8
M illiy e t
erkekler,
kadınlar
Önce yemeğe götürmeyi, sonra bir kulpunu bulup
‘yatağa atmayı’ kuruyorum. “Kaptan”, diyor
,
“görünüşüme bakmayın, tam bir kadın sayılmam
ben
,
travesti kulüplerinden birinde çalışıyorum”
ÖNSÖZ YERİNE...
Hangimiz kendisini, bir başkası sanmıyor?
E w t, işi aslına indirgerseniz, travesti’ lik, bir kendini başkası sanma sorunudur: Nasıl cesur kendini korkak, güçlü kendini zayıf, haksız kendini haklı, aptal kendini kurnaz sanırsa; bazı er kekler kadın, bazı kadınlar da erkek sanır. D oktor Pomeroy, 'vücudunu şaşırmış ruh'tan söz ediyor ki, ifade ettiği anlam bu. Uzmanların çoğu, travesti’ lerin, eşcinsel olmadığını belirtiyor. Ben özcinsel deyimini uygun gördüm, tamamen yanılmış olabilirim. Yanılmadığımı sandığım nokta, travesti'lerin, kendilerini başkaları sandığıdır. O ki, insanın insanla ilişkisinden sonra, insanın kendi kendisiyle ilişkisi, sanatın meşguliyet alanına giriyor; travesti’ ler de, hem çevreleriyle hem kendi kendileriyle ilişkileri açısından, gündemimizdedirler.
Uzun yıllar ‘ gerçekçilik’ toplumsal magma içerisindeki insan ilişkilerinin, objektif tespiti sa nılmıştır; peki değil m idir, elbette odur ama, aynı zamanda, aynı magma içerisindeki insanların, kendi kendileriyle ilişkilerini de içerir. Çarpıcı bir örnek ister misiniz? kolay: Güçlü b ir işadamı düşününüz, karısına ve çocuklarına canavar gibi hükmediyor, işyerinde bir fırtına, piyasada ali- kıran baş koparan; oysa, gizli hayallerinde, travesti’ nin b irid ir; vitrinlerde gördüğü kürk manto ları giyinmiş, parfümleri sürünmüş, boyalarla boyanmış olarak, dalgalanır durur. Bu işadamları nın, ‘ münhasıran’ aile, iş ilişkilerini işlemek, acaba onun ‘gerçeğini’ yansıtmak mıdır? Kendi kendisiyle acayip ilişkisinin, öteki ilişkilerini olumlu ya da olumsuz etkilemediğini söylemek mümkiin olabi lir mi? O halde, büyütecinizi, yalnız toplumsal diyalektik çatışmalarına tutmakla yetinmeyeceksi niz; bireysel diyalektik çatışmalarına da, tutmak zorunda olacaksınız!
Gazetecilik açısından, travesti’ ler (giderek transseksüel’ ler) uzun süre sansasyonel haber ola rak kaldı: Sarah Bernhardt çapında b ir tiya tro yıldızı, kafayı bozar da, Romeo ve Juliette piye sinde, erkek kılığına girip Romeo'yu oynarsa, bu elbette sansasyonel b ir haberdir. Olayın basil bir kapris, ya da gelip geçici bir orijina llik merakı olmadığı, acaba Kraftt-Kbing'in ‘Pjychopat- bla Sexualis’inden, Sigmund Freud’un çalışmalarından sonra mı anlaşılmıştır, tam kestiremiyo rum, ama anlaşılmıştır: Dünyanın her tarafında, fuhuş ve eğlence endüstrisinin dışından birtakım sade insanlar, kendilerini ısrarla karşı cinsten saymakta, onun kılığında dolaşmayı, hatta yaşa mayı iş edinmektedirler. Yani bireysel değil, toplumsaldır sorun; toplumsal olunca da, basının, ond hakettiği önemi vermesi gerekmez mi?
Okuyacağınız yazılar, yıllar içerisinden bazı gözlemler, uzun okumalardan bazı notlar içeri yor; tabii, hepimizi şaşırtacak (mı?) bazı resimler de! Referansların çokluk ‘ yabancı’ olması, ül kemizde bu türden olayların eksikliğinden, ya da yokluğundan ileri gelmiyor; T ü rkiye ’ de, eğlence ve fuhuş endüstrisinin dışındaki travesti’ ler son derece gizli yaşıyorlar, kapalı b ir çevrenin dışına çıkmıyorlar; oradan kaynaklanıyor. Eğlence endüstrisinden, (ravesti’ liği, ya da transseksiielliği geçim kapısı yapanlara başvurulur, konuşulabilir miydi? Pek sanmıyorum, yanlış reklam tezgâh larıyla, çeşitli mythomane'lıklar arasında, kaybolabilirsiniz.
Hiç belli olmaz, kimsenin bilmediği bir yurt köşesinden, kimsenin bilmediği b ir travesti; bu yazdıklarımıza, bireysel serüvenini anlatarak, tanıklığını katmak isteyebilir: Hoşgeldi, safa geldi! En halisinden, gazetecilik olur bu. Hem malum ya, ‘insanların yaşadığı hiçbir şey, insanlara yabancı kalmamalı’ denilmiştir,
Atillâ İ L H A N
Sarah B ern h ard t
D ü n ya tiya tro su n u n gelmiş geç miş en b üyü k kadın o yuncularından b iris i sayılan Sarah B ernh ard t’ın ,
hayatım b ir travesti g ib i yaşadığı el bette söylenemez.
S ö y le n e m e z a m a , sa hnede — k im b ilir b e lki de S h a k esp ea re’in
bazı piyeslerinden ilh a m a la ra k — bazı erkek ro lle rin i b aşarıyla o y nadığı g ö rü lm ü ş tü r.
T A ig lo n ' g ib i, E d m o n d R os- ta n d ’ın b ira z da ka d ın la rın o y n a yabileceğini düşündüğü erkek ro lle ri değil sadece, Sarah B ernhardt ‘H a m let'i, ya da ‘R o m eo ve Juii-
e ite 'd e R o m e o ’yu da o yna m a yı se v iy o rd u .
Solda, Sarrah Bernhardt’ı kendi k ılığ ın d a , sağdaki resim de ise T A iglon /K artal Y u vası’ ro lü n d e , er kek k ılığ ın d a g ö rü yo ru z.
Erkek kıyafetini, daha doğrusu bir erkek olarak yaşamayı
seçmiş yaşlı kadın, aslen, Tanzimat ricalinden ünlü biF
paşanın torunlarından olurmuş. Hovardalıklarını anlata
anlata bitiremiyorlar
KLİMA geldikçe hâlâşaşarım!
--- ^Anadolu, henüz Be-yoğlu’nu zaptetmemişti. Ol sun olsun da, Tarlabaşı'na yı lan gibi akan ara sokaklarda, birkaç kebapçı; burulu lâci vert bıyıklarıyla geceyi ayak ta tutan, birkaç Doğulu bar ‘fe da isi’; hepsi o kadar! 1950’li yılların sonu, 1960’lı yılların başıdır: İtalyanca şar kılar, yeni yeni tanınıyor; en yaygını da, “Voiare, hoo, can- tare, ho ho ho hol”. Askerden henüz dönmüş, döner dön mez Yeşilçam’ ın inanılmaz girdabında kaybolmuşum. Takma bir adla yazdığım se naryolar, çoğu zırcahll pro düktörler, kerametleri kendi lerinden menkul birtakım bü yük rejisörler tarafından, İn safsızca çarpıtılıyor. Gecele ri, isimsiz sinema kızları, ya da Onlu tiyatro oyuncularıyla,
yaTarabya senin Emirgân be nim seyran sekiyoruz; ya da, yaptığım İşten ve kendimden iğrenmiş,‘Çalışma masama yı ğılıp, beş altı ciltlik bir roman dizisinin, çatısını kurmaya ça balıyorum. Her sanatçı öyle yapmaz mı, geçim zoruyla bu laştığı iş onu bezdiriyorsa, yü celteceğine inandığına sığı nacaktır; benim umudum, sonradan ‘Aynanın içindeki ler’ genel başlığını taşıyacak olan, bu roman dizisinde!
KİM BU ADAM?
