• Sonuç bulunamadı

Moskova'da Nazım'ın hüznü yaşar:"Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi Vera" hala güzel ve son derece cana yakın bir kadın

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Moskova'da Nazım'ın hüznü yaşar:"Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi Vera" hala güzel ve son derece cana yakın bir kadın"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

10 AĞUSTOS 1989

CUMHURİYET/13

“Saçları sam an sarısı, kirpikleri m avi Vera” hâlâ güzel ve son derece cana ya kın bir kadın

Moskova’da N âzım ’ın hüznü v

IJ

krayna düzlükleri üzerinden uçuyoruz. Aşağıda on

bin metre derinde kar. A m a buzlar eriyor giderek.

M oskova’da bahar... “Milletlerin baharıydı / bahardı bir

tanem / büyük bir bahar.” Sahi, N âzım ’la randevum var

era’ya tutkusu üzerine konuşuyoruz Nâzı m'ın. Bir

şiirinde şöyle yazmış: “Şehrime ulaşmadan bitirirken

yolum u / bir gül bahçecinde dinlendim senin sayende.

T lr k ı r m ız ı k n r n n f il

Qnt1ıiriivnriJ7

S J n v ım ’ırı m p y m rın n F

uficrfi /

uujuik

un uuuu,.

u m

i

i

i

, ,

...

Üç kırmızı karanfil götürüyoruz N â zım ’ırı mezadına. En

M oskova’da, şairin düşlerinin beyaz kentinde. Bir yalnızlık

soğuk havalarda bile çiçeksiz kalm azm ış N â zım ’ın mezarı,

çağrışımıyla beraber N âzım ’ı düşündüm...

Nâzım öne eğilmiş, hamle ya p a r gibi.

2 2 Mart 1 9 8 3 , P aris- M oskova Uçağında

Kim derdi ki bir gün... Moskova uçağında bulutlara bakıyorum. Bulutlar her yerde ay­ nı. İstanbul’dan Paris’e gelirken ya da Atina göklerinde. Geride bıraktığım kadının yüzü gibi bembeyaz. Kim derdi ki bir gün... Evet, bir gün Moskova’ya gideceğimi. Taksim Ala- m’nı doldurmuştu kalabalık. Gecekondu ma­ hallelerinden gelmişti çoğu. Partal giysileri içinde öfkeliydiler. “ Komünistler Moskova’­ ya!” diye bağırıyorlardı. Atatürk yontusunun önünden ürkek adımlarla geçip Sıraselviler’e sapmış, kendimi Sinematek’in dar salonuna güç atmıştım. Şimdi adım anımsayamadığım bir Sovyet filmi oynuyordu. Elinde çekiç tu­ tan işçiyle oraklı kadını çok iyi anımsıyorum ama. İleriye doğru hamle yapan iki genç in­ san. Geride pembe bir gökyüzü ve sivri kule­ nin üzerinde kızıl yıldız.

Sinematek’te gördüğüm Sovyet filmlerin­ den önce de Moskova kenti vardı benim için.. Potemkin’den, Lenin’in adından önce. İlk kez ne vakit okumuştum Dostoyevski’yi? Ya Çe- hov’u, Gogol’ü?.. Pek iyi anımsamıyorum. Ama annemin, T royat’dan çevirdiği Dosto- yevski’nin yaşamöyküsünü Galatasaray Lise­ si’ne getirişini çok iyi anımsıyorum. Nasıl da mutlu olmuştum!______________________

Kitabın kokusu_____________

Etütteydik. Akşam etüdünün boğucu ha­ vası çökmüştü sınıfa. Sıkılıyordum. Ertesi gün matematik sınavı vardı. Koridor ıssızdı. Ka­ ranlıkta, koridora bakan pencerenin önünde bir yüz belirdi. Annemin yuvarlak, sevecen yüzü. Etüt abisinden izin isteyip sevinçle fır­ ladım dışarıya. Kitap elindeydi, yaz boyu dak­ tilo ettiğim kitap. İlk çevirişiydi, adını - dolayısıyla babamın da adını- taşıyan kapak­ ta, kırmızı-sarı renklerin alacasında zayıf bir adam vardı. Ayağındaki prangaları kıran de­ mircinin gölgesi zindanın loş zeminine vur­ muştu. Kapak ciltliydi. Güzel, çok güzel ko­ kuyordu. Bir daha hiçbir zaman, hiçbir yer­ de duymadığım bir koku. Ciltçiden yeni gel­ miş bir kitabın kokusu.

