Memleketimize, fotolito, çok renkli ofset ve Tifd
ruk gibi ileri baskı tekniklerini, yine Yapı ve
Kredi Bankası getirmiş ve bunların gerektirdiği
çeşitli elemanları da, yabancı uzmanların işbir
liği ile yetiştirmiştir.
Bankamız, 1974 yılında idrak edeceği «30. Kuruluş
Yıldönümü» şerefine de bir takım yeni «Kültür ve Sanat
Hizmetleri» yapmak için hazırlıklarını tamamlamış
bulunmaktadır.
Şöyle k i :
İlk sayısı elinizde bulunan «Sanat Dünyamız» der
gisi, sanat varlıklarımızı tanıtma ve yayma bakı
mından yararlı bir hizmet yapmağa çalışacaktır.
THIRTY YEARS AT THE SERVICE
OF CULTURE AND THE ARTS
Ever since its foundation 30 years ago, the Yapi ve Kredi Bank has played a vital role in the cultural and artistic development of this country.
1. In order to protect children from the harmful effects of inferior publications the Bank has published high quality books for children, and at the same time arranged compe titions, exhibitions and displays to encourage children to develop their creative gifts.
Some of the children who participated in these activities have since won international fame in music, caricature, painting, literature and the ballet.
2. In 1950, at a time when there was no serious theatre in Istanbul apart from the two Municipal Theatres, the Bank inaugurated the «Little Theatre» with a very fine body of actors.
Sanat zenginliklerimizi tanıtmak amacı ile çeşit
li sanat kitapları da arka arkaya yayınlanacaktır.
Yaratıcı gücü teşvik yarışmaları düzenlenmiş
tir. (Pul ve Afiş yarışm aları), (Ortaokul öğren
cileri arasında «Köy Düğünü ve Halk Oyunları»
konulu resim yarışm ası) gibi...
Yapı ve Kredi Bankası, memleketimizin mânevi
kalkınmasında mütevazi bir hizmet yapabilme
nin huzuru içindedir.
Bu gibi çalışmalarımız, yabancı memleketlerde
de, büyük ilgi ve takdirle karşılanmaktadır.
«Gelişen Memleketlere Yardım Vakfı» nın baş
kanı Dr. Fritz, Bankamızın bu çalışmalarına kar
şı düşüncelerini bir mektupla şöyle ifade etmiş
tir :
3. The Bank also founded the Society for the Preservation and Encouragement of Folk Dancing, and the Festival of Folk Dancing organised by the Bank in the Open Air Theatre in 1955 was an epoch - making event.
4. The Bank organised competitions for painters and compo sers, and commissicned polyphonic arrangements of Turkish folk songs.
5. Carpet and «Kilim» courses and workshops were opened in a number villages and small towns so as to enrich the spare time of the local inhabitants.
6. The Bank also played an important role in educating public taste by arranging exhibitions in the Art Gallery at our Galatasaray Branch.
7. A public library has been inaugurated in Ankara which houses both Turkish and foreign works on Atatürk and the Turkish Republic.
8. The Bank has also co-operated with foreign experts in introducing various techniques of modern printing to this country.
«Bütün gelişen memleketlerde herşeyi «Devlet» ten bek
lemek âdettir. Özel sektörün böyle teknik ve ekonomik
kalkınmanın temeli olan mânevi kalkınma yolunda bu
gibi kültür ve sanat hizmetleri yapması görülmüş şey
değildir. Daha önemlisi, hemen hemen bütün gelişen
milletler, Batının teknik üstünlüğü karşısında bir nevi
«aşağılık kompleksi
»altında, bütün geleneksel kültür
ve sanat değerlerini küçümsemek ve kaybetmek tehli
kesi içinde bulunuyorlar. Siz, folklorik sanat değerleri
ni korumak, yaşatmak ve yaymak için giriştiğiniz teşeb
büslerle onlara bu yolda da rehberlik edecek durumda
sınız- Memleketinizin yaratıcı gücünü toprağınıza ve in
sanınıza özgü değerleri işliyerek harekete getirmek ve
yeni yeni yaratmalara sevketmek düşüncesi takdir ve
hayranlıkla üstünde durulması gereken örnek bir bu
luştur.»
A number of new «Services to Culture and the Arts» have been prepared to celebrate the 30th anniversary of the foundation of the Bank.
1. The periodical «Sanat Dünyamız» (Our World of the Arts), the first number of which you are now holding, will en deavour to introduce and encourage artistic work.
2. A series of art books will be published with the aim of making our artistic heritage better known.
3. Competitions have been arranged with the aim of encoura ging the exploitation of the people's creative gifts. For example, a otamp and roster Competition and a painting competition for Middle School children on the subjects of village weddings and folk dances.
SEDAD H. ELDEM
B
oğaziçi, büyük ölçüde iskâna 18. yüzyılın başın
da açılm ıştır. O zamana kad ar, yalnız bazı köy
lerin çekird ekleri v a rd ı, yalıla r da pek azdı.
Y a lıla rın Rumeli yakasında Bü yü kd ere'ye, Anadolu ya
kasında da Paşabahçe'ye kadar yayılm aları bu dönem
de başlar.
M esireler ve ça y ırla r için seçilen y e rle r, Türk doğal
bahçe ve p ark anlayışının en güzel ö rn e k le rid ir. B u ra
lardaki nam azgahlar, ziyaretg âh lar, kö şkle r, ka sırla r ve
çeşm eler özel ve kültürel b ir anlam ta şırla r. B u n la r,
doğal p a rklar o la ra k , halka belirli koşullar altında açık
tu tu lu rd u .