Cinsel çelişkilerinin savu nuşuyla siyasal eyleme, -hem de tehlikelisine- bulaşmış bir kadın tipi yaptım ki (Suat Ha- cıbeyoğlu), ruhsal ve cinsel bunalımının kökeninde, yıldı rıcı özellikleriyle annesi bulu nacak; korkunç bir anne ol malı, mütehakkim ve itici! Bu ‘anne’yi karakter (muhteva) olarak tasarlıyorum da, kızını perişan etmesi gereken aykı rılığını, fiziksel olarak bir tür lü yerine oturtamıyorum. BirBeyoğlu tesadüfü bana hem bunu sağlayacaktır, hem de İstanbul’da 'dört dörtlük' bir
‘travesti’ görebilmek imkânı nı.
Pera grisinin, ince bir sis tozu halinde, gelip geçenin burun deliklerine, kulak içle rine sıvandığı bir sonbahar günü müydü; yoksa kalın ve kaba, bir kış ıslaklığı mı hü küm sürüyordu? Unutmu şum! Belleğimde kalan, ya nımda bir arkadaşla Fransız Konsolosluğu dolaylarında biryerde vitrinleri taradığımız,
istiklal Caddesi’nin her za manki ‘taranmamış’ kalabalı ğı, iki yanımızdan, balçık gi bi akıyor; göz farları masma vi parlayan, inci dişli, küçük Rum oruspular; fare kuyruğu bıyıklı, play-boy namzetleri; siyahlar içindeki, yaşlı Erme ni madam; bilinmez hangi okuldan, birdenbire kırlangıç lar gibi dağılmış, üniformalı öğrenci kızlar!
Kulağımın dibinde, arka daşımın uyarısı:
— “ Hişt, belli etmeden şu adama bak! Şuna canım, lâci vert paltoiuya!”
Kerliferli demezler mi, öy lesi: Biraz ismet Paşa’nm
devr i saltanatındaki ‘tek parti’ mebuslarını andırıyor; biraz, yeni palazlanmış büyük şehir müteahhitlerini; kalın ama ‘mülehham’, başında rö- leve şapka, sırtında lâcivert palto; ipek kaşkol, altı kau- çuklu kış pabuçları, siyah el divenler! Saçları epeyce kır laşmış, yüzü hafif kösemsi mi? Cıgarasının dumanlarını savurtarak, yanımızdan geçti gitti, istesem de istemesem de:
— “ Kim bu adam?” diye soracağım.
Cevap müthişti:
— “Adam değil be, kadın! Adı filandır, filan yerde oturur, yıllardır erkek kıyafetinde ya- şıyor”.
Şimdi çıkaramıyorum, ro mandaki Suat Hacıbeyoğlu’
nun inanılmaz annesini, bir denbire o an mı bulmuştum, yoksa sonradan düşüne dü şüne mi? Gel gör ki İnsanları hayattan olduğu gibi roman lara aktarmak, en sevmedi ğim şey; daha çok çeşitli tip lerden çeşitli yanları alarak
sentezler yapmayı seviyorum; şimdi bunu ‘aynen’ mi aktara cağız?
BİR "ÖZEL HAFİYE”
ÇALIŞMASI...
Sağını solunu iyice arayıp sormadan, karar vermek İm kânsızdı. Dolaysızlığı seve rim, kararımı verince -yanıl mıyorsam- Osmanbey Posta- nesi’ne dalıp, rehberden ismi aradım; şansıma telefonu var dı, hattın öbür ucundan bek lediğim gibi boğuk değil, da ha ziyade gevrekçe bir ses, ne istediğimi soruyor. Ne diyebi lirim?— “ ...Efendim ben filan cayım, sizinle şu şu şu mev zularda etraflıca konuşmak istiyorum, tamamiyle gizli bir söyleşi olacak bu, gizli de ka lacak; amacım belirli bir tipin çerçevresini çizebilm ektir, vs...”
Sunturlu b ir‘erkek’ küfrü, telefon kapanıyor. Demek yar dımcı olmayacak! Peki vazge çecek miyim? Yok canım! O günden tezi yok, aşağı yuka rı altı ay kadar süren, bir ‘özel hafiye’ çalışmasına başlıyo rum; zor ilerleyen, sabırlı adam işi, zahmetli bir çalışma bu! Şehre uzak düşen o ko nak yavrusu evi bulacak sın. -Allah’tan civarında bir kahve- İskemleyi atıp gire ni çıkanı, özellikle onu gözle meye alacaksın; ayrıca, kah veci, bakkal, kasap, hakkında neler diyor; mahallelinin fikri nedir, hayatı hakkında neler biliyorlar, vs.
Böyle böyle, ‘Aynanın içindekiler’ dizisindeki müt hiş serüvenine girişecek olan
H ayrun isa B a yrakta r’ ın
‘dosyası’ kabarıyordu. Bunla ra bir de, rakı sofrasına bir ge ce yarısı rasgele düştüğü müz, namlı Beyoğlu yosmala rından sosyete randevucusu Z...’nlrı, kalın kahkahalarını şampanya gibi üst üste pat latarak verdiği ‘malumat’ ek lenince...
Erkek kıyafetini, daha doğrusu bir erkek olarak ya şamayı seçmiş bu yaşlı kadın, aslen, Tanzimat ricalinden
ünlü bir paşanın torunların dan olurmuş, evet! Yani ‘soy yerden', ‘variyeti’ yerinde; ho vardalıklarını, anlata anlata bi tiremiyorlar, gönlünün ve eli nin genişliğini, deyim uygun düşerse ‘beyefendiliğini’; ca mi yaptırma derneklerine ba ğışlar, öksüz kızlara çeyizler, her yaz birkaç yoksul çocu ğun sünneti, vs. Fakat ‘tra-
vestiüği’ fena halde ciddiye alıyor, öyle arada nükseden bir hastalık, hoşlandığı bir kapris sayılamaz, kadının sü rekli yaşama biçimi bu; izle diğim sürece daima erkek kı- yafetindeydi, kadın kıyafetin de tek bir Kere gördüm; iri vü cudunda eğreti duran bir tay yör giymişti ama, tıraşlı ense si, erkek favorileri, hareketle rine enikonu sinmiş erkek ha şinliğiyle, eteklik giymiş han tal ve tombul bir başçavuşa benziyordu. Erkek gardırobu na diyecek yok! En çok ‘takım elbise’ giymeyi seviyor, lâci vert, gri ya da bej olacak, ara- sıra ‘spor’ ceketler, kılıç gibi ütülü flanel pantolon; fakat daima kravatlı, bazen kolalı beyaz gömlek, bazen pardösü ya da palto! Bir keresinde ara bayı şoföre deniz kenarına çektirmiş, Arnavutköy sahi linde, istavrite çıkmış balıkçı ları seyrettiğini görmüştüm. Tek başına idi. Dalgın, ciddi, galiba kederli. Cıgarasını sey rek nefeslerle İçiyor, bir eli pantolonun cebinde, alnında saçının virgülü. Onu bu haliy le gören, kadın olduğuna ke sinlikle ihtimal veremezdi.
BEN ÜÇÜNCÜ CİNSTENİM...
Bak, şimdi Margot’nun bir sözünü hatırladım. Tek gözlü ğünde deniz yansımalarıyla, kıpkızıl gülümseyerek, derdi ki;— “ ...Gerçek travestiler, sanıldığından çok fazladır ama, karşı cinsin kılığına o kadar ustalıkla girmişlerdir ki, bilinmezse asla farkedilmez- ler!”
Margot, 50’li yılların baş langıcında, Paris’te tanıdığım başka bir travesti, şu farkla ki, o şahane erkek gardırobuna,
sımsıkı arkaya taranmış erkek saçlarına, tek gözlüğüne ve piposuna rağmen, suratını bir kadın sinema yıldızı gibi özenle boyuyor; geceleri efla tuna çalan mavi gözleri rimel den ağırlaşmış takma kirpik lerle donatılmıştır, kaşları sa dece kalemle çizilmiş iki in ce eğri, dudaklarında vişne koyusu bir kızıllık. Bu farkı o, merak edip sorduğum bir ak şam, Avenue Wagram’daki bir kahvede, şöyle izah etmişti:
— “...Ben travesti deği lim, üçüncü cinstenim, yani hem kadınım, hem erkek!”
