• Sonuç bulunamadı

Nazım Hikmet 90 yaşında:Tiyatrodaki Nazım

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Nazım Hikmet 90 yaşında:Tiyatrodaki Nazım"

Copied!
22
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

NÂZIM HİKMET

90 YAŞINDA

(2)

Nâzım Hikmet

90

yaşında

Bir ozamn(dünyadaki

bazı şeyleri

değiştirebileceğini

o kanıtlamıştır

Nâzım H ikm et Kültür ve Sanat Vakfı’nın, şairin 90. yaşgünü nede­ niyle düzenlediği “Nâzım Hikmet Haftası” 10 Ocak’ta başladı. Tüm kitaplarından oluşan Kitap Sergisi, İFŞAK’m düzenlediği “Nâzım H ik­ met Fotoğrafları Sergisi”, şairin her yönünü tartışan paneller, A S T ’ın hazırladığı “Yolcu", Dostlar Tiyat­ rosu’nun “Sevdalı Bulut ”u, Müş­ fik Kenter’in sunduğu “Kuvayt Mil­ liye”, Yavuzer Çetinkaya’nın yo ­ rumladığı “Şeyh Bedreddin Desta­ n ı”, şiir, müzik ve türkülerden olu­ şan geceler 20 Ocak tarihine değin birbirini izleyerek sürmekte. Bu ara­ da İS Ocak’ta “90’ inci yılında Nâ­ zım ’la Birlikte” adı altında gerçek­ leştirilecek Anı Gecesi, 19 O cak’ta

“90’ inci yılında Nâzım Hikmet Aram ızda” gecesi Lütfü Kırdar Spor Salonu ’nda iki görkemli gös­ teriyi oluşturacak. Bu gecelerden İkincisinin konukları arasında Joan Baez de var.

Derginin sayfalarında Nâzım H ik­ m et’in değişik yönlerini ele atan, Türkiye’den ve yurt dışından sanat­ çıların yazdıkları yazılara, Nâzım H ikm et’in şiirlerinden ve mektupla­ rından örneklere yer veriyoruz. Bu sayfada yer alan yazı, Batı Alman­ y a ’da yayımlanan haftalık “Die Z eit” gazetesinin 12 Haziran 1964 tarihli sayısında Von Peter Hamm imzasıyla çıkmıştı.

Von Peter Hamm

j J i r k a ç yıldır Türkiye ile Federal Almanya arasında bir kültür anlaş­ ması var. Ancak işin ters tarafı şu ki, en büyük Türk şairinin eserlerin­ den uzun yıllar mahrum kalmamı­ za işte bu anlaşma sebep olmuştur. Çünkü Türkiye’de Nâzım Hikmet isminin ağıza alınması bir süreden beri yasaktır. Oysa, dünyanın her­ hangi bir yerinde Türk kültüründen söz edildiği zaman akla gelen hemen tek isim budur. Nâzım Hikmet, on yedi yıl hapiste yattıktan sonra 1951’de serbest bırakılmış ve tekrar tevkif edileceği sırada yurdunu te­ melli olarak terkedip Moskova’ya sığınmıştır. Türk hükümeti ile mem­ leketin hâkim mevkideki yüksek ta­ bakası onun bu kaçışını bir türlü hazmedememiştir.

Nâzım Hikmet, daha önce de birkaç defa Türkiye’den kaçmak zo­ runda kalmış, fakat her defastnda vatan hasreti galip geldiği için kısa bir zaman sonra yurduna dönmüş­ tür. Bunda biraz fazla acele etmiş­ ti, çünkü Türkiye, en büyük şairi için kovuşturmadan ve tevkiften başka bir şey düşünmemiştir. Blai- se Cendrars’m ve Jean Genet’in ba­

şından geçen çetin olaylardan daha maceralı bir hayat yaşayan Nâzım Hikmet’in çektiği acılar, nihayet Türkiye’nin efendilerini ve onların çocuklarını da etkilemiş, onlarda bir huzursuzluk yaratmıştır. Bu da bir kazanç sayılır.

Şairin dünyayı değilse bile, dün­ yadaki bazı şeyleri değiştirmeye bu­ gün de muktedir olduğunu Nâzım Hikmet ispat etmiştir. O, bir aksi­ yon şairidir; çok zaman cebir yoluy­ la işinden alıkonmuş bir şair. Ken­ disi, “ kelimeler” e her zaman güven­ mez ve onların gücünden şüphe ederdi. Ama kelimeler, gerçek ak- siyoncular için daima bir kuvvet, bir silâh, bir araç olmuştur. Nâzım Hikmet, 1937’de yazdığı “ Madrid Varoşlarında” adlı şiirinde Ispanyol cumhuriyetçilerinin bir nöbetçisine,

Aramızda denizler, dağlar

benim kahrolası aczim, ve “ Ademi Müdahale Komitesi” var

Ben ne senin yanına gelebilirim, ne sana bir kasa kurşun, bir sandık taze yumurta, bir çift yün çorap gönderebilirim.

(3)

diye seslendiği zaman, ihanete uğ­ ramış İspanyol yurtseverlerine artık destek olamıyordu, ama Türk Ka­ ra veDeniz Harp Akademisi’nin su­ bay adaylarına bu şiir çok şey anla­ tıyor ve hafıyeler akademinin dolap­ larında bu şiiri buluyorladı. Nâzım Hikmet hakkında “ isyana teşvik” iddiasıyla dâva açılması için bu ka­ darı yetmişti. Dâva sonunda 28 yıl hapse mahkum edildi.

Bunu izleyen yıllarda, “ Hapis­ haneden Mektuplar” ile birlikte bir­ çok eserler yazmıştır. Bu başlığı ta­ şıyan ve erişilmez bir sanat yalınlı­ ğı gösteren şiirlerini, sevgili karısı­ na ve hiç görmediği oğluna adamış­ tır.Onun içinTürkiye bir hapishane demekti. Şair, mantık aksini gerek­ tirdiği halde, bu Türkiye’yi sevmek­ ten asla vazgeçememiştir.

Nâzım Hikmet’in yazdığı şiirle­ rin kopyalarının, yattığı çeşitli ha- pisanelerden çıkarak hangi bilinme­ yen yollardan dışarıya ulaştığı, hal­ kının yüzde altmışı okuma yazma bilmeyen bir memlekette elden ele dolaştığı hiçbir zaman anlaşılmaya­

cak. Okuma yazma bilmeyenler, bu şiirleri başkalarından dinleyerek ez­ berliyorlardı. Mahpus Nâzım Hik­ met, serbest dolaşan ve bir dialek- tikçi olan Brecht’in yapamadığım yapmış, “ halkın şairi” olmuştur. Üstelik o, yalnız kendi halkının şa­ iri değildi. Japon balıkçılarının ka­ rıları silâhlanmaya karşı dağıttıkları beyannamelere onun şiirlerini bas­ tırmış, Amerikan zencileri yaptıkları nümayişlerde onun portresini taşı­ mış, Fransız işçileri ona teşekkür mektupları yollamışlardı. Birçok memleketlerde gençler birbirlerine aşk mektubu yerine onun şiirlerini göndermişlerdi. Geçen yılın 3 H a­ ziranında öldüğü zaman (1963), büyük kalabalıkların gazete satıcı­ ları önünde sessizlik içinde ve uzun sıralar halinde beklediklerini, onun son sözlerini ve hakkında son yazı­ lanları okumak, son fotoğrafını, ışı­ ğı kesilmeyen ve berraklığını yitir­ meyen bakışlarını görmek üzere sa­ atlerce ayakta durduklarını Mosko­ va’da kendi gözümle gördüm.

Nâzım Hikmet, Augusburg’ lu fabrikatör oğlu gibi halkın içinden gelmemiştir. Dedesinin babası. 1848

yılının soylu ihtilâlcilerinden bir Po­ lonyalIdır. Ünlü bir general ve tarih­ çi olan dedesi Atatürk’ün hocaların­ dan biridir. Hamburg’da konsolos­ luk, daha sonra Devlet Matbaası Müdürlüğü yapan babası, bir Türk kadını ile evlenmiş, kısa bir süre sonra kadını boşayarak Paris’e re­ sim öğrenimi yapmaya gitmiştir. 1902 yılında Selânik’te Nâzım Hik­ met doğmamış olsaydı, ilerici genç Türkler için bu ailenin tarihçesi, pek heyecanlı bir hikâye olurdu. Nâzım Hikmet, Ingiliz işgali üzerine yazdı­ ğı hakaret dolu bir şiir yüzünden 18 yaşındayken polis takibatına uğra­ mış, Mustafa Kemal’in padişaha karşı halkı ayaklandırdığı İç Ana­ dolu’ya gitmek için Deniz Harb Okulu’nu terketmistir.

Nâzım Hikmet, önce kendi çev­ resini çok iyi anlayıp, Türkler’in anavatanı olan ihmal edilmiş Ana­ dolu’yu tanımak suretiyle bir dün­ ya şairi olmuştur.

Kendi soyunun tarihi ile birlik­ te, Türk şairinin tarihi de Nâzım Hikmet’in yapmak istediğini, aslın­ da basit fakat başarılması güç bir iş haline sokuyordu. Brecht, edebiya­ tımızda esasen mevcut bir gelişme­ yi devam ettirmiştir. Buna karşılık Nâzım Hikmet, geleneği yıkmak ve yepyeni bir gelişme yolunu açmak zorundaydı.

Konuşulan dilin her kelimesinin şiirde kullanılabileceği konusunda­ ki savı, doğu kültürü bakımından düşünülmesi imkânsız bir saldırı­ ya uğramıştır. Ayrıca belirtmek ge­ reklidir ki, İslâm ülkelerinin çoğun­ da olduğu gibi, Türk edebiyatı da o güne kadar sadece saray mensupla­ rının hukuk bilginlerinin ve Islâm teologlarının malıydı. Türk lirizmi, divan, yani saray lirizmi, ya da Tek­ ke lirizmi idi. Şairlerin dili arapça ve farsça dillerindeki bilgiçlik oyun­ ları ile doluydu. Bu dili, belli bir sı­ nıftan olan kişiler, güçlükle anlaya­ bilirdi. Önemli olan şey, klasik ku­ rallara kılı kılına riayet etmekti.

Nâzım Hikmet, bu alanda ilk ve en radikal değişikliği yaptı. Arap Yazısı yerine yeni kabul edilen lâ- tin alfabesini kullanmakla kalmadı. Aynı zamanda ilk defa olarak ser­ best vezinle yazdı ve çevresinde her gün gördüğü insanların kelimeleri­ ni kullandı. Gelenekte en katı bi- çimci olan Ahmet Haşim’e şöyle seslendi:

Sen şiirin asil kamusuyla konu­ şuyorsun

ben asaletten anlamam

(4)

Şapka çıkarmam konuştuğun

dile , ,

düşmanıyım asaletin kelimelerde bile.

