiano adlı emprezaryonun güdümünde bulunan bir sahne, opera sanatını daha geniş biçimde tanıtma yolunda çaba gös termeye koyulmuştur. Baş lan gıçta sarayda doğan opera, belirli bazı sınıfların bu arada soyluların, varlık- lılann tekelinde kalan sanat türü olarak yorumlanmıştı. Venedik’te görülen bu dav ranışla opera ük kez halka dönük bir sanat türü haline gelmiş, opera sahnelerinin başlıca kentlerde şaşüacak hızla yer aldığı görülmüş tür. Günümüzün sineması gibi. Batıda halkın başlıca eğlence gereksinmesini kar- şüar bir duruma gelmişti o- pera artık.
İlgi giderek yoğunlaşı yordu. Ses sanatçüan gü nümüzdeki sinema oyuncu ları gibi karşüamyor, her birinin ünü kentten kente ulaşıyor, ülkeden ülkeye yayüıyor, değişen zevklere uygun yeni opera örnekleri doğuyordu. Opera kendi içinde gelişim, oluşum ve aşama çabasını yüzyıllar boyunca sürdürerek çağımı za değin geldi. Bu arada I- talya’da önceleri mitolojik konularla işlenen metinler, daha sonra günlük olaylara doğru kaymaya başlamış, büyük “ opera seria” - “ cid di operalar” doğmaya ko yulmuş, bu operaların tem silleri arasında “ İnter- mezzo” denilen küçük, gü lünçlü müzikli oyunlar su nulmaya başlanmış, böyle ce “ opera buffa” denüen gülünçlü opera türünün ük örnekleri belirmişti. “ Opera buffa” İtalya’da G.B. Per- golesi üe, Fransa’da J.J. Rousseau üe gelişerek hal-
(,Sayfayı çeviriniz)
©
1789 Mayısında Berlin de oynanan “Saraydan Kız Kaçırma"dan bir sahne
kın pek sevdiği bir oyun türü oluvermişti.
İtalya’da opera sanatı ö- zellikle 19’uncu yüzyılın ilk yansında Latin inançlarına, “ Commedia del’ Arte” zev kine uygun anlayışla kendi ne özgü kalıplar içinde sü- redursun, beri yanda A l man operası da gelişme yoluna girerek, Chr. W . Gluck ve W .A . Mozart’dan sonra Özellikle L. van Beet hoven ve C.to. von We- ber’in etkisiyle büyük aşa malar göstermiş, Richard Wagner’in “ müzikli dram” - lanyla bu aşamanın doru ğuna ulaşmıştı.
Opera güneyde varlığım korur, kuzeyde Wagner’le büyük yetkinliğe varırken, bazı çevrelerde kuşkular başgöstermiş, G.Verdi ve R.Wagner’in bunaltıcı bas kılan yeni atılıştan engel leyen nedenleri oluşturmuş, daha sonralan 20’ nci yüz yılın zevk anlayışı bu türü toplumsal olayların etkileri ne sürüklemiş, yeni dene melerin zorunluluğu
baş-©
göstermiş, tüm sanat a- kımlan paralelinde bir ope ra anlayışı doğmuştur. Bu anlayışın ürünü bugün tür lü besteciler tarafından or taya konmakta, gelişimini hâlâ sürdürmektedir. Gü nümüzde opera işletme so runu daha çok sanatçıların yeteneklerine, büyük öde melere, olanaklara dayanan bir olaydır. Bu durum 19’- uncu yüzyıl ortalarına doğ ru belirmişti. Aynı yüzyılın başlarında halka inmiş olan opera, ikinci yarısından sonra artık kendini besle yemez bir gösteri türü du rumuna gelmiş, yetersizliği özellikle parasal alanda be lirmiş, bu arada sanatçı ların sosyal güvenlerinin sağlanm ası zorunluluğu, ünlü şarkıcıların yıldız sis temine kaymaları bu duru mu hazırlamıştır. Bu sonuç, lirik dram sanatım saray ların, demeklerin, varlıklı- lann koruyuculuğuna doğru kaydırmıştır. Gene bu ne denlerle günümüzde opera türü, bütün dünyada büyük ölçüde devlet himayesinde, | devlet yardımıyla
yürümek-iolda); Türkiye'de opera seyreden ilk padişah III. Selim te olan gösteri biçimidir.
Opera sanatı kendi ta rihini yaratırken, Türkiye’ de de opera ile ilintili bazı hareketler belirmeye başla mıştır.