Ukrayna düzlüklerinin üzerinden uçuyoruz. Aşağıda, on bin metre derinde kar. Ama buz­ lar eriyor giderek. Moskova’da bahar... “ Mil­ letlerin baharıydı / bahardı, bir tanem / bü­ yük bir bahar.” Sahi, Nâzım’la randevum var Moskova’da, şairin düşlerinin beyaz kentinde.

Fabrice, havaalanına gelmişti. Arabada ko­ nuşuyoruz. Yol boyunca ağaçlar, geniş cad­ delerde eriyen kar. Kapalı bir gökyüzünün al­ tında dolaşan insanlar. Kürk yakalı paltola­ rı, başlarında şapkalarıyla MoskovalIlar. Ken­ dine özgü bir havası var kentin, ama pek sev­ medim. Fransız elçiliğinde kalacağım. On gün boyunca bana ayrılan bir stüdyoda.

★ ★ ★

23 M art 1983, M oskova.

Moskova’da ilk sabah. Sokaklar çamur içindeydi. Karları eriten soğuk yağmur. Ve­ ra Feonova odamdan, daha doğrusu elçiliğe girmesi yasak olduğundan kapıda duran mi­ lis kulübesinin önünden aldı beni, taksiyle Moskova’da bir tur attık. Kremlin sisler için­ deydi. Lenin tepesinden Moskova’ya bakar­ ken de sis inmişti kentin üzerine. Güzel sa­ yılmazdı. Vera Feonova’dan değil, Moskova’­ dan söz ediyorum. Lenin tepesine gelirken es­ ki evlerin, bu arada Çehov’un pembe boyalı evinin önünden de geçtik. Gökyüzüne yükse­ len piramit biçimindeki gökdelenlerden biri­ ni gösterdi Vera: “ Bakın, bıyıklının pirami­ di!” dedi güzel Türkçesiyle. İkinci Dünya Sa­ vaşı sırasında Alman tutsaklar yapmışlar bu yapıları. Vera o zamanlar çocukmuş. Soğukta çalışan tutsaklara yiyecek götürdüğünü söyledi.

Az önce Dimitrova caddesinin üzerinde bir mağazadaydım. Çok az eşya vardı raflarda. Paris’teki mağazalarla karşılaştırılır gibi de­ ğil. Tüketim toplumundan gelen biri için çok şaşırtıcı. Ama doğru bir karşılaştırma yapa­ bilmek için, bu karşılaştırmanın temel ölçüt­ lerini de saptamak gerek. Buysa, doğrusu, çok fazla ilgilendirmiyor beni. Batıda, Moskova’­ daki mağazaların yoksulluğundan, kuyruklar­ dan, gıda maddesi sıkıntısından öylesine çok söz edildi ki!

Dün gece elçilikteki Fransız dostların evinde nefis bir güveç yedim, bu öğlense Yazarlar Birliği’nin lokantasında havyar ve votka. Ba­ kımlı, güzel kadınlarla göğsü madalyalı su­ baylar vardı. Subayların bu lokantada yemek yemelerine bir anlam veremedim. Bazı ünlü yazarlarımız gibi, onlar da subay kökenlidir­ ler belki. Ya da yazar kökenli subaylar, ne­ den olmasın!

• '■ H g __ ____________

Sudaki Kremlin — Ne karlan eriten soğuk yağmur ne de Kremlin’i "saran sisler, onun sudaki görüntüsünü bozamamış. Göz kamaştırıcı güzellikteki altın kubbeler hafif titrek sadece.

