• Sonuç bulunamadı

Yanlış erkekler, yanlış kadınlar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yanlış erkekler, yanlış kadınlar"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

8

M illiy e t

erkekler,

kadınlar

Önce yemeğe götürmeyi, sonra bir kulpunu bulup

‘yatağa atmayı’ kuruyorum. “Kaptan”, diyor

,

“görünüşüme bakmayın, tam bir kadın sayılmam

ben

,

travesti kulüplerinden birinde çalışıyorum”

ÖNSÖZ YERİNE...

Hangimiz kendisini, bir başkası sanmıyor?

E w t, işi aslına indirgerseniz, travesti’ lik, bir kendini başkası sanma sorunudur: Nasıl cesur kendini korkak, güçlü kendini zayıf, haksız kendini haklı, aptal kendini kurnaz sanırsa; bazı er­ kekler kadın, bazı kadınlar da erkek sanır. D oktor Pomeroy, 'vücudunu şaşırmış ruh'tan söz ediyor ki, ifade ettiği anlam bu. Uzmanların çoğu, travesti’ lerin, eşcinsel olmadığını belirtiyor. Ben özcinsel deyimini uygun gördüm, tamamen yanılmış olabilirim. Yanılmadığımı sandığım nokta, travesti'lerin, kendilerini başkaları sandığıdır. O ki, insanın insanla ilişkisinden sonra, insanın kendi kendisiyle ilişkisi, sanatın meşguliyet alanına giriyor; travesti’ ler de, hem çevreleriyle hem kendi kendileriyle ilişkileri açısından, gündemimizdedirler.

Uzun yıllar ‘ gerçekçilik’ toplumsal magma içerisindeki insan ilişkilerinin, objektif tespiti sa­ nılmıştır; peki değil m idir, elbette odur ama, aynı zamanda, aynı magma içerisindeki insanların, kendi kendileriyle ilişkilerini de içerir. Çarpıcı bir örnek ister misiniz? kolay: Güçlü b ir işadamı düşününüz, karısına ve çocuklarına canavar gibi hükmediyor, işyerinde bir fırtına, piyasada ali- kıran baş koparan; oysa, gizli hayallerinde, travesti’ nin b irid ir; vitrinlerde gördüğü kürk manto­ ları giyinmiş, parfümleri sürünmüş, boyalarla boyanmış olarak, dalgalanır durur. Bu işadamları­ nın, ‘ münhasıran’ aile, iş ilişkilerini işlemek, acaba onun ‘gerçeğini’ yansıtmak mıdır? Kendi kendisiyle acayip ilişkisinin, öteki ilişkilerini olumlu ya da olumsuz etkilemediğini söylemek mümkiin olabi­ lir mi? O halde, büyütecinizi, yalnız toplumsal diyalektik çatışmalarına tutmakla yetinmeyeceksi­ niz; bireysel diyalektik çatışmalarına da, tutmak zorunda olacaksınız!

Gazetecilik açısından, travesti’ ler (giderek transseksüel’ ler) uzun süre sansasyonel haber ola­ rak kaldı: Sarah Bernhardt çapında b ir tiya tro yıldızı, kafayı bozar da, Romeo ve Juliette piye­ sinde, erkek kılığına girip Romeo'yu oynarsa, bu elbette sansasyonel b ir haberdir. Olayın basil bir kapris, ya da gelip geçici bir orijina llik merakı olmadığı, acaba Kraftt-Kbing'in ‘Pjychopat- bla Sexualis’inden, Sigmund Freud’un çalışmalarından sonra mı anlaşılmıştır, tam kestiremiyo­ rum, ama anlaşılmıştır: Dünyanın her tarafında, fuhuş ve eğlence endüstrisinin dışından birtakım sade insanlar, kendilerini ısrarla karşı cinsten saymakta, onun kılığında dolaşmayı, hatta yaşa­ mayı iş edinmektedirler. Yani bireysel değil, toplumsaldır sorun; toplumsal olunca da, basının, ond hakettiği önemi vermesi gerekmez mi?

Okuyacağınız yazılar, yıllar içerisinden bazı gözlemler, uzun okumalardan bazı notlar içeri­ yor; tabii, hepimizi şaşırtacak (mı?) bazı resimler de! Referansların çokluk ‘ yabancı’ olması, ül­ kemizde bu türden olayların eksikliğinden, ya da yokluğundan ileri gelmiyor; T ü rkiye ’ de, eğlence ve fuhuş endüstrisinin dışındaki travesti’ ler son derece gizli yaşıyorlar, kapalı b ir çevrenin dışına çıkmıyorlar; oradan kaynaklanıyor. Eğlence endüstrisinden, (ravesti’ liği, ya da transseksiielliği geçim kapısı yapanlara başvurulur, konuşulabilir miydi? Pek sanmıyorum, yanlış reklam tezgâh­ larıyla, çeşitli mythomane'lıklar arasında, kaybolabilirsiniz.

Hiç belli olmaz, kimsenin bilmediği bir yurt köşesinden, kimsenin bilmediği b ir travesti; bu yazdıklarımıza, bireysel serüvenini anlatarak, tanıklığını katmak isteyebilir: Hoşgeldi, safa geldi! En halisinden, gazetecilik olur bu. Hem malum ya, ‘insanların yaşadığı hiçbir şey, insanlara yabancı kalmamalı’ denilmiştir,

Atillâ İ L H A N

Sarah B ern h ard t

D ü n ya tiya tro su n u n gelmiş geç­ miş en b üyü k kadın o yuncularından b iris i sayılan Sarah B ernh ard t’ın ,

hayatım b ir travesti g ib i yaşadığı el­ bette söylenemez.

S ö y le n e m e z a m a , sa hnede — k im b ilir b e lki de S h a k esp ea re’in

bazı piyeslerinden ilh a m a la ra k — bazı erkek ro lle rin i b aşarıyla o y ­ nadığı g ö rü lm ü ş tü r.

T A ig lo n ' g ib i, E d m o n d R os- ta n d ’ın b ira z da ka d ın la rın o y n a ­ yabileceğini düşündüğü erkek ro lle ri değil sadece, Sarah B ernhardt ‘H a m let'i, ya da ‘R o m eo ve Juii-

e ite 'd e R o m e o ’yu da o yna m a yı se­ v iy o rd u .

Solda, Sarrah Bernhardt’ı kendi k ılığ ın d a , sağdaki resim de ise T A iglon /K artal Y u vası’ ro lü n d e , er­ kek k ılığ ın d a g ö rü yo ru z.

Erkek kıyafetini, daha doğrusu bir erkek olarak yaşamayı

seçmiş yaşlı kadın, aslen, Tanzimat ricalinden ünlü biF

paşanın torunlarından olurmuş. Hovardalıklarını anlata

anlata bitiremiyorlar

KLİMA geldikçe hâlâ

şaşarım!

--- ^Anadolu, henüz Be-yoğlu’nu zaptetmemişti. Ol­ sun olsun da, Tarlabaşı'na yı­ lan gibi akan ara sokaklarda, birkaç kebapçı; burulu lâci­ vert bıyıklarıyla geceyi ayak­ ta tutan, birkaç Doğulu bar ‘fe da isi’; hepsi o kadar! 1950’li yılların sonu, 1960’lı yılların başıdır: İtalyanca şar­ kılar, yeni yeni tanınıyor; en yaygını da, “Voiare, hoo, can- tare, ho ho ho hol”. Askerden henüz dönmüş, döner dön­ mez Yeşilçam’ ın inanılmaz girdabında kaybolmuşum. Takma bir adla yazdığım se­ naryolar, çoğu zırcahll pro­ düktörler, kerametleri kendi­ lerinden menkul birtakım bü­ yük rejisörler tarafından, İn­ safsızca çarpıtılıyor. Gecele­ ri, isimsiz sinema kızları, ya da Onlu tiyatro oyuncularıyla,

yaTarabya senin Emirgân be­ nim seyran sekiyoruz; ya da, yaptığım İşten ve kendimden iğrenmiş,‘Çalışma masama yı­ ğılıp, beş altı ciltlik bir roman dizisinin, çatısını kurmaya ça­ balıyorum. Her sanatçı öyle yapmaz mı, geçim zoruyla bu­ laştığı iş onu bezdiriyorsa, yü­ celteceğine inandığına sığı­ nacaktır; benim umudum, sonradan ‘Aynanın içindeki­ ler’ genel başlığını taşıyacak olan, bu roman dizisinde!

KİM BU ADAM?

Cinsel çelişkilerinin savu­ nuşuyla siyasal eyleme, -hem de tehlikelisine- bulaşmış bir kadın tipi yaptım ki (Suat Ha- cıbeyoğlu), ruhsal ve cinsel bunalımının kökeninde, yıldı­ rıcı özellikleriyle annesi bulu­ nacak; korkunç bir anne ol­ malı, mütehakkim ve itici! Bu ‘anne’yi karakter (muhteva) olarak tasarlıyorum da, kızını perişan etmesi gereken aykı­ rılığını, fiziksel olarak bir tür­ lü yerine oturtamıyorum. Bir

Beyoğlu tesadüfü bana hem bunu sağlayacaktır, hem de İstanbul’da 'dört dörtlük' bir

‘travesti’ görebilmek imkânı­ nı.