Bu yeni türün Türkiye’de duyulması nasıl olmuştu? Bu konuda eldeki belgeler 17. yüzyıla uzanıvor. Sul tan IV. Mehmed’in kızı Ha tice Sultan’la ikinci Vezir Mustafa Paşa’nın düğünleri nedeniyle Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, 17’nci yüz yılın sonlarında Venedik el çisi Giacomo Querini aracı lığıyla Venedik’ten bir ope ra trupu getirtip İstanbul’ da gösteriler yapılması için emir vermiştir. Bir başka söylenti de bu gösterinin 1675 yılında Şehzade Mus tafa'nın (daha sonra Sultan II. Mustafa) sünnet düğü nü nedeniyle yapılması is tendiği yolundadır. Vene- dik’den o çağda bir opera trupunun, şarkıcılarıyla, korosu yla, orkestrasıyla kalkıp gelmesi büyük so run. Yapılan çağrıyla dü ğün tarihi arasında çok kısa
bir süre var. Sonuçta, Ve- nedik’den İstanbul’a bir trupun getirtilip İstanbul’ da temsiller düzenlemesi gerçekleşemez. Bu olayı o çağ İstanbul’daki Fransız elçisi Marquis de Nointel’in Paris’e yazdığı bir rapordan öğreniyoruz. Elçi, olayı bil dirirken: “ işte, diyor, bu insanlar da görüyorsunuz o- peraya ilgi göstermeye baş ladı.” Ve biraz da alaycı bir deyişle “ Nasıl olur da Tür kiye’de opera oynanır, ben de hayretler içerisinde kal dım ...” diye ekliyor. Türk- lerin opera konusunda ilk bilgileri 1660 yıllarında e- dindikleri sanılır. 1670 yıl larında Eremiya Kömür- cüyan adlı bir Ermeni’nin şiirinde geçiy or “ op era” sözcüğü. Şiirde Hıristiyan bir Arnavut, sevgilisine, Eflak Prensi’nin başkentin de kutlayacakları görkemli düğünlerini anlatırken şöyle diyor:
“ Bezedup evler, divan- haneler/Mum donanmalar ve operalar/Sohbet ve mec lis şöhret bulalar/Baka gör seyran-azimi, dostum!”
Operanın varlığı ile Türk- lerin enine boyuna haber- lenmesi 1719 yılında Yirmi- sekiz Çelebi Mehmet Efen- di’nin Paris elçiliğiyle baş lar. Paris’e Sultan III. Ah met tarafından gönderilen Çelebi’nin seyahatnamesini ya da operaya ait olan bölümünü okumuş olanlar bilirler, elçi o zaman, 9 yaşında bulunan Fransa Krah XV. Louis tarafından kabul edilir, ağırlama töreni boyunca bir de opera gös terilir. Çelebi, büyük olası lıkla J.B. Lully’nin bir ope- ra-balesi olan gösteriye hayran kalmıştır. Sarayda ki operada neler gösterildi ğini, türlü dekorların nasıl değiştiğini, dansları uzun uzun anlatır, opera türünün parasal bir iş olduğunu da ekler sefaretnamesinde. Çe lebi Mehmet Efendi’nin an lattıklarından sonra diğer bazı elçilerimizin de A v rupa’daki görevleri boyunca operalara gittikleri, ger çekten etkilenip memleket lerinde de olması özlemini duyarak İstanbul’a bildir dikleri kesin. Bunlardan biri, 1748 yılında Sultan I. Mahmud’un Avusturya Im- paratoriçesi Maria There- sia’ya gönderdiği Mustafa Hatti Efendi, operayı Vi- yana’da seyretmiş, uzun uzun bu sanat çevresindeki düşünlerini yazmıştır. Yir- misekiz Çelebi Mehmet E- fendi gibi. 1757 yılında Sul tan III. Mustafa'nın gene
Viyana'ya gönderdiği Girit li Ahmed Resmî Efendi de opera sanatından söz ediyor mektuplarında. 1797 yılın da III. Selim’in Berlin’de elçi olarak görevlendirdiği Ahmed Azmi Efendi, gör düğü operalara hayran kal mıştır. Bu sanatın çok ho şuna g ittiğ in i, bunların memleketinde de gerçekleş mesinin ne kadar yerinde olacağım Babıâli’ye bildirir. 19’uncu yüzyılın başında Sultan III. Selim’in Pe- tersburg’a gönderdiği Rasih Efendi de opera hakkında
(Devamı 33- sayfada)
SANAT KOZLARIMIZI KULLANALIM
VEDAT NEDİM TÖR
A tatü rk K ültür Sara- yı’nın yeniden halka açılışı şerefine Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen çok zengin sanat programla rında —“ Othello” temsili dışında— hepsi dünya ö l çüsünde güzel örneklerin zevkini tattık.
Adnan Saygun’un "Y u nus Emre Oratoryosu” , İdil Biret’in solist olarak katıl dığı Cumhurbaşkanlığı Or kestra Konseri, yine İdil Biret’in resitali, arkasın dan Ankara Opera Bale si’nin “ Romeo Jüliet” ve “ Midasm Kulakları” tem silleri “ Sanat hayatı olm a yan bir ulusun can damar larından biri kopmuş de mektir.” diyen Atatürk’ün ruhunu şâdedecek büyük
başarılardı.