Camların ardında Paris
gecesi, yaprak yaprak uçuşan trafik ışıkları, çıldırmış neon ları, kızıl çizmeleri yüksek to puklu görkemli fahlşeleri ile
technicolor ve Vistavision bir film gibiydi. Henüz yirmi beş yaşındaydım, dünya gözüme küçük, hayat sonsuz görünü yordu; amacımsa, her anın ölüme en yakın uçlarını dolu dolu yaşamak! Hem zaten, bazı niteliklerini yirmi beş yıl sonra ‘Fena Halde Leman'da-
ki Lily’ye ödünç verecek olan
Josy’yi de o yıllarda, o tech nicolor ve Vistavision filmin akışı içinde tanımamış mıy dım? Bakın nasıl:
ALIŞILMAMIŞ BİR SARIŞIN
“ GOnler iyice kısalmıştı; karanlık, acı bir soğukla bir den bastırıyor. Sabahlar ol mak bilmiyordu. Uyur uyur uyanır, camlardan, sokak lam balarının hüzünlü ışıklarıyla aydınlanmış bir alacalık gö rüp, yeniden uykuya varırdım. O günlerde Gorki’nln Klim Samgin’ine kaptırmıştım ken dimi, romanı gece yarılarından sonra bile elimden bırakamı yor, bu yüzden sabahlan son derece geç kalkıyordum. Bir tuhaf hayattı.O gün de öyle olmuştu İş te. Otelin salonuna bir çay içeyim diye girdim. Saat on bir buçuk, on iki suları. Aaa, baktım kİ sokak üstü geniş pencerenin tü l perdeleri önünde, inanılmayacak bir sa rışın, gökkuşağı renkleri sa çarak, büyük bir dalgınlık na- linde genişliyor. O zamanlar kadınlarla ilişkilerim küstah lık düzeyinde g e liş tiğ in den midir, yoksa sarışınlığı, ağır kirpikleri ve diri memele riyle bu kadın bana Janine’i
hatırlattığından mıdır, bilm i yorum, dişlerinin parıltısını pembeleştiren ilk gülümse mesini yakalar yakalamaz, maSasındayım:
— “ Salut, adım Ilhan, eş
dost kaptan diye de çağırır” .
Başını nazlı nazlı şöyle yu karı kaldırıyor, hayli geniş ya kasından, tortop göğüslerini iki beyaz güvercin gibi görü yorum. İçin için onu öğle ye meğine çağırabilecek kadar param olup olmadığını hesap- laya durayım, onda hiç de ir kilmiş bir hal yok, tersine küs- talığımdan hoşlanmış görü nüyor:
— “ Kaptan mı? Yoksa de nizci misiniz?”
Hani bazı Fransız kadınla rı genizden, kalınca bir sesle konuşurlar, insanın içini ba yıltırlar, bu da öyle konuşu yor. Yüzüne, daha bir dikkat lice bakıyorum ki ucu kalkık şirin burnu, derinliklerinde sırmalı ye ,ille: ;m iayan iri bal rengi gözleri, aşağıoan alınıp kalemle çok usturuplu biçim lenmiş kaşlarıyla, Janine’den daha da hanım hanımcık bir kadın bu; üstelik, İkisi de bo ya sarışını oldukları halde, Ja- nine’de çokluk yeşile çalan yansımalar, bunda sedef pembesine dönüyor. Acaba yirmi beşinde filan mı?
Yokmuş, yirmi bir yaşın daymış, adı Josy, gece kulüp lerinde şarkı söylemeye uğra şıyormuş ama, çok zormuş bu iş, elinizden bir tutanınız olmadı mı, başarması olanak sız. İncik boncukla işlenmiş püsküllü çantasından, blrCo-
ol paketi çıkarıyor, cıgarastna ateş tutuyorum; yahu o ne el ler öyle, kalıptan çıkmışçası na düzgün, bakımlı; tırnakla rı derseniz, uzun, sivri ve yal dızlı pembe!
Yaş yirmi beş olup da ka fada kavak yelleri eserken, başka türlü düşünmek elde mi? Ben de çaresiz Josy’yi önce yemeğe götürmeyi, son ra bir kulpunu bulup ‘yatağa atmayı’ kuruyorum. Hâlâ ak lıma geldikçe gülerim. Orada epeyce söyleştik, havadan sudan, filmlerden vs. Tam 'ar tık kalkalım’ diyeceğim sıra da, neredense Pablo, boynun da gitarı, alnında kıvırcık saç ları, dudaklarında uslanmaz hergele gülüşüyle:
— “ Amigo, on buçuktan beri seni bekliyorum”.
Ondan önemlisi, söze başlamadan Josy’ye verdiği selam:
— “ Bonjour Maurice, ça va? Günaydın Maurice, nasıl sın?”
Göz kaş edip Pablo’yu
savdıktan sonra, kafama takı lan bu nokta üzerinde durma yacak mıyım? Maurice ne de mek, adınız Josy değil miydi sizin? Yoksa Fransa’da Mau rice adı kızlara da mı verili yor? M auricette diye bir isim biliyorum gerçi, siz Josy de diğinize göre, adınız Joslâne
olmamalı mı?
Karşılık vermeden, önce bir zaman cıgarasının duman larını seyrediyor. Salona ilk girdiğim anda dikkatimi çe ken dalgınlık. Sonra İliklerine kadar kadın, ne kadını be, di şi bir hareketle kirpiklerini eğerek;
— “ Kaptan” , diyor, görü nüşüme bakmayın, tam bir kadın sayılmam ben, travesti kulüplerinden birinde çalışı yorum, bu Pablo haydudu bi zim oraya gelir gider, beni he men tanıdı, hoş o tammasay- dı da söyleyecektim.”
Şaşkınlığımı ne siz sorun, ne ben anlatayım.”
Beyoğlu’nda rastlayıp bir romana aktardığım o ‘beye fendi’, Paris'te rastlayıp, ba zı özelliklerini başka bir ro manda kullandığım o ‘takvim kızı', hayatta karşıma çıkan ilk travesti’ler miydi?
Evveliyatı olmasın?
---
YARIN:---İki büyük efsaneden biri
Meraklısı için notlar
• ‘Aynanın İçindekiler’ dizisi, Meşrutiyetken bu ya na yaşadıklarımızı, çeşitli aileler ve olaylar çevresin de somutlaştırmaya çalışan bir roman dizisidir. Şimdiye kadar yayınlanan romanları şunlar: 1. Bıça ğın Ucu, 2. Sırtlan Payı, 3. Yaraya Tuz Basmak, 4. Dersaadel'te Sabah Ezanları. Bu kitapların hepsi An
kara'daki Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanmıştır.
Hayrunisa Bayraktar, daha çok İlk üç kitapta söz ko nusu ediliyor.
• Margot’dan, ‘Hangi Seks’te uzun uzun söz etlim,
tekrar üzerinde durmayacağım. Josy ile ilgili bölü mü de, 'Hangi Seks'ten alıyorum. ‘Hangi'li öteki ki taplarım gibi, bu da Bilgi Yayınevl’nnce yayınlanmış tır. Josy’den, ‘Fena Halde Leman’deki Llly'ye fizik
görünüşün dışında, fazla bir şey geçmedi. O bile tam denemez, çünkü Lily ona oranla çok daha hayali ge niş, çok daha çılgın bir ‘travesti.’
10 M illiyet
/£• V. f f
i
^yanlış ka d ın la r
i
Entelektüel b ir cin selliğin kadın ı M arlene D ietrich
ik i büyük efsaneden biri
E
kadını, İzmir’de görRKEK’ giyinmiş ilk müştüm.1930’lu yılların ikinci yarı sı, herhalde 1938: Yani Ansch- luss gerçekleşmiş (Hitler’-
in Avusturya’yı ilhakı); Ispan
ya’da Franco, iç savaşı kazan mak üzere; Fransa’da, Leon Blum’un Halk Cephesi Hükü meti, yerini,Daladier’nin mer kez sağ hükümetine bırakı yor; Uzakdoğu’da, Çin/Japon
savaşı, Çang Ku-Feng’de sınır çarpışmaları, Türkiye’de Ata türk hasta!
O yaz sabahı, aklıma nere den estiyse, Karşıyaka İskele-
si’nden deniz banyolarına doğru (Şimdiki Yat Kulübü)
yürüyeceğim tutmuş: Körfez durgun, ağır mavi, açıklara ba kıldıkça lacivertleşiyor; yüze yinde güneş, göz kamaştıran bir cam kırığı serpintisi; yalı o saatlerde tenha, ne cıvıl cı vıl denize giren çocuklar, ne de Allah ne verdiyse (isparoz, lidaki, koiyos) avlayan kıyı ba lıkçıları!