K

ızıl M eydan’da

durdum. N öbet tutan

mavi gözlü askerlere

baktım. Soğan

kubbeli Mutlu Vasil

Kilisesi’nin önünden

kocaman, perdeleri

çekilmiş siyah

arabalar hızla girip

çıkıyordu Kremlin’e.

Lenin’in mumyasını

görmek için ülkenin

dört bir yanından

gelenlerin saatlerce

kuyrukta

beklediklerini

söylemişlerdi. Ben

p ek kimseyi

göremedim.

Y

a

...

PO RTRE

NEDİM GÜRSEL

öykü ve deneme yazarı, edebiyat araştırmacısı. 1951 Gaziantep doğumlu Nedim Gürsel Galatasaray Lisesi’nden 1970’te mezun oldu, 1975’ıe Sorbonne Üniversitesi Çağdaş Fransız Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Doktora yaptı. Halen Fransa’da Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde (CNRS) çalışıyor. 1966 yılından itibaren çeşitli sanat dergilerinde yazılar yazan Nedim Gürsel “ Uzun Sürmüş Bir yaz” ile TDK 1976 Öykü Ödülü’nü kazandı. Başlıca eserleri: Şeyh Bedrettin Destanı Üzerine (1978), Sevgilim İstanbul (1986-Fransa’da “ Komutanın Tavşanları” adıyla yayımlanan bu kitapla Fransız PEN Kuİüp Jüri Özel Ödülü kazandı), Çağdaş Yazın ve Kültür (1978), Kadınlar Kitabı (1983), Yerel Kültürden Evrensele (1985). “ Seyir Defteri” adlı bu dizide yazarın dolaştığı dünya kentlerinden izlenimler yeralıyor.

Bir film gibi — Slnematek’te bir Sovyet filmi oynuyordu. İleri doğru hamle yapan genç insan, geride pembe bir gökyüzü ve sivri kulenin üzerinde kızıl yıldız.

Kentin öteki yüzü

Vera Feonova’yla arşive de gittik bugün, Nâzım Hikmet’le ilgili tüm belgelerin toplan­ dığı yere. Moskova’da her şey büyük. Batı kentlerindeki ölçülere pek uymuyor. Lokan­ talar, caddeler, insanlar... Rejim üzerine ya­ pılan espriler de öyle.

Geceyarısmdan sonra Moskova’nın öteki yüzünü keşfettim. Nasıl da çabuk! Adı L. idi. Albenili, ince, sarışın -çok sarışın- bir kadın. Evine gittik. Ertesi sabah erkenden sokağa çıktım. Çalışmaya giden bir MoskovalI gibi kalabalığın arasına karıştım. Nerede olduğu­ mu bilmiyordum. Gece, taksiyle gelmiştik. Kötü aydınlatılmış caddelerden, Moskova’nın akıl almaz boyuttaki düz, dümdüz caddele­ rinden geçerek. Tramvaya bindim. İnsanlar güleryüzlü ve pek fazla sınıf ayrımı yok ara- larında. * * *

24 Mart 1 983. M oskova.

Tevfik Melikof’la Yazarlar Birliği’ııde ak­ şam yemeği. Yine o güzelim dekor, beyaz ör­ tülü masalar, votka, mezeler ve Genceli Me­ likof’la söyleşi. Ve göğsü madalyalı yaşlı ya­ zarlar, kravatlı genç yazarlar... Gece, arabay­ la dönerken caddeler ıssızdı. Oysa saat doku­ zu beş on dakika geçiyordu. Moskova temiz göründü bana. Yağmurdan sonra kar iyice erimiş, kent pırıl pırıl olmuştu. Bir yalnızlık çağrışımıyla birlikte Nâzım Hiknıet’i düşün­ düm. Moskova’ya, Sovyet halkına duyduğu sevgiye karşın sıkıntılı, kötü günler de geçir­ miş olmalıydı. Vera’ya tutkusunu konuştuk Tevfik’le. Bir şiirinde şöyle yazmış: “ Şehri­

me ulaşmadan bitirirken yolumu / bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende.”