Pera grisinin, ince bir sis tozu halinde, gelip geçenin burun deliklerine, kulak içle­ rine sıvandığı bir sonbahar günü müydü; yoksa kalın ve kaba, bir kış ıslaklığı mı hü­ küm sürüyordu? Unutmu­ şum! Belleğimde kalan, ya­ nımda bir arkadaşla Fransız Konsolosluğu dolaylarında biryerde vitrinleri taradığımız,

istiklal Caddesi’nin her za­ manki ‘taranmamış’ kalabalı­ ğı, iki yanımızdan, balçık gi­ bi akıyor; göz farları masma­ vi parlayan, inci dişli, küçük Rum oruspular; fare kuyruğu bıyıklı, play-boy namzetleri; siyahlar içindeki, yaşlı Erme­ ni madam; bilinmez hangi okuldan, birdenbire kırlangıç­ lar gibi dağılmış, üniformalı öğrenci kızlar!

Kulağımın dibinde, arka­ daşımın uyarısı:

— “ Hişt, belli etmeden şu adama bak! Şuna canım, lâci­ vert paltoiuya!”

Kerliferli demezler mi, öy­ lesi: Biraz ismet Paşa’nm

devr i saltanatındaki ‘tek parti’ mebuslarını andırıyor; biraz, yeni palazlanmış büyük şehir müteahhitlerini; kalın ama ‘mülehham’, başında rö- leve şapka, sırtında lâcivert palto; ipek kaşkol, altı kau- çuklu kış pabuçları, siyah el­ divenler! Saçları epeyce kır­ laşmış, yüzü hafif kösemsi mi? Cıgarasının dumanlarını savurtarak, yanımızdan geçti gitti, istesem de istemesem de:

— “ Kim bu adam?” diye soracağım.

Cevap müthişti:

— “Adam değil be, kadın! Adı filandır, filan yerde oturur, yıllardır erkek kıyafetinde ya- şıyor”.

Şimdi çıkaramıyorum, ro­ mandaki Suat Hacıbeyoğlu’

nun inanılmaz annesini, bir­ denbire o an mı bulmuştum, yoksa sonradan düşüne dü­ şüne mi? Gel gör ki İnsanları hayattan olduğu gibi roman­ lara aktarmak, en sevmedi­ ğim şey; daha çok çeşitli tip­ lerden çeşitli yanları alarak

sentezler yapmayı seviyorum; şimdi bunu ‘aynen’ mi aktara­ cağız?

BİR "ÖZEL HAFİYE”

ÇALIŞMASI...

Sağını solunu iyice arayıp sormadan, karar vermek İm­ kânsızdı. Dolaysızlığı seve­ rim, kararımı verince -yanıl­ mıyorsam- Osmanbey Posta- nesi’ne dalıp, rehberden ismi aradım; şansıma telefonu var­ dı, hattın öbür ucundan bek­ lediğim gibi boğuk değil, da­ ha ziyade gevrekçe bir ses, ne istediğimi soruyor. Ne diyebi­ lirim?

— “ ...Efendim ben filan­ cayım, sizinle şu şu şu mev­ zularda etraflıca konuşmak istiyorum, tamamiyle gizli bir söyleşi olacak bu, gizli de ka­ lacak; amacım belirli bir tipin çerçevresini çizebilm ektir, vs...”

Sunturlu b ir‘erkek’ küfrü, telefon kapanıyor. Demek yar­ dımcı olmayacak! Peki vazge­ çecek miyim? Yok canım! O günden tezi yok, aşağı yuka­ rı altı ay kadar süren, bir ‘özel hafiye’ çalışmasına başlıyo­ rum; zor ilerleyen, sabırlı adam işi, zahmetli bir çalışma bu! Şehre uzak düşen o ko­ nak yavrusu evi bulacak­ sın. -Allah’tan civarında bir kahve- İskemleyi atıp gire­ ni çıkanı, özellikle onu gözle­ meye alacaksın; ayrıca, kah­ veci, bakkal, kasap, hakkında neler diyor; mahallelinin fikri nedir, hayatı hakkında neler biliyorlar, vs.

Böyle böyle, ‘Aynanın içindekiler’ dizisindeki müt­ hiş serüvenine girişecek olan

H ayrun isa B a yrakta r’ ın

‘dosyası’ kabarıyordu. Bunla­ ra bir de, rakı sofrasına bir ge­ ce yarısı rasgele düştüğü­ müz, namlı Beyoğlu yosmala­ rından sosyete randevucusu Z...’nlrı, kalın kahkahalarını şampanya gibi üst üste pat­ latarak verdiği ‘malumat’ ek­ lenince...

Erkek kıyafetini, daha doğrusu bir erkek olarak ya­ şamayı seçmiş bu yaşlı kadın, aslen, Tanzimat ricalinden

ünlü bir paşanın torunların­ dan olurmuş, evet! Yani ‘soy yerden', ‘variyeti’ yerinde; ho­ vardalıklarını, anlata anlata bi­ tiremiyorlar, gönlünün ve eli­ nin genişliğini, deyim uygun düşerse ‘beyefendiliğini’; ca­ mi yaptırma derneklerine ba­ ğışlar, öksüz kızlara çeyizler, her yaz birkaç yoksul çocu­ ğun sünneti, vs. Fakat ‘tra-

vestiüği’ fena halde ciddiye alıyor, öyle arada nükseden bir hastalık, hoşlandığı bir kapris sayılamaz, kadının sü­ rekli yaşama biçimi bu; izle­ diğim sürece daima erkek kı- yafetindeydi, kadın kıyafetin­ de tek bir Kere gördüm; iri vü­ cudunda eğreti duran bir tay­ yör giymişti ama, tıraşlı ense­ si, erkek favorileri, hareketle­ rine enikonu sinmiş erkek ha­ şinliğiyle, eteklik giymiş han­ tal ve tombul bir başçavuşa benziyordu. Erkek gardırobu­ na diyecek yok! En çok ‘takım elbise’ giymeyi seviyor, lâci­ vert, gri ya da bej olacak, ara- sıra ‘spor’ ceketler, kılıç gibi ütülü flanel pantolon; fakat daima kravatlı, bazen kolalı beyaz gömlek, bazen pardösü ya da palto! Bir keresinde ara­ bayı şoföre deniz kenarına çektirmiş, Arnavutköy sahi­ linde, istavrite çıkmış balıkçı­ ları seyrettiğini görmüştüm. Tek başına idi. Dalgın, ciddi, galiba kederli. Cıgarasını sey­ rek nefeslerle İçiyor, bir eli pantolonun cebinde, alnında saçının virgülü. Onu bu haliy­ le gören, kadın olduğuna ke­ sinlikle ihtimal veremezdi.

BEN ÜÇÜNCÜ CİNSTENİM...

Bak, şimdi Margot’nun bir sözünü hatırladım. Tek gözlü­ ğünde deniz yansımalarıyla, kıpkızıl gülümseyerek, derdi ki;

— “ ...Gerçek travestiler, sanıldığından çok fazladır ama, karşı cinsin kılığına o kadar ustalıkla girmişlerdir ki, bilinmezse asla farkedilmez- ler!”

Margot, 50’li yılların baş­ langıcında, Paris’te tanıdığım başka bir travesti, şu farkla ki, o şahane erkek gardırobuna,

sımsıkı arkaya taranmış erkek saçlarına, tek gözlüğüne ve piposuna rağmen, suratını bir kadın sinema yıldızı gibi özenle boyuyor; geceleri efla­ tuna çalan mavi gözleri rimel­ den ağırlaşmış takma kirpik­ lerle donatılmıştır, kaşları sa­ dece kalemle çizilmiş iki in­ ce eğri, dudaklarında vişne koyusu bir kızıllık. Bu farkı o, merak edip sorduğum bir ak­ şam, Avenue Wagram’daki bir kahvede, şöyle izah etmişti:

— “...Ben travesti deği­ lim, üçüncü cinstenim, yani hem kadınım, hem erkek!”

Camların ardında Paris

gecesi, yaprak yaprak uçuşan trafik ışıkları, çıldırmış neon­ ları, kızıl çizmeleri yüksek to­ puklu görkemli fahlşeleri ile

technicolor ve Vistavision bir film gibiydi. Henüz yirmi beş yaşındaydım, dünya gözüme küçük, hayat sonsuz görünü­ yordu; amacımsa, her anın ölüme en yakın uçlarını dolu dolu yaşamak! Hem zaten, bazı niteliklerini yirmi beş yıl sonra ‘Fena Halde Leman'da-

ki Lily’ye ödünç verecek olan

Josy’yi de o yıllarda, o tech­ nicolor ve Vistavision filmin akışı içinde tanımamış mıy­ dım? Bakın nasıl:

ALIŞILMAMIŞ BİR SARIŞIN

“ GOnler iyice kısalmıştı; karanlık, acı bir soğukla bir­ den bastırıyor. Sabahlar ol­ mak bilmiyordu. Uyur uyur uyanır, camlardan, sokak lam­ balarının hüzünlü ışıklarıyla aydınlanmış bir alacalık gö­ rüp, yeniden uykuya varırdım. O günlerde Gorki’nln Klim Samgin’ine kaptırmıştım ken­ dimi, romanı gece yarılarından sonra bile elimden bırakamı­ yor, bu yüzden sabahlan son derece geç kalkıyordum. Bir tuhaf hayattı.