Karşıdan dört kişi geliyor, üç erkek, bir kadın; görür gör mez, o tarihte epeyce bol olan kıyı villalarından çıkmış, İske-
le’ye yürüyen levantenier ol duğunu kestiriyorum; gelge- lelim, erkek sandığım üç kişi den birinin, aslında kadın ol duğunu kestirebilmem, ne mümkün! Evet, basbayağı ka dın, güzel bir kadın! Yanım dan Fransızca patırdayıp geç tiler, o zaman farkına vardım: O ceketinin cebinde Le
Temps gazetesini gördüğüm, yazlık pabuçları bağcıklı, ke mik rengi takım elbise giy miş, tarçınî kravat bağlamış olanı, yumuşak ve tatlı bir ka dın sesiyle tonuşuyordu. Da hası, basbayağı makyajlı, o dönemin makyajı elbet: Yok- ettiği kaşlarının yerine ka lemle yüksek münhaniler çiz miş, dudaklarını hafifçe taşı rarak boyamış, rimelden ağır laşmış kirpiklerinin altında gözleri buğulu mavi.
Peki, Marlene Dietrich de ğil mi bu?
İKİ CİNS ARASINDA
BİR YER...
Marlene Dietrich, 1930’lar Hollyvvood’ının, iki büyük ef sanesinden biri. (Öbürü Gre- ta Garbo).Doğumu 1902, Ber lin. Asıl adı, Maria Magdele- na von Losch. Birinci Dünya Savaşı ertesinde, yenik, enf lasyona ve açlığa mahkûm Berlin’de,keman çalarak yaşa
maya çabalıyor. O tombulca, kanlı caniı Alman kızından, sonraları dünyaya hükmede cek olan ‘esrarengiz’ güzeli çıkaran rejisör Joseph von Sternberg’tir; bu hüneri, son radan tabii belki on benzeri çekilecek olan, ünlü ‘Der Blue Angel/Mavi Melek’ (1930) fil miyle gösteriyor. O kadarla kalsa, iyi: Aynı film, hem reji söre hem yıldıza, o dönemin akıl almaz Hollyvvood’ ınınka- pılarını açacak; Marlene Diet rich, oraya daha adımını atar atmaz,Gary Cooper gibi ünlü bir ‘jön’le, yine ‘ünlü’ başka bir filmini çevirecektir: ‘Mo- rocco/Fas’ (1930). Bunu diğer filmler izliyor, birisi ‘Shangai Express’tir bunların (1932), öbürü ise ‘S ca rlet Emp-
ress/Kızıl im p a ra to riç e ’
(1934). Bence, Marlene Diet rich efsanesini doğuran o yıl ların son filmi, Charles Boyer
ile çevirdiği ‘The Garden of Allah/Allah’ın Bahçesi’ (1936) adlı filmidir.
Marlene Dietrich, yanılmı yorsam, Greta Garbo’ya rakip diye çıkarılmıştı; başka bir ef sane oldu: Tümsek elmacık kemikleri, üçgen siması, ka lemli yüksek ve ince kavisler halinde çizilen kaşları, buğu lu bakışlarıyla, gerçekdışı bir alımlılığın, tensel olmaktan çok —deyim uygun düşer se— entelektüel1 bir cinselli ğin kadını! O yılların Marlene Dietrich’i, beyazperdeden bir efsun gibi dünyaya yayılıyor; bırakın sıradan kadınları, Av rupa sinemasının ünlüleri ara sında bile (Isa Miranda) ben zerleri çoğalıyordu. Oysa ‘erkek’ giyinme özelliğini, onun da AvrupalI —daha doğ rusu İngiliz— bir kadın oyun cudan kaptığı yazılmıştır. Oy sa M ic h e le G ris o lia , TE xpress’te konuyu irdeler ken, işin ‘evveliyatını’ şöyle açıklıyor:
“...Sonunda Marlene, ken disine, iki cins arasında bir
yer seçti: Bir bakıyordunuz, kerliferli taşralı beylerin deh şetle açılmış gözleri önünde, gösterişli, boylu postu bir burjuva kadınını dansa kaldı rıyor; bir bakıyordunuz, şaha ne balo tuvaletlerine bürün müş erkek ‘travestiler’le bera ber; bir bakıyordunuz, hayra
nı olduğu tragedya oyuncusu
Madam La Duse’ün zarif el
hareketlerinden, ama aynı za
manda o erkekten ayırt edile meyen Bavreyalı aktristlerden esinlenmiş! Bugün de iki cins arasında bir yerdedir, Marle ne. Bir zamanlar erkek
giyin-Maria Magdelena,
Birinci Dünya
Savaşı ertesinde,
yenik, enflasyona
ve açlığa mahkûm
Berlin'de keman
çalarak yaşamaya
çabalıyor. O
tombulca, kanlı
canlı Alman
kızından,
sonraları dünyaya
hükmedecek olan
“esrarengiz”
güzel Marlene
Dietrich’i çıkaran
rejisör Joseph
von Sternberg’dir
miş, tek gözlükler takmıştı; şimdi şarkı programlarını iki ye ayırıyor: Birinci kısım da, görkemli tuvaletlerle çıkar, er kekler için söyler; ikinci kı sımda, sm okinli, kravatlı, silindir şapkalı çıkıyor, kadın lar için söylüyor.”
Karşıyaka’daki (İzmir) es ki sinemalardan, Marlene Di etrich’i, bahriye subayı ünifor masıyla hatırlıyorum. Bazen frak, bazen smokin, silindir şapka, papyon kravat; bazen
tweed ceket, serge pantolon, kulüp kravat, fötr şapka; bü tün bunlar, ince uzun parmak larından eksik etmediği siga rasıyla. Yalnız filmlerinde mi, yoo, günlük hayatında da; hatta daha çok, günlük haya tında: O dönemin sinema der gileri M arlene D ietrich ’in
‘erkek’ kılığındaki resimleriy le doludur. O resimlerdir ki, 1938 Karşıyaka’sındaki çarpı cı levanten güzelini, onun gi bi ‘erkek giyinmeye’ özendir miştir ama, acaba onun, onun kopya çektiği tek gözlüklü in- gilizaktristin,görüp duyup da heveslendiği, başka ‘öncüler’ yok mudur?
ÜNLÜ ÖNCÜLER
KİMLERDİ?
Olmaz olur mu, 1890’lar- dan itibaren Batı’daki suff-
ragette’ler, yani “ kadın hak ları savunucuları’, kadınla erkek arasındaki eşitliği, ön ce meclise girmek ve aynı gi yime hak kazanmak diye düşünmüş ve savunmuşlardı, ilk suffragette’lerln bazıları (çoğu) kolalı yakalı, manşetll erkek gömleği giyer, kravat takarlardı. Ayrıca yazarlar çev resinde Fransa’da George Sand, Ingiltere’de George El- liot, erkek ismi alıp, erkek kı lığında dolaşıyor; o kadarla yetinmeyip, ufak ufak, umumi yerlerde cıgara, pipo, puro iç mek gibi erkek alışkanlıkları nı da benimsiyorlar. O kadar ki, git git, puro, pipo, sigara içmek, tekgözlük taşımak,
Belle Epoque döneminin ün lü eşcinsel kadınları arasında, vazgeçilmez ‘erkeklik’ özellik leri olarak yaygınlaşmıştır.
George Sand, ‘Hayatım’da,
‘erkek giyinmek’ merakını, şöyle anlatıyor.
“...Ben de kalın ve kurşu ni çuhadan bir redingot yap tırdım. Aynı kumaştan bir pantolon ve bir yelek diktir dim de diktirdim. Kurşuni bir şapka ile kocaman yün bir kravat da aldım. Bu kılıkta üniversienin birinci sınıfında okuyan, ufak tefek bir deli kanlıya benzemiş oluyordum. Çizmelerimden ne kadar hoş lanmış olduğumu anlatama yacağım. Küçükken, İlk kez çizme giyen ağabeyimin yap tığı gibi, onlarla yatmak geli yordu içimden. Çizmenin altı demirli topuklan, kaldırımda rahatça yürümeme meydan veriyordu. Paris’in bir ucun
N D R fi Caslelot, onu şöyle tasvir ediyor: "...sırtında san ipek- ten bir ropdöşam br, ayağında doğu işi pabuçlar, boynunda --- erkek kravatı, saçianm bir İspanyol Filesiyle toplam ış, yap rak cıgarası içiyor. Pipo içiyor da olabilir, ama ille Bosna kirazının ağacından yapılmış olacak, ya da Allah bilir, düpedüz N orm andie ki razının ağacından.”
Bu satırlarasıl adı Aurore Dudevant olan ünlü yazar G eorge Sand'ı
anlatm ak için yazılm ıştır; Casimir D udevant’la pek genç evlenen G eor ge Sand, onu terk eder, önce Julien Sandeau (George Sand adı oradan türetilm iş) sonra A ifred de M usset, daha sonra Friedrich Cbopin ile aşkları ü nlü d ür, yani erkek giyinmesine, erkek tavırları ve davranışları geliştirmesine rağmen, aşkları ‘ daha ço k’ erkeklerle. 'D ah a ço k’ denil mesinin nedeni, aynı zamanda A ifred de V ig n y’ nin sevgilisi olan Marie D orval adındaki ünlü aktristle de, aralarında b ir gönül macerasının geç miş olması.
George Sand'ı fo toğraflarda hem erkek, hem kadın kılığında görü yorsunuz.
dan öbür ucuna uçabilirdim artık. Sonra elbiselerim eski- yecekmiş diye bir kaygım da kalmamıştı. Boyuna oradan oraya seğirtiyor, her saat eve uğruyordum. Tiyatroda halk için ayrılan yerlere gidiyor dum. Kimse kılık değiştirmiş olduğumun farkında değil di...”
Başka bir Fransız kadın romancısı, ünlü Colette, “ Pur et l’impur/Sevap ve Günah’
adlı kitabında, yaşadığı döne min erkek giyinmeye meraklı kadınlarını şöyle anlatmıştır:
“ ...Erkekliğe özendiğim o dönemde, kesik saçlarımın al tında ne kadar kadın, ne kadar ürkek ve çekingenmişim me ğer? Peki kim kadın sayacak bizi? Elbette, kadınlar! Yanıl mayan yalnız kadınlardı za ten. Pilli plastron kravat, kolalı yaka, arasıra yelek, da ima ipekli cep mendiliyle, her çevrenin dışında kendi kendi ne çürüyen bir çevreyle dü şüp kalkıyordum...”
“ ...‘Bireysel özgürlük’e yaslanırdı bu çevre (..) kapalı kapılar ardında, uygarın da uygarı geçinerek, smokin ve pantolonla katılacağı gizli şenlikler isterdi. Çin beziği nin, Jacquet’nin suç ortağı zevklerinin tadını çıkarabile ceği lokanta salonları ve bar lar ayrılmalıydı ona...”
“ ...İçlerinden en tanınm ı şın ın — b elki de en az tanınmışıdır— evinde, içkinin iyisi, uzun yaprak cıgaraiarı, eğere çakı gibi oturmuş bini ci bir kadının çeşitli süvari re simleri ve bir iki baygın güzel
Meraklısı içirt notlar
1 Marlene Dietrich'e benzeyen, onun havasını kapan si- \ nema yıldızları sanıldığından çoktur: İtalya’da Isa Miran-
f da, Fransa'da M ireille Balın, Amerika'da Carole Lombard [ en belli başlıları arasında sayılabilir.
Travestl, Fransızca'daki'Se Travestir’ fiilinden geliyor, \ kılığını değiştirmek, başkasının kılığına girmek anlamı-
! na (İngilizcesi tranvestite, Almancası transvestit). Türk çe'ye böylece girdi, oysa Osmanhcada tebdil i kıyafet
etmek.en üretilmiş ‘tebdil gezmek’ diye bir deyim vardı ki, duruma fevkalâde uygun düşüyor, ben ara sıra kulla nırım, fakat genellikle kıymeti bilinmedi, harcandı o de yim.
George Sand'ın ‘Hayatım ’ isimli kitabı, M illiyet Yayın- i ları arasında yayınlanmıştır, (1971); Colette’in ‘Pur et ı l ’impur’ü, hayrettir, yayınlanmadı; bu kitabın, Fransızca \ bir başka basımında, adı ‘Ces Plaisirs...’
İ S İ
kadın portresi arasında, cin sel yaşantıdan ve bekârlığın sultanlığından söz ediyorlar. Ev sahibesi, koyu erkek elbi seleriyle her türlü neşe ve yi ğitlik fikrini yalanlıyordu ama, solgundu, lekesiz kızartısız, bazı ışığa doymuş eski Roma mermerlerinin solgunluğuna benzer bir solgunluktu onun kisi; sesinin tonu kısık ve yu muşaktı; fakat asıl rahatlığı, davranışlarındaki mükemmel lik, hareketlerindeki ciddiyet ve vücudunun erkekçe den gesiyle, erkeğe benziyordu...” Colette’in daha o zaman ‘çürümeye’ başladığını söyle diği bu ‘çevre’, gerçekte, Mar- got’nun 1950'ler Paris’inde
(elektrik kısıtlaması, vesikay la şeker satışı, saçaklara buz dan sakallar indiren gri bir soğuk) beni kenarından köşe sinden içine kattığı, çevre de
ğil miydi? Birlikte gittiğimiz
bir gece kulübünü, vaktiyle nasıl anlatmışım bir okuyun, kararı siz verin:
"...Değişik bir atmosfer. İnsana yanlışlıkla bir science- fiction filmine girdiği izleni mini veren, zincirleme ve üst üste görüntüler: Smokinli, er kek tıraşlı, gri bir kadın; pla tine saçları, bebek yüzüne metal yansımaları dağıtan, ar tist bozması kadınla, yanak yanağa dansediyor. Kuytu kö şelerde, öpüşme noktalarına çok yakın, bakışları ağdalı, avuçları terli, birtakım karışık kadınlar. İlk bakışta sunturlu bir işadamından ayıramadı ğım, tıraşlı ensesi katmerli, çenesi kat kat, yaprak cıgara- ları içen, koca memeli virago- lar. Gözlerinde dövülmüş bir köpek uysallığıyla onlara suç lu suçlu sokulan, varla yok arası kadın negatifleri...”
işin tuhafı nedir, bilir mi siniz? Margot’nun da Marlene Dietrich’e hayran olması! Bu hayranlık, 1940’ların sonunda dahi, onun 1930’lara ait mak yajını aynen uygulamasından olduğu kadar, (kaş kalemiyle çizilmiş iki yüksek münhani- den ibaret, incecik kaşlar; ka lın rimelli, kıvrık kirpikler; buğulu bir bakış, dumanlı du daklar.); tekgözlüğünden, pi posundan, her biri öbüründen zarif ve havalı çeşit çeşit er kek elbiselerinden de anlaşı lıyordu. Ne müthiş bir gele nekmiş!
TRAVESTİ LERE MODEL
inanır mısınız, ‘erkek’ gi yinmeye meraklı savaşönce-A R L E N E Dietrich ‘ efsane si’ , onun, ik i cinsin arasın da b ir yerde olmasına daya n ır ama, M arlene Dietrich acaba b ir eşcinsel midir?
Gözler önündeki hayatına bakılır sa, buna kesinlikle hayır demek müm
kündür. 1920’Ierde evlenmiştir, kocası b ir dokto rdu , ondan b ir kızı oldu, ik i yıl ona iyi annelik edebilmek için, sah neden uzak durm ayı b ild i; ün kazan dıktan sonra, Erich Maria Remarque, Jean Gabin vb. ünlü erkeklerle her kesin b ild iğ i büyük aşklar yaşaması na rağmen, olgunluk yaşma kadar kocasından ‘ resmen’ ayrılm adı. Mar lene D ietrich’in Orson VVelles’le de arasında, çok ciddi yakınlık olduğu söylenm iştir.
Böyle b ir kadının eşcinselliği na sıl düşünülebilir? Edith Piaf’a hayran lığı b ilin ir, ama nasıl b ir hayranlık, dostça m ı, yoksa başka düzeyde mi? Yalnız 1930’ lann sonlarına doğru, ‘ fi güran kızla rla uygunsuz ilişkile ri yü zünden’ , o zaman A B D ’ de son derece e tk ili olan Protestan Kadın Dernek- le ri’ n in onun film le rin i protesto e tti ği yazılm ıştır. Bu yüzden epeyce b ir zaman film çeviremediği de doğru.