★ ★ ★

2 5 Mart 1983. M oskova.

Bu sabah Olyek geldi, metroyla arşive git­ tik. İnsanlar oldukça bakımlı, hele Moskova­ lIlar. Kadınlar gayetle şık. Metro koridorla­ rını dolduran kalabalıkta yürüdük. Olyek, se­ vimli ve sabırlı bir Sovyet delikanlısı. İngiliz­ ce, biraz da Türkçe biliyor. Akla gelmedik de­ yimleri ezberlemiş, ama en basit sözcüklerden haberi yok. Ve ülke dışına hiç çıkmamış. “ Sovyetler Birliği büyük” dedi bana, “ Her mevsim var. Y'az da kış d a ...” Arşivden dö­ nüşte taksi beklerken bir özel araba durdu önümüzde. Adam iyilik yapıyor sandım. Kremlin’e dek beş rublemizi aldı.

Kremlin’de dolaştık. Operaya giden kala­ balığı, Lenin’in anıtı önünde Uzbek kadınla­ rını gördüm. Topuklu ayakkabılarıyla köylü gençler bir de. Kiliselerin çoğu kapalıydı. Ve Olyek’in haberi yoktu hiçbirinden. Ona Çar­ lık Rusyası’nın, ikonların değerini anlattım. Pek ilgilenmedi. Bıyık altından gülerek din­ ledi beni. Altın kaplama kubbeler göz kamaş­ tırıcı güzellikteydi. Kremlin’e girip çıkan si­ yah, resmi görev arabaları da. Kimbilir neler tartışılıyordu içerde. Lenin’i düşündüm. Kor­ kunç İvan Çan Kulesi’nin tam yanında bir yontusu vardı. Güzel, etkileyici bir yontu. Ama heyecanlanmadım. Ne tuhaf! Eskiden olsa yüreğim ağzıma gelirdi. Eskiden...

İlk kez kimden duydum adını anımsamıyo­ rum. İstanbul soğuktu. Yatılı okul öğrenci­ lerinin çoğu gibi yalnız ve mutsuzdum. Ala­ bildiğine meraklı, ama çokça da romantik, duyarlı. Biraz kendini beğenmiş. Türkiye İş­ çi Partisi’nin gelişmekte olduğu yıllardı. Marksizmi, Sovyet Dcvrimi’ni keşfettiğim, Türkiye’de proletarya devriminin özgürce tar­ tışıldığı yıllar. O günden bu yana çok yol alın­ dı. Doğruları, yanlışları, sapmalarıyla nere­

deyse yirmi yıl. İşte Moskova’da, yirmi yıl ön­ ce yarattığımız Lenin efsanesiyle baş başayım. Ne diyordu Nâzım bir şiirinde: “ Sevdik sevi­ yoruz saydık sayıyoruz sizi yoldaşım / ama korkmadık sizden / kimi kere kaderleri ağzı­ nızdan çıkacak tek söze bağlı / olanlar bile sevdiler saydılar sizi ama sizden korkmadılar / ve biliyoruz / kahır kahır kahırlanarak bi­ liyoruz / bin kat daha telaşsız bin kat daha ağrısız geçilirdi dönemeçler / siz öyle vakit­ siz siz öyle genç elli dört yaşında / dinlesey­ diniz / yoldaşım / ne güzel şey size yoldaşım diyebilmek.” Öyle mi gerçekten?

Kızıl Meydan’da durdum. Nöbet tutan ma­ vi gözlü askerlere baktım. Asya tipli değildi hiçbiri. Ve soğan kubbeli Mutlu Vasil Kilise­ si’nin önünden hızla geçen kocaman, perde­ leri çekilmiş siyah arabalar girip çıkıyordu Kremlin’e. Lenin’in mumyasını görmek için ülkenin dört bir yanından gelenlerin saatler­ ce kuyrukta beklediklerini söylemişlerdi. Ben pek kimseyi göremedim. Yine de gidip ziya­ ret etmek istemedim mumyasını, Lenin’i sev­ mediğimden değil, mumya sevmediğimden. Ve Nâzım’ın dizelerini anımsadım: “ Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’tc / 961’de ziyaret ettiğim anıt kabri ki­ taplarıdır.”

Kadın ticareti

Gece b 'r başka yönünü keşfettim Mosko­ va’nın. Büyük otellerin önünde, milislerin ko­ rumasında yapılan kadın ticaretini. Dolar is­ tiyor alımlı genç kızlar. Bir gece için elli do­ lar. Gece Moskova iç karartıcı. Caddeler ıs­ sız, sokaklar belli belirsiz bir aydınlıkta, alan­ larda trafik yok denecek kadar az. Yürümek. Yürümek... Eski günlerin devrimci dizeleri üşüşüyor aklıma: “ Ben dünyaya doğru yürü­ mekle meşhurum / kökten dallara yürüyen su­ lar gibi / yürürüm kömür ocaklarına, çapa- laııan tütüne / yürürüm hüzün ve ağrılar ça- relcnir / dağların esmer ve yaban telaşından

kurtula diye / torna tezgâhlarında demir / Aynı adam Ekim günlerinden beri gümbür gümbür gelirim ...” . Türkülerle, şiirlerle yü­ rürdük sokaklarda. Demirel’in “ Yürümekle sokaklar aşınmaz” dediği günlerdi. Coşku ve inanç günleri. Şimdi gece yalnız başıma yü­ rüyorum. Kendimle oturuyorum bir kahve­ ye, kendimle konuşuyorum.

■* ★ ★

2 6 Mart 1 9 8 3 . M oskova

- Sabah, dün geceki yürüyüşlerin yorgunlu­ ğuyla kollıoz pazarında dolaştım. Burnuma keskin bir sarmısak kokusu çarptı. Lahana­ lar, turşular, birkaç parça yağlı et. Pancar sa­ tan AzerbaycanlI hemşeriİerimle Türkçe ko­ nuştum. Nereden gelip nereye gittiğimi sor­ dular. Sanki ben biliyor muydum nereden ge­ lip nereye gittiğimi!

On bir ruble gibi korkunç bir fiyata iki yüz gram beyazpeynir aldım. Ve bu ülkede, ne­ reden gelip nereye gittiğini beş yıllık planlar­ la yönlendiren bu büyük ülkede, ücretlerin bunca düşük, fiyatlarınsa bunca yüksek ol­ duğu Sovyetler Birliği’nde, halkın nasıl olup da böyle şık giyinip böyle pahalı yiyecek mad­ deleri satın alabildiğini anlayamadım.

Fransız arkadaşlarla elden düşme mücev­ herlerin satıldığı bir kuyumcudaydık bu sa­ bah. Bir küçük gümüş tepsi iki maaş tutarın- daydı, bir kolye on maaş.

Öğle yemeğinden sonra sokaklarda yürü­ düm. Tıetiyakov galerisine gittim, kapalıydı. Krcmlin’e geçtim oradan. İğne atsan yere düş­ meyecek, o denli kalabalık. Özbekler, Moğol- lar, Çuvaşlar, Kazaklar, akrabalarımız! Ço­ luk çocuk, genç yaşlı, herkes dışardaydı. Gum mağazasına girmedim, kiliselerin içiııeysc ka­ labalıktan giremedim. Kızıl Meydan’da, Le­ nin’in mezarının önünde bir fotoğraf çektir­ dim. Bir başka fotoğraf da Mutlu Vasil Kili­ sesi’nin soğan biçimindeki kulelerinin önün­ de. Sonra sıkıldım birden. Kuyruklar...