O gün de öyle olmuştu İş­ te. Otelin salonuna bir çay içeyim diye girdim. Saat on bir buçuk, on iki suları. Aaa, baktım kİ sokak üstü geniş pencerenin tü l perdeleri önünde, inanılmayacak bir sa­ rışın, gökkuşağı renkleri sa­ çarak, büyük bir dalgınlık na- linde genişliyor. O zamanlar kadınlarla ilişkilerim küstah­ lık düzeyinde g e liş tiğ in ­ den midir, yoksa sarışınlığı, ağır kirpikleri ve diri memele­ riyle bu kadın bana Janine’i

hatırlattığından mıdır, bilm i­ yorum, dişlerinin parıltısını pembeleştiren ilk gülümse­ mesini yakalar yakalamaz, maSasındayım:

— “ Salut, adım Ilhan,

dost kaptan diye de çağırır” .

Başını nazlı nazlı şöyle yu­ karı kaldırıyor, hayli geniş ya­ kasından, tortop göğüslerini iki beyaz güvercin gibi görü­ yorum. İçin için onu öğle ye­ meğine çağırabilecek kadar param olup olmadığını hesap- laya durayım, onda hiç de ir­ kilmiş bir hal yok, tersine küs- talığımdan hoşlanmış görü­ nüyor:

— “ Kaptan mı? Yoksa de­ nizci misiniz?”

Hani bazı Fransız kadınla­ rı genizden, kalınca bir sesle konuşurlar, insanın içini ba­ yıltırlar, bu da öyle konuşu­ yor. Yüzüne, daha bir dikkat­ lice bakıyorum ki ucu kalkık şirin burnu, derinliklerinde sırmalı ye ,ille: ;m iayan iri bal rengi gözleri, aşağıoan alınıp kalemle çok usturuplu biçim­ lenmiş kaşlarıyla, Janine’den daha da hanım hanımcık bir kadın bu; üstelik, İkisi de bo­ ya sarışını oldukları halde, Ja- nine’de çokluk yeşile çalan yansımalar, bunda sedef pembesine dönüyor. Acaba yirmi beşinde filan mı?

Yokmuş, yirmi bir yaşın­ daymış, adı Josy, gece kulüp­ lerinde şarkı söylemeye uğra­ şıyormuş ama, çok zormuş bu iş, elinizden bir tutanınız olmadı mı, başarması olanak­ sız. İncik boncukla işlenmiş püsküllü çantasından, blrCo-

ol paketi çıkarıyor, cıgarastna ateş tutuyorum; yahu o ne el­ ler öyle, kalıptan çıkmışçası­ na düzgün, bakımlı; tırnakla­ rı derseniz, uzun, sivri ve yal­ dızlı pembe!

Yaş yirmi beş olup da ka­ fada kavak yelleri eserken, başka türlü düşünmek elde mi? Ben de çaresiz Josy’yi önce yemeğe götürmeyi, son­ ra bir kulpunu bulup ‘yatağa atmayı’ kuruyorum. Hâlâ ak­ lıma geldikçe gülerim. Orada epeyce söyleştik, havadan sudan, filmlerden vs. Tam 'ar­ tık kalkalım’ diyeceğim sıra­ da, neredense Pablo, boynun­ da gitarı, alnında kıvırcık saç­ ları, dudaklarında uslanmaz hergele gülüşüyle:

— “ Amigo, on buçuktan beri seni bekliyorum”.

Ondan önemlisi, söze başlamadan Josy’ye verdiği selam:

— “ Bonjour Maurice, ça va? Günaydın Maurice, nasıl­ sın?”

Göz kaş edip Pablo’yu

savdıktan sonra, kafama takı­ lan bu nokta üzerinde durma­ yacak mıyım? Maurice ne de­ mek, adınız Josy değil miydi sizin? Yoksa Fransa’da Mau­ rice adı kızlara da mı verili­ yor? M auricette diye bir isim biliyorum gerçi, siz Josy de­ diğinize göre, adınız Joslâne

olmamalı mı?

Karşılık vermeden, önce bir zaman cıgarasının duman­ larını seyrediyor. Salona ilk girdiğim anda dikkatimi çe­ ken dalgınlık. Sonra İliklerine kadar kadın, ne kadını be, di­ şi bir hareketle kirpiklerini eğerek;

— “ Kaptan” , diyor, görü­ nüşüme bakmayın, tam bir kadın sayılmam ben, travesti kulüplerinden birinde çalışı­ yorum, bu Pablo haydudu bi­ zim oraya gelir gider, beni he­ men tanıdı, hoş o tammasay- dı da söyleyecektim.”

Şaşkınlığımı ne siz sorun, ne ben anlatayım.”

Beyoğlu’nda rastlayıp bir romana aktardığım o ‘beye­ fendi’, Paris'te rastlayıp, ba­ zı özelliklerini başka bir ro­ manda kullandığım o ‘takvim kızı', hayatta karşıma çıkan ilk travesti’ler miydi?

Evveliyatı olmasın?

---

YARIN:---İki büyük efsaneden biri

Meraklısı için notlar

‘Aynanın İçindekiler’ dizisi, Meşrutiyetken bu ya na yaşadıklarımızı, çeşitli aileler ve olaylar çevresin­ de somutlaştırmaya çalışan bir roman dizisidir. Şimdiye kadar yayınlanan romanları şunlar: 1. Bıça­ ğın Ucu, 2. Sırtlan Payı, 3. Yaraya Tuz Basmak, 4. Dersaadel'te Sabah Ezanları. Bu kitapların hepsi An­

kara'daki Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanmıştır.

Hayrunisa Bayraktar, daha çok İlk üç kitapta söz ko­ nusu ediliyor.

• Margot’dan, ‘Hangi Seks’te uzun uzun söz etlim,

tekrar üzerinde durmayacağım. Josy ile ilgili bölü­ mü de, 'Hangi Seks'ten alıyorum. ‘Hangi'li öteki ki­ taplarım gibi, bu da Bilgi Yayınevl’nnce yayınlanmış­ tır. Josy’den, ‘Fena Halde Leman’deki Llly'ye fizik

görünüşün dışında, fazla bir şey geçmedi. O bile tam denemez, çünkü Lily ona oranla çok daha hayali ge­ niş, çok daha çılgın bir ‘travesti.’

(2)

10 M illiyet

/£• V. f f

i

^yanlış ka d ın la r

i

Entelektüel b ir cin selliğin kadın ı M arlene D ietrich

ik i büyük efsaneden biri

E

kadını, İzmir’de gör­RKEK’ giyinmiş ilk müştüm.

1930’lu yılların ikinci yarı­ sı, herhalde 1938: Yani Ansch- luss gerçekleşmiş (Hitler’-

in Avusturya’yı ilhakı); Ispan­

ya’da Franco, iç savaşı kazan­ mak üzere; Fransa’da, Leon Blum’un Halk Cephesi Hükü­ meti, yerini,Daladier’nin mer­ kez sağ hükümetine bırakı­ yor; Uzakdoğu’da, Çin/Japon

savaşı, Çang Ku-Feng’de sınır çarpışmaları, Türkiye’de Ata­ türk hasta!

O yaz sabahı, aklıma nere­ den estiyse, Karşıyaka İskele-

si’nden deniz banyolarına doğru (Şimdiki Yat Kulübü)

yürüyeceğim tutmuş: Körfez durgun, ağır mavi, açıklara ba­ kıldıkça lacivertleşiyor; yüze­ yinde güneş, göz kamaştıran bir cam kırığı serpintisi; yalı o saatlerde tenha, ne cıvıl cı­ vıl denize giren çocuklar, ne de Allah ne verdiyse (isparoz, lidaki, koiyos) avlayan kıyı ba­ lıkçıları!

Karşıdan dört kişi geliyor, üç erkek, bir kadın; görür gör­ mez, o tarihte epeyce bol olan kıyı villalarından çıkmış, İske-

le’ye yürüyen levantenier ol­ duğunu kestiriyorum; gelge- lelim, erkek sandığım üç kişi­ den birinin, aslında kadın ol­ duğunu kestirebilmem, ne mümkün! Evet, basbayağı ka­ dın, güzel bir kadın! Yanım­ dan Fransızca patırdayıp geç­ tiler, o zaman farkına vardım: O ceketinin cebinde Le

Temps gazetesini gördüğüm, yazlık pabuçları bağcıklı, ke­ mik rengi takım elbise giy­ miş, tarçınî kravat bağlamış olanı, yumuşak ve tatlı bir ka­ dın sesiyle tonuşuyordu. Da­ hası, basbayağı makyajlı, o dönemin makyajı elbet: Yok- ettiği kaşlarının yerine ka­ lemle yüksek münhaniler çiz­ miş, dudaklarını hafifçe taşı­ rarak boyamış, rimelden ağır­ laşmış kirpiklerinin altında gözleri buğulu mavi.

Peki, Marlene Dietrich de­ ğil mi bu?

İKİ CİNS ARASINDA

BİR YER...

Marlene Dietrich, 1930’lar Hollyvvood’ının, iki büyük ef­ sanesinden biri. (Öbürü Gre- ta Garbo).Doğumu 1902, Ber­ lin. Asıl adı, Maria Magdele- na von Losch. Birinci Dünya Savaşı ertesinde, yenik, enf­ lasyona ve açlığa mahkûm Berlin’de,keman çalarak yaşa­

maya çabalıyor. O tombulca, kanlı caniı Alman kızından, sonraları dünyaya hükmede­ cek olan ‘esrarengiz’ güzeli çıkaran rejisör Joseph von Sternberg’tir; bu hüneri, son­ radan tabii belki on benzeri çekilecek olan, ünlü ‘Der Blue Angel/Mavi Melek’ (1930) fil­ miyle gösteriyor. O kadarla kalsa, iyi: Aynı film, hem reji­ söre hem yıldıza, o dönemin akıl almaz Hollyvvood’ ınınka- pılarını açacak; Marlene Diet­ rich, oraya daha adımını atar atmaz,Gary Cooper gibi ünlü bir ‘jön’le, yine ‘ünlü’ başka bir filmini çevirecektir: ‘Mo- rocco/Fas’ (1930). Bunu diğer filmler izliyor, birisi ‘Shangai Express’tir bunların (1932), öbürü ise ‘S ca rlet Emp-

ress/Kızıl im p a ra to riç e ’

(1934). Bence, Marlene Diet­ rich efsanesini doğuran o yıl­ ların son filmi, Charles Boyer

ile çevirdiği ‘The Garden of Allah/Allah’ın Bahçesi’ (1936) adlı filmidir.

Marlene Dietrich, yanılmı­ yorsam, Greta Garbo’ya rakip diye çıkarılmıştı; başka bir ef­ sane oldu: Tümsek elmacık kemikleri, üçgen siması, ka­ lemli yüksek ve ince kavisler halinde çizilen kaşları, buğu­ lu bakışlarıyla, gerçekdışı bir alımlılığın, tensel olmaktan çok —deyim uygun düşer­ se— entelektüel1 bir cinselli­ ğin kadını! O yılların Marlene Dietrich’i, beyazperdeden bir efsun gibi dünyaya yayılıyor; bırakın sıradan kadınları, Av­ rupa sinemasının ünlüleri ara­ sında bile (Isa Miranda) ben­ zerleri çoğalıyordu. Oysa ‘erkek’ giyinme özelliğini, onun da AvrupalI —daha doğ­ rusu İngiliz— bir kadın oyun­ cudan kaptığı yazılmıştır. Oy­ sa M ic h e le G ris o lia , TE xpress’te konuyu irdeler­ ken, işin ‘evveliyatını’ şöyle açıklıyor:

“...Sonunda Marlene, ken­ disine, iki cins arasında bir

yer seçti: Bir bakıyordunuz, kerliferli taşralı beylerin deh­ şetle açılmış gözleri önünde, gösterişli, boylu postu bir burjuva kadınını dansa kaldı­ rıyor; bir bakıyordunuz, şaha­ ne balo tuvaletlerine bürün­ müş erkek ‘travestiler’le bera­ ber; bir bakıyordunuz, hayra­

nı olduğu tragedya oyuncusu

Madam La Duse’ün zarif el

hareketlerinden, ama aynı za­

manda o erkekten ayırt edile­ meyen Bavreyalı aktristlerden esinlenmiş! Bugün de iki cins arasında bir yerdedir, Marle­ ne. Bir zamanlar erkek

giyin-Maria Magdelena,

Birinci Dünya

Savaşı ertesinde,

yenik, enflasyona

ve açlığa mahkûm

Berlin'de keman

çalarak yaşamaya

çabalıyor. O

tombulca, kanlı

canlı Alman

kızından,

sonraları dünyaya

hükmedecek olan

“esrarengiz”

güzel Marlene

Dietrich’i çıkaran

rejisör Joseph

von Sternberg’dir

miş, tek gözlükler takmıştı; şimdi şarkı programlarını iki­ ye ayırıyor: Birinci kısım da, görkemli tuvaletlerle çıkar, er­ kekler için söyler; ikinci kı­ sımda, sm okinli, kravatlı, silindir şapkalı çıkıyor, kadın­ lar için söylüyor.”

Karşıyaka’daki (İzmir) es­ ki sinemalardan, Marlene Di­ etrich’i, bahriye subayı ünifor­ masıyla hatırlıyorum. Bazen frak, bazen smokin, silindir şapka, papyon kravat; bazen

tweed ceket, serge pantolon, kulüp kravat, fötr şapka; bü­ tün bunlar, ince uzun parmak­ larından eksik etmediği siga­ rasıyla. Yalnız filmlerinde mi, yoo, günlük hayatında da; hatta daha çok, günlük haya­ tında: O dönemin sinema der­ gileri M arlene D ietrich ’in

‘erkek’ kılığındaki resimleriy­ le doludur. O resimlerdir ki, 1938 Karşıyaka’sındaki çarpı­ cı levanten güzelini, onun gi­ bi ‘erkek giyinmeye’ özendir­ miştir ama, acaba onun, onun kopya çektiği tek gözlüklü in- gilizaktristin,görüp duyup da heveslendiği, başka ‘öncüler’ yok mudur?

ÜNLÜ ÖNCÜLER

KİMLERDİ?

Olmaz olur mu, 1890’lar- dan itibaren Batı’daki suff-

ragette’ler, yani “ kadın hak­ ları savunucuları’, kadınla erkek arasındaki eşitliği, ön­ ce meclise girmek ve aynı gi­ yime hak kazanmak diye düşünmüş ve savunmuşlardı, ilk suffragette’lerln bazıları (çoğu) kolalı yakalı, manşetll erkek gömleği giyer, kravat takarlardı. Ayrıca yazarlar çev­ resinde Fransa’da George Sand, Ingiltere’de George El- liot, erkek ismi alıp, erkek kı­ lığında dolaşıyor; o kadarla yetinmeyip, ufak ufak, umumi yerlerde cıgara, pipo, puro iç­ mek gibi erkek alışkanlıkları­ nı da benimsiyorlar. O kadar ki, git git, puro, pipo, sigara içmek, tekgözlük taşımak,

Belle Epoque döneminin ün­ lü eşcinsel kadınları arasında, vazgeçilmez ‘erkeklik’ özellik­ leri olarak yaygınlaşmıştır.

George Sand, ‘Hayatım’da,

‘erkek giyinmek’ merakını, şöyle anlatıyor.

“...Ben de kalın ve kurşu­ ni çuhadan bir redingot yap­ tırdım. Aynı kumaştan bir pantolon ve bir yelek diktir­ dim de diktirdim. Kurşuni bir şapka ile kocaman yün bir kravat da aldım. Bu kılıkta üniversienin birinci sınıfında okuyan, ufak tefek bir deli­ kanlıya benzemiş oluyordum. Çizmelerimden ne kadar hoş­ lanmış olduğumu anlatama­ yacağım. Küçükken, İlk kez çizme giyen ağabeyimin yap­ tığı gibi, onlarla yatmak geli­ yordu içimden. Çizmenin altı demirli topuklan, kaldırımda rahatça yürümeme meydan veriyordu. Paris’in bir ucun­

N D R fi Caslelot, onu şöyle tasvir ediyor: "...sırtında san ipek- ten bir ropdöşam br, ayağında doğu işi pabuçlar, boynunda --- erkek kravatı, saçianm bir İspanyol Filesiyle toplam ış, yap­ rak cıgarası içiyor. Pipo içiyor da olabilir, ama ille Bosna kirazının ağacından yapılmış olacak, ya da Allah bilir, düpedüz N orm andie ki­ razının ağacından.”

Bu satırlarasıl adı Aurore Dudevant olan ünlü yazar G eorge Sand'ı

anlatm ak için yazılm ıştır; Casimir D udevant’la pek genç evlenen G eor­ ge Sand, onu terk eder, önce Julien Sandeau (George Sand adı oradan türetilm iş) sonra A ifred de M usset, daha sonra Friedrich Cbopin ile aşkları ü nlü d ür, yani erkek giyinmesine, erkek tavırları ve davranışları geliştirmesine rağmen, aşkları ‘ daha ço k’ erkeklerle. 'D ah a ço k’ denil­ mesinin nedeni, aynı zamanda A ifred de V ig n y’ nin sevgilisi olan Marie D orval adındaki ünlü aktristle de, aralarında b ir gönül macerasının geç­ miş olması.