G enellikle rüzgârdan korunan m eyilli arazi
üzerinde
ku rulu kö yler, an fiteatr şeklinde, b irb irlerin in görüş
alanını kapatm adan, set set bahçeler içinde y e rle ştiril
m işlerdi.
Y a lıla r ise, kıyı boylarına d iz ilirle rd i. İstanbul'dan iti
baren H ünkâr sa ra yla rı, Sultan ve Efendi sa ra yla rı, vü-
zera, ulemâ gibi önemli kişilerin y a lıla rı, yer yer de,
Erm eni, Rum zenginlerinin y a lıla rı, iki sahil boyunca
u zan ırlard ı.
Y a lıla r, çoğu zam an, "leb-i d e ry a ", yani deniz kıyısın
da k u ru lu rla rd ı. Bazen de, suların üstüne taşarlard ı.
(A n ad o lu H isarı'nda, Yasinci Y a lısı g ib i.) Bazı yerlerd e
de, önlerinde b ir rıh tım la , kıyıdan geriye ç e k ilirle rd i.
A rka la rın d a ki bahçelerin önünden de yol g eçerdi. Ba
zen bu bahçeler, bir köprü ile yolun üzerinden karşı
bahçeye, ya da dağa bağlanırdı. Y a lıla rın arkasından
geçen yo llar, yer yer sahile de ç ık a rla rd ı: Bebek, Ta-
rabya, B ü yü kd ere, Kuleli ve Beylerbeyi'nde olduğu gi
bi. Bu yo lla r, gezi alanları o larak da k u lla n ılırd ı. Bü
yükdere Yalıboyu yolu, 1750'den b eri, gayet geniş bir
gezi yeri o larak, Ç arşıbaşı'ndan, büyük çın arların al
tından Sarıyer'e kad ar, halâ bugün de uzanıp gider.
Köylerin m eydanları da çoğu zaman deniz üstüne açı
lırla r. B u ra lard a, yü zyıllık ulu çın a rla ra , b alıkçılar ağla
rını g e re rle r, balık pazarları k u ra rla rd ı. Kalafat yerleri
de, ço klu k bu kıyılard ayd ı.
Boğaziçi'nde karayolu trafiğ i pek rahat olmadığı için,
çokluk kayıklar ve sandallarla deniz yolu ku lla n ılırd ı.
Hele Şirket-i H ayriye vapurları işlem eye başladıktan
sonra, Boğaziçi köyleri büyük bir ca n lılık kazandı.
Boğaziçi en p arlak devrini 19. yüzyıl ortaların da yaşa
m ıştır. 93 Harbi'ni izleyen ve bilhassa B irin ci Dünya
Harbi'nden sonraki yılla rd a , Boğaziçi'nin çöküntü devri
başlar.
5, ¿mP . * ^ T“ i
l i i ı f j L
Sadullah Paşa Yalısı — Sadullah Pasha Yalı — Havuzbaşı/Çengelköy
Kont O strorog Y a lıs ı — Count Ostrorog Y a lı — Kandilli
B irço k tarih î y a lıla r, tütün ve köm ür deposu o larak,
kullanılm ağa başladı. B ir çoğu da ya yandı ya da y ık ı
cıya verild i. Oysa ki, 1800'lerde yapılan sayıma göre,
kıyı boyunca 800 - 1000 kadar yalının bulunduğu an
laşılıyor.
B ir zam anki Boğaziçi medeniyetinin g üzelliklerini şim
di ancak eski gravürlerd e görebiliyoruz.
S
ON zam anlara kadar ayakta durabilen önemli
köşk ve y a lıla r şu n lard ır :
Bebek'te Kavafiyan evi : 18. yüzyılın ortasında yapıl
m ıştır ve iyi bir d urum dadır. Bu bina, İstanbul'da son
ve tek bu durum da kalm ış en eski evd ir. Y a p ılış tarihi
1751'dir. O zamandan b eri, ilâve edilen bir oda dışın
da hiç bir tarafı bozulm am ış; olduğu gibi korunm uş
tu r. İçerisinde m erkezî sofalar, m usandralı oda, süslü
tavanlar ve hattâ d uvarlardaki kalem işleri bile olduk
ları gibi d u ru yo rlar.
Bebek'te Yılanlı y a lı: Yalın ın bir kısmı ve taş odası kal
m ıştır. Yapılışı 18. yüzyıl sonudur. Harem , birkaç yıl
önce «uygun» bir şekilde yanm ıştır. Soruşturm a devam
etm ekted ir. Boğaziçi'nin büyüK boyda yalılarından biri
idi. Şimdi ayakta duran Selâm lık binasıyla 90 m. kadar
uzunlukta bir cephesi vard ı. Aslında yüksek kaide ve
tonaylar üzerinde oturtulm uş tek katlı yayvan bir bina
iken, sonradan üzerine b ir kat ilâve edilm iştir. Yan g ın
dan evvel içerisinde gayet güzel selsebilli b ir taşlığı ve
zengin kalem işleriyle süslenm iş tonozlu, cum balı bir
meşkhane veya taş odası vard ı. Bu oda A n ıtla r K urulu'
nun him m etiyle ko ru n ab ilm iştir. Selâm lık dairesi de ol
duğu gibi d u rm aktad ır. Uzun fu ru şla r üzerinde ileriye
doğru taşkın başodası 12 penceresiyle Boğaziçi'ne hâ
kim b ir d uru m d ad ır.
Rumeli Hisarı'nda Hasip Paşa y alıları: V apur çarpm a
sından zedelenen bölüm le b irlik te öteki b itişik y a lıla r
da y ık ılm ıştır. Posta N azırı Hasip Paşa ve A li İhsan Pa
şa yalıları 18. yüzyıl ilk yarısında yapılm ış fakat dış cep
heleri 19. yüzyılda d eğ iştirilm işti.