Nâzım Hikmet’in dili, “ salt şiire” karşı bir protestodur. Onun­ la ilgili olarak başka “ az gelişmiş ülkelerin” Pablo Neruda, Gabriela Mistral Nicolas Guillen gibi canlı kasidecilerini anabiliriz. Fakat onun cüretkâr dili, Tristan Tzara ile Lo­ uis Aragon ’un NâzımT sunduğu ve tebcil ettiği Fransa’da Elouard, Al- berti ve Lorca ile karşılaştınlmıştır. Amerikalı Beatnikler, onun eserle­ rini Hart Crane, E.E. Cummings ve Huidobro’nun kalıpçı yönlerinden daha ilerde görmüşlerdir.

Nâzım Hikmet, 1921’de ilk de­ fa olarak kaçtığı Moskova’da Jes­ senin ve Meyerhold ile buluşmuş, Mayakovski ile sıkı bir dostluk kur­ muş ve fütürizm, konstrüktivizm, dadaizm akımlarını tanımıştır. Böy- lece, bu tatsız ileri akımlar ve siya­ sal reaksiyonlar gelişmeden önce yüzyılımızın avantgardizmini tanı­ mıştır. Fakat onun en önemli tara­ fı, eserinin hiçbir tasnife sokulma­ ması, hiçbir etikete uygun düşme­ mesidir. Ya da ona her etiket uyar. Bu yüzden olacak ki, Jidanov ile 11i- çev onu “ su b je k tiv ist” , “ kozmopolit” ve “ milliyetçi” diye ta k b ih edebilirlerdi. W ilfried Brand’ın belirttiği gibi, Nâzım Hik­ met, Federal Almanya’da yayınla­ nan ve Brand tarafından çevrilen “ 1941 Yılında” adlı ilk eserinde, sa­ dece “ yaşantısı” yönünden yorum­ lanabilir.

Burjuva veya Marksist olsun, es­ tetik ölçülere dayanılarak Nâzım Hikmet’i anlamak zordur. Eserde görüldüğü gibi, başlangıçta bir frag­ man olarak kalan epik şiir “ Beşeri Panorama” (Sultan Abdülhamit za­ manından beri Türkiye’nin bir ta­ rihidir. Teknik bakımdan Pound’- un “ Pisan Cantos” unu hatırlatan (borsa raporlarından parçalar, çe­ şitli dillerden argolar, bilimsel kav­ ramlar ve anılar) pasajlar yanında, özü bakımından değişik olmakla birlikte folklor temleri de görülür.

Nâzım Hikmet, 1941 yılını da hapishanede geçirmiştir. Bu yüzden destan, 1941 dünyasını da bir hapis­ hane olarak tasvir etmiştir. Bu“ ba- " şı ve sonu” olmayan bir dünyadır ki, orada herkes aynı tempo ile ye­ rinde saymaktadır. Kalıpçı bir sos­ yalist realizmi açısından bakarak, bunu Marksist bir yazarın eseri ola­ rak nitelemeye imkân yoktur. Çün­ kü bunda bir perspektif yoktur ve bir alternatif verilmemiştir.

Hapis-Nâzmı Hikmet, yalnız kendi

halkının şairi değildir. Japon

balıkçılarının kanları,

silahlanmaya karşı dağıttıklan

beyannamelere onun şiirlerini

bastırmış, Amerikan zencileri

yaptıklan nümayişlerde onun

portresini taşımış, Fransız

işçileri ona teşekkür

mektuplan yollamışlardır.

Birçok memleketlerde gençler,

birbirlerine aşk mektuplan

yerine onun şiirlerini

göndermişlerdi.

hanenin dışında yaşayanlar da, mah­ pus, ^haksızlığa uğramış kimseler, kukla olarak gösterilmiştir. Egemen durumda olanlar bile, özellikle bun­ lar, güçsüz ve masumdurlar, çünkü bilgisizdirler.

Bence, Nâzım Hikmet gibi bir adamın, gerçekten büyük bir eserin yaratıcısının ikinci derecedeki bir eseriyle bize tanıtılması memleketi­ miz için iyi bir şey sayılamaz. Onu daha iyi anlatan ve 1956 yılında Do­ ğu Berlin’de yayınlanan lirik seçme­ lerinden birini yayınlamak daha ko - lay olurdu. Brecht tarafından büyük bir teşvik gören bu eser, “ Türkiye’­ den Telgraflar” başlığı altında ya­ yınlanm ıştır. Bunun ardından 1959’da şiirlerinden büyük bir de­ met yayınlandı. “ Nâzım Hikmet’- ten Şiirler” başlıklı bu kitabın ya­ yın hakkı, siyasal veya estetik ba­ kımdan hiçbir engele uğramaksızın

alınabilir. Zira bunların çevirileri, Viyanalı denemeci Emst Fischer, “ Batı AlmanyalI dram yazan Hei- nar Kipphardt ve Doğu AlmanyalI lirik şair Stephan Harmlin ile Paul Wiens gibi ileri gelen yazarlar tara­ fından yapılmıştır. Belki de Neuvi- ed’deki yayınevi, Nâzım Hikmet’in sert anlatımından ve sosyalist iyim­ serliğinden korkmaktadır.

Ancak bunun yanında onun şi­ irlerinin diğer öğeleri unutulmama­ lıdır: Entellektüel fikirler (“ Bütün yenileşmelerin mucizesi, sevgilim, bir dah a tek rarlan m ay an bir tekrardır” dizeleri Kirkegaard’a yö­ nelmiştir), aydınlatıcı bir mistisizm (Aragon’u hayran eden), masumlu­ ğa erişmeye çalışan şiir (“ En güzel deniz henüz gidilmemiş olandır. -En güzel çocuk henüz büyümedi- En güzel günlerimiz henüz yaşadıkları­ mız - Ve sana söylemek istediğim en güzel söz - Henüz söylememiş oldu­ ğum sözdür” ), çok acı çekmiş bir kardeşlik ilkesini asla bırakmamış bir insanın bükülmez ciddiyeti (Bir açlık grevinde şunları yazıyordu: “ Sana hakikati söyleyeyim, karde­ şim. Ben mesudum, çok mesut’.’ ve bu arada biliyordu ki: “ Kabahatin hepsi senin demeye, dilim varmıyor ama, kabahatin çoğu senin kar­ deşim.” )

Kaçırılan fırsat süratle talefi edi­ lecek mi? Bunu sadece yayınevinden değil, Nâzım Hikmet’in ilginç eser­ lerini henüz oynamamış olan tiyat­ rolarımıza da soruyorum (Tiyatro eserleri arasında şahısların putlaştı- nlmasına yöneltilmiş ve “ Iwan lva- noviç Gerçekten Yaşadı mı?” adlı bir tanesi de var). Bu eserler de, Do­ ğu Almanya’daki “ Reclam und Henschel” yayınevi tarafından Al­ man dilinde yayınlanmıştır.

Bazıları belki bugün de, “ O uzaktaki Türkiye’de neler olup bittiği” beni ilgilendirmez diyebilir. Ama bir Türk şairi vardı ve bu şair çağımızda yaşayan şairlerin hiçbi­ rinde bulunmayan bir inançla ve ha­ yatını ortaya koyarak mücadele et­ mişti. Onun mücadelesinin amacı, dünyanın ve hürriyetin sınırlarının şiirin sınırları kadar geniş olmasına yönelmişti. Bu Nâzım Hikmet, aşa­ ğıdaki satırları yazarken, Goethe’- nin Faust eserindeki hiç ölmeyen va­ tandaşı anlatıyordu: Ben yanmasam, Sen yanmasan Biz yanmasak Nasıl çıkar Karanlıklar Aydınlığa... g

J

(5)

Nâzım H ikm et 90 yaşında

Kâğıt gemiler!..

Sunay Akın

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan, Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın.

1 ▼ âzım H ik m et’in “ Mavi Liman” adlı şiirini ne zaman oku­ sam ellerim deniz suyuyla nasırlaşır, balık kokar kazağım ve bir kaptan olarak görürüm kendimi!

Yalnızca ben mi? Hepimiz birer kaptanız aslında; Nâzım Hikmet’i beklemekle, onu mavi limana çıkar­ makla görevli birer kaptan...

Gemilerimiz yok mu? Elbette var gemilerimiz... Unuttunuz mu, nasılda gemiler yapardık kâğıtlar­ dan?

Gelin; ikramiye çıkmamış piyan­ go biletlerinden, tiyatro afişlerin­ den, gazetelerden, dergilerden, bi­ ten bir aşkın mektuplarından, u r’- un habis olduğunu gösteren doktor raporlarından, takdirnamelerden, tasdiknamelerden, resmi gazeteler­ den, polis tutanaklarından, özenle sakladığınız ilkokul karnenizden ve nikâh davetiyenizden, faturalardan, KDV fişlerinden, teskere kâğıtların­ dan, takvim yapraklarından, imsa­ kiyelerinden, ders notlarından, ke­ se kâğıdından... Yani elinize hangi kâğıt geçer ise, işte o kâğıttan bir ge­ mi yapalım!

Ve, bir köşesine adımızı yazıp, imzaladıktan sonra gönderelim “ Kültür Bakanlığı / Ankara” adre­ sine. Fatih’in, gemileri karadan Ha­

liç’e indirmesinden daha uzun bir yolculuğa çıkacaktır gemilerimiz! Adınızın başına “ Kaptan” sözcüğü­ nü yazmayı unutmayın sakın... Çünkü siz, o geminin kaptanısınız.

Böylelikle bir “ seyir defteri” ni yazmaya başlayacağız hep birlikte. Nâzım Hikmet’in, çınarlı, kubbeli o mavi limana çıkmasıyla kapana­ cak bir seyir defteri! Ankara’ya doğru yola çıksın gemiler, umut kı­ zakları üstünde! Ta ki, Nâzım Hik­ met Türkiye’ye gelene dek...

Kâğıt gemiyi yapamazsınız sakın umutsuzluğa kapılmayın. En yakın­ daki oyun bahçesine gidip, yardım isteyin çocuklardan!

Bırakın, Nâzım Hikmet düş­ manları gemilerimizin kâğıt oluşu­ na aldanıp, gülsünler bize... Yürek­ lerimizdeki sevgi gemilerinin çeliği yarıp, geçecektir onları!

Kâğıt gemilerimize dokununca elleri yanmayacaktır Nâzım Hik­ met’in. Çünkü o gemiler geri geti­ recektir onu; boğaza doğru...

Evet! Kâğıtlardan gemiler yap­ sın elleriniz. Nâzım Hikmet’in inan­ dığı gibi, “ bu dünya ellerinizin üs­ tünde duruyor” ...