George Sand'ı fo toğraflarda hem erkek, hem kadın kılığında görü ­ yorsunuz.

dan öbür ucuna uçabilirdim artık. Sonra elbiselerim eski- yecekmiş diye bir kaygım da kalmamıştı. Boyuna oradan oraya seğirtiyor, her saat eve uğruyordum. Tiyatroda halk için ayrılan yerlere gidiyor­ dum. Kimse kılık değiştirmiş olduğumun farkında değil­ di...”

Başka bir Fransız kadın romancısı, ünlü Colette, “ Pur et l’impur/Sevap ve Günah’

adlı kitabında, yaşadığı döne­ min erkek giyinmeye meraklı kadınlarını şöyle anlatmıştır:

“ ...Erkekliğe özendiğim o dönemde, kesik saçlarımın al­ tında ne kadar kadın, ne kadar ürkek ve çekingenmişim me­ ğer? Peki kim kadın sayacak bizi? Elbette, kadınlar! Yanıl­ mayan yalnız kadınlardı za­ ten. Pilli plastron kravat, kolalı yaka, arasıra yelek, da­ ima ipekli cep mendiliyle, her çevrenin dışında kendi kendi­ ne çürüyen bir çevreyle dü­ şüp kalkıyordum...”

“ ...‘Bireysel özgürlük’e yaslanırdı bu çevre (..) kapalı kapılar ardında, uygarın da uygarı geçinerek, smokin ve pantolonla katılacağı gizli şenlikler isterdi. Çin beziği­ nin, Jacquet’nin suç ortağı zevklerinin tadını çıkarabile­ ceği lokanta salonları ve bar­ lar ayrılmalıydı ona...”

“ ...İçlerinden en tanınm ı­ şın ın — b elki de en az tanınmışıdır— evinde, içkinin iyisi, uzun yaprak cıgaraiarı, eğere çakı gibi oturmuş bini­ ci bir kadının çeşitli süvari re­ simleri ve bir iki baygın güzel

Meraklısı içirt notlar

1 Marlene Dietrich'e benzeyen, onun havasını kapan si- \ nema yıldızları sanıldığından çoktur: İtalya’da Isa Miran-

f da, Fransa'da M ireille Balın, Amerika'da Carole Lombard [ en belli başlıları arasında sayılabilir.

Travestl, Fransızca'daki'Se Travestir’ fiilinden geliyor, \ kılığını değiştirmek, başkasının kılığına girmek anlamı-

! na (İngilizcesi tranvestite, Almancası transvestit). Türk­ çe'ye böylece girdi, oysa Osmanhcada tebdil i kıyafet

etmek.en üretilmiş ‘tebdil gezmek’ diye bir deyim vardı ki, duruma fevkalâde uygun düşüyor, ben ara sıra kulla­ nırım, fakat genellikle kıymeti bilinmedi, harcandı o de­ yim.

George Sand'ın ‘Hayatım ’ isimli kitabı, M illiyet Yayın- i ları arasında yayınlanmıştır, (1971); Colette’in ‘Pur et ı l ’impur’ü, hayrettir, yayınlanmadı; bu kitabın, Fransızca \ bir başka basımında, adı ‘Ces Plaisirs...’

İ S İ

kadın portresi arasında, cin­ sel yaşantıdan ve bekârlığın sultanlığından söz ediyorlar. Ev sahibesi, koyu erkek elbi­ seleriyle her türlü neşe ve yi­ ğitlik fikrini yalanlıyordu ama, solgundu, lekesiz kızartısız, bazı ışığa doymuş eski Roma mermerlerinin solgunluğuna benzer bir solgunluktu onun­ kisi; sesinin tonu kısık ve yu­ muşaktı; fakat asıl rahatlığı, davranışlarındaki mükemmel­ lik, hareketlerindeki ciddiyet ve vücudunun erkekçe den­ gesiyle, erkeğe benziyordu...” Colette’in daha o zaman ‘çürümeye’ başladığını söyle­ diği bu ‘çevre’, gerçekte, Mar- got’nun 1950'ler Paris’inde

(elektrik kısıtlaması, vesikay­ la şeker satışı, saçaklara buz­ dan sakallar indiren gri bir soğuk) beni kenarından köşe­ sinden içine kattığı, çevre de­

ğil miydi? Birlikte gittiğimiz

bir gece kulübünü, vaktiyle nasıl anlatmışım bir okuyun, kararı siz verin:

"...Değişik bir atmosfer. İnsana yanlışlıkla bir science- fiction filmine girdiği izleni­ mini veren, zincirleme ve üst üste görüntüler: Smokinli, er­ kek tıraşlı, gri bir kadın; pla­ tine saçları, bebek yüzüne metal yansımaları dağıtan, ar­ tist bozması kadınla, yanak yanağa dansediyor. Kuytu kö­ şelerde, öpüşme noktalarına çok yakın, bakışları ağdalı, avuçları terli, birtakım karışık kadınlar. İlk bakışta sunturlu bir işadamından ayıramadı­ ğım, tıraşlı ensesi katmerli, çenesi kat kat, yaprak cıgara- ları içen, koca memeli virago- lar. Gözlerinde dövülmüş bir köpek uysallığıyla onlara suç­ lu suçlu sokulan, varla yok arası kadın negatifleri...”

işin tuhafı nedir, bilir mi­ siniz? Margot’nun da Marlene Dietrich’e hayran olması! Bu hayranlık, 1940’ların sonunda dahi, onun 1930’lara ait mak­ yajını aynen uygulamasından olduğu kadar, (kaş kalemiyle çizilmiş iki yüksek münhani- den ibaret, incecik kaşlar; ka­ lın rimelli, kıvrık kirpikler; buğulu bir bakış, dumanlı du­ daklar.); tekgözlüğünden, pi­ posundan, her biri öbüründen zarif ve havalı çeşit çeşit er­ kek elbiselerinden de anlaşı­ lıyordu. Ne müthiş bir gele­ nekmiş!

TRAVESTİ LERE MODEL

inanır mısınız, ‘erkek’ gi­ yinmeye meraklı savaş

önce-A R L E N E Dietrich ‘ efsane­ si’ , onun, ik i cinsin arasın­ da b ir yerde olmasına daya­ n ır ama, M arlene Dietrich acaba b ir eşcinsel midir?

Gözler önündeki hayatına bakılır­ sa, buna kesinlikle hayır demek müm­

kündür. 1920’Ierde evlenmiştir, kocası b ir dokto rdu , ondan b ir kızı oldu, ik i yıl ona iyi annelik edebilmek için, sah­ neden uzak durm ayı b ild i; ün kazan­ dıktan sonra, Erich Maria Remarque, Jean Gabin vb. ünlü erkeklerle her­ kesin b ild iğ i büyük aşklar yaşaması­ na rağmen, olgunluk yaşma kadar kocasından ‘ resmen’ ayrılm adı. Mar­ lene D ietrich’in Orson VVelles’le de arasında, çok ciddi yakınlık olduğu söylenm iştir.

Böyle b ir kadının eşcinselliği na­ sıl düşünülebilir? Edith Piaf’a hayran­ lığı b ilin ir, ama nasıl b ir hayranlık, dostça m ı, yoksa başka düzeyde mi? Yalnız 1930’ lann sonlarına doğru, ‘ fi­ güran kızla rla uygunsuz ilişkile ri yü ­ zünden’ , o zaman A B D ’ de son derece e tk ili olan Protestan Kadın Dernek- le ri’ n in onun film le rin i protesto e tti­ ği yazılm ıştır. Bu yüzden epeyce b ir zaman film çeviremediği de doğru.

Belki de M arlene D ietrich'e ik i cinsli/bisexuel demek gerekiyor.

si kadınlarına ‘model’ teşkil eden Marlene Dietrich, aynı yılların erkek travesti’lerinin ısrarla benzemeye özendiği, ideal kadındır: Esrarlı, çekici, cinselliği yoğun! Hakçası ara­ nırsa, o dönemin travesti’leri- ni ne gördüm, —yaşım dolayısıyla— ne de görebilir­ dim: Bir kere, İzmir sokakları bu türden insanlarla dolup taşmıyordu; İkincisi, çocuk başıma Paris’e Berlin’e Viya-

na’ya gldebilemezdim; yalnız, 1941’de mi, 4.2’de mi ne, Gâ-

vurdağları’nın büklümleri ara­ sında kaybolmuş ufacık bir dağ kasabasında, gecelerimi romanlarla doldurmaya çalı­ şırken, Erich Maria Remarqu- e’mn ‘üç Arkadaş’ında bu tip­ lerden söz ettiğini hatırlıyo­ rum, adı Kiki’ydi galiba! Bu­ na mukabil, resmini görebil­ diğim ilk travesti, büyülü makyajıyla yüzünü Marlene D ie tric h ’e benzetebilmeyi hayli başarmış bir Alman'dı,

‘La Reine’.

Hayır, Tokatlayan ya da

Perapalas otellerinin, kırmızı kadife, beyaz mermer, renkli cam atmosferinde, karşılaş­ mış değiliz onunla; İstanbul’­

un o tarihte sayısı mahdut, is­ mi ve havası 'ecnebi' pavyon­ larında da görmüş olamam; gerçekte o bu pavyonlara gel­ miş, bu otellerde kalmış ama, ben olayı yıllar sonra Prof.