Bununla beraber içerileri eski ka ra k te rle rin i koruyabil
m işlerd i. M erm er ta şlık la r, evin içinde kayık lim anı,
ham am lar ve oval sofalar bu evlerin özelliklerind en di.
Bol cumbalı geniş cepheleri dar bir yaya rıhtım ı boyun
ca devam ediyordu. Islahları kabilken y ık tırılm ışla rd ır.
Emirgân'da Şerifler yalı-köşkü: Y a lı, cam i ile beraber
18. yüzyılın ikinci yarısında Sultan I. Hamid zam anın
da inşa edilm iş ve daha büyük b ir külliyenin Selâm lık
köşküdür. Gayet büyük olan Harem binası bundan 30 -
35 sene evvel y ık tırılm ış tır. Köşkün içerisinde şadırvan-
h, üç cenahlı gayet k a ra k te ristik bir «Divanhane» v a r
d ır. Bunun aslına uygun bir şekilde restore edilmesi
arzu ed ilir.
Prenses Rukiye (eski Vecihi Paşa) Yalısı Princess Rukiye (the old Vecihi Pasha) Yalı — Kanlıca
Kont Ostrorog yalısı: 19. yüzyıl başlarına ait olan bu
yalının içi ve dışı çok iyi d u ru m d ad ır. Sanatsever sahibi
tarafından titizlik ve özenle ko ru n m aktad ır. İçerisin de
ki kıym etli eşya ve koleksiyonlarla Boğaziçi'nin eski ya
şantısını sürdürebilen, nadir yalıla rd a n d ır.
Çengelköy'de Abdullah Paşa y alısı: Çok harap olm ak
la b irlik te tümü ayaktad ır. Büyüklüğü dolayısıyla ko
runm ası güçtür.
Çengelköy'de Sadullah Paşa y alısı: Boğaziçi'nin bu boy
da en m am ur ve en eski y a lısıd ır. Y ap ılışı 1 8. yüzyıl ikin
ci yarısına a ittir. Beyzî sofası ve nakışlı odaları, bahçe
içindeki durum u ö rn eksizd ir. Sahipleri iyi bakm akta ve
esaslı onarım yap m aktad ırlar. M illete hibe yolundaki
teşebbüsleri cevapsız ka lm ıştır.
Havuzbaşı'nda Selim Paşa bahçesi: Y alın ın bahçesi, yo l
ları ve havuzlariyle eski şeklinde ko ru n m aktad ır. 18.
yüzyıl o rtaların a a ittir. Şimdi harap b ir haldedir. Bu
haliyle bile Boğaziçi'nin son ayakta duran havuzlu, çağ-
layanlı bahçesi sa yılır.
Beylerbeyi'ndeki Hasip Paşa yalısı: Y ayvan lı katları ve
ehram biçim indeki çok büyük çatısiyle öteden beri ta
nınan bu y a lı, son yıllard a sahibinin ölüm üyle bakım sız
kalm ış, tehlikeli durum a g irm iştir. İçerisindeki kendi
döneminden kalm a eşya, ko leksiyonlar ve hasırların
çoğu kald ırılm ış bulunduğu bir anda yanm ış ve b ir kaç
saat içinde tam am iyle yok o lm uştur.
Kuzguncuk'ta Fethi Paşa y alısı: Cephesi son onarım sı
rasında bir hayli bozulmuş olm asına rağmen eski gü
ze llik ve ihtişam ını ko ru m aktad ır. İlk yapılışı 18. yü zyıl,
yenilenm esi 19. yüzyıl başlarında olm uştur.
Salacak'ta Çürüksulu yalısı : A slınd a, yalı olmamasına
ve Boğaziçi'nde bulunm am asına
rağmen burada an
maktan kendim i alam adım . Çünkü iyi bir şekilde, en
bilgili eller tarafından onarım ı daha yeni b itirilm iştir.
Yeni sahibi, öncekiler gibi vali üzerine titizlikle eğilm iş
ve varlığ ını k u rta rm ıştır.
S
A Y D IĞ IM IZ bu y a lıla r en ö n em lilerid ir. Bunların
dışında başkaları da v a rd ır ki, onların da ko run
m aları arzu e d ilir.
Eski Çürüksulu Ahmet Paşa Yalısı The old Çürüksulu Ahmet Pasha Yalı — Salacak
Tarabya'da Dr. Zoğrafos yalısı: 18. yüzyılın ikinci y a rı
sında, yanan Fransız sefareti ile aynı yıllard a yapılm ış
tır. Tavanları olağanüstü g üzelliktedir.
Çubukluda eski Halil Eldem yalısı: Y a lı 19. yüzyıl or
talarına a ittir. M im arî k a rak te ri hiç bozulmadan koru-
nab ilm iştir. Harem bahçesinde, Kanlıca kö rfezindeki
m eşhur Bahaî yalısından gelm e güzel bir selsebili v a r
dır.'
Kanlıca Saffet Paşa yalısı: 19. yüzyıl başlarına a ittir.
Bakım ve yardım a ihtiyacı v a rd ır. Büyük ya lıla rın a ra
sında son kalanlardan b irid ir. Şim di m evcut olan kısım ,
eski yalının yarısı büyüklüğündedir.
Vecihî Paşa yalısı: Büyük para sarfıyla tümden yeni bir
hale g etirilm iş, bütün selim îleri ve tahta oym aları ye
niden yapılm ış ve eski boyaları yenilenm işken yeni sa
hibi tarafından y ık tırılm ış tır. Böylece Boğaz'ın en iyi
durum da ve 19. yüzyıl başlarına ait büyük b ir yalısı da
ha ortadan ka ld ırılm ıştır.