Belki de M arlene D ietrich'e ik i cinsli/bisexuel demek gerekiyor.
si kadınlarına ‘model’ teşkil eden Marlene Dietrich, aynı yılların erkek travesti’lerinin ısrarla benzemeye özendiği, ideal kadındır: Esrarlı, çekici, cinselliği yoğun! Hakçası ara nırsa, o dönemin travesti’leri- ni ne gördüm, —yaşım dolayısıyla— ne de görebilir dim: Bir kere, İzmir sokakları bu türden insanlarla dolup taşmıyordu; İkincisi, çocuk başıma Paris’e Berlin’e Viya-
na’ya gldebilemezdim; yalnız, 1941’de mi, 4.2’de mi ne, Gâ-
vurdağları’nın büklümleri ara sında kaybolmuş ufacık bir dağ kasabasında, gecelerimi romanlarla doldurmaya çalı şırken, Erich Maria Remarqu- e’mn ‘üç Arkadaş’ında bu tip lerden söz ettiğini hatırlıyo rum, adı Kiki’ydi galiba! Bu na mukabil, resmini görebil diğim ilk travesti, büyülü makyajıyla yüzünü Marlene D ie tric h ’e benzetebilmeyi hayli başarmış bir Alman'dı,
‘La Reine’.
Hayır, Tokatlayan ya da
Perapalas otellerinin, kırmızı kadife, beyaz mermer, renkli cam atmosferinde, karşılaş mış değiliz onunla; İstanbul’
un o tarihte sayısı mahdut, is mi ve havası 'ecnebi' pavyon larında da görmüş olamam; gerçekte o bu pavyonlara gel miş, bu otellerde kalmış ama, ben olayı yıllar sonra Prof.
Mazhar Osman’ın kalemin den öğreniyorum: Tıbbıye’de ders kitabı olarak okutulan bir eseri var, bir Ruh Hastalıkla rı kitabı sanırım, İşte orada; üstelik, La Reine’in (La Reine Fransızca kraliçe anlamına gelir) hem kadın hem erkek kı lıklarında, birkaç fotoğrafıyla birlikte! Tarlabaşı’nda M a dam Kamelya’nın pansiyo nunda kalıyorduk: Ben, Cen
giz, Nihat, Harütyun, Necdet, Ayhan vs. Hepimiz üniversite deyiz ya, Tıbbiye’de olanımız
Necdet (Şimdi Am erika’da),
kitap onun ders kitabı. Sonraları ünlü travesti’le-
rin, 1930’lu yıllarda Marlene Dietrich’e, 1940’lı yıllarda Ri-
ta Hayworth’a, 1950’li yıllarda ise Mariiyn Monreo’ya benze meye uğraştıklarını öğrenece ğim. Bu sonuncuların başarı lı örneklerini gözlerimle gör düm, Josy onlardan biriydi,
Paris’teki en ünlüsüyse Ceza yir’de askerliğini yaptıktan sonra Mariiyn benzeri bir tra
vesti şarkıcı olan Coccinel’-
dir: Allah bilir, Carrousel tra vesti revüsüyle, İstanbul’a,
Ankara’ya, İzmir’e de gelmiş gitmiş! Birkaç yıl oldu, karlı bir kış, Ankara’dayım: Mahal le aralarından, cankurtaran si renleri; gecekondu semtleri, geceleri, silah sesleri iş itili yor; Tunalıhilm i’nln o dehşe tengiz sinemalarından birin de, rastgele bir film seyredi yorum; birkaç sahnesinde karşıma Coccinel çıkıverme- sin mi: Kucağında Pékinois
süs köpeği, sırtında tül sah ne kılığı, devekuşu tüyleri ve damarlı erkek elleriyle! Hep öyle süslü boyalı, hep o kadar koketti ama, nerede 1960’lı yılların başındaki Mariiyn
kopyası, nerede bu 'yanlış' yaratık?
Kadın yaşlandıkça daha bir erkekleşir mi ne, o bakım dan, kadın travesti’lerin yaş lılığı problemsiz; ama erkek travesti’lerin yaşlılığı, gerçek ten facia!
YARIN:
BU MERAKIN
EVVELİYATI VAR
10 M illiife t
y
&
i
yanlış kadınlar
Wk
________
J
”...■■■rrnTaUÎIEIJJBİ
•
b u
merakın evveliyatı var. işte, sıttı zühre'nln hikâyesi
E rkek kılığı
idam edildi
“zünden
E
MİR Talha’nın, si tüyler ürpertici, hahikâye yatı ibreti..Boyu poşu yerinde, genç bir adamdır; yaşı yirmibeş var yok; bir zamanlar, Diyar-ı Be kir’in (Diyarbakır) çengisi kö çeğiyle hoşça vakit geçirmiş: gün olmuş, akranlarıyla işret meclislerinin birini bırakıp öbürüne koşmuş; gün olmuş, civanlarla gezmiş tozmuş, ho vardalık etmiş; hanidir usla nıp akıllandığı söyleniyor, gerçekten de, ‘emrine tahsis edilmiş olan konakta’, handiy se tek başına ömür sür mektedir.
Yoo hayır, Davulcu Ahmet
adındaki, bir delikanlıyla be raber: ‘erkek güzeli bir şahbaz’ bu; ‘hali, tavrı, edası, güzel yüzüne fakirliğin verdi ği mazlumluk, genç emirin alakasını çekmiş, konağına onu evvela uşak olarak almış’; daha sonra, ‘bir beyzade gibi giydirip kuşatarak, mahrem-i esrarı edinmiş’: Bu aşırı te veccüh, şehirde elbet, dedi kodulara yol açıyor.
Hangi şehir mi? 1630’ların
Diyar ı Bekir’i! EmirTalha, na sıl Arap oluyor: henüz onbeş yaşında iken, Şam Valisi ‘Küçük’ Ahmet Paşa’nın şer rinden kaçıp, at sırtında gel miş; Urmiye Şeyhi Mahmud’
un (bir adı da Hazret-i Koç) hi mayesine sığınmış! Diyesi o ki, Umera-yı Ali Fadıl’dan Ma- anoğlu Emir Fahreddin’in oğ ludur, babası OsmanlI Valisi ne kafa tuttuğu için öldürül müş, o ise canını zor kurtar mış! Sözüne inanırlar, Ma- anoğiu Emir Talha, sadece
Hazret-i Koç’un Nakşibendi
tekkesinde değil, umum
Diyar-ı Bekir’de iyi kabul gö rür; o kadar ki, orayı mekân eyler; sırrı meydana çıkınca ya kadar da bekâr, güzel er keklere meyilli, genç bir Arap emiri olarak yaşar.
4. Murat, Bağdat seferine çıkmasa, Ordu-yu Hümayun’a
akça gerekmese, bu sır meza ra kadar gizli mi kalacaktı?
Hazret-i Koç, 4. Murat’a, sim ya ilmine vakıf bir Arap emi- rinin bakırı altına çevirdiğini söylüyor; ‘filhakika’ EmirTal- ha’nın babasından öğrendiği böyle bir marifeti vardır; padi şah arzu edince, marifetini göstermekten geri de dur maz; ne var ki, bakırı sarart maktan ibaret olan hüneri, pa dişahın uzmanlarını tatmin et meyecektir; bu da, Emir Tal-
ha’nın kişiliğini gündeme ge tirecektir: Kimdir, nedir, neyin nesidir, tez araştırılsın, öğre nilsin!
Sonunda meydana çıkar ki, gerçekte Maanoğlu Emir Fahreddin’in, beş kızından en küçüğü Sitti Zühre’dir, Davul cu Ahmet de onun nikâhlı kocası!..
Hikâye uzun, Reşad Ek rem Koçu, ballandıra ballan dıra anlatıyor,ilginç olansanı- rım, hayatını erkek giyimi ve kişiliğiyle sürdüren bu kadı nın, bu gibi hallerde hemen ‘kondurulacağı üzere’ eşcin sel olmayışı: erkek gibi giyi niyor, erkek adı taşıyor, erkek gibi yaşıyor ama, kadınlarla değil erkeklerle düşüp kalkı yor. Biraz da can korkusuna dayanan bu fantezisi, Sitti Zühre’ye neye mal olmuştur dersiniz? Kocası Davulcu Ah met, padişahtan korkup da durumu açıklayınca, derhal idamına! Yalnız onun mu, ay rıca iki çocuğunun, hamisi Ur miye Şeyhi Hazret-i Koç’un
da! Sultan 4. Murat’ın oğlan lara düşkünlüğü kadar, zalim liği de ünlüdür.
Bu anlattığım, onyedinci yüzyıldan bir olay; oysa, onal- tıncı yüzyıl OsmanlI’sından da benzerleri bulunabilir. O yüzyılın ‘müverrihlerinden’
Selânikli M ustafa Efendi, ‘tarihinde’ anlatıyor, isterse niz, bir göz atıverelim.
MEĞER CİVELEK' MUSTAFA...