(6)

Nâzım H ikm et 90 yaşında

Dünyanın en mutlu

insankmndandı

Rady Fiş

Jm9 Haziran 1951... Bükreş’ten

kalkan uçak, küçük bir nokta halin­ de gökyüzünde belirdi. Moskova’­ da, havaalanında herkes bekliyor­ du.

Sonunda Nâzım Hikmet merdi­ venlerden indi. Uzun boylu, yakı­ şıklı, zarifti. On iki yıllık hapislik onu yenememişti. Ama yorgundu.

Her yandan çiçekler yağmaya başladı. Bunları elinde tutamıyor, heyecanından dolayı da tek söz söy­ leyemiyordu. Bir süre sonra mikro­ fonu eline aldı. Özgüllüğüne kavuş­ ması için mücadele verenlere, ken­ di halkı adına da teşekkür etti.

Nâzım’ı ilk kez o gün gördüm. Uzun boylu, kır saçlı, beyaz yüz­ lü bir kadın ona yaklaştı ve:

“ Güzel şiiriniz için, kızım Zo- ya’yı unutmadığınız için size candan teşekkür ederim,” dedi.

Nâzım, onun sesinde, kendi an­ nesi Celile Hanım’ın sesini duyuyor­ du: “ Nazım, bunu bilmelisin.”

Celile Hanım, 1945 Şubat’ında Nâzım’ı Bursa’da ziyaret etmiş, bir Fransız gazetesinden kestiği kupü­ rü ona vermişti. Nâzım, faşistlerce asılan ve kendisini Tanya olarak ta­ nıtan Zoya Kosmodomyanskaya’yı konu alan yazıyı okumuştu. Genç kızın bir de resmi vardı: Beyaz ince boynuna ip geçirilmişti. Nâzım res­ me bakarken Celile Hanım gözleri­ ni oğlundan ayırmıyor, “ Kimbilir annesi ne haldedir,” diyordu.

Nâzım o gece, daha sonra “ İn­ san Manzaraları” na girecek Zoya ile ilgili şiiri yazmaya başladı. Şiir önce Fransa’ya ulaştırıldı, oradan Moskova’ya... Bu şiiri aramızdan ayrılmış olan şair Mark Maksimov’- la birlikte çevirmiş, büyük bir gaze­ tede yayımlamıştık.

O sıralarda Nâzım İstanbul’da, Cerrahpaşa Hastanesi’nde yatıyor ve her gün ölüm biraz daha yakla­ şıyordu. Açlık grevindeydi. Annesi Celile Hanım ise elinde bir pankart­

la Galata Köprüsü üzerinde imza toplamaya çalışıyordu. Pankartta, oğlu Nâzım Hikmet’in haksızlığa karşı açlık grevine gittiğini, kendi­ sinin de ona katıldığını bildiriyor; onu kurtarmak isteyenlerin hazırla­ nan dilekçeye imza atmasını istiyor­ du.

Olayı gazetelerden öğrenince Zoya’nm annesine telefon ettim. O da radyodan Türk halkına seslenen bir konuşma yapmak istedi. Bu ara­ da Celile Hanımaseslendi: “ Oğlunuz yaşayacak!”

Zoya’nın annesinin sözleri ger­ çekleşti.

Bir yıl sonra da Nâzım, bu Rus kadınının eski bir parşömen gibi bu­ ruşmuş elini ülkesindeki geleneğe uyarak öpüp alnına koydu.

O günden sonra, ölümüne ka­ dar, Sovyet insanlarıyla diyalogu kesilmedi Nâzım’m. Hemen her yer­ den, işçiler, tezgâhtarlar, üni­ versite öğrencilerinden çağrılar alı­ yordu. Moskova’da, Bakü’de, Tif­ lis’te, Riga’da, Novosibirsk’te, ku­ lüplerde, fabrikalarda, yazar top­ lantılarında sürekli konuşuyordu. Hep Türkiye’den, halkından, ken­ disini bir elçisi saydığı kültüründen söz ediyordu.

Moskova’daki evinin kapısı her zaman ardına kadar açıktı. Konuk­ larıyla konuşurken birden kalkıp ça­ lışma odasına gittiği, yazı makine­ sinde birkaç satır yazdıktan sonra dönüp gelerek sohbeti kaldığı yer­ den sürdürdüğü olurdu.

Bir gün Moskova’da bir taksi şoförü, birdenbire, “ Sizi tanıyo­ rum ,” demişti bana. “ Hatırlıyor musunuz, Türk şairi Nâzım Hik- met’le birlikte Peredelkino’ya gö­ türmüştüm sizi. Aynı sofrada ye­ mek yemiştik.”

Gerçekten de 1950’li yıllarda Nâzım, Edebiyat Forumu’nun Pe- redelkino kasabasındaki yazlığında oturuyordu. Nâzım üzerinde

kim-1 9 2 kim-1 'de Öğrenim için gittiği Moskova’ da

bilir nasıl bir izlenim uyandırmıştı ki, yolculuğu tüm ayrıntılarıyla ha­ tırlayabiliyordu.

Bir halkın ve onun şairlerinin başka bir halk tarafından doğru de­ ğerlendirilip değerlendirilemeyeceği­ ni bilemiyorum. Ama şunu biliyo­ rum: Ülkemizde birçok kişi, Türk- leri düşünürken Nâzım’ı gözönüne getirmiştir hep.

Nâzım’ın, ülkemizin birçok şa­ iri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bunlar arasında Rus şairlerinden Yevtuşenko ile Voznesenski’yi, Le- ton şairi Oyar Vatsetis’i, Kazak şa­ iri Olcas Süleymanov’u sayabiliriz. Öte yandan, Rusça’dan Altaycaya, Letoncadan Estoncaya, Başkırtca- ya kadar çeşitli dillerde yazılan ve Nâzım’a adanan şiirlerden koca bir kitap oluşturulabilir...

1961’de Peredelkino’nun iki ya­ nı kayın ağaçlı yollarında Nazım’la birlikte çok dolaştım. O sıralar bü­ yük oyuncu Arkadi Raykin için bir oyun tasarlıyordu. Raykin’i çok sever, onu Şarlo ile karşılaştırırdı. Kendisini tasarısına kaptırıyor, yol­ lar boyunca çeşitli varyantlar anla­ tıyordu.

Bir oyun ya da öykü tasarlama­ ya başlayınca, tasarılarını rastladı­ ğı herkese anlatırdı. Böylelikle ta ­ mamladığını, değiştirdiğini, zengin­ leştirdiğini çok kez gözledim. Ken­ dini bu yolla sınıyordu. Anlaşılan, yüksek sesle çalışma alışkanlığını öğrencilik ve hapishane döneminde edinmişti. Sakin bir çalışma

(7)

odasın-da oturacak, kitaplıklarodasın-da çalışacak, zamanı hiç olmamıştı.

Sözü geçen oyunu bir fars ola­ rak yazmayı kuruyordu. Ne yazık ki yazamadı. Oysa anlattıklarında, ilk tasarıda olmayan birçok ayrıntı var­ dı. Bunlarla bir değil, birkaç oyun yazabilirdi. Bunu kendisine söyle­ dim. “ Keşke tasarladıklarımdan on­ da birini gerçekleştirecek zamanım olsa” , dedi. Sesinde hüzün vardı. Kalp krizini yeni atlatmış, ayağa he­ nüz kalkmıştı. Yaşayacağı yılların sayılı olduğunun ayrımındaydı.

Nâzım’la ilişkisi olanlar bilir: Onun tasarılarını gerçekleştirebil­ mek için, belki de koca bir şairler ve oyun yazarları birliği gerekiyör- du.

Nâzım hiçbir zaman sanatı ve ünüyle övünmez, kendi yaptığı her şeyin başkalarmınkinden daha iyi olduğunu düşünmezdi. Şiirlerini tek kopya yazar ve ne yazık ki bunları sık sık kaybederdi. Kaç kere:

“ Makineyle yazıp hiç olmazsa iki kopya çıkarsanız, üstad” , de­ dim. Hep şakayla geçiştirdi. “ Araş­

tırmacılara benim ölümümden son­ ra da iş çıksın” der, gülerdi.

Yazdıklarının üstüne titremez, gelecek kuşaklara bir arşiv bırakma­ yı düşünmezdi. Onda gerçekten büyük bir insanın alçakgönüllülüğü vardı.

Onun demokratik tutumunu il­ kel basitlikte karıştıran kimi talih­ siz konukları da olurdu. Böyle du­ rumlarda Nâzım’in içindeki gerçek İstanbul aristokratı uyanırdı, om - zuna şaplak indirmek için kalkan eli havada bırakıverirdi.

Gerçekte Nâzım geniş, sabırlı bir insandı. Kimilerine bağışlanmaz gö­ rünen davranışlara özürler bulma­ ya çalışırdı. Buna karşılık, yanında ima yoluyla bile olsa, —hangi halk olursa olsun— herhangi bir halk üs­ tüne saygısızca bir söz edilmesine dayanamaz, böyle sözleri bağışla- mazdı. Cevabını hemen yapıştırırdı.

Günün birinde, Nâzım’ın Mos­ kova’daki evinde söz yeni şairlerden birinden açılmıştı. Nâzım bu şairin kitabına önsöz yazmış, kitabın ba­ sılmasını sağlamıştı. Birisi, genç şa­

irin gerçekten yardıma gereksinimi olduğunu söyledi, onu yetenekli ama umutsuz bir kişi olarak tanım­ ladı. Nâzım, gözlerini bunlara söy­ leyene dikti. Elektronik bir sonday­ la, bu sözlerin altında yatanı anla­ mak istiyordu sanki. Sonra, kendi kendine konuşur gibi:

“ Oysa mutlu olmak o kadar ko­ lay k i...” dedi. “ Bir şey yaparken karşılığında ne takdir edilmeyi, ne ödüllendirilmeyi, ne de bize adalet­ li davranılmasını beklemeli... Ne ya­ zık ki içimizde dinsel bir inanışın ka­ lıntısı var. İyilik eden mutlaka kar­ şılığını görür, gibilerden. İnsanlar kayıp ve kazançlarını sürekli olarak içlerindeki terazide tartarken kendi­ lerini mutsuz hissediyorlar.”

Karşılarındakine yeniden, onu ölçercesine baktıktan sonra: “ Tec­ rübemden yararlanmak isterseniz, size şunu söyleyebilirim” , dedi. “ Hiç karşılık beklememeyi öğrenin. İşte o zaman, rastlantı sonucu ge­ len her yankı sizi sevindirir.”

Nâzım, dünyamızın en mutlu in­ sanlarından biriydi. ■

(8)

Nâzım H ikm et 90 yaşında

Şeyh Bedreddin

Destanı

Nurullah Ataç

1 T âzım Hikmet’in sanatını: “ Şa­

ir zamanının geçici endişelerine bağ­ lanmamak, bir ideologianın yayıcı­ sı olmamalı, insanda ebedî olan şe­ yi aramalı” diye tenkit edenlere, Si- mavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı öyle sanıyorum ki, susturu­ cu bir cevap olabilir. Bu kitaptaki parçaların hepsi de zamanımızın bir fikir cereyanına tâbi olmakla bera­ ber, yine insanın ebedî bir hissini, tarihin her devrinde rasgelinen bir kaygusunu aksettiriyor; bir parça olsun insaf göstermek şartıyla, bu­ nu inkâr etmek kâbil değildir. H a­ rap olmuş insanları, yoksullaşmış bir memleketi, bir fikir uğrunda çar­ pışanları, ihanete ılğrayanların ele­ mini tasvir etmek; hak bildikleri bir yolda başlarını vermiş olanlar için ağlamak, insanın “ ebedî” hislerin­ den doğmaz mı? Destanı okuyun, göreceksiniz ki, o manzumelerdeki hisleri sizin kendi hisleriniz sayma­ nız için İçtimaî veya siyasî itikatla­ rına iştirak etmeniz hiç de zaruri de­ ğildir. Hatta daha ileri gideceğim, Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’­ in inandığı fikirlerin değil, onlara zıd fikirlerin remzi diye telâkki edip heyecana kapılmanız kâbildir. “ Şa­ irin insanda ebedî olan şeyi arama­ sı lâzımdır” demek, “ Şair, her de­ vir insanlarının tarafından kabul edecekleri, kendi hislerine, hakikat­ lerine göre tefsir edebilecekleri mythe’ler yaratmaya çalışmalıdır” demektir. Şeyh Bedreddin’in Nâzım Hikmet’in kitabındaki çehresi ile, böyle bir mythe olduğu söylenebiür.

O destandaki manzumeler güzel midir? Herhangi bir eserin güzel olup olmadığını anlamak için eli­ mizde heyecanımızdan başka bir öl­ çü yoktur. Ben, Şeyh Bedreddin Destanı ’ndaki manzumeleri heye­ candan sarsılarak okudum. Demek ki onlar benim için güzeldir. Bir in­ san için güzel olanın, daha birçok insanlar için de güzel olması pek muhtemeldir.

Şu var ki, şiir gözden ziyade ku­ lak içindir. Mısraları sade gözle ta­

kip etmemiz, mânâlarını anlamanız için kâfi değildir. Kitapta kalan bir mısra hareketsiz, cansız, mânâsız bir şeydir (Böyle olmayanları da vardır; fakat onlara şiir diyemiyo­ ruz). Şiirin -kelimeyi hemen hemen m usikideki m ânâsı verilerek- “ okunma” sı lâzımdır. Bir manzu­ me, bilhassa bir bestedir; mânâsı, yani güfte, o besteyi bulmamıza yar­ dım eden bir vasıtadan başka bir şey değildir. Nâzım Hikmet’in şiirini o mânâda “ okumak” ise, itiraf ede­ lim ki pek kolay değildir. Çünkü klâsik nazım kalıplarını kullanma­ dığı için her manzumede ahengi ara­ maya mecburuz (Fakat bu zaruret, klâsik nazım kalıpları ile yazılmış, yani aruz veya hece vezinlerine uy­ gun manzumelerde de vardır; ancak onlarda bir de veznin ittiradı vardır ki, biz ekseriya “ beste” diye bunun­ la iktifa ederiz). Nâzım Hikmet’in şiiri için: “ Bu nazım değil, nesir!” diyenler var. Hayır; nesir ile nazım

arasındaki başlıca fark, birincisinin “ okunamamasıdır” . Halbuki Nâ­ zım Hikm et’in şiiri muhakkak “ okunulmak” ister. Bunun için onu şevseniz de, sevmeseniz de nazım ol­ duğunu, hiç olmazsa nesir olmadı­ ğını kabul etmeniz lâzım gelir.

Şeyh Bedreddin Destanı’nı oku­ yun, bestesini keşfe çalışın. Bulur­ sanız emeğinize acımazsınız; çünkü bulacağınız ahenk, gerçekten asil bir ahenktir (Şiirin bestesi bittabi musi­ ki değildir. “ Şiir okurken kulağımı­ za bir keman, bir tanbur veya bir pi­ yano sesi gelir” gibi sözlerin mânâ­ sı yoktu. Fakat bu ayrı ve uzun bir meseledir).

Emeksiz bulduğunuz bestelerin güzelliğine de pek inanmayın; onlar zaten bildiğiniz şeylerdir. Her yeni­ lik, yazan gibi okuyandan da -belki yazandan ziyade okuyandan- bir gayret ister.

Son Posta, 28.11.1936

(9)

Mihally Svetlav, Aleksay Sirkov, N .H ikm et, Moskova, 1962

Nâzım H ikm et 90 yaşında

Nâzım Hikm etin şiiri

Afşar Timuçin

1 y âzım Hikmet’in şiiri gerçek an­

lamda bir arayışın şiiridir. Her sa­ nat arayıştır, her yapıt bir insan araştırmasıyla ilgilidir. Ancak bazı yapıtlar insanı daha genel açıdan, daha bildik, daha alışılmış görü­ nümleriyle ele ahrken, bazı yapıtlar insana daha köklü, daha köktenci bir tutumla yönelirler. Dehanın özelliği insanı ortaya çıkarmak adı­ na kılı kırk yarmasıdır. Şiir dehası Nâzım Hikmet insana kabataslak bakmakla yetinmez, insanı bilgece ele alır, filozofça tartışır. Bunun bir bilgi işi olduğu kesindir. Sanatçının gündelik bilgiyle yetinemeyeceği de kesindir. Nâzım Hikmet’in büyük­ lüğü, bütün bir insanlık kalıtından en yüksek düzeyde yararlanabilecek bir bilinç yüksekliğine ulaşmış olma­ sından gelir. Anlamak için bilmek, bilmek için anlamak gerekir. Sanat­ çı da bu zorunluluktan kaçamaz. Nâzım Hikmet bu zorunluluğu er­ kenden sezmiş, kendini her şeyden önce bir bilgi insanı olarak yetiştir­ menin yollarını aramıştır.

Nâzım Hikmet son derece bilgi

tutkunu bir sanatçı olduğu gibi, et­ kilenmelere son derece açık bir sa­ natçıdır. Onun sanatındaki etkiler­ den söz ederken domuzuna bıyık al­ tından gülmeye çalışan insanlar, sa­ natçının en yüksek düzeyde etkiler alabilen bir kişi olması gerektiğini bile bilmeyecek kadar boş insanlar­ dır. Herkes etki alamaz, herkes al­ dığı etkiyi sağlıklı bir biçimde özüm- leyemez. Bir Mayakovski’den, bir Baudelaire’den, bir Aragon’dan et­ kilenebilmek için onların bilinç dü­ zeyine ulaşmış olmak gerekir. Sana­ ta gerçek etkilenme, yüksek düzey­ de etkilenme alt düzeyde bir bilinç­ le, gündelik bilgilerden oluşmuş bir bilinçle sağlanamaz. Rahatça, çe­ kinmeden, hiçbir sinsi eğilim içinde olmadan şunu söyleyebiliriz: Nâzım Hikmet’in şiiri büyük etkilerle ku­ rulmuş bir şiirdir, bununla birlikte kendi kurallarını, kendi tadlarmı, kendi özelliklerini, kendi tutarlılık­ larını ve hatta kendi açmazlarını ya­ ratmış bir şiirdir. Onda her şey bil­ gece ya da bilgince düşünülmüştür, hiçbir şey raslantıya bırakılmamış­

tır. Kimi sanatçı denize olta sarkı­ tır gibi kendi içine bir tarayıcı salar ve oradan sezgiler, duygular, düşün­ celer derleyerek yapıtını oluşturma­ ya girişir. Nâzım Hikmet’in şiiri böylesi bir gelişigüzellikten uzaktır. Nâzım Hikmet’in şiirinde her şey üst düzeyde bir kavrayış ve üst dü­ zeyde bir açıklama adına uzun uzun tartışılmıştır.

Kimi sanat tartışmaz, tartışır gi­ bi yapsa da tartışmaz. Kimi sanat insanı tartışırken kendini de tartışır. Dünyayı tartışmalar içinde anlarız, kendimizi tartışmalarla kurarız. Es­ tetik bu tartışmada varolur. Her sa­ natçının kendi estetiği vardır. Buna özel estetik de diyebiliriz. Bu özel es­ tetik genel anlamda estetiğin kural­ larıyla tersleşmez, ancak onun bel­ ki bir çırpıda açıklayamayacağı ba­ zı özel özellikler gösterir. Sanat ya­ pıtım sanat yapıtı yapan da bu özel­ likler değil midir? Ancak her este­ tik genel anlamda estetiğin bilgile­ rine bağlandığı ölçüde değer kaza- nacakır. En genel düzeyde, hatta

(10)

bi-limsel düzeyde bir estetik varsa, kendine kapalı özel estetikler yok­ tur. özel estetiklerden estetiğin uç­ suz bucaksız alanına çıkılır. Sanat­ çı estetiğini sanat deneyleriyle kurar. Estetik sanatsal çabadan giderek or­ taya konulan bir sonuçtur ki, gene sanatı aydınlatır. Estetiğin kuralla­ rı sanatın dışında bir yerlerden ge­ tirilemez. Her sanatçı sanatını, bu arada estetiğini kendi yaşam koşul­ ları içinde, kendi yaşam koşulları­ na göre geliştirir.

Sanatçının sanat deneyleri, baş­ ka sanatçıların sanat deneyleriyle güçlendiği ve bütünleştiği ölçüde önem kazanır. Bu, başka sanat ça­ balarının bize yol göstermesidir. İşte etkilenme bu noktada önemli olur, bu noktada kurucu bir anlam kaza­ nır. Sanatçı yalnızca sevip saydığı üç-beş sanatçının değil, bütün bir in­ sanlık tarihinin etkilerine açık olma­ yı bilen kişidir. Bir sanatçının bü­ yüklüğü, almış olduğu etkilerin bü­ yüklüğünden gelir. İnsanlığın güç­ lü kalıtından yararlanabilmek, bu­ nu ne kadar söylesek azdır, ancak

yüksek bir bilgi düzeyinde olmakla olasıdır. Bu yüksek bilgi düzeyi, Nâ­ zım Hikmet’te de gördüğümüz gi­ bi, aralıksız tartışmalar düzeyidir. Her şeyin yaşamsal zorunluluklar gereği enine boyuna tartışmalarla kurulduğu bir dünyada sanat da tar­ tışmalar içinde varolacaktır. Bu tar­ tışma yapıtın doğasına katılır, var­ lığına siner, her şeyinde yansır. Her yapıt bize daha ilk adımda tartışma­ sız bir insan yaşamı olmayacağı ger­ çeğini duyurur. Bu yüzden sanatçı bakışıyla tekçi bakış, sanatçı gözüy­ le bütüncü insan gözü bağdaşmalar­ dan uzak iki ayrı kutup oluşturur. Bir başka deyişle, her şeyi bir biçim görmek isteyen insan sanatla uzak yakın ilişkisi olmayan, olamayacak olan insandır.