Anadolu Hisarı'nda Köprülü yalısı Selâmlık köşkü :
Bo-ğaz'ın en eski sivil yapısıd ır (1 6 9 9 ) ve son klâsik üs
lûpta en zengin iç-dekoru taşıyan, ancak tek odası kal
mış olan yapı, son derece h arap tır. Ne var k i, yeniden
tam iri için, bu yolda yapılan teşebbüsler, binanın «m eş
ruta» ( satılm am ak şartıyla birine verilm iş m ü lk ) olm a
sı yüzünden sonuç verm e m iştir.
Zarif Mustafa Paşa yalısı: Aynı yıllard a yapılm ış olan
bu yalı, komşu yalıya vapur çarpm ası yüzünden zede
lenm iş, altın tezhipli odasının sökülerek ku rtarılm ası
yolunda yapılan başvurm alar sonuç verm em iş ve yalı
bir gün de denize d evrilm iştir.
Bu yalının yeni kısm ı ( Esat Bey Y a lıs ı) ayakta d u rm ak
tadır. Otuz yıldan beri sahipleri, içeride herhangi bir in
celem e yapılm asına engel o lm aktad ırlar.
Bu y a lı, yıkılan Z a rif M ustafa Paşa yalısı ile bir bütün
vücuda g e tirird i. Şimdi tek başına kalm ış ve iyi tam ir
edilm iştir. Bina ilk yapılışından beri çok d eğ işiklikle r
geçirm iş ve sonunda şim diki, yani 19. yüzyıl başlarına
ait olan veçhesini a lm ıştır. Yalın ın en kıym etli tarafı
18.
yüzyıldan kalm a, hiç bozulm am ış ham am ıdır. Ha
mam binasının önünde, çukurda ve kısm en yalının al
tında tonoz içinde kalm ış eski yol görü lebilm ekted ir.
Bundan anlaşıldığına göre, yalı, eskiden arka bahçe ile
b a ğ la n tılı; yol da, Beylerbeyi Sarayı'nda olduğu gibi,
tünel şeklinde idi.
Fransız Elçiliği — French Embassy — Tarabya
u t iiM o m n u
i ti*V> itunrj u u tu ( iu j
iAU I
h*
i i < ihm>
ım tıım nj ııtııııiim jjliım nt
•T*'*?"f
-1
***ma'
ta . . & .J İ1LL-.8
- •Eski Huber Yalısı — The old Huber Yalı — Tarabya
THE BOSPHORUS AND ITS YA LIS
Sedad H. EldemThe first yalis were built on the Bosphorus at the beginning of the 18th century. Before that time there had been a number of small villages scattered here and there along the shores, but very few mansions or villas. At the same time various pleasure resorts and picnic grounds began to appear, and these, together with their open-air mosques, their villas, summer palaces and fountains, are of great cultural significance, revealing as they do the Turkish attitude to natural parks and gardens. The villages were usually situated on sheltered slopes protected from the winds, with the houses set on terraced gardens in such a way so as not to interfere with each other's view. The yalis on the other hand, were ranged along the shores of the Bosphorus, which was soon lined from the city outwards with the palaces of the Sultan and the palace officials, while the valis belonqed to the viziers and theologians as well as wealthy Greeks and Armenians.
Usakligil Yalist — Usakligil Yah — Tokmakburnu/Emirgân
The yalis were usually situated right on the water's edge, some of them being built right out over the water. Others were set further back with an embankment in front. Behind the yah there would be a garden set between the house and the road and often connected to the hillside or the gardens opposite by means of a bridge. Sometimes these roads would emerge on to the shore to form promenades, as at Bebek, Tarabya, Büyük- dere, Kuleli and Beylerbey.
The villages usually opened out on to the shore, and here the fishermen would dry their nets and set up their fish markets under the great centuries - old plane trees. As there were few roads along the Bosphorus these villages were at first connec ted mainly by rowing boats and caiques, but with the coming of the public ferry boats 5 new life and vitality was infused
into these little villages.
The heyday of the Bosphorus was in the 19th century. With the war of 1893 and more particularly with the Great War of 1914 decline began to set in. The old yalis began to be used as storehouses and coal depots, and now we can judge the old beauty of the Bosphorus only from old prints.
«Dünyaya son bir bakış atmam gerekse,
onu Çamlıca tepelerinden atardım.»
Lamartine
M
UTASAVVIFLARIN tanrısı, kendi ni görmek, güzelliğine hayran ol mak için, kendine benzer biçim de yaratmış insanı; sonra da şöyle çeki lip bir az uzaktan bakmış ona, beğen miş. İnsanda tanrıdan bir parça olduğu, ya da başka bir deyişle, insanı tanrısal bütünün bir parçası sayma görüşü bu inançtan doğmadır.Kendi hüsnün hublar şeklinde peyda eyledin Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa
eyledin
İşte, doğa karşısındaki durumu ile insan, mutasavvıfların tanrısına benzer; doğayı kendi özü ile, kendi özüne benzer bir bi çimde yaratır, sonra onu kendi dışında, kendiliğinden var olan bir şey gibi uzak tan seyreder ve beğenir.