3. Sultan Murat Hakkın rahmetine kavuşmuş, 3. Sul tan Mehmet padişah olmuş tur, yıllardan 1595. O tarihte
Saray-ı Hümayun’un muhafı zı, şehrin zabıta amiri Bostan- cıbaşı Ferhad Ağa’ymış, Üs küdar tarafının asayişini sağ lamakla görevlendirilen birlik se, 59. Yeniçeri Ortası. O yaz, dokuz çifte ‘kancabaş’ kayı ğıyla işte bu Boştancıbaşı Ferhad Ağa gelir, Üsküdar is- kelesi’ne yanaşır; 59. Orta’nın kolluğuna düşüp, Çorbacıba-
şı’nı bulur: Maksadı, yeniçe riler arasından, bir ‘uygun- suz’u bulup çıkarmaktır.
Aksaray’da Muratpaşa Ca mii yok mu, işte onun imamı
Hafız ilyas Efendi’nin, üç ka rısından üçüncüsü, henüz pek genç ve pek taze olan Ha fice hanım, bir müddet önce, bir yeniçeri tarafından kaçırıl mış, Boştancıbaşı onu arıyor.
Çorbacı, böyle bir işi yapsa
Hikâyenin ilginç yanı, XVII.
yüzyılda hayatını erkek giyimi
ve kişiliği ile sürdüren bu
kadının eşcinsel olmayışı: Erkek
gibi giyiniyor
,
erkek adı taşıyor,
erkek gibi yaşıyor ama, kadınlarla
değil, erkeklerle düşüp kalkıyor
J e a n n e d 'A rc'ın ç e t r e f il k iş iliğ i
Jeanne d ’A rc ’ ın çetrefil kişiliği, inanılmayacak kadar çok sanat eserine konu olmuştur. Bu işi ilk yapanlar, Christine de Pisan’ la, ünlü halk şairi François V illo n ’dur ( ‘ Eski Zaman Kadınları Balladı’ ) Voltaire’ in yazdığı eser, kahramanın cinselliğini de işe karıştırdığı için, klasik eleştiriciler tarafından pek beğenilmez; oysa Michelet’ninJeanne d ’A rc ’ ı göklere çıkanlır. Yanılmıyorsam, Jeanne d’ A rc ’ın Fransa’ nın ulusal kahramanı, adeta sembolü haline gelmesinde, bu eserin rolü büyüktür.
Eski b ir gravürde, Jeanne d ’Arc, şövalye kıyafetinde, atının üstünde görülüyor.
Yeniçeri geleneğinde ‘civeleklik’ var, ilerde yeniçeri
olacak tüysüz adaylara bu ad veriliyor, şunun bunun
(kötü nazarlarından’ saklamak için de, bunların
yüzüne at kılından püskül peçe takılıyor
Jeanne d’Arc’ın kişiliğinin ve se rüveninin mükemmel b ir konusu olabileceğini kim yadsıyabilir? Si nemanın ünlü Jeanne d ’ A rc ’ ları arasında, Renée Falconetti, Ing rid Bergman, Micheie Morgan,
akla ilk gelenler oluyor. Kuşku suz, en iy i Jeanne d ’ A rc film i,
Cart Dreyer’in Fransa’da çevirdi ği ‘Jeanne d’Arc’ın Çilesi’dir
(1928). Sessiz olarak çekilen, ağır lığı yakın planlara veren bu ün lü sinema klasiğinde Jeanne d’Arc rolünü Renée Falconetti
canlandırmıştı.
yapsa, 59. Orta’nın en yakışık lı neferlerinden ‘Zehir’ A li’nin yapabileceğini söyleyecektir; gel gör ki, varıp A li’yi iskele karşısındaki Kolluk Hamamı’- nda bastıkları zaman, yanı ba şında ‘civeleği’ Mustafa’yı bu lurlar: Gençten bir oğlan!..
59. Orta’nın Çorbacısı,
‘keyfiyeti’ Bostancıbaşı’ya şöyle anlahyor: ‘Zehir’ Ali bir süre önce, kolluğa gayet gü zel bir çocuk getirmiş, ‘Bu oğ lanın adı Mustafa’dır, hem şehrimdir, civeleğim olmuş tur’diyerek, Çorbacısı’nın eli ni öptürmüş. Yeniçeri gelene ğinde, ‘civeleklik’ var, ilerde yeniçeri olacak tüysüz aday lara bu ad veriliyor, şunun bu nun ‘kötü nazarlarından’ sak lamak için de, bunların yüzü ne at kılından püskül peçe ta kılıyor. ‘Zehir’ Ali de böyle yapmış, civeleğinin yüzüne püskül peçeyi takıp, onu ya nından ayırmaz olmuştu. Ge celeri galiba, Balaban İskele-
si’ndeki hanlardan birinde ka- lıyorlarmış!
Boştancıbaşı Ferhad Ağa
kuşkulanıyor, hamamda yaka lanan ‘civeleğin’ peştemalını açtırıyor ki, ne görsün, bu
Mustafa henüz ondört-onbeş yaşlarında, saçları oğlan tıra şı, gencecik bir kadındır, ya ni Hafız İlyas Efendi’nin üçün cü haremi Hatice hanım! Bir erkeğe duyduğu aşk yüzün den, erkek giyinmeyi seçen Haticehanımın akıbeti kötü ol muştur: Bostancıbaşı’nın cel latları, oncağızı oracıkta bo ğar öldürürler; ‘Zehir A li’nin akıbetinden hiç söz etmeye lim, korkunç bir şey: Eklem lerini birer birer kırmış, göv desini et yığını halinde bir ha van topunun namlusuna tıkıp, topu ateşlemişler. Evet!
Şimdi bakın, ilginç olan ne: Sitti Zühre de, Hatice de, ‘erkek’ giyiniyor, ‘erkek’ görü nüyorlar ama, ‘kadın’ yaşıyor lar, eşcinsel değiller; buna mukabil, ünlü Busbecq, İstan
bul’dan 1560 Haziran’ında
yazdığı Nicholas Michauit’ya mektubunda, aynı görüntüyü seçen, ama bunu eşcinsel bir ilişkiyi gerçekleştirmek için yapan, bir OsmanlI kadının dan söz ediyor: Öylesi de olu yormuş demek:
“...bizde genç kızları gö rünce âşık olan erkekler gibi, burada da bunlara âşık olan kadınlar vardır. Kadınları sıkı tutmanın ne gibi sonuçlar ver diğini, bu suretle tahmin ede bilirsiniz. Çünkü, dişiler birbi rine karşı da aşk duyabilirler. Bu gibi aşklar için hamamlar gayet elverişlidir. Bu yüzden bazı Türkler, kadınlarını, umu mi hamamlara yollamak iste mezler.
"Vaktiyle umumi hamam lardan birinde, yaşlı bir kadın, genç bir kıza âşık olur. Bu İs tanbullu fakir bir adamın kı zıydı. Yaşlı kadın ne yaptıysa, genç kızın gönlünü çalmayı başaramayınca, inanılmaya cak bir işe kalkıştı. Kendisini bir erkek gibi göstermeyi dü şündü. Kıyafetini değiştirdi. Kızın babasının oturduğu ev civarında bir ev kiraladı. Padi şahın çavuşlarından olduğu nu iddia etti. Hâsılı kızla ev lenmeye talip oldu. Düğün günü kararlaştırıldı. Zifaf ya pıldı. O zaman bu sahte çavu şun bir kadın olduğu meyda na çıktı. Kız kendisini odadan dışarı attı, anasını babasını çağırdı. Onlar da kızlarını bir erkekle değil, bir kadınla ev lendirmiş olduklarını gördü ler...”
‘Erkekliğe’ heves eden yaşlı kadının akıbeti, ötekiler den farklı mı? Hayır. Onu da
Boştancıbaşı huzuruna çıka rıyorlar. Boştancıbaşı,‘elleri nin, ayaklarının bağlanarak, denize atılmasını’ buyurmuş! O da böyle gidiyor. Şimdi su kolaylığıyla fötr şapka, takım elbise giyip, kravat takarak, hemen tamamiyle erkek silu eti halinde dolaşan kadınlar, .hemcinslerinin bu uğurda can verdiklerini acaba hiç dü
şünürler mi?
Hele bunların arasında,
Jeanne d’Arc’ın da bulun duğunu?
JEANNE H ARC A NE
BUYRULUR?