Nâzım Hikmet bilen, bildiği için de iyi gören bir sanatçıdır. Bakışı kaygan değildir, tersine kesinlikli- dir. Ancak bu kesinlilik bir tekyan- lılıktan kaynaklanmaz. Kimi sanatçı bakışı neredeyse her şeye olur deme­ ye hazır çok geniş bir açıdan dün­ yaya salar. Bu tür sanatçılar bize ke­

sinliklerden çok kayganlıkları duyu­ rurlar. Nâzım Hikmet gibi sanatçı­ lar ya da daha belirgin bir dünya gö­ rüşü içinde yer alan sanatçılar bu tür kayganlıklardan uzak kalırlar. Bir Apollinaire insancı bakış açısı için­ de son derece sereserpe bakar dün­ yaya.

Bir Aragon kendi yerini iyi­ den iyiye belirlemiştir, estetiğinin ge­ niş çerçeveli uzanımları bile bize bir kayganlığın izlenimlerini vermekten uzaktır. Burada katı bir tutumla bi­ rinciler bizden değil gibi bir duygu­ sallığın içine girmek yanlış olur. İyi sanat, ister bakış açıları açısından bir kayganlıkta kurulmuş olsun, is­ ter kesinliklerle belirgin olsun, ger­ çek anlamda bir insan araştırması olmakla bizi birinci plânda ilgilen­ direcektir.

Nâzım Hikmet’ten öğreneceği­ miz çok şey vardır. O hem bir sa­ natçı, hem gerçek anlamda bir dü­ şünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olma­ nın değerini öğretir. Şiiri tepeden

Asya • Afrika Yasarlarına

K a rd e ş le rim b a k m a y ın sarı saçlı o ld u ğ u m a b e n A s y a lIy ım b a k m a y ın m a v i g ö z lü o ld u ğ u m a b e n A fr ik a lıy ım a ğ aç la r k e n d i d ib in e g ö lg e v e r m e z b e n im o rd a sizin o r d a k lle r g ib i tıp k ı b e n im o rd a arstanın a ğ z ın d a d ır e k m e k e jd e r le r y a t a r b a şın d a ç e şm e le rin v e ö lü n ü r b e n im o r d a ellisine b a s ılm a d a n s izin o ra d a k i g ib i tıp k ı b a k m a y ın sarı saçlı o ld u ğ u m a b e n A s ya lIy ım b a k m a y ın m a v i g ö z lü o ld u ğ u m a b e n A fr ik a lıy ım

o k u y u p y a z m a b ilm e z y ü z d e sekseni b e n im k ile rin şiirle r g e z e r a ğ ız d a n a ğ ız a tü r k ü le ş e r e k

ş iirle r b a yra k ta ş a b iilr b e n im o rd a

sizin o r d a k i g ib i k a rd e ş le rim

sıska ö k ü z ü n y a n ın a k o ş u lu p ş iirle rim iz to p r a ğ ı sü re b ilm e li p irin ç ta r la la rın d a b a ta k lığ a g ire b ilm e li

d izle rin e k a d a r b ü tü n s o ru la rı so ra b ilm e li

b ü tü n ışıkları d e re b iim e ll y o l b a ş la rın d a d u ra b ilm e n

k ilo m e tr e taş ları g ib i ş iirle rim iz yaklaşan d ü ş m a n ı h e rk e s te n ö n c e g ö re b ilm e li

ç e n g e ld e ta m ta m la r a v u ra b ilm e n

v e y e r y ü z ü n d e te k esir y u r t te k e s ir insan

g ö k y ü z ü n d e a to m lu te k b u lu t k a lm a y ın c a y a k a d a r m alı m ü lk ü aklı fik r i canı n e y i va rs a v e re b ilm e n

b ü y ü k h ü r r iy e t ş iirle rim iz.

Knşocuğu

K ap ıla rı çalan b e n im ka p ıla rı b ir e r b ire r. G ö z ü n ü z e g ö r ü n e m e m g ö z e g ö r ü n m e z ö lü le r. H iro ş im a ’d a öleli o lu y o r b ir o n yıl k a d a r. Y e d i y a ş ın d a b ir k ız ım , b ü y ü m e z ö lü ç o c u k la r. S aç la rım t u t u ş t u ö n c e , g ö z le r im y a n d ı k a v ru ld u B ir a v u ç kül o lu v e r d im , k ü lü m h a v a y a s a v ru ld u . B e n im s izd e n k e n d im İçin h iç b ir şey İs te d iğ im y o k .

Î

e k e r b ile y iy e m e z kİ â a t g ib i y a n a n ç o c u k . Ç a lıy o r u m , k a p ın ızı t e y z e , a m c a , b ir im z a v e r . ç o c u k la r ö ld ü rü lm e s in ş e k e r d e y iye b ils in le r.

(11)

tırnağa insandır. Ondan öğrendiği­ miz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur. Nâzım Hik­

m et’e baktığımızda şunu anlarız: Sanatçı neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin güzel ne­ yin çirkin olduğunu ayırdedebilecek bilinç düzeyinde olmalıdır; sanatta gelişigüzel yönelimden ancak gelişi­ güzel yapıtlar doğar, bu gelişigüzel yapıtlar çoğu ölü doğmuş yapıtlar­ dır. Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluş­ turmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bil­ giyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiş­ tir: Gerçek bilgi toplumun ve tari­ hin bilgisidir, insan yaşamı zorun­ lu olarak toplumsaldır ve tarihsel­ dir, buna göre gerçek insan kendi­ sini toplumsal bir varlık olarak du­ yan insandır. İnsan ancak başkala­ rıyla insandır.

Bu bakış açısı doğal olarak Nâ­ zım Hikmet’in estetiğine temel an­ lamım verir, ana özelliklerini kazan­ dırır. Onun şiiri tekbiçim, tekyan- h, tekdüze, öğretici, bildirici, kafa açıcı, adam edici, kandırıcı, insan­ ları doğru yola yöneltici bir şiir de­ ğildir, onun şiiri toplumda olduğu gibi, insan yaşamında olduğu gibi değişik öğelerin tam bir uyum için­ de, hatta tam bir çatışkıh uyum için­ de bir araya geldiği bir şiirdir. Onun bir yerinden baktınız mı koskoca bir dünyayı görürsünüz. Cılız ve dar açılı bir şiirle karşılaşan kişinin duy­ duğu sıkıntı Nâzım Hikmet’in şiirin­ de bir an bile duyulmaz. Nâzım Hikmet’in şiiriyle yüzyüze gelen ki­ şi, onun uyumlu çeşitliliğinden et­ kilenirken, bakış açısının genişliği karşısında şaşkınlığa düşecektir. Bu­ na göre Nâzım Hikmet gerçek an­ lamda çok yapılı bir bütünselliğin yaratıcısıdır. “ Bana göre büyük adam odur ki, sanattan politikaya kadar kendi işinde, en önde yürür, dönemeçleri önde geçer, olanı kav­ rar, olacağı sezer ve bu kavrayışla sezişe dayanarak yaratır.” Nâzım Hikmet bu tanımına uyan kişiliğiy­ le şiirimizin en büyük anıtı ve do­ ruk noktasıdır. Onda her zaman koskoca bir tarihin insani özünü, şimdinin bütün boyutlarıyla ve bü­ tün sancılarıyla kuruluşunu ve tam anlamında bir gelecek inancını buluruz.

Eylül 1990 “ Nâzım’dan Armağan” dan. Cem Yayınevi, 1990

SaHamsöğiit

A k ıy o r d u su

g ö s te rip a yn a s ın d a s ö ğ ü t a ğ a ç la rın ı: S a lk ım s ö ğ ü tle r y ık ıy o r d u s u d a saçlarını! Y a n a n y a lın kılıçları ç a rp a ra k s ö ğ ü tle re k o ş u y o rd u k ızıl a tlıla r g ü n e ş in b a ttığ ı y e re ! B ird e n b ire ku ş g ib i v u r u lm u ş g ib i k a n a d ın d a n , ya ra lı b ir a tlı y u v a rla n d ı a tın d a n ! B a ğ ırm a d ı, g id e n le ri g e ri ç a ğ ırm a d ı, b a k tı y a ln ız d o lu g ö zle rle u za k la ş a n a tlıla rın p a rıld a y a n n a lla rın a ! A h n e y a zık ) N e y a z ık ki o n a d ö r t n ala g id e n a tla rın k ö p ü k lü b o y n u n a b ir d a h a y a tm a y a c a k , b e y a z o r d u la r ın a rd ın d a kılıç o y n a tm a y a c a k i N a l sesleri s ö n ü y o r p e rd e p e r d e ... a tlıla r k a y b o lu y o r g ü n e ş in b a ttığ ı y e rd e ! A tlıla r a tlıla r k ızıl a tlıla r ,

a tla rı r ü z g â r k a n a tlıla rı A tla r ı r ü z g â r k a n a t ... A tla r ı r ü z g â r . A t l a r ı ... A t . .. R ü zg â r k a n a tlı a tlıla r g ib i g e ç ti h a y a t! A k a r s u y u n sesi d in d i. G ö lg e le r g ö lg e le n d i r e n k le r silind i. S iya h ö r t ü le r İndi m a v i g ö zle rin e s a rk tı s a lk ım s ö ğ ü tle r sarı saçlarının A ğ la m a s a lk ım s ö ğ ü t ü ze rin e ! a ğ la m a , k a ra s u y u n a yn a s ın d a el b a ğ la m a ! el b a ğ la m a ! a ğ la m a !

Memet

Karşı y a k a m e m le k e t, s e s le n iy o ru m V a r n a 'd a n , iş itiy o r m u s u n , M e m e t, M e m e t. K a r a d e n iz a k ıy o r d u r m a d a n , deli h a s re t deli h a s re t, o ğ lu m sana s e s le n iy o ru m , İş itiy o r m u s u n , M e m e t!..M e m e t !

(12)

Nâzım H ikm et 90 yaşında

---

;---mm;# ■ ■: ;■ • mıştı çünkü.

Nazmı Hikm etin

şiirinde yurt özlemi

Türkiye’den ayrılışıyla birlikte Nâzım Hikmet’in yaşantısında, dolayısıyla da şiirinde yeni bir ev­ de başlar. Şiirde dünyanın en bü­ yükleri arasında yer almaktadır. Bu­ na karşın anadilinden kopmamış, ülkesine dönme umudu taşıyan sür­ günde Türk şairi kimliğini özenle korumuştur.

Mustafa Öneş

ürkiye’deki son 13 yılının 12’sini (1938-1950) tutukevinde ge­ çiren Nâzım Hikmet, Genel A f Ka- nunu’ndan yararlanarak çıkabilmiş­ ti oradan. Ne var ki, polis gözeti­ minde bile olsa, kendi ülkesinde ya­ şama fırsatı verilmeyip, kısa süre sonra can güvenliği kaygısıyla Tür­ kiye’den ayrılmak zorunda bırakıl­ dı (Haziran 1951).

Gidişi yasal yollardan olmamıştı ama, avukatı Mehmet Ali Sebük’- ün belirttiği gibi, “ Nazım’m suçu pasaport yasasının. 33. maddesini çiğneyerek pasaportsuz yurt dışına

çıkma” ktı (1) yalnızca. Kamuoyu­ nu değişik biçimlerde etkilemişti. Ondan kurtulduğuna sevinen büyük bürokratlar da vardı, değerinin bi­ linmediğine üzülen gerçek aydınlar da. Tepkiler ise, ayrılış nedenlerini araştırma olanağı bulunmadığın­ dan, Sovyetler Birliği’ne kaçtığı söy­ lentilerine inanan halk kesiminden geliyordu çoğunlukla. Stalin’in Bo- ğazlar’a göz dikmesi, Kore Sava- şı’nda verilen şehitler, bir de Ame­ rikan kışkırtmasıyla, o yıllarda halk arasında Moskof düşmanlığı, ko­ münizm korkusu, doruğuna

ulaş-Geniş açıdan bakılınca, Nâzım Hikmet’te ‘özlem’in çok önemli bir işlevi olduğu görülüyor. Ne zaman imge dağarı yoksullaşmaya yüz tut­ sa yaşantısında hemen başlayan, bu sözcükle özetlenebilecek değişimler ona yeni devinim alanları açmıştır. Başlangıçtaki özlemi, insanlara top­ lumsal ve ekonomik eşitlik sağlaya­ bilecek tek yönetim biçimi saydığı sosyalizmin Türkiye’de de uygulan­ masıdır. Yasaklanan bir öğretinin savunuculuğunu yapmak ve askeri öğrencileri ayaklandırmaya çalış­ makla yargılanıp tutukevine gönde­ rilir. 12 yıl kalacağı bu ortamda şii­ ri ikinci özlem boyutunu kazanır. Ulaşılamadığı için mektuplaşmakla yetinilip şiirlerde idealleştirilen bir

I M H D H I 1

G ö ğ s ü m d e 1 5 y a ra v a r ı. S a p la n d ı g ö ğ s ü m e 1 5 k a ra saplı b ıç a k ). K a lb im y in e ç a r p ıy o r , k a lb im y in e ça rp a cak lt! G ö ğ s ü m d e 1 5 y a ra v a rı S arıldı 1 5 y a r a m a

kara k a y g a n y ıla n la r g ib i k a ra n lık sular! K a r a d e n iz b o ğ m a k İs tiy o r b e n i, b o ğ m a k is tiy o r b e n i kanlı k a ra n lık su ların S a p la n d ı g ö ğ s ü m e 1 5 ka ra saplı b ıç a k . K la b lm y in e ç a r p ıy o r , k a lb im y in e ç a rp a c a k !.. G ö ğ s ü m d e 1 5 y a r a v a r ı. D e ld ile r g ö ğ s ü m ü 1 5 y e r in d e n , s a n d ıla r kİ v u r m a z a r tık k a lb im k e d e rin d e n ! K a lb im y in e ç a rp ıy o r , k a lb im y in e ç a rp a c ak !!! Y a n d ı 1 5 y a r a m d a n 1 5 a le v , k ırıld ı g ö ğ s ü m d e 1 5 ka ra saplı b ıç a k .. K a lb im kanlı b ir b a y r a k g ib i ç a rp ıy o r , Ç A R -P A -C A K Ü

Vapur

Y ü r e k d e ğ il b e , ç a rık m ış b u , m a n d a g ö n ü n d e n , t e p e r ha b a b a m t e p e r p a ra la n m a z te p e r taşlı y o lla rı. B ir v a p u r g e ç e r V a r n a ö n ü n d e n , u y K a r a d e n iz'in g ü m ü ş te lle ri, b ir v a p u r g e ç e r B o ğ a z a d o ğ r u . N â z ım usu ilacık o k ş a r v a p u r u ,

y a n a r e lle r i...

Yolcu Yolun Şarksa

Y o lc u , y o lu n ş a rk s a , a n s ızın ç ö k e n , H e r taşı m u k a d d e s h a ra b e y i s o r. O r a d a s o n d a m la k a n ın ı d ö k e n Y aralı y iğ itle r d ö ğ ü ş e d iy o r . Y o lc u , y o lu n ş a rk s a , b a h ç e le rin d e G ü lle rin ü s tü n e silah ç a tıla n , B a h arı k a n o la n illere İn d e , O y e ri ö zle y e n g ö n ü lle r i a n . Y o lc u , y o lu n şa rk a u ğ ra rs a y a r ın , E lin d e z a fe r d e n k o p a n çiçe kle , G ö k le re d a y a n a n karlı d a ğ la rın A r d ın d a n yü k s e le n g ü n e şi b e k le .

(13)

mm

sevgilinin özlemidir bu. Dört Hapi-

«aneden, Saat 21-22 Şiirleri, Ruba­

iler adlı kitaplan söylediklerimize tanıklık edebilir.

Nâzım Hikmet’in idealleştireceği bir karısı ya da sevgilisi olmuştur her zaman: Piraye, Münevver An­ daç, Vera Tulyakova. Ama, Vera’- mn durumu öncekilerden değişiktir. Birleşmelerini engelleyen ne demir parmaklık vardır, ne de devlet sınır­ ları. Buradaki, yaş ayrımıyla ilgili doğal bir uzaklıktır:

“ Dün gece bavulumu hazırlıyor­ dun, / omuzların kederliydi, / bel­ ki değildiler de, bana öyle geldi, ke­ derli olmalarını istediğimden. / / Bu sabah kar aydınlığıyla uyandım. / Moskova uykudaydı, sen uykuday­ dın. / Saçların saman sarısı kirpik­ lerin mavi, / ak boynun uzundu, yuvarlaktı / ve kırmızı, kaim du­ daklarında keder, / belki değil de bana öyle geldi, kederli olmanı is­ tediğimden.” (2)

Yukarıdaki dizelerde görüldüğü gibi, birlikteyken aralarındaki uçu­ ruma sürekli köprüler kurarak ile­ tişimi canlı tutmaya, iki kişilik dü­ şünmeye, duymaya çalışan şair, uzun bir yolculuğa çıktığında onu idealleştirmekte güçlük çekmiyor:

“ Nasılsın Tulyakova, ne âlem­ lerdesin? / Saman sarısı saçlar na­ sılsınız! / Ne âlemlerdesiniz mavi kirpikler? / Mavi kirpikler yol ve­ rin, / gözlerinizin içini görmek isti­ yorum, / dolaşmak içinde gözleri­ nizin ve rastlamak kendime, / bel­ ki satırları arasında bir kitabın, / belki ikinci Pesçannaya’da otobüs durağında, / rastlamak kendime içinde gözlerinizin / ve ‘Merhaba Nâzım!’ demek, ‘Nicesin, mutlu musun?” (3)

Biraz sitem içeren bu dizeler, başkasının gözlerinde kendi kendi­ ne hatır sormakla, bile bile katlanı­ lan ilgisizliğin de çok güzel bir anla­ tımı oluyor.

Ülke dışına çıkışından ölümüne değin geçen ikinci 12 yıllık sürede, ‘yurt özlemi’ diye nitelenebilecek, 1951’den sonra yazdıklarına türlü biçimlerde yansıdığı algılanan yeni bir boyut daha eklenir şiirine. Dö­ nemin ürünlerinden bazıları koşma, türkü, destan havasındadır. Sesleri­ ni gezgin bir Anadolu halk ozanı - mnkinden ayıramazsınız:

“ Kapısından girer girmez / O dakka, o saniye / Gözlerini görür görmez / Birden sevdalandım Kiyef şehrine. / / Kat be kattır yamaçları / Gelinlerine benzer ağaçları / Ak topuklarını döğer saçları / Birden

Doktor Faust'un Evi

G e c e n in b ir g e ç v a k tın d a ,

k u le le rin d ib in d e , k e m e rle rin a ltın d a , d o la ş ıp d u r d u m P ira ğ 'ı. G ö k y ü z ü k a ra n lık ta a ltın çe k e n b ir im b ik , b ir s lm y a g e r İm b iğ i a le vi m a v i m a v i, şarl M e y d a n ı n a d o ğ r u İn d im y o k u ş aşağı, o r a d a , köşe b a ş ın d a , klin iğ e b itiş ik ,

b a h ç e iç in d e d o k t o r F a u s t’u n e v i. K ap ıyı ç a ld ım . D o k to r e v d e y o k . M a lû m : İki y ü z yıl k a d a r ö n c e . ta v a n d a k i d e lik te n , y in e b ö y le b ir g e c e , ç e k ip a ld ı o n u ş e y ta n . Kap ıyı ç a lıy o ru m .

Bu e v d e b e n d e s e n e t v e re c e ğ im ş e y ta n a , b e n d e k a n ım la İm za la d ım se n e d i. N e a ltın is tiy o r u m o n d a n , n e b ilim , n e d e g e n ç lik . H a s re tlik cana y e t t i , pest B en i İs ta n b u l'u m a g ö tü r s ü n b ir s a a tlik ... ç a lıy o ru m k a p ıy ı, ç a lıy o ru m .

Kapı a ç ılm ıy o r, a ç ılm ıy o r. N e d e n ?

is te d iğ im o lm a z İş m i M efis to fe ie s ? Y o k s a b u İlm e lim e ru h u m

sa tın a lın m a ğ a d e ğ m e z m İ? P ira ğ 'd a a y d o ğ u y o r lim o n sarısı. D o k to r F a u s t'u n evi ö n ü n d e d u r u y o r u m , ç a lıy o ru m a ç ılm a z k a p ıyı gece y a r ıs ı...

Ceviz A ğacı

Başım k ö p ü k k ö p ü k b u lu t , İçim d ış ım d e n iz , b e n b ir c e v iz a ğ a c ıy ım G ü lh a n e p a rk ı n d a , b u d a k b u d a k , ş e rh a m ş e rh a m İh tiy a r b ir c e v iz .. N e sen b u n u n fa rk ın d a s ın , n e p o lis fa r k ın d a . B e n b ir c e v iz a ğ a c ıy ım G ü lh a n e P a rk ı n d a . Y a p r a k la rım su d a b a lık g ib i kıvıl k ıv ıl. Y a p r a k la rım ip e k m e n d il g ib i tiril tir il, k o p a n v e r , g ö z le r in in , g ü lü m , yaş ın ı sü. Y a p r a k la rım e ile rH ü îM r, t a m y ü z j j l n e l l m v a r . Y ü z b in elle d o k u n u r u m s a n a, İs ta n b u l’a .. Y a p r a k la rım g ö z le r im d lr , şaşarak b a k a rım . Y ü z b in g ö z le 1 s e y re d e rim se n i, İs ta n b u l’u . Y ü z b in y ü r e k g ib i ç a rp a r, ç a rp a r y a p r a k la rım . B e n b ir c e v iz a ğ a c ıy ım G ü lh a n e P a r k ı’n d a . N e sen b u n u n fa rk ın d a s ın , n e polis fa r k ın d a .

(14)

sevdalandım Kiyef şehrine.” (4) Aynı koşuk biçiminin üç yıl son­ ra sunulan yetkin bir örneğininse masa başında yazıldığı anlaşılıyor:

“ İnsan olan vatanını satar mı? / Suyun içip ekmeğini yediniz. / Dünyada vatandan aziz şey var mı? / Beyler bu vatana nasıl kıydınız?” (5)

Yurt özlemi, çoğu kez anıların yoğun olduğu bir kente, bölgesel ya da genel bir özelliğe yöneliktir. Şii­ rin tümünü kapsadığı olur. “ Ka­ vak” , “ Doktor Faust’un Evi” , “ Vapur” , “ Ceviz Ağacı” , “ Yine Memleketim Üstüne Söylenmiştir” bu türden şiirlerdir:

“ M emleketim, memleketim, memleketim, / ne kasketim kaldı se­ nin ora işi, / ne yollarını taşımış ayakkabım, / son mintanın da sır­ tımda paralandı çoktan, / Şile be- zindendi. / Sen şimdi yalnız saçımın akında, / enfarktmda yüreğimin, / alnımın çizgilerindesin memleketin, / memleketim, / memleketim...’ (6)

Bazen de birden apsıma, çağrı­ şım, benzetme yoluyla, şiire değişik oranlarda karıştırılarak iletilmekte­ dir:

“ Şair, memleketten uzak, / has­ retle delik deşik, / etrafına dalgın baktı. / Geldi indi salınarak / nazlı serin bir mavilik / meydanlığa öğle vakti.” (7)

Bir örnek daha:

“ önündeyim bir vitrinin / bü­ tün bir dünya oyuncak, / kurtlar, ayılar, şipşirin, / düşüp öldürmeyen uçak, / sarı bacalı vapurlar, / oto­ büsler pırıl pırıl. / / İstanbul’da bir Memet var / altısına bastı bu yıl.”

(8)

Nâzım Hikmet’in bazı şiirlerin­ de yurt özlemi, orada kalmış sevgi­ linin ya da sevgililerin özlemiyle bü­ tünleşmiştir. “ Sen” , “ Gözlerin” , “ Münevver’e Mektup Yazdım De- dimKi:” başlıklı şiirler bunun en so­ mut örnekleridir:

“ Sen esirliğim ve hürriyetimsin, / çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, / sen memleketimsin. / / Sen elâ gözlerinde yeşil hâreler, / sen büyük, güzel ve muzaffer / ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretim- sin...” (9)

Yurt özleminin Nâzım Hikmet’- te sıradan bir süs öğesi değil de yurt

sevgisinden kaynaklanan temel öğe olduğunu anlamak için şiirlerine şöyle bir göz atmak yeterlidir. De­ mokrat Parti başta kaldığı sürece Türkiye’ye dönemeyeceğini bilen şa­ ir, 50’li yılların sonlarına doğru bu iktidara karşı yurt içinde başlayan hoşnutsuzluğu desteklemiş, bir tür Amerikan yarı sömürgesi durumu­ na gelen ülkede Kuvâyi Milliye Ru- hu’nu uyandırmaya çalışan şiirler yazmıştır:

“ Şehitler, Kuvâyi Milliye şehit­ leri, / mezardan çıkmanın vakti­ dir!” (10)

Daha önce de alıntı yaptığımız “ Bu Vatana Nasıl Kıydılar” başlıklı şiirin son dörtlüğü:

“ Günü gelir çarh düzüne çevri­ lir, / günü gelir hesabınız görülür. / Günü gelir sualiniz sorulur: / Bey­ ler bu vatana nasıl kıydınız?”

ile “ Diyet” in son dizeleri “ Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, / göze göz, / ele el, / bacağa bacak, / diyetimi istiyorum, / ala­

cağım d a.” (11)

Adnan Menderes’le arkadaşları­ nın geleceği üzerine bir önbili gibi­ dir.

Nâzım Hikmet’in yurt özlemi hâlâ sürüyor; çünkü, Türkiye’de simgesel bir mezan yok. ■

Dipnotları:

(1) “ Nazım Vatan Haini Değildi” , Yeni Gündem, 1986, sayı 33.

(2) “ Tanganika Röportajı” ndan, Son

Şiirleri, sayfa 157, Adam Yayınla­

rı.

(3) “ Tanganika Röportajı” ndan, Son

Şiirleri, sayfa 167, Adam Yayınları. (4) “ Şevçenko’nun Kalemi” nden, Tüm

Eserleri 5, sayfa 74, Cem Yayınevi.

(5) “ Bu Vatana Nasıl Kıydılar” dan,

Son Şiirleri, sayfa 8.

(6) “ Yine Memleketim Üstüne Söylen­ miştir” , Tüm Eserleri 5, sayfa 130. (7) “ Hanuş Ustanın Saatı” ndan, Tüm

Eserleri 5, sayfa 92.

(8) “ Vatslav Caddesinin Vitrinleri” n- den, Tüm Eserleri 5, sayfa 55.

(9) “ Sen” , Tüm Eserleri 5, sayfa 79. (10) “ Şehitler” den, Son Şiirleri, sayfa

28.

(11) “ Diyet” ten, Son Şiirleri, sayfa 10.

Rubailer'den

S

ık y a k la ş ıy o r h e r g ü n b ir a z d a h a , H m d ü n y a y a e lv e d â , v e m e rh a b a k â i n a t . . . B e n , b ir in san , b e n , T ü r k şairi N â z ım H ik m e t b e n , te p e d e n t ım a â a im a n , te p e d e n tır n a ğ a k a vg a v e ü m it te n Ib â re t b e n .

K im b ilir b e lk i b u k a d a r s e v m e zd ik b irb irim iz i u z a k ta n s e y re d e m e ş e y d ik ru h u n u b ir b ir im iz in . K im b ilir fe le k a yırm a s a y d ı b izi b ir b ir im iz d e n b e lk i b u k a d a r y a k ın o lm a z d ık b ir b ir im iz e ...

Mavi Uman

ç o k y o r g u n u m , b e n i b e k le m e k a p ta n . S e yir d e fte r in i başkası y a z s ın ,

ç ın a rlı, k u b b e li, m a v i b ir lim a n . B e n i o lim a n a ç ık a ra m a zs ın ...

(15)

m m m

mmmmmmmmmm

Nâzım H ikm et 90 yaşında

Tiyatrodaki Nâzım

Ayşegül Yüksel

“ Sahneye konacak, sahnede tutacak bir piyes için söz ve ak­ siyon aynı kudrette olmalıdır kanaatindeyim. Bence hfllâ en büyük tiyatro müellifi Şeks- pir’dir. Üstatta söz kuvvetinin yanında ve aynı kudrette aksi­ yon, hareket kudreti vardır. Yani yazarken gözünün önüne sahneyi, sahnede geçen hadise­ yi getireceksin. İnsanlar yalnız karşılıklı, güzel, parlak, büyük laf etmeyecekler, aynı zaman­ da hareket edecekler, aksiyon halinde bulunacaklar. “ İlk ön­ ce kelam değil, ilk önce fiil vardı” sözü, tiyatro için de bi­ çilmiş kaftandır” (1>.

Temmuz 1948’de Kemal Ta- hir’e Çorum Cezaevi’nden yazdığı mektupta dile gelen bu tiyatro an­

layışı, Nâzım’ın, yaşamının ve sana­ tının her cephesinde olduğu gibi, ti­ yatro yazarlığı bağlamında da görü­ len olağanüstü duyarlığının bir ka­ nıtıdır. Bu satırları yazdığında yal­ nız şiirleriyle değil, oyunlarıyla da ün kazanmış bir sanat insanıydı Nâ­ zım. Ozan yanının ağır basmasına karşın, tiyatro yazarlığı ile ozanlık uğraşını hiç bir zaman karıştırma­ yacak derecede disiplinli bir sanat anlayışına sahip oluşu, bir yandan onun çok sayıda oyun yazmasını en­ gellemiş, bir yandan da -tiyatrodaki başyapıtı saydığım “ Ferhat ile Şirin” aşamasına geldiğinde- tiyat­ roya özgü şiiri yakalamasını sağla­ mıştır. Shakespeare’e duyduğu hay­ ranlık, onu, yer yer söyleşim biçimi­ ne dönüşen, bu nedenle de sahneye çıkarılmaya yatkın olan şiir söyle­ mini tiyatronun buyruğuna verme­ sine yol açabilirdi. Oysa Nâzım ti­

yatro yazarlığına, tiyatronun ‘abe- ce’sinden yola çıkarak başlamıştır (Nâzım’in şiirinin sahneye yatkınlığı ise, ozanın ölümünden sonra, tiyat­ ro sanatçıları tarafından değerlen­ dirilmiştir.)

Nâzım Rusya’daki öğrencilik yıllarında Stanislavski ve Meyerhold gibi ünlü yönetmenlerin çalışmala­ rından e tk ile n m iş i, dram atik- benzetmeci türde tiyatroyu benim­ semekle birlikte, oyunlarım öncü ti­ yatro akımlarına da açık tutmuştur. Bu nedenle de Nâzım’ın oyunları, bir bakıma, sahne anlatımı açısın­ dan yeni yaklaşımlar içeren ve yö­ netmene ipuçları veren deneysel ça­ lışmalardır. Nâzım’ın talihsizliği, sahnelenen ilk Uç yapıtından sonra yaşadığı uzun tutukluluk yıllarında, canlı tiyatro olayından uzak kalma­ sı, bu nedenle de yazar olarak en do­ ğurgan olduğu çağda, yapıtlarını sahne üstünde sınama olanağından yoksun bırakılmış olmasıdır. Nâ- zım’a tanınmayan bu olanağı yarat­ mak, onun oyunlarını sahneye ha­ zırlayacak dramaturgların ve yo­ rumlayacak olan yönetmenlerin gö- revidir artık...____________

İLK OYUNU: “KAFATASI”

(16)

toplumuna çağdaş anlamda tiyatro olayları sunan ilk oyun yazarları- mızdandır. Cumhuriyet döneminde yetişen ilk tiyatro yazarları kuşağın­ dan olan sanatçı 1923-40 yılları ara­ sında genellikle İstanbul Şehir Ti­ yatrosu çevresinde toplanan genç yazarlardan biriydi. Muhsin Ertuğ- rul’un Türk tiyatrosuna yerli oyun kazandırmak için yazarları yürek­ lendirdiği bu aşamada, Nâzım 1931-32 döneminde sahnelenen “ Kafatası” oyunuyla ilk tiyatro de­ neyimini yaşadı. Oyun, ilk gecesin­ de, özellikle Dram Tiyatrosu’nun balkonunu dolduran genç seyirciden coşkulu bir tepki almış, yazar omuz­ larda taşınmıştı. “ Kafatası” oyu­ nunda toplumu, Türk tiyatro tari­ hinde ilkkez diyalektik materyelist bakış açısından inceleyen Nâzım, ekonomik olgulara dayalı sınıfsal çı­ kar ilişkilerinin, kurumlara nasıl egemen olduğunu, insanlığı maddi ve manevi bir yıkıma nasıl yöneltti­ ğini gösteriyordu. “ Kafatası” , düş­ sel bir ülkede, verem serumunu bu­ lan bir bilim adamının kapitalist güçler tarafından zavallı bir kurba­ na dönüştürülüşüntyj öyküsüdür (Dürrenmatt’ın, tröstlere dayalı, baskıcı bir düzende bilim adamının konumunu politik-ekonomik bir ba­ kış açısından irdelediği ünlü “ Fizikçiler” oyununun yazılmasına en az yirmi yıl vardır daha!) On dört ayn sahneden oluşan oyunun her bölümünün başında, o bölümde olup bitecekleri özetleyen ve yorum­ layan birer tümce bulunur. (Böyle- ce Nâzım Hikmet seyirciyi duygu­ landırmaktan çok düşündürmeye yönelten Brechtçe bir yadırgatma yöntemi kullanarak, Türkiye’de otuz yıl sonra gündeme gelecek bir sahneleme ve oyunculuk tekniğine ışık yakmıştır. Bu nedenle de “ Kafatası” bugünün yönetmenleri­ ne görsel-işitsel yönden büyük ola- n a k la r sa ğ la m a k ta d ır.)

“BİR ÖLÜ EVİ”

1932-33 döneminde sahnelenen “ Bir ö lü Evi” , melodram ve fars öğelerinin içiçe geçtiği, gerçekçi an­ latımla yazılmış, ancak bu kez ka­ pitalizm gibi uluslararası bir siste­ min eleştirisine açılmak yerine, bir ailenin Türk ve Müslüman bireyle­ ri üstünde yoğunlaşan bir toplum­ sal yergidir. Oyunda parasal çıkar kaygılarının getirdiği ahlâk çökün­ tüsü üstünde durulur, ölen babanın ardından uygulanan dinsel ve top­ lumsal törelerin gerisinden sırıtan sevgisizliğin, çıkarcılığın taşlandığı

" F trh a t He Şirin”

oyunda “ söz” den çok -Nâzım’ın deyişiyle- “ mizansen” e ağırlık veril­ miş, kişilerdeki “ haleti ruhiye deği­ şiklikleri ve inkişafları muhavere ile değil, hareketle gösterilmeye çalışıl- mıştır” (3).

“UNUTULAN ADAM”

1934-35 döneminde şahnelenen “ Unutulan Adam” ise yalnız Nâ- zım’ın değil, İstanbul Şehir Tiyat­ rosu’nun da büyük başarısı olarak pek çok eleştirmen tarafından övül- müştür<4). Uluslararası düzeyde ka­ zandığı ünün sarhoşluğu içinde ai­

lesinin kadın bireylerinin durumla­ rının bilincine varamayan bir dok­ torun, kendi sorumsuz tutumu ne­ deniyle yuvarlandığı uçurumda unu­ tulup gidişini dile getiren oyunda, bir değerler değişiminden geçen top­ lumun, terkedilen değerler yerine yenilerinin konamadığı bir aşama­ da bireyler düzeyinde yaşanan çö­ küntüsü sergilenir. Nâzım’ın, sah­ ne dilini o dönemde sık sık görülen yapmacıkhktan tümüyle arındırarak biçimlendirdiği bu oyunda Muhsin Ertuğrul gerçekçi ve doğal bir sah­ ne anlatımı oluşturmuş, bu yönde

(17)

il-“ Yaictı” - Fatih Şehir Tiyatrosu

ginç sahneleme buluşları yap- mıştır<5).

Bir “ melodram” olarak nitele­ diği oyunun sahnelenişi üstüne yaz­ dığı “ Unutulan Adam’ı Niçin ve Nasıl Yazdım?” başlıklı bir yazısın­ da Nâzım şöyle diyordu:

Toprağı, dostlarımı, karımı sev­ diğim kadar tiyatroyu severim.

Sevgilerimin hiç birinde platonik olmadığım gibi tiyatro sevgimde de platonik değilim... Tiyatroyu, seyir­ ci, dinleyici okuyucu gibi değil; yal­ nız böyle değil, onun içine karışa­ rak, ona birşeyer katarak, onun için

yazarak sevmeyi anlarım.

Yalnız kendim, yalnız bir kişi için hiç bir iş yapmadım bugüne deks... Şiir yazdım; mümkün oldu­ ğu kadar çok okuyucu okusun di­ ye; tiyatro yazdım; mümkün oldu­ ğu kadar çok seyirci dinlesin diye...” <6)

Seyircilere (bilmeden yazılmış) bir “ veda” yazısıydı bu sanki. Çün­ kü Nâzım bir dördüncü oyunun coş­ kusunu Türk seyircisiyle hiçbir za­ man paylaşamayacaktı...”

“ ivan ivanoviç Var mıydı Yok muydu” - İstanbul Bakırköy Belediye Tiyatrosu

Nâzım’ın daha sonra yazdığı oyunların çoğu önce yurt dışında sahnelendi. Türkiye’de ise Nâzım Hikmet Tiyatrosu ancak onun ölü­ münden sonra, 1960’larm ikinci ya­ rısında gündeme gelebildi. Doğru­ ları savunan dürüst bir avukatın başkalarının çıkar hesapları karşı­ sındaki savaşımını anlatan “ Enayi” (basılışı 1957), sahipsiz, cahil bir işçi kızın emeğinin ve cinselliğinin kapi­ talist çevreler tarafından sömürülü- şünü dile getiren “ Sabahat” , (bası­ lışı 1965), 1948’de Bursa Cezaevi’- nde yazılan ve bireysel aşkın toplum sevgisine dönüşmesini anlatan “ Fer­ hat ile Şirin” (basılışı 1965), geçim kaynağı olan bir ineğin zorunlu ba­ kımından aile bireylerini nasıl koşul­ landırdığını dile getiren “ İnek” (ba­ sılışı 1965), “ Ocak Başında” ve “ Yolcu” (basılışları 1965), “ Yusuf ile Menofis” (basılışı 1967), “ De- m o k les’in K ılıcı” ve “ İvan İvanoviç” . Türkiye’de okunduğun­ da ya da sahnelendiğinde Nâzım coşkusunu seyircisi ve okuruyla paylaşam ayacağı dek u zak ­ lardaydı...

Yıllarca süren bir “ Nâzım T yasaklama” döneminden sonra ilk Nâzım Hikmet oyunu 1965’te Gül- riz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından sahnelendi. Nâzım’ın ge­ rek Piraye Hanım’a, gerekse Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda önemli bir yer tutan “ Ferhat ile Şirin” , amansız ayrılıklardan çiçeklenen uç­ suz bucaksız özlemlerin masalıdır. Nâzım tutuklu olarak geçen yılların yüreğinde biriktirdiklerini, Mehme- ne Banu’nun Ferhat’a, Ferhat’ın Şi- rin’e, Aren halkının Demirdağ pı­ narına duyduğu özleme, Mehmene Banu’nun “ Ferhat...” , Ferhat’ın “ Şirin...” , Arzen halkının “ Vur Ferhat Usta’nın gürzü, vur...” hay­ kırışlarına aktarır. Yalnız söz bağ­ lamında değil, görsel-işitsel düzey­ de de şiirsel bir devinim gerektiren oyun 1979-80 döneminde de Anka­ ra Sanat Tiyatrosu’nca sahnelen­ mişti. “ Yolcu” ilk kez Gen-Ar’da (1967), daha sonra da İstanbul Be­ lediyesi Şehir Tiyatroları (1977) ta­ rafından sunuldu. “ lnek” i sahneye getiren ise Bulvar Tiyatrosu (1969) oldu.

“ Yusuf ile Menofis” ilk kez 1975’te Çağdaş Sahne’de ikinci kez de 1989-90 döneminde AST tarafın­ dan sunuldu. Nâzım’ın, Tevrat’tan aldığı “ Yusuf ile Zeliha” öyküsü­ nü sömüren azmlık-sömürülen ço­ ğunluk ilişkisini uzak açıdan irdele­ mek için kullandığı bu oyundaki

Referanslar

Benzer Belgeler

Piano piano, bütün sayıların var ol- duğunu, her sayıyı takip eden ancak bir tek sayı ve her sayıdan önce ge- len ancak bir tek sayı olduğunu böylece garanti

Nine apansızın ölüp varı yo ğu ka­ panım elinde kalınca baskısız kalan Sadi, K avuklu H am dinin orta oyun­ larında, Şevkinin tiyatrosunda aktör lüğe

A number of independent practice tasks can be suggested for the client following the first consultation, for example, collection of stuttering severity scores during everyday talking

BEN DE FOTOĞRAFINI ÇEKİYORUM — Sami Güner’e göre Yunus Emre’den Tlırgut Uyar’a şairler, insanın ve doğanın şiirini yazıyor, kendisi de fotoğrafını

SEVSAY: Türkiye’de, merhum Cemal Reşit Rey ile 9-10 yıl süren çalışmala­ rımdan sonra uzun bir süre Viyana Mü­ zik Akademisi’nde Kompozisyon ve Or­ kestra

Kassing ve Avtgis [11], içsel kontrol odağına sahip çalışanların orta derece ya da dışsal kontrol odağına sahip çalışanlardan daha fazla açık muhalefet

İnsanlığın başlangıcından bugüne değişime uğrayan doğada görülen farklılıklar, değişen toplumsal değerler ve doğa insan ilişkisi ve sanat- sal

Sabık serasker ve Tophanei âmire müşiri Ali Saip paşanın hafidi ve Sa­ di paşanın ikinci oğlu Osman bey, etrafa bambaşkalık, yepyenilik olsun diye