İnsanın doğayı yarattığı savı, ilk bakış ta inanılmaz görünse de, duyularımızın sınırlı alanında algıladığımız doğa'nın bize göreliği yadsınamayacağına, ve bu bize göre dünya, masalın, sanatın, bili min, tekniğin verileri ve katkıları ile bo yuna biçimden biçime geçtiğine göre, bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz bir do- ğa'nın yanında, hiç olmazsa kendimize göre bir doğa yarattığımızı çekinmeden söyliyebiliriz. Doğa, insanın dışına vur muş kişiliğidir. Oscar Wilde daha da ile ri gider, «Doğa, sanatı taklit ediyor,»
der. Bir doğa parçası, diyelim konumuz olan Boğaziçi, insan eli değmeden, daha da önemlisi, insan gözü değmeden nasıl dı, bunu hiç bir zaman söyliyemeyeceğiz; hattâ insan gözü değmeden öyle bir do ğa parçası yoktu dersek yanlış olmaz; çünkü varlığın algısı yalnızca insandadır, onun dışında her hangi bir nesnenin bi lincine varılamayacağına göre, neden in san gözü ile başlatmayalım Boğaziçi do ğasını ?
Onu ilk kuran insan gözü idi; bu göz, ilk iş olarak, bildiği başka bir şeye, bir ağıza, bir kapıya, uzanmış bir kola, bir boğaza benzetti onu. Benzetmek ise, değiştirmek değil de nedir ? İşte o ilk gözün bakıp değiştirmesinden beri, bo
yuna biçimden biçime girmiştir Boğaz içi. Köprü, bu değişikliğin duraklarından biridir.
İnsanların talihlisi, talihsizi olduğu gibi, bence yer parçalarının da talihlisi, talih sizi vardır; Boğaziçi, sanırım, yerin en talihli parçalarından biridir. Neden der seniz, akıl ve düş gücünün, tutku ve sevginin, umut ve coşkunun, doygunluk ve sarhoşluğun, şiirin, mimarînin, mu sikinin bunca emekle kendini sunduğu ve yarattığı başka bir yer göstermek ko lay olmasa gerektir.
Birken ortasından yırtılmış gibi duran bu görünümün, yeni Köprüye varana değin, karşılıklı benzer iki kıyı arasındaki bu
yolun başından geçen değişiklikler ne lerdi? İnsan ne gibi gereksinmeler uya rınca ve şu başdöndürücü zaman içinde ona ne gibi katkılarda bulundu? Neden hep sezer gibi olduğumuz sessiz bir öz lemle ve hangi gizi saklayarak, bu iki yaka, birbirine içten içe bakmakta idi? Onun özgeçmişi, her yaratışın nedeni olan aşkla, tanrısal bir aşk masalı ile başlıyor: Argolis'in ırmak tanrısı İnak- kos'un, Hera tapmağı rahibesi olan kızı İo'ya tanrı Zeus âşık olur ve karısı kıs kanç tanrıça Hera'nın gözünden saklan mak için, sevgilisi ile birlikte koyu bir buluta sarınır; ama Hera bu oyunu an layınca Zeus, güzel İo'yu bir buzağı bi çimine sokar. Hera buna da kanmaz, be
yaz buzağıyı Zeus'tan ister ve sığırtmaç yüz gözlü Argüs'ü onun bekçisi yapar. Argüs, buzağının yeniden insan biçimine girmesini önleyecektir böylece. Tanrı çanın buyruğu budur. Gözlerinin bir ta kımı ile uyurken, bir takımı ile bekçilik görevini sürdüren Argüs'ü ortadan kal dırmak için Zeus, oğlu tanrı Hermes'i görevlendirir ve Hermes kaval çalarak, masallar söyliyerek Argüs'ün yüz gözü nü de uyutur, böylece öldürür onu. Tan rıça Hera, Argüs'ün yüz gözünü tavus ku şunun kuyruğuna serpmiş. Ne var ki, İo gene de kurtulmuş olmaz. Hera bu gü zel buzağıya bir at sineği musallat eder. Bu sinek İo'nun otlamasına ve uyuması na engel olur. Böylece de zavallı kız ora dan oraya koşar gider, kurtulmak için diyar diyar dolaşırken de Boğaziçi'nden geçer. Boğaziçi'ne Bosphore (Buzağı ge- ç iti) adı işte bundan ötürü verilmiş. Bo ile Buzağı ve Boğa arasındaki benzer lik üzerinde durulmağa değer. Hattâ «Bo. ğaziçi» sözünün de «Bo» ile başlaması şaşırtıcıdır. Genç kızın başından geçen lerin sonrası konumuzu aşıyor: İo'yu, vardığı Mısır'da, 21eus yeniden insan bi çimine sokmuş.
Görüldüğü gibi, bu güzel yer parçasının daha adı, adlarından biri ve en ünlüsü konurken (çünkü Boğaziçi başka adlarla da anılmıştı) işin içine masalın karışma sı ona büyülü, duygusal, usdışı bir nite lik vermektedir. Zaman boyunca üst üs te binen, belleklerde, düşlerde ve duy gularda yer eden bu niteliklerdir işte Bo ğaziçi'nin oluşumunu sağlayan ve sanki bir yabancılaşma yasası uyarınca onu karşımıza bizden bağımsız bir kişilikle çıkaran. Bu açıdan düşünülünce, «Köp- rü»nün Boğaziçi'ne uyup uymadığı, onun güzelliğini bozup bozmadığı tartışması ( İstanbulluları son yıllarda özellikle uğ raştıran bu tartışma ) en başta, bu güzel liğin insan eli ve düşüncesi ile ortaya çık mış olduğu gerçeği ile çatışmaktadır. Saf olanı değiştirmekle, sürekli değişmekte olanı değiştirmek arasındaki ayrıma eğil mek istiyorum. Boğaziçi'ne köprü kur mayı, onun doğasına, saflığına, doku- nulmamışlığına saldırı sayan anlayış,
acaba bizim onu hiç değiştirmemiş ol duğumuz kanısına da yer vermekte mi dir? Başka bir deyişle, yeni «Köprü», Boğaziçi doğasını saf halde mi bulmuş tur? Yok eğer bu anlayış, onun geçmiş te bir çok değişikliklere uğradığını ve bi çimden biçime girdiğini benimsiyorsa, bozulmasını istemediğimiz şey, yalnızca bizim anılarımıza bağlı olan şey midir? Konunun bu yanına daha aşağıda gene geleceğiz.