Jeanne d’Arc’ı kim tanı maz? Ya bir kitapta okumuş, ya bir piyeste, yahut filmde görmüşüzdür: Ülkesini, İngi nlerin egemenliğinden kurta ran kahraman kız, Fransa’nın sembolü! Bizim nesil, onu, Ingrid Bergman’ ın çizgileriy le hatırlıyor. Film Beyoğ- lu’ndaki Lâle Sineması’nda gösterildiği zaman, kalabalık tan kapılar kırılmıştı. O yılla rın Hollyvuood’u bile, bütün conformiste’liğine rağmen, Jeanne d’Arc’ı, ‘erkek’ giyinir, kılıç kuşanır, saçları ‘erkek’ tı raşlı bir kadın olarak göster meden edemedi: Çünkü, ha kikat budur.Jeanne d’Arc, 1400’lü yıl ların ilk çeyreğinde, ‘zuhur ediyor’. Tanrı’ya ait olduğun dan şüphe ettiği, birtakım sesler duymaktadır. Bu sesler ona, müşkül durumdaki vata nını kurtarmasını telkin et mektedir. O da ne yapsın, ‘erkek’ kıyafetine bürünüp,
Fransa’yı boydan boya geçe rek, Kral VII. Charles’ın tahtı nı kurtarmasına yardımcı olu yor: Orlean’ı ingilizlerden geri alıyorlar, işin şaşırtıcı yanı Je- anne’ın bu yiğitlikleri ‘erkek’ kılığında yapması; gerçekten,
saçları ‘erkek’ tıraşı, giyimi ‘erkek’ giyimidir; savaş gerek ti mi, şövalye zırhları kuşanır, elde kılıç at üstünde katılır ki, o dönemde bunu kadınların yapması, aklın havsalanın ala cağı şey değil. O yapıyor, yap ması bir yana, uzunca bir za man, çevresine kabul ettirme yi başarıyor da!..
Talihi ne zaman döner, Kral VII. Charles’ın onun ka zandığı savaşı, barış masasın da kaybettiği zaman mı, oyu na getiriliplnglizlere satıldı ğı zaman mı? Gerçek şu ki, In- gilizler vakit kaybetmiyor, Je- anne’ı zamanın en korkunç suçlamasıyla engizisyon hâ kimlerinin karşısına dikiyor lar: Büyücülük! Jean n e d’Arc’ın mahkemesi çok tar tışılmıştır: Sözde Piskopos Cauchon’la hâkimlerden Je- an Lemaitre aralarında uyuş muşlar, ne yapıp yapıp, kızı mahkûm ettirecekler; sonra dan Jeanne d’Arc gerçekten aklanmış, kilise tarafından ay rıca ‘Aziz’ mertebesine yük seltilm iştir ya; engizisyonda, en çok ‘gaipten duyduğu ses leri, Tanrı’ya atfetmekle’ suç lanıyordu; birde neyle, dersi- niz:‘Erkek’ gibi giyinmekle!..
O kadar böyledir ki bu, Je anne d’Arc, Rouen’da halkın karşıs.na çıkarılıp, bir daha er kek elbisesi giymeyeceğine,
İsveç Kraliçesi Kristi- na’yı, beyaz perdede kira oynamıştı? Genç- _______ !_______ lerin çoğu film i gör
memiştir, gerçi 10 yıl kadar oluyor tele vizyonda gösterilişi, ama âdet olduğu üzere özelliği o kadar belirtilmemiştir ki, sıra dan b ir film gibi yarım yamalak seyredil miş, sonra da unutulmuştur. Oysa, Kraliçe Kristina’yı, sinemamı! gelmiş geçmiş en ün lü yıldızı sayılan Greta Garbo, oynuyor du. Büyük bir ihtimalle Hollywood, Greta Garbo’yu role seçerken, ünlü oyuncunun da kraliçe gibi İsveçli olmasından hare ket ediyordu; belki biraz da yüzünün onun yüzünü andırmasından! Aslına bakılırsa bu andırma önemli de sayılmaz. Kraliçe Kris tina, neresinden bakılsa Garbo’ nun çirki ni (küçük fotoğrafta).
‘alenen’ yemin ettirilmiştir. Yeminini tutsa, belki hürriye tini kaybedecek, fakat hayatı nı kurtaracaktı; tutmuyor fa kat, yeniden erkek libaslarına bürünüyor: Hem de, bahane- liği pek belli olan bir bahaney le: Kadın kılığında dolaşınca gardiyanlar ona tasallut edi yorlarmış da, erkek kılığında olunca rahat bırakıyorlarmış; ne giyerse giysin, sanki onun kim olduğunu bilmiyorlar!..
Netice malûm: Ünlü Jean ne d’Arc, ‘erkek’ giyinme me rakını çok pahalı ödemiş, 1431’de Rouen’da diri diri ya kılmıştır. Ondan yüz yıl kadar sonra, başka bir Avrupa’lı ka dın, aynı merak yüzünden der de uğrayacak, fakat o hayatı nı değil, tacını ve tahtını kay bedecektir: İsveç Kraliçesi Kristina!..
YA KRALİÇE KRİSTİNA?
Ünlü çapkın Giacomo Ca sanova, anılarında, İsveç ziya retini de anlatır. O sırada Kra liçe Kristina’nın, olanca sa natçıyı, bilgini, muciti çevre sine topladığı, elinden geldi ğince hepsini koruduğu bili niyor. Fellini, bu anılara daya narak yaptığı filmde, Casano va ile Kraliçe Kristlna’nın kar şılaştığı sahneyi, insanın tüy lerini ürperten bir fantezi çıl gınlığı halinde işlemiş: Krali çe, elinde duman duman pi posu, Casanova’nın icatların dan çok, çevresindeki ‘erkek’ giyimli kadınlarla, türlü hüner gösteren erkeklerle ilgileni yor. Bilinen odur ki, Kraliçe Kristina, (1626-1689) devrinin kraliçelerine kesinlikle benze miyordu: Evlenmeyi reddet mişti, ‘erkek’ giyiniyor, erkek arkadaşlarıyla ava gitmeyi, ata binmeyi, tütün ve içki iç meyi; sarayında, renkli bir mermer, ipek, altın dağdağa sı içinde, kadınlarla çene çal maya, ya da müzik dinlemeye tercih ediyordu. Tahta henüz altı yaşındayken çıkmış, sal tanatı yirmiiki yıl sürmüş; bu arada Danim arka’yla Brö- sembre Anlaşması’m imzala dığı, Westephalia Anlaşması’ nın hazırlanmasında büyük etkisi olduğu, tarihlerde yazı lı; bir sürü sevgilisi olduğu da!..Kraliçe Kristina’nın, alaka duyduğu kadınlar da olmuş ama (Kontes Abba Sparre),
daha çok erkekleri sevmiş; yani o da, ‘erkek’ giyiniyor, ‘erkek’ görünmeyi seviyor, gel gör ki, Fransız doktoru Bour- delot’yla, Lagardie Kontu’yla,
hatta P.MentelI’le, Tott’la aşk yaşıyor. Nitekim, hayatı be yazperdeye aktarılırken, aşk hayatı tamamen olağan bir düzeyde ele alınmış, bu ‘er kek’ havalı kraliçenin sevdiği adamla olan aşkı, dönemin
Hollywood şablonları içinde anlatılmıştı. Kraliçe Kristina
böyle aykırı bir yaşantıy la, İsveç tahtında uzun süre kalamazdı elbet; on yıl süren o ‘İsrafil’ saltanat, tahtı yeğe nine bırakmasıyla son bulu yor; Isveç’de de kalamıyor ar tık, önce Hollanda’ya, arka sından Fransa’ya, sonunda
İtalya’ya göçüyor. Çünkü, bu arada, başlangıçta gizli, daha sonra açık olarak Katolikliğe dönmüştür!..
ŞÖVALYENİN HİKÂYESİ
Yoksa, Batı’nın gelmiş geçmiş en büyük ‘travesti’sl,Eon Şövalyesi Charles de Be aumont mudur? Ne Jeanne d ’Arc su dökebilir eline onun, ne İsveç Kraliçesi Kristina: Şövalye d’Eon, (1728-1810)
her iki cinsin hayatını, her iki cinsin kılığıyla o derece başa rılı yaşamıştır ki, ünlü Larous se Ansiklopedisi, ona ayırdı ğı bölümde, gerçek cinsiyeti nin ne olduğunda tereddüt ediyor:
“ ...uzun süre cinsiyeti hakkında şüphe uyandırma sıyla ün yaptı. Çoğu zaman kadın sanıldı. Daha çok kadın elbisesi giymesine, kadın ol duğunu söylemesine rağmen, erkek olduğu sanılır...”