Mazhar Osman’ın kalemin­ den öğreniyorum: Tıbbıye’de ders kitabı olarak okutulan bir eseri var, bir Ruh Hastalıkla­ kitabı sanırım, İşte orada; üstelik, La Reine’in (La Reine Fransızca kraliçe anlamına gelir) hem kadın hem erkek kı­ lıklarında, birkaç fotoğrafıyla birlikte! Tarlabaşı’nda M a­ dam Kamelya’nın pansiyo­ nunda kalıyorduk: Ben, Cen­

giz, Nihat, Harütyun, Necdet, Ayhan vs. Hepimiz üniversite­ deyiz ya, Tıbbiye’de olanımız

Necdet (Şimdi Am erika’da),

kitap onun ders kitabı. Sonraları ünlü travesti’le-

rin, 1930’lu yıllarda Marlene Dietrich’e, 1940’lı yıllarda Ri-

ta Hayworth’a, 1950’li yıllarda ise Mariiyn Monreo’ya benze­ meye uğraştıklarını öğrenece­ ğim. Bu sonuncuların başarı­ lı örneklerini gözlerimle gör­ düm, Josy onlardan biriydi,

Paris’teki en ünlüsüyse Ceza­ yir’de askerliğini yaptıktan sonra Mariiyn benzeri bir tra­

vesti şarkıcı olan Coccinel’-

dir: Allah bilir, Carrousel tra­ vesti revüsüyle, İstanbul’a,

Ankara’ya, İzmir’e de gelmiş gitmiş! Birkaç yıl oldu, karlı bir kış, Ankara’dayım: Mahal­ le aralarından, cankurtaran si­ renleri; gecekondu semtleri, geceleri, silah sesleri iş itili­ yor; Tunalıhilm i’nln o dehşe­ tengiz sinemalarından birin­ de, rastgele bir film seyredi­ yorum; birkaç sahnesinde karşıma Coccinel çıkıverme- sin mi: Kucağında Pékinois

süs köpeği, sırtında tül sah­ ne kılığı, devekuşu tüyleri ve damarlı erkek elleriyle! Hep öyle süslü boyalı, hep o kadar koketti ama, nerede 1960’lı yılların başındaki Mariiyn

kopyası, nerede bu 'yanlış' yaratık?

Kadın yaşlandıkça daha bir erkekleşir mi ne, o bakım­ dan, kadın travesti’lerin yaş­ lılığı problemsiz; ama erkek travesti’lerin yaşlılığı, gerçek­ ten facia!

YARIN:

BU MERAKIN

EVVELİYATI VAR

(3)

10 M illiife t

y

&

i

yanlış kadınlar

Wk

________

J

”...■■■rrnTaUÎIEIJJBİ

b u

merakın evveliyatı var. işte, sıttı zühre'nln hikâyesi

E rkek kılığı

idam edildi

“zünden

E

MİR Talha’nın, si tüyler ürpertici, ha­hikâye­ yatı ibreti..

Boyu poşu yerinde, genç bir adamdır; yaşı yirmibeş var yok; bir zamanlar, Diyar-ı Be­ kir’in (Diyarbakır) çengisi kö­ çeğiyle hoşça vakit geçirmiş: gün olmuş, akranlarıyla işret meclislerinin birini bırakıp öbürüne koşmuş; gün olmuş, civanlarla gezmiş tozmuş, ho­ vardalık etmiş; hanidir usla­ nıp akıllandığı söyleniyor, gerçekten de, ‘emrine tahsis edilmiş olan konakta’, handiy­ se tek başına ömür sür­ mektedir.

Yoo hayır, Davulcu Ahmet

adındaki, bir delikanlıyla be­ raber: ‘erkek güzeli bir şahbaz’ bu; ‘hali, tavrı, edası, güzel yüzüne fakirliğin verdi­ ği mazlumluk, genç emirin alakasını çekmiş, konağına onu evvela uşak olarak almış’; daha sonra, ‘bir beyzade gibi giydirip kuşatarak, mahrem-i esrarı edinmiş’: Bu aşırı te­ veccüh, şehirde elbet, dedi­ kodulara yol açıyor.

Hangi şehir mi? 1630’ların

Diyar ı Bekir’i! EmirTalha, na­ sıl Arap oluyor: henüz onbeş yaşında iken, Şam Valisi ‘Küçük’ Ahmet Paşa’nın şer­ rinden kaçıp, at sırtında gel­ miş; Urmiye Şeyhi Mahmud’

un (bir adı da Hazret-i Koç) hi­ mayesine sığınmış! Diyesi o ki, Umera-yı Ali Fadıl’dan Ma- anoğlu Emir Fahreddin’in oğ­ ludur, babası OsmanlI Valisi­ ne kafa tuttuğu için öldürül­ müş, o ise canını zor kurtar­ mış! Sözüne inanırlar, Ma- anoğiu Emir Talha, sadece

Hazret-i Koç’un Nakşibendi

tekkesinde değil, umum

Diyar-ı Bekir’de iyi kabul gö­ rür; o kadar ki, orayı mekân eyler; sırrı meydana çıkınca­ ya kadar da bekâr, güzel er­ keklere meyilli, genç bir Arap emiri olarak yaşar.

4. Murat, Bağdat seferine çıkmasa, Ordu-yu Hümayun’a

akça gerekmese, bu sır meza­ ra kadar gizli mi kalacaktı?

Hazret-i Koç, 4. Murat’a, sim­ ya ilmine vakıf bir Arap emi- rinin bakırı altına çevirdiğini söylüyor; ‘filhakika’ EmirTal- ha’nın babasından öğrendiği böyle bir marifeti vardır; padi­ şah arzu edince, marifetini göstermekten geri de dur­ maz; ne var ki, bakırı sarart­ maktan ibaret olan hüneri, pa­ dişahın uzmanlarını tatmin et­ meyecektir; bu da, Emir Tal-

ha’nın kişiliğini gündeme ge­ tirecektir: Kimdir, nedir, neyin nesidir, tez araştırılsın, öğre­ nilsin!

Sonunda meydana çıkar ki, gerçekte Maanoğlu Emir Fahreddin’in, beş kızından en küçüğü Sitti Zühre’dir, Davul­ cu Ahmet de onun nikâhlı kocası!..

Hikâye uzun, Reşad Ek­ rem Koçu, ballandıra ballan­ dıra anlatıyor,ilginç olansanı- rım, hayatını erkek giyimi ve kişiliğiyle sürdüren bu kadı­ nın, bu gibi hallerde hemen ‘kondurulacağı üzere’ eşcin­ sel olmayışı: erkek gibi giyi­ niyor, erkek adı taşıyor, erkek gibi yaşıyor ama, kadınlarla değil erkeklerle düşüp kalkı­ yor. Biraz da can korkusuna dayanan bu fantezisi, Sitti Zühre’ye neye mal olmuştur dersiniz? Kocası Davulcu Ah­ met, padişahtan korkup da durumu açıklayınca, derhal idamına! Yalnız onun mu, ay­ rıca iki çocuğunun, hamisi Ur­ miye Şeyhi Hazret-i Koç’un

da! Sultan 4. Murat’ın oğlan­ lara düşkünlüğü kadar, zalim­ liği de ünlüdür.

Bu anlattığım, onyedinci yüzyıldan bir olay; oysa, onal- tıncı yüzyıl OsmanlI’sından da benzerleri bulunabilir. O yüzyılın ‘müverrihlerinden’

Selânikli M ustafa Efendi, ‘tarihinde’ anlatıyor, isterse­ niz, bir göz atıverelim.

MEĞER CİVELEK' MUSTAFA...

3. Sultan Murat Hakkın rahmetine kavuşmuş, 3. Sul­ tan Mehmet padişah olmuş­ tur, yıllardan 1595. O tarihte

Saray-ı Hümayun’un muhafı­ zı, şehrin zabıta amiri Bostan- cıbaşı Ferhad Ağa’ymış, Üs­ küdar tarafının asayişini sağ­ lamakla görevlendirilen birlik­ se, 59. Yeniçeri Ortası. O yaz, dokuz çifte ‘kancabaş’ kayı­ ğıyla işte bu Boştancıbaşı Ferhad Ağa gelir, Üsküdar is- kelesi’ne yanaşır; 59. Orta’nın kolluğuna düşüp, Çorbacıba-

şı’nı bulur: Maksadı, yeniçe­ riler arasından, bir ‘uygun- suz’u bulup çıkarmaktır.

Aksaray’da Muratpaşa Ca­ mii yok mu, işte onun imamı

Hafız ilyas Efendi’nin, üç ka­ rısından üçüncüsü, henüz pek genç ve pek taze olan Ha­ fice hanım, bir müddet önce, bir yeniçeri tarafından kaçırıl­ mış, Boştancıbaşı onu arıyor.