Başka bir söylence (efsane) Boğaziçi'nin Karadeniz'e açılan ağzının iki yanındaki kayaları, açılıp kapanan bir çenenin sert, parçalayıcı kemiklerine benzetmektedir. Bu korkunç ağza düşen gemiler çiğnenip yok edilirmiş. İşte «Altın Post» u ara mağa giden Argonotların bindiği Argo gemisi, Boğaz'dan Karadeniz'e çıkarken böyle bir tehlike ile burun buruna gel miş. İçlerinde ünlü ozan Orfe'nin de bu lunduğu Argo gemisi yolcuları, bu ölüm kalım geçitini aşabilmek için bir önlem (tedbir) düşünmüşler ve bir kumru uçurmuşlar gemiden önlerindeki yola. Kumru geçerse onlar da geçecekler. Kumru ancak kuyruk tüylerinin bir ka çını kaptırarak aşmış bu karşılıklı kaya ları, böylece Argonotlar da o aradan ya rarlanarak Karadeniz'e çıkabilmişler. Bu gün bile, o yöreden geçen tekneler, kıyı dan değil, açıktan alırlar; çünkü fırtına lı havada deniz, gücü yettiği tekneleri iki yandaki kayalara vurmağa, çarpmağa ba kar. Nedir ki, doğa ile içli dışlı olan ge mici dalgınlığa kaptırmaz kendini. Bu rada, Argonotların yaptığı gibi var hızı ile yolunu aşmak ister. Masalın kayna dığı gerçek ve gerçeğin estirdiği masal, böylece yaşayıp gitmiştir işte Boğaziçi' nin dokusuna karışarak ve onu insancıl- laştırmıştır. Çünkü bu masalın içinde, daha doğrusu bu doğa-insan ilişkisinin kaynağında tanrısal ozan Orfe'nin lirin den çıkma büyüleyici ezgiler yatmakta dır. Argo gemisinin kürekçileri yorulun ca Örfe, lirinin tellerine dokunur, onları büyüler, coştururmuş, böylece gemiciler coşku ve kıvançla, yorulmak nedir bil meden çalışırlarmış; öyle ki, Orfe'nin
müziğinden dağlardaki yabanıl hayvan lar, ormanlar uysallaşırmış ve en önem lisi, o yırtıcı kayaların bu yüzden ağzı açık kalmış, Simplegat kayaları denmiş onlara, o günden bu yana uslanmış ve yerlerine oturmuşlar.
Doğa'nın kendi başına iken güzel olup ol madığı tartışılamaz. Fakat bizi güzelliği ile duygulandıran bir doğa parçasını, bir an için ve kendimizi elden geldiğince yoksayarak, insansız olarak düşünmek onun korkunçluğunu ortaya koymaya ye ter. Romantiklerin sevdalandıkları saf doğa, hiç de dokunulmamış bir doğa de ğildi. J. J. Rousseau'nun romantik göl lerinde, aşkın ve geçmiş zamanın uysal okşayışları soluk alıyordu. İnsan gözü ve duygusu, bağlı olduğu umutlara ve anılara uyarak, çevresini evcilleştirmek ten bir an bile geri durmamıştır. Nite kim Boğaziçi'nin yırtıcı çeneleri de, işte böylece, şiir ve ezgi ile, umut ve çaba ile işlemez duruma getirilmiş ve günün kimi saatlerinde, onun akımlı suları kumru rengine bürünür olmuştur. Su daki bu renk değişimi, Argo gemisinden salınan kumrunun kopmuş tüylerinden mi kalmadır, yoksa Boğaz'ın iki yama cında mevsimine göre açan çiçeklerin, ağaçların, diyelim içlerinde arılar dola şan güllerin, çenelerine dokunulunca er keklik tozlarını döken ballı babaların, nisan ortalarında görülmemiş büyüklük te açan papatyaların, tâ karşı yakadan insanın gözünü bulandıran leylâkların, baygın salkımların, çam, fıstık, selvi ve erguvan ağaçlarının doğudan batıya, ba tıdan doğuya bu dolanık geçiti aşmak is tercesine koku ve renk salgını halinde akışırken, lâvanta kokusundan rengini yitiren firuze gibi, solmasından mıdır? Doğa masal ve düş burada ortaklaşa bir sergi açmış gibidirler. Gerçekten de Bo ğaziçi, iki yakası ile, hep böyle bir or taklığa teşne izlenimi bırakır insanda. Eski günlerde, diyelim Kanlıca'da yoğurt yerken, Bebek tramvayının sesini duyar, ya da Ortaköy'deki evinizde geceyi bek lerken, Beyler be ybeyi iskelesinden kal kan vapurun projektörüne gözünüz takı lırdı. Ağlarını çeken balıkçıların vapur
kaptanlarına seslenmeleri her iki yaka dan da duyulurdu. Rengin, kokunun ve insan sesinin bu gidip gelişi, gözle gö rünmez nice hafif, eğik ve esnek teller kurmuştu arada.