Jerzinki Alam’na düştü yolum. Ama daha önceden Kıtay G orod’un pis büfelerinden bi- . finde semaverden çay içtim. Sonra Gorki Caddesi, kalabalıkta duyulan yalnızlık, Prens Dolguruki’nin yontusu. Moskova’yı kuran prens atına binmiş, başında miğferi, üzerin­ de zırhı, bilinmeyen bir yere doğru gidiyor­ du sanki. Ben, yine de şairlerin yontularını se­ viyorum. Mayakovski’nin, tunç mantosu için­ de yere bakan zarif Puşkin’in yontularını. Puşkin Alanı’ııdan söz eden bir öykü yazma­ lıyım. Nâzım Hikm et’in sürgündeki yalnızlı­ ğıyla, şairlerin alınyazılarıyla ilgili bir öykü. Puşkin’in, Aleksandr Blok’un, Essenin’in, Mayakovski’nin vakitsiz ölümlerini, Mandels- tam ’ın Vladivostok’tan geri dönmeyişini an­ latan bir öykü.

Tarih müzesinde. Uçsuz bucaksız Rus top­ rağını yüzyıllarca sürmüş karasabanı, kör orakları gördüm. Sertlere takılan prangalar paslıydı. Bir kamçı da vardı, toprak ağaları­ nın kamçısı. 18. yüzyıl Rus giysileri, prens- *ler. Sonra tanıdık bir havanın içinde buldum kendimi: 1905 devrimi. Kanlı Pazar, Bolşe­ vik Partisi, Lenin... Birinci Dünya Savaşı, Po­ temkin, Kışlık Saray’ın ele geçirilişi, iç savaş yılları... Sibirya içlerine giden trenler... Bü­ tün bunlar tarih olmuş artık, tarih müzesin­ de sergilenmekte. Oysa bizim için, 1965-1971 dönemini yaşamış genç devrimciler için sim­ gesel anlam lan vardı bütün bunların. Nâzım Hikmet’in Fransızeaya Romantikler adıyla çevrilen romanı Yaşamak Güzel Şey Be Kar­ deşim! de anlattığı bir tür devrimci rom an­ tizmi yüceltiyor, Mayakovski’nin şiirleri, Gor- ki’nin romanları, Ayzenştayn’ın filmleriyle soluk alıp soluk veriyorduk.

Yine kalabalık sokaklarda. Kadınlar kürk yakalı mantolarından soyunup meşin pardö- sülerini giyinmişler. Başlarında o güzelim kürk şapkaları. A ’ya da almalıyım bir tane. . Kimbilir o beyaz yüzüne, siyah saçlarına ne

güzel yakışır!

2 8 lVlart 19tt:t, M oskova.

Baku Lokantası’nda öğle yemeği. Azerbay­ can m utfağı bizimkine öylesine yakın ki! Ye­ mek adlarını hemen tanıdım. Şaşlık, mezeler, her şey, her şey nefisti. Müzik de, şarap da, Azeri türküleri söyleyen beyaz tenli, esmer ka­ dın da... Yemekten sonra ulusal ekonomi ve teknoloji sergisini gezdik. Büyük bir parkın içindeydi. Her cumhuriyetin, bu arada Kaza­ kistan, Ermenistan, Özbekistan, Tacikistan v.b. gibi cumhuriyetlerin de ayrı pavyonları vardı. Gece, bir lokantada yer ayırtmadığım­ dan ve büfelerin tümü kapalı olduğundan aç kaldım. İnsan alışkanlıklarından sıyrılamıyor kolaylıkla. Paris’te, İstanbul’da ya da ne bi­ leyim herhangi bir Batı ya da Doğu kentin­ de, gece aç kalmak mümkün mü? Moskova’­ da mümkün.

Bu sabah Nâzım Hikm et’in yayımlanma­ mış bazı şiirlerini buldum arşivde. İyi, boşu­ na gelmemişim demek ki! Şairin Moskova Radyosu’nda yaptığı propaganda konuşma- larıhı pek sevmedim. Yaşar Kemal’in Nâzıra’a İngiltere’den gönderdiği mektuplarsa bir baş­ ka âlem. Fotokopilerini aldım tümünün. Son­ ra, bir MoskovalI gibi tramvayla elçilikteki stüdyoma döndüm.

★ ★ ★

2 9 M art 1 9 8 3 , M oskova

Uzak, çok uzak bir banliyöde. Biri şişman, çok şişman, üç kadınlaydım mutfakta. Üç şişe votka bitirdik. Sonra, sabah erkenden, tak­ side uyur uyanık, doğudan batıya katettim Moskova’yı. Kocaman kent yayıldıkça yayı­ lıyordu...

Bu gece yine aynı mutfaktayım. Birbirimi­ zi anlamasak da, tek tük İngilizce sözcükler­ le konuşmaya çabalıyoruz. Şişman kadın, yi­ ne, bir dikişte yuvarlıyor votka bardağını. Kim demiş Moskova’nın kalbi Kremlin diye! Moskova’nın kalbi bu uzak, bu ulaşılmaz ev­ deki dar mutfağın votka şişeleriyle dolu mut­ fağı. Bir parkta üç adam görmüştüm. Birlik­ te bir mağazaya girdiler. Çıkışta kocaman bir votka şişesi vardı ellerinde. Yürürken sırayla dikiyorlardı şişeyi. Onları bir süre izledim. Şi­ şeyi bitirip ayrıldılar. Gece metro koridorla­ rında da sarhoşlar gördüm. Onlardan biri ol­ mak istemezdim doğrusu.

★ ★ ★

3 0 Mart 1 9 8 3 , M oskova

Bu sabah Tevfik Melikof’la Novodivitçiye Mezarlığı’na gittik. Üç kırmızı karanfil gö­ türdük Nâzım’a. Doğrusu şairimize yakışır bir mezar yapmışlar. Nâzım öne eğilmiş, hamle yapar gibi. Sanki kayanın içinden çıkıp yanı­ mıza gelecek. Başının çevresinde gün ağarma­ da. Karanlıktan sıyrılan bir şair işte. “ İlerle­ yen aydınlığın içindeyim / Ellerim iştahlı, dünya güzel!" Doğru, her şeye karşın dünya gerçekten güzel. Bu sabah, ilkyaz güneşinde yürürken daha iyi anladım bunu.

Nâzım’ın mezarı

Mezarda çiçekler vardı. Tevfik hiçbir za­ man, en soğuk havalarda bile, Nâzım’ın me­ zarının çiçeksiz kalmadığını anlattı. Burada çok sevildiği belli. Ne tuhaf, birden, ülkesih- den uzakta ölen şairin hüznü kapladı içimi. Onu Prag’da, Varşova’da, Budapeşte’de, Sof­ ya’da otel odalarının yalnızlığında düşündüm. Türkçenin en güzel özlem şiirlerini yazdığı kentlerde, lokantalarda. Mezarlığın güzel bir kilisesi de vardı. Görmek istedim. Tevfik pek oralı olmadı. Kapalıymış. Bugün rehberim Nataşa da otuz yedi yıldan bu yana, o yürü­ mekle bitip tükenmeyen caddeleri açmak için, bir sürü kilisenin yıkıldığını anlattı bana. İkonları seven, yumuşak bir kız. Moskova Radyosu Türkçe Yayınlar Bölümü’nde çalı­ şıyor.

* ★ ★

3 Nisan 1 9 8 3 . M oskova

Ne tuhaf, alıştığım bir kent oldu Mosko­ va. Sabah, gardan elçiliğe gelirken sokaklar bomboştu. Leningrad’ın, gece Puşkin yontu­ suna bakan odamda gördüğüm karabasanla­ rın yorgunluğu. Bu akşam Moskova Oteli’n- deki randevunun heyecanı. Ve A ’nın uzak sesi telefonda. Paris ayraç içine alınmıştır ar­ tık. Boyama atlaslarında yeri beyazla işaret­ lenmiştir.

Dün Leningrad’da son günümdü. 1. Niko- la’nın sevgili karısı A laksandrin’e hediye et­ tiği güzel köşkü, P etro’nun yaptırdığı yazlık sarayı gezdim. Leningrad saraylar kenti. Son­ ra yol boyu kayın ağaçları ve Puşkin’in doğ­ duğu köy. Nereye gitsem Puşkin çıkıyor kar­ şıma, ondan kurtuluş yok. Lermontov, Puş­ kin’in düelloda ölüm haberini alınca şu dize­ lerle başlayan bir şiir yazmış: “ Ozan yok ar­ lık / Yaşam tükendi” . Bir öykü yazmalıyım, “ Ozan yok arb k " diye başlayan. Şairlerin va­ kitsiz öldüğü kentlerde dolaşıyorum.

★ ★ ★

5 Nisan 1 9 8 3 . M oskova.

Bugün doğum günüm. Yaşamımın otuz iki yılını geride bıraktığını gün. Ve Moskova’da son günüm. Dün Vera Feonova ile Nâzım’ın evine gittik. Yapının girişine bir levha kon­ muştu: "Devrimci Türk şairi Nâzım Hikmet 1952-1963 yılları arasında burada yaşadı.”

Vera’yı gördüm, Vera Tulyakova’yı. Şiş­ man, son derece cana yakın, güzel -hâlâ güzel- bir kadın. Nâzım’tn deyişiyle “ mısır püskü­ lü". Yani "saçları saman sarısı, kirpikleri ma­ vi” . Çok candan karşıladı beni. Uzun süre ko­ nuştuk. Vera Feonova çevirmenliğimizi yap­ tı. Nâzım’m çalışma odasını da gördüm. Pen­ cereye -parka bakan küçük pencereye- Kara­ göz figürleri yapıştırılmıştı. Duvarda Picas- so’nutı gravürleri. Kitaplar, yazı makinesi, masanın üzerinde Rusça sözlük. Salonda Avni A rbaş’ın, Abidin Dino’nun tabloları. Sıcak sandviçler hazırladı bize Vera. Macar şarabı, çay, kahve sundu.

Moskova’da son günüm. Doğrusu ilginç bir yolculuktu. Çok şey gördüm, olumlu ve olum­ suz çok şey. Temel sorunlarım çözümlemiş bir ülke. Dilenci yok, açlıktan ölen yok, sağlık hizmetleri ücretsiz. Ama özgürlük... Düşün­ ce özgürlüğü, tartışm a, okuma, yaratma öz­ gürlüğü... Ayrıcalıkların da sınırlandırılma­ sı gerek diye düşünüyorum. Az sonra havaa­ lanına götürecekler beni. Üç saat sonra da Pa­ ris. Bu gece Paris’te uyumak, Moskova’yı dü­ şünerek.

SÜ R E C E K

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Olgunun yapılan muayene- sinde sol alt premolar diş çevresinde ağız içine drene olan apse ve mandibula sol lateralinde şişlik, sertlik ve cilde açılan akıntılı fistül

DİİH hastalığının tanısı lateral servikal grafi, la- rengoskopi, özofagoskopi, bilgisayarlı tomografi, man- yetik rezonans inceleme, baryumlu faringo-özefageal pasaj

Salonun batıya bakan yüzünde değerli eserlerin saklandığı demir kapılı bir kitap deposu var./ To the west side of the reading room, which has space for 42

İdil Biret gibi her türlü ahval ve şerait altında konser vermeyi tevekkülle kabul edecek sanatçılarımız var oldukça, ilgililerimiz biz İstanbul dinleyicisine dünya

Damaged or necrotic tissues, such as renal cortical necrosis or rejected renal allograft, have similar inflammatory histology and can result in dystrophic calcification, even in

According to the Nutrition and Health Survey in Taiwan, teenage and adult women consume considerably less than the current Recommended Daily Nutrient Allowance (RDNA) of calcium..

Durum böyleyken nedense bazı sanatçıları­ mız ve sanat çevresinin içinde bulunan kişiler çağdaş yapıtların sergileneceği modern müzenin ardına

1941’de ikinci Dünya savaşının Fransa için bir felâket ha­ lini alması üzerine yurduna dönen Gabriel o yıl içinde Dünya’nın en eski üniversitelerinden