Daha A n k a ra ’da otel yokken, yani hanlarda ge- celenirken bir lok a n ta yokken, yani aşçı dükkân larında yemek yenirken, O, eşsiz ve tek adam Avru pa’ya müzik ve resim ö ğ rencileri g ön d erm işti. O'nun müzik tahsili için Avrupa’ya gönderdiği bu öğrenciler arasından Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Haşan Ferit Alnar. Ulvi Cemal Erkin, Necil Kâzım Ak ses gibi kompozitörle rimiz yetişti. Yine en tanın mış rpju)amlanmi7. da O'nun A v ru p a ’ ya g ön d erd iğ i gençler arasından ç ık tı. Kari Ebert gibi birçok ya bancı uzmanın işbiriiğiyle Ankara Konservatuvannı kurdu. Yine Cumhurbaş kanlığı O rk estrasını da Pretorius gibi kudretli şef ler ve artistlerle güçlendir di. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisini de dünyaca tanınmış ustalarla donattı.
“ İstanbul Darülfünunu m ü lgadır’ ’ diyen tek maddeli kanunla ve Hit- ler’in gazabın dan kaçan dünya ölçüsünde ünlü pro fesörlerle kurulan “ İstanbul Üniversitesi” , Ankara’daki Dil ve Tarih Coğrafya Fa kültesi, yine Ankara Ziraat Enstitüleri sayesinde bu gün Türkiye sanat ve bilim dallarında hiç de az gelişmiş bir ülke değilse, bu göğüs
kabartıcı sonuçlan da yine O “ Hayatta en hakikî mür şit ilimdir” diyen nimet ada mm ince ve uzak g ö rüşüne borçluyuz.
Yine O ’nun altın çağında çıkarılan istidatlı Çocuklar Kanunu ile İdil Biret, Su na Kan, Verda Erman, A y şeg ü l S a rıca , A y lâ Erduran, Gönül Gökdoğan gibi cevherli çocuklarımız Avrupa’ya müzik öğrenimi için gönderilmişti. Şimdi onlar dünya ölçüsünde de ğerli altın kızlarimızdır. S ö zün kısası, bugün Türkiye sanat ve bilim alanlarında hiç de azgelişmiş bir ülke değilse, bu da O ’nun uzak görüşlülüğünün bir sonucu dur.
Ulusların dünyadaki iti barları sanat ve bilim dalla rındaki varlıkları ile ölçü lür. Bunun en tipik örneği ekonomik alanda çok geri bir ülke olan Çarlık Rusya’
sıdır. Birinci Dünya Sava şandan önce Çarlık Rus ya'sının milyarlar franklık istikraz tahvillerinin Paris Borsasmda kapışılmasının tek sim Çaykovski, Boro- din, Glaznof gibi ünlü kompozitörlere. Puşkin, T o ls to y , G o g o l, D osto- yevskı gibi yazarlara, her yıl Paris’te gösteriler yapan Pavlova balesine sahip o l masıydı.
“ Dünyada yalnızlaştık” diye yakınıp duruyoruz. “ Barbar Türk” imajı karşı sında da kahroluyoruz. Bütün bu olumsuz koşullan yıkacak tek güç elimizdeki “ sanat ve bilim kozlan” dır.
Sistemli, planlı bir p rog ramla dünyanın belli baş lı kültür m erkezlerinde k on serler, bale g ö s te r i leri, resim, fotoğraf, ka rikatür, elişleri, m oda sergileri düzenlemek, bi limsel kongrelere ve se minerlere ilginç bildirilerle katılmak, çeşitli sanat y a yınlan yapmak, tarih ve doğa zenginlikleri bakımın dan dünyanın eşsiz bir par çası olan Türkiye’mizin tu ristik olanaklarım değer lendirm ek, ç e ş itli fe s t i valler, kongreler, seminer ler düzenlemek yeryüzün- deki ulusal itibarımızı yük seltecek en güçlü manivela lardır.
Bir tipik örnek: Birkaç yıl önce Cumhurbaşkanlığı O rkestrası, V iy a n a 'd a Türk k om p ozitörlerin in eserlerini yine Idil, Suna g i bi virtüözlerimizin da ka tıldığı bir konserde çalmış tı. Ertesi gün Viyana'nm dünyaca tanınmış “ Die Wiener Zeitung” gazetesi “ Die Türken diesmal in Wien” yani “ Türkler bu sefer Viyana’da” diye bir başlık atmıştı. Görülüyor ki, bir tek konser bile nasıl olumlu bir etki yaratıyor.
Sözün kısası, dünya ö l çüsünde planlı, sistemli bir “ sanat saldırısı” yapmamız gerek. Biz, elindeki kozlan k u lla n m a s ın ı b ilm e y e n oyunculara benziyoruz!.
Yalnız, böyle bir kültür savaşı bürokratik organ larla yapılmaz. En uygar devletler bile kültür pro pagandaları için özel organlar kurmuşlardır. A l m an, İn g iliz, Fransız, Avusturya, İtalya kültür merkezleri gibi bizim de devletin m ali d e s te ğ iy le "özerk bir kültür organı” kurmamız gerek.
Atatürk’ün 100. doğum yılı için dünya ölçüsünde bir sanat ve bilim savaşının hazırlıklarına şim diden başlamamızın çok gerekli ve yararlı olacağım ilgililer herhalde düşünmektedirler.
©
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Ta h a Toros Arşivi