Zamanlar geçer, anılar eskir; düşsel ve gerçek yapılarla anılar arasındaki ilişki yi değişmez saymak, zamana hapsolmak- tan başka ne anlama gelir! Her yapı ken di anısını yaratacak ve doğayı zenginleş tirecektir. Nitekim bütün akarsular ve boğazlar gibi, bizim Boğaziçi de, insan lara karşıya geçme hevesini ve tutkusunu aşılayarak, tarihini kat kat sanat yapıt ları ve buna uygun anılarla bezemiştir. Pers Kıralı Birinci Darius de, yedi yüz bin kişilik ordusu ile, İsa'dan önce 513 yılında Anadolu'dan kuzeye çıkmak üze re Marmara ve Boğaz kıyılarına gelince, bu karşıya geçme tutkusuna kapıldı. İki kıta arasındaki bu kanal, ona köprü kur mak düşüncesini esinlemişti. Ordusunda bulunan Sisam'lı mimar Mandrokles'e buyruğunu verdi. O da Boğaz'da bugün kü Hisarlar arasına gemileri sıralayarak Bosphor'un ilk köprüsünü kurdu.
Böy-lece Pers ordusu, bu oynak köprüyü aşa rak doğudan batıya geçti. Yukarı Boğaz' da ikinci zaman sonlarının volkanik ka yalarından, güneyde ise genellikle birin ci zaman ortalarına ait killi şist, kum- taşı ve mavi renkli.kireç taşı gibi mad delerden oluşan bu toprak parçası, eğer bir tektonik olay sonucu çökmüş ise (çünkü masal, dış Boğaz kayalarının de lindiğinden ve böylece Karadeniz suları nın Marmara'ya aktığından söz ediyor ), gerçekte iki kıtayı birleştiren doğasal bir köprüydü. Bu yüzden olmalıdır ki, fatih ler, bu bölgeye geldiklerinde, doğa'nın gereğini yerine getirmek isteğine kapılı yorlardı. Nitekim 1391-1399 yıllarında, ordusu ile Boğaz'ın Anadolu yakasına gelen Osmanlı Padişahı Yıldırım Baye- zit, Göksu deresinin (eski adı ile Aretas' ın ) denize döküldüğü yere, eski kaynak larda adı Güzel Hisar, Güzelce Hisar, Yeni Hisar, Yenice Hisar, Ak Hisar diye geçen Anadolu Hisarı'nı yapmakla, bir köprü ayağı kuruyordu. II. Murat'ın gü nünde, Varna dolaylarına gelen haçlılar la Macarların saldırısını önlemek için Csmanlı ordusunun Rumeli yakasına ge
çirilmesinde bu kaleden yararlanılmıştır. Fatih Mehmet'in Rumeli Hisarı'nı yapma sı ile bu köprünün iki ayağı da atılmış oluyordu. Nitekim 1900'lerde II. Abdül- hamid'e sunulan bir taslak, Rumeli Hi sarı ile Anadolu Hisarı arasına kurulacak ve üstünden demiryolu geçecek, üzeri mi nareler ve kubbelerle süslü bir asma köprü önerisini taşımakta idi.
Gerçi Boğaziçi eski çağdan beri yerleş me bölgesi idi; ama daha çok bahçeci lik ve balıkçılık ile geçinen ve bu amaç la küçük küçük köyler kuran insanların yerleşmiş olduğu bu bölge, Bizans'ın ör gense! bir parçası sayılmamıştır. Bizans hiç bir zaman buranın tam egemeni ol mamış, belki de olmak istememiştir. Di yelim ki, Ortaçağ'ın doğa ve akıl kar şısındaki tutumu da buna elverişli ola mazdı. Çünkü doğayı geçici ve aldatıcı, onu akılla anlayıp yorumlamayı gerek siz, hattâ günah sayan kilise, çok tanrılı masalları ve türlü olanakları ile kendini canlandırmayı bekliyen Boğaz'a sırt çe virmiş gibiydi. Boğaziçi'nin yeni bir ya şama kavuşması, ancak yeniçağ kafası
ile gerçekleşebilirdi. Gerçekten de bugün dünyanın bu inanılmaz güzellikteki Bo- ğaz'ı, Fatih Mehmet'ten sonra yaratıldı. Yahya Kemal Beyatlı, bir yazısında, «Cedler, Boğaziçi'nde yalıyı ve kayığı ica- detmişlerdi,» der. «Boğaziçi Medeniye ti» adlı yazısında ise Abdülhak Şinasi Hi sar, bu düşünceye şu sözlerle katılıyor: «Bizans İmparatorluğu zamanında, sonradan kazandığı, bugün tarihteki an lamı ile bir Boğaziçi yoktu. Bu Boğaziçi,
denilebilir ki, hâlis bir Türk eseridir.» Gerçekte de, mahallelerindeki tek mina reli camileri, yansımaları ile suyun için
de kurulmuş izlenimini bırakan yalıları, görkemden kaçınan sarayları, ıssız so kakları, kayıkları, çeşmeleri, daima yap raklı havuzları, kameriyeleri, bağları, kuytu bahçeleri, dalyanları, koruları, mescitleri, yaşama uyumla karışmış me zarlıkları, yorgun bir insan gibi yana eğil miş mezar taşları, mehtap âlemleri ile bu Osmanlı harikası, bugün bir çok yapı larının eksikliği, onların yerini alan ye ni yapıları ve hele en başta, o eski za man yaşamının ortadan kalkması ile tarihe karışmıştır. Biz bugün o eski Bo ğaziçi'ni, bir takım yabancı sanatçıların gravürlerinde seyredebiliyoruz. Bu deği şiklik kuşkusuz, yalnızca Boğaziçi'ne öz
gü değildir; İstanbul tümü ile değişmiş tir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, eski İs tanbul'u anlatırken, üstün beğenisi ile üzerinde onca önemle durduğu çini, par maklık, yaldızlı kitabe, sebil, türbe ve sonra sülüs, celî ve nesih'in mimarîye katılması, başka bir deyişle, tüm kentin tezhipti bir kitap sayfasına benzemesi, daha sonra musiki, bir bütünün uyum lu parçaları olarak artık yaşamımızdaki yerlerini yitirmişlerdir. Fakat yazımın başından beri izlemeye çalıştığım ana düşünceye bağlı kalarak söyliyeyim ki, bütün bu sanatlar ve yaşayış biçimleri, konumuz olan Boğaziçi'nde, rollerini oy namış ve hiç ¿e tümden yok olmamışlar.