Çorbacı, böyle bir işi yapsa

Hikâyenin ilginç yanı, XVII.

yüzyılda hayatını erkek giyimi

ve kişiliği ile sürdüren bu

kadının eşcinsel olmayışı: Erkek

gibi giyiniyor

,

erkek adı taşıyor,

erkek gibi yaşıyor ama, kadınlarla

değil, erkeklerle düşüp kalkıyor

J e a n n e d 'A rc'ın ç e t r e f il k iş iliğ i

Jeanne d ’A rc ’ ın çetrefil kişiliği, inanılmayacak kadar çok sanat eserine konu olmuştur. Bu işi ilk yapanlar, Christine de Pisan’ la, ünlü halk şairi François V illo n ’dur ( ‘ Eski Zaman Kadınları Balladı’ ) Voltaire’ in yazdığı eser, kahramanın cinselliğini de işe karıştırdığı için, klasik eleştiriciler tarafından pek beğenilmez; oysa Michelet’ninJeanne d ’A rc ’ ı göklere çıkanlır. Yanılmıyorsam, Jeanne d’ A rc ’ın Fransa’ nın ulusal kahramanı, adeta sembolü haline gelmesinde, bu eserin rolü büyüktür.

Eski b ir gravürde, Jeanne d ’Arc, şövalye kıyafetinde, atının üstünde görülüyor.

Yeniçeri geleneğinde ‘civeleklik’ var, ilerde yeniçeri

olacak tüysüz adaylara bu ad veriliyor, şunun bunun

(kötü nazarlarından’ saklamak için de, bunların

yüzüne at kılından püskül peçe takılıyor

Jeanne d’Arc’ın kişiliğinin ve se­ rüveninin mükemmel b ir konusu olabileceğini kim yadsıyabilir? Si­ nemanın ünlü Jeanne d ’ A rc ’ ları arasında, Renée Falconetti, Ing­ rid Bergman, Micheie Morgan,

akla ilk gelenler oluyor. Kuşku­ suz, en iy i Jeanne d ’ A rc film i,

Cart Dreyer’in Fransa’da çevirdi­ ği ‘Jeanne d’Arc’ın Çilesi’dir

(1928). Sessiz olarak çekilen, ağır­ lığı yakın planlara veren bu ün­ lü sinema klasiğinde Jeanne d’Arc rolünü Renée Falconetti

canlandırmıştı.

yapsa, 59. Orta’nın en yakışık­ lı neferlerinden ‘Zehir’ A li’nin yapabileceğini söyleyecektir; gel gör ki, varıp A li’yi iskele karşısındaki Kolluk Hamamı’- nda bastıkları zaman, yanı ba­ şında ‘civeleği’ Mustafa’yı bu­ lurlar: Gençten bir oğlan!..

59. Orta’nın Çorbacısı,

‘keyfiyeti’ Bostancıbaşı’ya şöyle anlahyor: ‘Zehir’ Ali bir süre önce, kolluğa gayet gü zel bir çocuk getirmiş, ‘Bu oğ lanın adı Mustafa’dır, hem şehrimdir, civeleğim olmuş tur’diyerek, Çorbacısı’nın eli ni öptürmüş. Yeniçeri gelene ğinde, ‘civeleklik’ var, ilerde yeniçeri olacak tüysüz aday lara bu ad veriliyor, şunun bu nun ‘kötü nazarlarından’ sak lamak için de, bunların yüzü ne at kılından püskül peçe ta­ kılıyor. ‘Zehir’ Ali de böyle yapmış, civeleğinin yüzüne püskül peçeyi takıp, onu ya­ nından ayırmaz olmuştu. Ge­ celeri galiba, Balaban İskele-

si’ndeki hanlardan birinde ka- lıyorlarmış!

Boştancıbaşı Ferhad Ağa

kuşkulanıyor, hamamda yaka­ lanan ‘civeleğin’ peştemalını açtırıyor ki, ne görsün, bu

Mustafa henüz ondört-onbeş yaşlarında, saçları oğlan tıra­ şı, gencecik bir kadındır, ya­ ni Hafız İlyas Efendi’nin üçün­ cü haremi Hatice hanım! Bir erkeğe duyduğu aşk yüzün­ den, erkek giyinmeyi seçen Haticehanımın akıbeti kötü ol­ muştur: Bostancıbaşı’nın cel­ latları, oncağızı oracıkta bo­ ğar öldürürler; ‘Zehir A li’nin akıbetinden hiç söz etmeye­ lim, korkunç bir şey: Eklem­ lerini birer birer kırmış, göv­ desini et yığını halinde bir ha­ van topunun namlusuna tıkıp, topu ateşlemişler. Evet!

Şimdi bakın, ilginç olan ne: Sitti Zühre de, Hatice de, ‘erkek’ giyiniyor, ‘erkek’ görü­ nüyorlar ama, ‘kadın’ yaşıyor­ lar, eşcinsel değiller; buna mukabil, ünlü Busbecq, İstan­

bul’dan 1560 Haziran’ında

yazdığı Nicholas Michauit’ya mektubunda, aynı görüntüyü seçen, ama bunu eşcinsel bir ilişkiyi gerçekleştirmek için yapan, bir OsmanlI kadının­ dan söz ediyor: Öylesi de olu­ yormuş demek:

“...bizde genç kızları gö­ rünce âşık olan erkekler gibi, burada da bunlara âşık olan kadınlar vardır. Kadınları sıkı tutmanın ne gibi sonuçlar ver­ diğini, bu suretle tahmin ede­ bilirsiniz. Çünkü, dişiler birbi­ rine karşı da aşk duyabilirler. Bu gibi aşklar için hamamlar gayet elverişlidir. Bu yüzden bazı Türkler, kadınlarını, umu­ mi hamamlara yollamak iste­ mezler.

"Vaktiyle umumi hamam­ lardan birinde, yaşlı bir kadın, genç bir kıza âşık olur. Bu İs­ tanbullu fakir bir adamın kı­ zıydı. Yaşlı kadın ne yaptıysa, genç kızın gönlünü çalmayı başaramayınca, inanılmaya­ cak bir işe kalkıştı. Kendisini bir erkek gibi göstermeyi dü­ şündü. Kıyafetini değiştirdi. Kızın babasının oturduğu ev civarında bir ev kiraladı. Padi­ şahın çavuşlarından olduğu­ nu iddia etti. Hâsılı kızla ev­ lenmeye talip oldu. Düğün günü kararlaştırıldı. Zifaf ya­ pıldı. O zaman bu sahte çavu­ şun bir kadın olduğu meyda­ na çıktı. Kız kendisini odadan dışarı attı, anasını babasını çağırdı. Onlar da kızlarını bir erkekle değil, bir kadınla ev­ lendirmiş olduklarını gördü­ ler...”

‘Erkekliğe’ heves eden yaşlı kadının akıbeti, ötekiler­ den farklı mı? Hayır. Onu da

Boştancıbaşı huzuruna çıka­ rıyorlar. Boştancıbaşı,‘elleri­ nin, ayaklarının bağlanarak, denize atılmasını’ buyurmuş! O da böyle gidiyor. Şimdi su kolaylığıyla fötr şapka, takım elbise giyip, kravat takarak, hemen tamamiyle erkek silu­ eti halinde dolaşan kadınlar, .hemcinslerinin bu uğurda can verdiklerini acaba hiç dü­

şünürler mi?

Hele bunların arasında,

Jeanne d’Arc’ın da bulun­ duğunu?

JEANNE H ARC A NE

BUYRULUR?

Jeanne d’Arc’ı kim tanı­ maz? Ya bir kitapta okumuş, ya bir piyeste, yahut filmde görmüşüzdür: Ülkesini, İngi­ nlerin egemenliğinden kurta­ ran kahraman kız, Fransa’nın sembolü! Bizim nesil, onu, Ingrid Bergman’ ın çizgileriy­ le hatırlıyor. Film Beyoğ- lu’ndaki Lâle Sineması’nda gösterildiği zaman, kalabalık­ tan kapılar kırılmıştı. O yılla­ rın Hollyvuood’u bile, bütün conformiste’liğine rağmen, Jeanne d’Arc’ı, ‘erkek’ giyinir, kılıç kuşanır, saçları ‘erkek’ tı­ raşlı bir kadın olarak göster­ meden edemedi: Çünkü, ha­ kikat budur.

Jeanne d’Arc, 1400’lü yıl­ ların ilk çeyreğinde, ‘zuhur ediyor’. Tanrı’ya ait olduğun­ dan şüphe ettiği, birtakım sesler duymaktadır. Bu sesler ona, müşkül durumdaki vata­ nını kurtarmasını telkin et­ mektedir. O da ne yapsın, ‘erkek’ kıyafetine bürünüp,

Fransa’yı boydan boya geçe­ rek, Kral VII. Charles’ın tahtı­ nı kurtarmasına yardımcı olu­ yor: Orlean’ı ingilizlerden geri alıyorlar, işin şaşırtıcı yanı Je- anne’ın bu yiğitlikleri ‘erkek’ kılığında yapması; gerçekten,

saçları ‘erkek’ tıraşı, giyimi ‘erkek’ giyimidir; savaş gerek­ ti mi, şövalye zırhları kuşanır, elde kılıç at üstünde katılır ki, o dönemde bunu kadınların yapması, aklın havsalanın ala­ cağı şey değil. O yapıyor, yap­ ması bir yana, uzunca bir za­ man, çevresine kabul ettirme­ yi başarıyor da!..

Talihi ne zaman döner, Kral VII. Charles’ın onun ka­ zandığı savaşı, barış masasın­ da kaybettiği zaman mı, oyu­ na getiriliplnglizlere satıldı­ ğı zaman mı? Gerçek şu ki, In- gilizler vakit kaybetmiyor, Je- anne’ı zamanın en korkunç suçlamasıyla engizisyon hâ­ kimlerinin karşısına dikiyor­ lar: Büyücülük! Jean n e d’Arc’ın mahkemesi çok tar­ tışılmıştır: Sözde Piskopos Cauchon’la hâkimlerden Je- an Lemaitre aralarında uyuş­ muşlar, ne yapıp yapıp, kızı mahkûm ettirecekler; sonra­ dan Jeanne d’Arc gerçekten aklanmış, kilise tarafından ay­ rıca ‘Aziz’ mertebesine yük­ seltilm iştir ya; engizisyonda, en çok ‘gaipten duyduğu ses­ leri, Tanrı’ya atfetmekle’ suç­ lanıyordu; birde neyle, dersi- niz:‘Erkek’ gibi giyinmekle!..

O kadar böyledir ki bu, Je­ anne d’Arc, Rouen’da halkın karşıs.na çıkarılıp, bir daha er­ kek elbisesi giymeyeceğine,

İsveç Kraliçesi Kristi- na’yı, beyaz perdede kira oynamıştı? Genç- _______ !_______ lerin çoğu film i gör­

memiştir, gerçi 10 yıl kadar oluyor tele­ vizyonda gösterilişi, ama âdet olduğu üzere özelliği o kadar belirtilmemiştir ki, sıra­ dan b ir film gibi yarım yamalak seyredil­ miş, sonra da unutulmuştur. Oysa, Kraliçe Kristina’yı, sinemamı! gelmiş geçmiş en ün­ lü yıldızı sayılan Greta Garbo, oynuyor­ du. Büyük bir ihtimalle Hollywood, Greta Garbo’yu role seçerken, ünlü oyuncunun da kraliçe gibi İsveçli olmasından hare­ ket ediyordu; belki biraz da yüzünün onun yüzünü andırmasından! Aslına bakılırsa bu andırma önemli de sayılmaz. Kraliçe Kris­ tina, neresinden bakılsa Garbo’ nun çirki­ ni (küçük fotoğrafta).

‘alenen’ yemin ettirilmiştir. Yeminini tutsa, belki hürriye­ tini kaybedecek, fakat hayatı­ nı kurtaracaktı; tutmuyor fa­ kat, yeniden erkek libaslarına bürünüyor: Hem de, bahane- liği pek belli olan bir bahaney­ le: Kadın kılığında dolaşınca gardiyanlar ona tasallut edi­ yorlarmış da, erkek kılığında olunca rahat bırakıyorlarmış; ne giyerse giysin, sanki onun kim olduğunu bilmiyorlar!..

Netice malûm: Ünlü Jean­ ne d’Arc, ‘erkek’ giyinme me­ rakını çok pahalı ödemiş, 1431’de Rouen’da diri diri ya­ kılmıştır. Ondan yüz yıl kadar sonra, başka bir Avrupa’lı ka­ dın, aynı merak yüzünden der­ de uğrayacak, fakat o hayatı­ nı değil, tacını ve tahtını kay­ bedecektir: İsveç Kraliçesi Kristina!..

YA KRALİÇE KRİSTİNA?

Ünlü çapkın Giacomo Ca­ sanova, anılarında, İsveç ziya­ retini de anlatır. O sırada Kra­ liçe Kristina’nın, olanca sa­ natçıyı, bilgini, muciti çevre­ sine topladığı, elinden geldi­ ğince hepsini koruduğu bili­ niyor. Fellini, bu anılara daya­ narak yaptığı filmde, Casano­ va ile Kraliçe Kristlna’nın kar­ şılaştığı sahneyi, insanın tüy­ lerini ürperten bir fantezi çıl­ gınlığı halinde işlemiş: Krali­ çe, elinde duman duman pi­ posu, Casanova’nın icatların­ dan çok, çevresindeki ‘erkek’ giyimli kadınlarla, türlü hüner gösteren erkeklerle ilgileni­ yor. Bilinen odur ki, Kraliçe Kristina, (1626-1689) devrinin kraliçelerine kesinlikle benze­ miyordu: Evlenmeyi reddet­ mişti, ‘erkek’ giyiniyor, erkek arkadaşlarıyla ava gitmeyi, ata binmeyi, tütün ve içki iç­ meyi; sarayında, renkli bir mermer, ipek, altın dağdağa­ sı içinde, kadınlarla çene çal­ maya, ya da müzik dinlemeye tercih ediyordu. Tahta henüz altı yaşındayken çıkmış, sal­ tanatı yirmiiki yıl sürmüş; bu arada Danim arka’yla Brö- sembre Anlaşması’m imzala­ dığı, Westephalia Anlaşması’ nın hazırlanmasında büyük etkisi olduğu, tarihlerde yazı­ lı; bir sürü sevgilisi olduğu da!..

Kraliçe Kristina’nın, alaka duyduğu kadınlar da olmuş ama (Kontes Abba Sparre),

daha çok erkekleri sevmiş; yani o da, ‘erkek’ giyiniyor, ‘erkek’ görünmeyi seviyor, gel gör ki, Fransız doktoru Bour- delot’yla, Lagardie Kontu’yla,

hatta P.MentelI’le, Tott’la aşk yaşıyor. Nitekim, hayatı be­ yazperdeye aktarılırken, aşk hayatı tamamen olağan bir düzeyde ele alınmış, bu ‘er­ kek’ havalı kraliçenin sevdiği adamla olan aşkı, dönemin

Hollywood şablonları içinde anlatılmıştı. Kraliçe Kristina

böyle aykırı bir yaşantıy­ la, İsveç tahtında uzun süre kalamazdı elbet; on yıl süren o ‘İsrafil’ saltanat, tahtı yeğe­ nine bırakmasıyla son bulu­ yor; Isveç’de de kalamıyor ar­ tık, önce Hollanda’ya, arka­ sından Fransa’ya, sonunda

İtalya’ya göçüyor. Çünkü, bu arada, başlangıçta gizli, daha sonra açık olarak Katolikliğe dönmüştür!..

ŞÖVALYENİN HİKÂYESİ

Yoksa, Batı’nın gelmiş geçmiş en büyük ‘travesti’sl,

Eon Şövalyesi Charles de Be­ aumont mudur? Ne Jeanne d ’Arc su dökebilir eline onun, ne İsveç Kraliçesi Kristina: Şövalye d’Eon, (1728-1810)

her iki cinsin hayatını, her iki cinsin kılığıyla o derece başa­ rılı yaşamıştır ki, ünlü Larous­ se Ansiklopedisi, ona ayırdı­ ğı bölümde, gerçek cinsiyeti­ nin ne olduğunda tereddüt ediyor:

“ ...uzun süre cinsiyeti hakkında şüphe uyandırma­ sıyla ün yaptı. Çoğu zaman kadın sanıldı. Daha çok kadın elbisesi giymesine, kadın ol­ duğunu söylemesine rağmen, erkek olduğu sanılır...”

YARIN:

Kılığımız, cinsiyet

Referanslar

Benzer Belgeler

Çelik Bey, bu bi­ naların, bahçelerin ve kafelerin res­ torasyonu sırasında Ada’nın tarihine ve eski eserlerin korunmasına merak­ lı olanların zaman zaman

Nitekim, birçok çalışma infertil erkeklerde, fertil erkekle- re kıyasla daha fazla DNA hasarı gözlendiğini ve yüksek sperm DNA hasarının sıklıkla düşük sperm

 Laboratuvarlar arası kontrol (birkaç laboratuvarda aynı standart ve kalite kontrol serum/numuneleri kullanılarak laboratuvarlar arası kontrol yapılır.)..  Ülke

İşte bu sayılamaz sonsuz olan kümenin eleman sayı- sı, sayılabilir sonsuz dediğimiz kümenin (doğal sayılar ör- neğin) elemen sayısından daha büyüktür ve bu kümenin

Kaynaklara göre 3.000 yıllık bir geçmişe sahip olan trakeostomi uygulaması, günümüzde sadece üst solunum yolu obstrüksiyonları için değil, uzamış in- vaziv

Ucuz olan ve her yerde kolaylıkla bulunabilen konvansiyonel baryumlu pasaj tetkikleri, deneyimli ellerde ince barsak lenfomaları için tanısal bir yöntem

Osman Hamdi Bey tarafın­ dan yaptırılan ‘Eski Müze Binası’ ile 20 yıl önce inşa etti­ rilen ‘Yeni Ek Müze Binası’nm bir bütün olarak tasarlanmasın­

Yardımcıoğlu ve Gülmez (2013) çalışmasında 10 OPEC ülkesinde 1970-2011 dönemi için petrol fiyatları ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi belirlerken panel eş