dır. Böylece Boğaziçi, İo'nun talihsiz se rüveninden bugünkü Köprü'ye değin, za man içinde yenilene yenilene, geçmişinin kimi unutulmuş, kimi yaşayan yapı, iş ve düşüncelerinden kendi kişiliğini bul muş ve bizi bağımsız bir güzellik imiş- çesine etkilemiş bir tarihsel oluşumdur. Bugün Köprü ile birlikte gördüğümüz Boğaziçi ya da Köprü'den bakıp gördü ğümüz Boğaziçi, elbette artık eski Bo ğaziçi değildir. Ama o hiç bir zaman da ha eskisi olmamıştır. Köprü, bir bütü nün içine yalnızca girmekle kalmamış, onu bir ölçüde değiştirmiştir de. Onun üzerinden baktığımızda gördüğümüz, Ru meli yakasında, Tophane'de Fatih'in kur duğu Tophane, Sinan'ın yapıtı Kılıç Ali Paşa camisi, II. Mahmut'un yaptırdığı Nusretiye camisi, Fındıklı'da Anadolu kazaskeri Molla Çelebi'nin yaptırdığı Fın dıklı camisi, II. Mahmut'un kızı Adile Sultan ile Abdülmecid'in kızı Cemile Sul tanın bugün Güzel Sanatlar Akademisi olan sarayları, Abdülmecid'in yaptırdığı Dolmabahçe sarayı ve Ortaköy camisi, Rumeli Hisarı; Anadolu yakasında, Üskü dar sırtlarında Karaca Ahmet mezarlığı, adını Fatih devrinde yaşamış Kuzgun Baha'dan alan Kuzguncuk kıyıları, II. Mahmut'un yaptırdığı Beylerbeyi sarayı. Beylerbeyi camisi, eskiden gemi çapaları yapıldığı için Çengelköy adını alan kö yün eşsiz koyu, Anadolu Hisarı ve daha bir çok yapı, koru ve yalının süslediği bu görünüm, artık dünün değil, bugünün görünümüdür ve yarın hiç kuşkusuz ye ni yapıtlar ve tasarımlarla gene de deği şecektir. Asıl sorun, ona çağımızın ve çağdaş uygarlığımızın gerçek yapıtlarını eklemekte düğümlenmektedir. Sandal safalarından ve Şirket-i Hayriye vapur larının sessiz süzülüşlerinden sonra, yeni gereksinmeler ve yeni görüşler elbette ona katkıda bulunacak ve gelecek kuşak ların anıları, bizden öncekilerin ve bizim anılarımızdan bambaşka olacaktır. Doğa bile İstanbul'un durumunu saat saat de ğiştirmekle bu oyuna katılmış gibidir. Pierre Loti şöyle diyor: «İstanbul kadar görünümü değişen bir başkent olamaz. Gökyüzünün çeşitlenmesinden, rüzgâr ve bulutların yüzünden, her saat başka bir görünüş takınır.»
K
THE CHANGING BO SPH O RUS^
. Melih Cevdet ANDAY It seems to me that just as there are fortunate and unfortunate people, so there are fortunate and unfortunate pla ces, and that the Bosphorus is one of the most fortunate places in the world. It would be difficult to find any other spot that had inspired so much thought and fancy, love and affection, hope and enthusiasm, pleasure and intoxication, poetry, architecture and music.The Bosphorus has had many names, but the fact that the most famous - the Bosp horus, or ox-ford - springs from a legend lends the place an air of magic and en chantment. This fairy tale quality has been deepened and strengthened with the passage of time until, as if in obedi ence to some law of alienation, the Bosphorus stands before us as an inde pendent, separate being. The debate
that has been going on as to whether the Bridge will spoil the beauty of the Bosphorus takes no account of the fact that the Bosphorus is itself a product of human hands and human thought. There is a great difference between changing something that is in a com pletely primitive state, and changing so mething that is in a state of continual change The years pass, and memories grow old. To imagine that the relation between memories and the products of human activity or imagination never alters is to imprison oneself in time. All rivers and straits fill people with the impulse to cross over, and this impulse produces innumerable monuments along their shores, together with the memo ries attached to them. Darius I built a bridge of boats across the Bosphorus in 513 B.C. At the end of the 14th cen tury Sultan Bayezid built a castle that formed, as it were, one pier of a bridge at Anadolu Hisar, while fifty years later Murat II completed the other pier by
building Rumeli Hisar on the opposite shore. At the beginning of the 20th cen tury a plan was submitted to Abdulha- mit II for a railway bridge adorned with minarets and domes that would have crossed the Bosphorus at the same point.
The Bosphorus has been inhabited since very early times, but it never formed an organic part of the city until after the conquest of Istanbul by the Turks. There was no 'Bosphorus' under the Byzantines. The Bosphorus is a purely Turkish creation.
The Bosphorus we see from the new bridge is not, of course, the old Bosp horus. As a matter of fact, the Bospho rus has never been the 'old Bosphorus'. The Bridge is not something set against an already existing whole, it is some thing which has changed this whole and created something new. And tomorrow there will no doubt be new buildings, new projects and new ideas that will change it once more.
İstanbul Şehir üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi