NÂZIM HİKMET
90 YAŞINDA
Nâzım Hikmet
90
yaşında
Bir ozamn(dünyadaki
bazı şeyleri
değiştirebileceğini
o kanıtlamıştır
Nâzım H ikm et Kültür ve Sanat Vakfı’nın, şairin 90. yaşgünü nede niyle düzenlediği “Nâzım Hikmet Haftası” 10 Ocak’ta başladı. Tüm kitaplarından oluşan Kitap Sergisi, İFŞAK’m düzenlediği “Nâzım H ik met Fotoğrafları Sergisi”, şairin her yönünü tartışan paneller, A S T ’ın hazırladığı “Yolcu", Dostlar Tiyat rosu’nun “Sevdalı Bulut ”u, Müş fik Kenter’in sunduğu “Kuvayt Mil liye”, Yavuzer Çetinkaya’nın yo rumladığı “Şeyh Bedreddin Desta n ı”, şiir, müzik ve türkülerden olu şan geceler 20 Ocak tarihine değin birbirini izleyerek sürmekte. Bu ara da İS Ocak’ta “90’ inci yılında Nâ zım ’la Birlikte” adı altında gerçek leştirilecek Anı Gecesi, 19 O cak’ta“90’ inci yılında Nâzım Hikmet Aram ızda” gecesi Lütfü Kırdar Spor Salonu ’nda iki görkemli gös teriyi oluşturacak. Bu gecelerden İkincisinin konukları arasında Joan Baez de var.
Derginin sayfalarında Nâzım H ik m et’in değişik yönlerini ele atan, Türkiye’den ve yurt dışından sanat çıların yazdıkları yazılara, Nâzım H ikm et’in şiirlerinden ve mektupla rından örneklere yer veriyoruz. Bu sayfada yer alan yazı, Batı Alman y a ’da yayımlanan haftalık “Die Z eit” gazetesinin 12 Haziran 1964 tarihli sayısında Von Peter Hamm imzasıyla çıkmıştı.
Von Peter Hamm
j J i r k a ç yıldır Türkiye ile Federal Almanya arasında bir kültür anlaş ması var. Ancak işin ters tarafı şu ki, en büyük Türk şairinin eserlerin den uzun yıllar mahrum kalmamı za işte bu anlaşma sebep olmuştur. Çünkü Türkiye’de Nâzım Hikmet isminin ağıza alınması bir süreden beri yasaktır. Oysa, dünyanın her hangi bir yerinde Türk kültüründen söz edildiği zaman akla gelen hemen tek isim budur. Nâzım Hikmet, on yedi yıl hapiste yattıktan sonra 1951’de serbest bırakılmış ve tekrar tevkif edileceği sırada yurdunu te melli olarak terkedip Moskova’ya sığınmıştır. Türk hükümeti ile mem leketin hâkim mevkideki yüksek ta bakası onun bu kaçışını bir türlü hazmedememiştir.
Nâzım Hikmet, daha önce de birkaç defa Türkiye’den kaçmak zo runda kalmış, fakat her defastnda vatan hasreti galip geldiği için kısa bir zaman sonra yurduna dönmüş tür. Bunda biraz fazla acele etmiş ti, çünkü Türkiye, en büyük şairi için kovuşturmadan ve tevkiften başka bir şey düşünmemiştir. Blai- se Cendrars’m ve Jean Genet’in ba
şından geçen çetin olaylardan daha maceralı bir hayat yaşayan Nâzım Hikmet’in çektiği acılar, nihayet Türkiye’nin efendilerini ve onların çocuklarını da etkilemiş, onlarda bir huzursuzluk yaratmıştır. Bu da bir kazanç sayılır.
Şairin dünyayı değilse bile, dün yadaki bazı şeyleri değiştirmeye bu gün de muktedir olduğunu Nâzım Hikmet ispat etmiştir. O, bir aksi yon şairidir; çok zaman cebir yoluy la işinden alıkonmuş bir şair. Ken disi, “ kelimeler” e her zaman güven mez ve onların gücünden şüphe ederdi. Ama kelimeler, gerçek ak- siyoncular için daima bir kuvvet, bir silâh, bir araç olmuştur. Nâzım Hikmet, 1937’de yazdığı “ Madrid Varoşlarında” adlı şiirinde Ispanyol cumhuriyetçilerinin bir nöbetçisine,
Aramızda denizler, dağlar
benim kahrolası aczim, ve “ Ademi Müdahale Komitesi” var
Ben ne senin yanına gelebilirim, ne sana bir kasa kurşun, bir sandık taze yumurta, bir çift yün çorap gönderebilirim.
diye seslendiği zaman, ihanete uğ ramış İspanyol yurtseverlerine artık destek olamıyordu, ama Türk Ka ra veDeniz Harp Akademisi’nin su bay adaylarına bu şiir çok şey anla tıyor ve hafıyeler akademinin dolap larında bu şiiri buluyorladı. Nâzım Hikmet hakkında “ isyana teşvik” iddiasıyla dâva açılması için bu ka darı yetmişti. Dâva sonunda 28 yıl hapse mahkum edildi.
Bunu izleyen yıllarda, “ Hapis haneden Mektuplar” ile birlikte bir çok eserler yazmıştır. Bu başlığı ta şıyan ve erişilmez bir sanat yalınlı ğı gösteren şiirlerini, sevgili karısı na ve hiç görmediği oğluna adamış tır.Onun içinTürkiye bir hapishane demekti. Şair, mantık aksini gerek tirdiği halde, bu Türkiye’yi sevmek ten asla vazgeçememiştir.
Nâzım Hikmet’in yazdığı şiirle rin kopyalarının, yattığı çeşitli ha- pisanelerden çıkarak hangi bilinme yen yollardan dışarıya ulaştığı, hal kının yüzde altmışı okuma yazma bilmeyen bir memlekette elden ele dolaştığı hiçbir zaman anlaşılmaya
cak. Okuma yazma bilmeyenler, bu şiirleri başkalarından dinleyerek ez berliyorlardı. Mahpus Nâzım Hik met, serbest dolaşan ve bir dialek- tikçi olan Brecht’in yapamadığım yapmış, “ halkın şairi” olmuştur. Üstelik o, yalnız kendi halkının şa iri değildi. Japon balıkçılarının ka rıları silâhlanmaya karşı dağıttıkları beyannamelere onun şiirlerini bas tırmış, Amerikan zencileri yaptıkları nümayişlerde onun portresini taşı mış, Fransız işçileri ona teşekkür mektupları yollamışlardı. Birçok memleketlerde gençler birbirlerine aşk mektubu yerine onun şiirlerini göndermişlerdi. Geçen yılın 3 H a ziranında öldüğü zaman (1963), büyük kalabalıkların gazete satıcı ları önünde sessizlik içinde ve uzun sıralar halinde beklediklerini, onun son sözlerini ve hakkında son yazı lanları okumak, son fotoğrafını, ışı ğı kesilmeyen ve berraklığını yitir meyen bakışlarını görmek üzere sa atlerce ayakta durduklarını Mosko va’da kendi gözümle gördüm.
Nâzım Hikmet, Augusburg’ lu fabrikatör oğlu gibi halkın içinden gelmemiştir. Dedesinin babası. 1848
yılının soylu ihtilâlcilerinden bir Po lonyalIdır. Ünlü bir general ve tarih çi olan dedesi Atatürk’ün hocaların dan biridir. Hamburg’da konsolos luk, daha sonra Devlet Matbaası Müdürlüğü yapan babası, bir Türk kadını ile evlenmiş, kısa bir süre sonra kadını boşayarak Paris’e re sim öğrenimi yapmaya gitmiştir. 1902 yılında Selânik’te Nâzım Hik met doğmamış olsaydı, ilerici genç Türkler için bu ailenin tarihçesi, pek heyecanlı bir hikâye olurdu. Nâzım Hikmet, Ingiliz işgali üzerine yazdı ğı hakaret dolu bir şiir yüzünden 18 yaşındayken polis takibatına uğra mış, Mustafa Kemal’in padişaha karşı halkı ayaklandırdığı İç Ana dolu’ya gitmek için Deniz Harb Okulu’nu terketmistir.
Nâzım Hikmet, önce kendi çev resini çok iyi anlayıp, Türkler’in anavatanı olan ihmal edilmiş Ana dolu’yu tanımak suretiyle bir dün ya şairi olmuştur.
Kendi soyunun tarihi ile birlik te, Türk şairinin tarihi de Nâzım Hikmet’in yapmak istediğini, aslın da basit fakat başarılması güç bir iş haline sokuyordu. Brecht, edebiya tımızda esasen mevcut bir gelişme yi devam ettirmiştir. Buna karşılık Nâzım Hikmet, geleneği yıkmak ve yepyeni bir gelişme yolunu açmak zorundaydı.
Konuşulan dilin her kelimesinin şiirde kullanılabileceği konusunda ki savı, doğu kültürü bakımından düşünülmesi imkânsız bir saldırı ya uğramıştır. Ayrıca belirtmek ge reklidir ki, İslâm ülkelerinin çoğun da olduğu gibi, Türk edebiyatı da o güne kadar sadece saray mensupla rının hukuk bilginlerinin ve Islâm teologlarının malıydı. Türk lirizmi, divan, yani saray lirizmi, ya da Tek ke lirizmi idi. Şairlerin dili arapça ve farsça dillerindeki bilgiçlik oyun ları ile doluydu. Bu dili, belli bir sı nıftan olan kişiler, güçlükle anlaya bilirdi. Önemli olan şey, klasik ku rallara kılı kılına riayet etmekti.
Nâzım Hikmet, bu alanda ilk ve en radikal değişikliği yaptı. Arap Yazısı yerine yeni kabul edilen lâ- tin alfabesini kullanmakla kalmadı. Aynı zamanda ilk defa olarak ser best vezinle yazdı ve çevresinde her gün gördüğü insanların kelimeleri ni kullandı. Gelenekte en katı bi- çimci olan Ahmet Haşim’e şöyle seslendi:
Sen şiirin asil kamusuyla konu şuyorsun
ben asaletten anlamam
Şapka çıkarmam konuştuğun
dile , ,
düşmanıyım asaletin kelimelerde bile.
Nâzım Hikmet’in dili, “ salt şiire” karşı bir protestodur. Onun la ilgili olarak başka “ az gelişmiş ülkelerin” Pablo Neruda, Gabriela Mistral Nicolas Guillen gibi canlı kasidecilerini anabiliriz. Fakat onun cüretkâr dili, Tristan Tzara ile Lo uis Aragon ’un NâzımT sunduğu ve tebcil ettiği Fransa’da Elouard, Al- berti ve Lorca ile karşılaştınlmıştır. Amerikalı Beatnikler, onun eserle rini Hart Crane, E.E. Cummings ve Huidobro’nun kalıpçı yönlerinden daha ilerde görmüşlerdir.
Nâzım Hikmet, 1921’de ilk de fa olarak kaçtığı Moskova’da Jes senin ve Meyerhold ile buluşmuş, Mayakovski ile sıkı bir dostluk kur muş ve fütürizm, konstrüktivizm, dadaizm akımlarını tanımıştır. Böy- lece, bu tatsız ileri akımlar ve siya sal reaksiyonlar gelişmeden önce yüzyılımızın avantgardizmini tanı mıştır. Fakat onun en önemli tara fı, eserinin hiçbir tasnife sokulma ması, hiçbir etikete uygun düşme mesidir. Ya da ona her etiket uyar. Bu yüzden olacak ki, Jidanov ile 11i- çev onu “ su b je k tiv ist” , “ kozmopolit” ve “ milliyetçi” diye ta k b ih edebilirlerdi. W ilfried Brand’ın belirttiği gibi, Nâzım Hik met, Federal Almanya’da yayınla nan ve Brand tarafından çevrilen “ 1941 Yılında” adlı ilk eserinde, sa dece “ yaşantısı” yönünden yorum lanabilir.
Burjuva veya Marksist olsun, es tetik ölçülere dayanılarak Nâzım Hikmet’i anlamak zordur. Eserde görüldüğü gibi, başlangıçta bir frag man olarak kalan epik şiir “ Beşeri Panorama” (Sultan Abdülhamit za manından beri Türkiye’nin bir ta rihidir. Teknik bakımdan Pound’- un “ Pisan Cantos” unu hatırlatan (borsa raporlarından parçalar, çe şitli dillerden argolar, bilimsel kav ramlar ve anılar) pasajlar yanında, özü bakımından değişik olmakla birlikte folklor temleri de görülür.
Nâzım Hikmet, 1941 yılını da hapishanede geçirmiştir. Bu yüzden destan, 1941 dünyasını da bir hapis hane olarak tasvir etmiştir. Bu“ ba- " şı ve sonu” olmayan bir dünyadır ki, orada herkes aynı tempo ile ye rinde saymaktadır. Kalıpçı bir sos yalist realizmi açısından bakarak, bunu Marksist bir yazarın eseri ola rak nitelemeye imkân yoktur. Çün kü bunda bir perspektif yoktur ve bir alternatif verilmemiştir.
Hapis-Nâzmı Hikmet, yalnız kendi
halkının şairi değildir. Japon
balıkçılarının kanları,
silahlanmaya karşı dağıttıklan
beyannamelere onun şiirlerini
bastırmış, Amerikan zencileri
yaptıklan nümayişlerde onun
portresini taşımış, Fransız
işçileri ona teşekkür
mektuplan yollamışlardır.
Birçok memleketlerde gençler,
birbirlerine aşk mektuplan
yerine onun şiirlerini
göndermişlerdi.
hanenin dışında yaşayanlar da, mah pus, ^haksızlığa uğramış kimseler, kukla olarak gösterilmiştir. Egemen durumda olanlar bile, özellikle bun lar, güçsüz ve masumdurlar, çünkü bilgisizdirler.
Bence, Nâzım Hikmet gibi bir adamın, gerçekten büyük bir eserin yaratıcısının ikinci derecedeki bir eseriyle bize tanıtılması memleketi miz için iyi bir şey sayılamaz. Onu daha iyi anlatan ve 1956 yılında Do ğu Berlin’de yayınlanan lirik seçme lerinden birini yayınlamak daha ko - lay olurdu. Brecht tarafından büyük bir teşvik gören bu eser, “ Türkiye’ den Telgraflar” başlığı altında ya yınlanm ıştır. Bunun ardından 1959’da şiirlerinden büyük bir de met yayınlandı. “ Nâzım Hikmet’- ten Şiirler” başlıklı bu kitabın ya yın hakkı, siyasal veya estetik ba kımdan hiçbir engele uğramaksızın
alınabilir. Zira bunların çevirileri, Viyanalı denemeci Emst Fischer, “ Batı AlmanyalI dram yazan Hei- nar Kipphardt ve Doğu AlmanyalI lirik şair Stephan Harmlin ile Paul Wiens gibi ileri gelen yazarlar tara fından yapılmıştır. Belki de Neuvi- ed’deki yayınevi, Nâzım Hikmet’in sert anlatımından ve sosyalist iyim serliğinden korkmaktadır.
Ancak bunun yanında onun şi irlerinin diğer öğeleri unutulmama lıdır: Entellektüel fikirler (“ Bütün yenileşmelerin mucizesi, sevgilim, bir dah a tek rarlan m ay an bir tekrardır” dizeleri Kirkegaard’a yö nelmiştir), aydınlatıcı bir mistisizm (Aragon’u hayran eden), masumlu ğa erişmeye çalışan şiir (“ En güzel deniz henüz gidilmemiş olandır. -En güzel çocuk henüz büyümedi- En güzel günlerimiz henüz yaşadıkları mız - Ve sana söylemek istediğim en güzel söz - Henüz söylememiş oldu ğum sözdür” ), çok acı çekmiş bir kardeşlik ilkesini asla bırakmamış bir insanın bükülmez ciddiyeti (Bir açlık grevinde şunları yazıyordu: “ Sana hakikati söyleyeyim, karde şim. Ben mesudum, çok mesut’.’ ve bu arada biliyordu ki: “ Kabahatin hepsi senin demeye, dilim varmıyor ama, kabahatin çoğu senin kar deşim.” )
Kaçırılan fırsat süratle talefi edi lecek mi? Bunu sadece yayınevinden değil, Nâzım Hikmet’in ilginç eser lerini henüz oynamamış olan tiyat rolarımıza da soruyorum (Tiyatro eserleri arasında şahısların putlaştı- nlmasına yöneltilmiş ve “ Iwan lva- noviç Gerçekten Yaşadı mı?” adlı bir tanesi de var). Bu eserler de, Do ğu Almanya’daki “ Reclam und Henschel” yayınevi tarafından Al man dilinde yayınlanmıştır.
Bazıları belki bugün de, “ O uzaktaki Türkiye’de neler olup bittiği” beni ilgilendirmez diyebilir. Ama bir Türk şairi vardı ve bu şair çağımızda yaşayan şairlerin hiçbi rinde bulunmayan bir inançla ve ha yatını ortaya koyarak mücadele et mişti. Onun mücadelesinin amacı, dünyanın ve hürriyetin sınırlarının şiirin sınırları kadar geniş olmasına yönelmişti. Bu Nâzım Hikmet, aşa ğıdaki satırları yazarken, Goethe’- nin Faust eserindeki hiç ölmeyen va tandaşı anlatıyordu: Ben yanmasam, Sen yanmasan Biz yanmasak Nasıl çıkar Karanlıklar Aydınlığa... g
J
Nâzım H ikm et 90 yaşında
Kâğıt gemiler!..
Sunay Akın
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan, Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın.
1 ▼ âzım H ik m et’in “ Mavi Liman” adlı şiirini ne zaman oku sam ellerim deniz suyuyla nasırlaşır, balık kokar kazağım ve bir kaptan olarak görürüm kendimi!
Yalnızca ben mi? Hepimiz birer kaptanız aslında; Nâzım Hikmet’i beklemekle, onu mavi limana çıkar makla görevli birer kaptan...
Gemilerimiz yok mu? Elbette var gemilerimiz... Unuttunuz mu, nasılda gemiler yapardık kâğıtlar dan?
Gelin; ikramiye çıkmamış piyan go biletlerinden, tiyatro afişlerin den, gazetelerden, dergilerden, bi ten bir aşkın mektuplarından, u r’- un habis olduğunu gösteren doktor raporlarından, takdirnamelerden, tasdiknamelerden, resmi gazeteler den, polis tutanaklarından, özenle sakladığınız ilkokul karnenizden ve nikâh davetiyenizden, faturalardan, KDV fişlerinden, teskere kâğıtların dan, takvim yapraklarından, imsa kiyelerinden, ders notlarından, ke se kâğıdından... Yani elinize hangi kâğıt geçer ise, işte o kâğıttan bir ge mi yapalım!
Ve, bir köşesine adımızı yazıp, imzaladıktan sonra gönderelim “ Kültür Bakanlığı / Ankara” adre sine. Fatih’in, gemileri karadan Ha
liç’e indirmesinden daha uzun bir yolculuğa çıkacaktır gemilerimiz! Adınızın başına “ Kaptan” sözcüğü nü yazmayı unutmayın sakın... Çünkü siz, o geminin kaptanısınız.
Böylelikle bir “ seyir defteri” ni yazmaya başlayacağız hep birlikte. Nâzım Hikmet’in, çınarlı, kubbeli o mavi limana çıkmasıyla kapana cak bir seyir defteri! Ankara’ya doğru yola çıksın gemiler, umut kı zakları üstünde! Ta ki, Nâzım Hik met Türkiye’ye gelene dek...
Kâğıt gemiyi yapamazsınız sakın umutsuzluğa kapılmayın. En yakın daki oyun bahçesine gidip, yardım isteyin çocuklardan!
Bırakın, Nâzım Hikmet düş manları gemilerimizin kâğıt oluşu na aldanıp, gülsünler bize... Yürek lerimizdeki sevgi gemilerinin çeliği yarıp, geçecektir onları!
Kâğıt gemilerimize dokununca elleri yanmayacaktır Nâzım Hik met’in. Çünkü o gemiler geri geti recektir onu; boğaza doğru...
Evet! Kâğıtlardan gemiler yap sın elleriniz. Nâzım Hikmet’in inan dığı gibi, “ bu dünya ellerinizin üs tünde duruyor” ... ■
Nâzım H ikm et 90 yaşında
Dünyanın en mutlu
insankmndandı
Rady Fiş
Jm9 Haziran 1951... Bükreş’ten
kalkan uçak, küçük bir nokta halin de gökyüzünde belirdi. Moskova’ da, havaalanında herkes bekliyor du.
Sonunda Nâzım Hikmet merdi venlerden indi. Uzun boylu, yakı şıklı, zarifti. On iki yıllık hapislik onu yenememişti. Ama yorgundu.
Her yandan çiçekler yağmaya başladı. Bunları elinde tutamıyor, heyecanından dolayı da tek söz söy leyemiyordu. Bir süre sonra mikro fonu eline aldı. Özgüllüğüne kavuş ması için mücadele verenlere, ken di halkı adına da teşekkür etti.
Nâzım’ı ilk kez o gün gördüm. Uzun boylu, kır saçlı, beyaz yüz lü bir kadın ona yaklaştı ve:
“ Güzel şiiriniz için, kızım Zo- ya’yı unutmadığınız için size candan teşekkür ederim,” dedi.
Nâzım, onun sesinde, kendi an nesi Celile Hanım’ın sesini duyuyor du: “ Nazım, bunu bilmelisin.”
Celile Hanım, 1945 Şubat’ında Nâzım’ı Bursa’da ziyaret etmiş, bir Fransız gazetesinden kestiği kupü rü ona vermişti. Nâzım, faşistlerce asılan ve kendisini Tanya olarak ta nıtan Zoya Kosmodomyanskaya’yı konu alan yazıyı okumuştu. Genç kızın bir de resmi vardı: Beyaz ince boynuna ip geçirilmişti. Nâzım res me bakarken Celile Hanım gözleri ni oğlundan ayırmıyor, “ Kimbilir annesi ne haldedir,” diyordu.
Nâzım o gece, daha sonra “ İn san Manzaraları” na girecek Zoya ile ilgili şiiri yazmaya başladı. Şiir önce Fransa’ya ulaştırıldı, oradan Moskova’ya... Bu şiiri aramızdan ayrılmış olan şair Mark Maksimov’- la birlikte çevirmiş, büyük bir gaze tede yayımlamıştık.
O sıralarda Nâzım İstanbul’da, Cerrahpaşa Hastanesi’nde yatıyor ve her gün ölüm biraz daha yakla şıyordu. Açlık grevindeydi. Annesi Celile Hanım ise elinde bir pankart
la Galata Köprüsü üzerinde imza toplamaya çalışıyordu. Pankartta, oğlu Nâzım Hikmet’in haksızlığa karşı açlık grevine gittiğini, kendi sinin de ona katıldığını bildiriyor; onu kurtarmak isteyenlerin hazırla nan dilekçeye imza atmasını istiyor du.
Olayı gazetelerden öğrenince Zoya’nm annesine telefon ettim. O da radyodan Türk halkına seslenen bir konuşma yapmak istedi. Bu ara da Celile Hanımaseslendi: “ Oğlunuz yaşayacak!”
Zoya’nın annesinin sözleri ger çekleşti.
Bir yıl sonra da Nâzım, bu Rus kadınının eski bir parşömen gibi bu ruşmuş elini ülkesindeki geleneğe uyarak öpüp alnına koydu.
O günden sonra, ölümüne ka dar, Sovyet insanlarıyla diyalogu kesilmedi Nâzım’m. Hemen her yer den, işçiler, tezgâhtarlar, üni versite öğrencilerinden çağrılar alı yordu. Moskova’da, Bakü’de, Tif lis’te, Riga’da, Novosibirsk’te, ku lüplerde, fabrikalarda, yazar top lantılarında sürekli konuşuyordu. Hep Türkiye’den, halkından, ken disini bir elçisi saydığı kültüründen söz ediyordu.
Moskova’daki evinin kapısı her zaman ardına kadar açıktı. Konuk larıyla konuşurken birden kalkıp ça lışma odasına gittiği, yazı makine sinde birkaç satır yazdıktan sonra dönüp gelerek sohbeti kaldığı yer den sürdürdüğü olurdu.
Bir gün Moskova’da bir taksi şoförü, birdenbire, “ Sizi tanıyo rum ,” demişti bana. “ Hatırlıyor musunuz, Türk şairi Nâzım Hik- met’le birlikte Peredelkino’ya gö türmüştüm sizi. Aynı sofrada ye mek yemiştik.”
Gerçekten de 1950’li yıllarda Nâzım, Edebiyat Forumu’nun Pe- redelkino kasabasındaki yazlığında oturuyordu. Nâzım üzerinde
kim-1 9 2 kim-1 'de Öğrenim için gittiği Moskova’ da
bilir nasıl bir izlenim uyandırmıştı ki, yolculuğu tüm ayrıntılarıyla ha tırlayabiliyordu.
Bir halkın ve onun şairlerinin başka bir halk tarafından doğru de ğerlendirilip değerlendirilemeyeceği ni bilemiyorum. Ama şunu biliyo rum: Ülkemizde birçok kişi, Türk- leri düşünürken Nâzım’ı gözönüne getirmiştir hep.
Nâzım’ın, ülkemizin birçok şa iri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bunlar arasında Rus şairlerinden Yevtuşenko ile Voznesenski’yi, Le- ton şairi Oyar Vatsetis’i, Kazak şa iri Olcas Süleymanov’u sayabiliriz. Öte yandan, Rusça’dan Altaycaya, Letoncadan Estoncaya, Başkırtca- ya kadar çeşitli dillerde yazılan ve Nâzım’a adanan şiirlerden koca bir kitap oluşturulabilir...
1961’de Peredelkino’nun iki ya nı kayın ağaçlı yollarında Nazım’la birlikte çok dolaştım. O sıralar bü yük oyuncu Arkadi Raykin için bir oyun tasarlıyordu. Raykin’i çok sever, onu Şarlo ile karşılaştırırdı. Kendisini tasarısına kaptırıyor, yol lar boyunca çeşitli varyantlar anla tıyordu.
Bir oyun ya da öykü tasarlama ya başlayınca, tasarılarını rastladı ğı herkese anlatırdı. Böylelikle ta mamladığını, değiştirdiğini, zengin leştirdiğini çok kez gözledim. Ken dini bu yolla sınıyordu. Anlaşılan, yüksek sesle çalışma alışkanlığını öğrencilik ve hapishane döneminde edinmişti. Sakin bir çalışma
odasın-da oturacak, kitaplıklarodasın-da çalışacak, zamanı hiç olmamıştı.
Sözü geçen oyunu bir fars ola rak yazmayı kuruyordu. Ne yazık ki yazamadı. Oysa anlattıklarında, ilk tasarıda olmayan birçok ayrıntı var dı. Bunlarla bir değil, birkaç oyun yazabilirdi. Bunu kendisine söyle dim. “ Keşke tasarladıklarımdan on da birini gerçekleştirecek zamanım olsa” , dedi. Sesinde hüzün vardı. Kalp krizini yeni atlatmış, ayağa he nüz kalkmıştı. Yaşayacağı yılların sayılı olduğunun ayrımındaydı.
Nâzım’la ilişkisi olanlar bilir: Onun tasarılarını gerçekleştirebil mek için, belki de koca bir şairler ve oyun yazarları birliği gerekiyör- du.
Nâzım hiçbir zaman sanatı ve ünüyle övünmez, kendi yaptığı her şeyin başkalarmınkinden daha iyi olduğunu düşünmezdi. Şiirlerini tek kopya yazar ve ne yazık ki bunları sık sık kaybederdi. Kaç kere:
“ Makineyle yazıp hiç olmazsa iki kopya çıkarsanız, üstad” , de dim. Hep şakayla geçiştirdi. “ Araş
tırmacılara benim ölümümden son ra da iş çıksın” der, gülerdi.
Yazdıklarının üstüne titremez, gelecek kuşaklara bir arşiv bırakma yı düşünmezdi. Onda gerçekten büyük bir insanın alçakgönüllülüğü vardı.
Onun demokratik tutumunu il kel basitlikte karıştıran kimi talih siz konukları da olurdu. Böyle du rumlarda Nâzım’in içindeki gerçek İstanbul aristokratı uyanırdı, om - zuna şaplak indirmek için kalkan eli havada bırakıverirdi.
Gerçekte Nâzım geniş, sabırlı bir insandı. Kimilerine bağışlanmaz gö rünen davranışlara özürler bulma ya çalışırdı. Buna karşılık, yanında ima yoluyla bile olsa, —hangi halk olursa olsun— herhangi bir halk üs tüne saygısızca bir söz edilmesine dayanamaz, böyle sözleri bağışla- mazdı. Cevabını hemen yapıştırırdı.
Günün birinde, Nâzım’ın Mos kova’daki evinde söz yeni şairlerden birinden açılmıştı. Nâzım bu şairin kitabına önsöz yazmış, kitabın ba sılmasını sağlamıştı. Birisi, genç şa
irin gerçekten yardıma gereksinimi olduğunu söyledi, onu yetenekli ama umutsuz bir kişi olarak tanım ladı. Nâzım, gözlerini bunlara söy leyene dikti. Elektronik bir sonday la, bu sözlerin altında yatanı anla mak istiyordu sanki. Sonra, kendi kendine konuşur gibi:
“ Oysa mutlu olmak o kadar ko lay k i...” dedi. “ Bir şey yaparken karşılığında ne takdir edilmeyi, ne ödüllendirilmeyi, ne de bize adalet li davranılmasını beklemeli... Ne ya zık ki içimizde dinsel bir inanışın ka lıntısı var. İyilik eden mutlaka kar şılığını görür, gibilerden. İnsanlar kayıp ve kazançlarını sürekli olarak içlerindeki terazide tartarken kendi lerini mutsuz hissediyorlar.”
Karşılarındakine yeniden, onu ölçercesine baktıktan sonra: “ Tec rübemden yararlanmak isterseniz, size şunu söyleyebilirim” , dedi. “ Hiç karşılık beklememeyi öğrenin. İşte o zaman, rastlantı sonucu ge len her yankı sizi sevindirir.”
Nâzım, dünyamızın en mutlu in sanlarından biriydi. ■
Nâzım H ikm et 90 yaşında
Şeyh Bedreddin
Destanı
Nurullah Ataç
1 T âzım Hikmet’in sanatını: “ Şa
ir zamanının geçici endişelerine bağ lanmamak, bir ideologianın yayıcı sı olmamalı, insanda ebedî olan şe yi aramalı” diye tenkit edenlere, Si- mavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı öyle sanıyorum ki, susturu cu bir cevap olabilir. Bu kitaptaki parçaların hepsi de zamanımızın bir fikir cereyanına tâbi olmakla bera ber, yine insanın ebedî bir hissini, tarihin her devrinde rasgelinen bir kaygusunu aksettiriyor; bir parça olsun insaf göstermek şartıyla, bu nu inkâr etmek kâbil değildir. H a rap olmuş insanları, yoksullaşmış bir memleketi, bir fikir uğrunda çar pışanları, ihanete ılğrayanların ele mini tasvir etmek; hak bildikleri bir yolda başlarını vermiş olanlar için ağlamak, insanın “ ebedî” hislerin den doğmaz mı? Destanı okuyun, göreceksiniz ki, o manzumelerdeki hisleri sizin kendi hisleriniz sayma nız için İçtimaî veya siyasî itikatla rına iştirak etmeniz hiç de zaruri de ğildir. Hatta daha ileri gideceğim, Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’ in inandığı fikirlerin değil, onlara zıd fikirlerin remzi diye telâkki edip heyecana kapılmanız kâbildir. “ Şa irin insanda ebedî olan şeyi arama sı lâzımdır” demek, “ Şair, her de vir insanlarının tarafından kabul edecekleri, kendi hislerine, hakikat lerine göre tefsir edebilecekleri mythe’ler yaratmaya çalışmalıdır” demektir. Şeyh Bedreddin’in Nâzım Hikmet’in kitabındaki çehresi ile, böyle bir mythe olduğu söylenebiür.
O destandaki manzumeler güzel midir? Herhangi bir eserin güzel olup olmadığını anlamak için eli mizde heyecanımızdan başka bir öl çü yoktur. Ben, Şeyh Bedreddin Destanı ’ndaki manzumeleri heye candan sarsılarak okudum. Demek ki onlar benim için güzeldir. Bir in san için güzel olanın, daha birçok insanlar için de güzel olması pek muhtemeldir.
Şu var ki, şiir gözden ziyade ku lak içindir. Mısraları sade gözle ta
kip etmemiz, mânâlarını anlamanız için kâfi değildir. Kitapta kalan bir mısra hareketsiz, cansız, mânâsız bir şeydir (Böyle olmayanları da vardır; fakat onlara şiir diyemiyo ruz). Şiirin -kelimeyi hemen hemen m usikideki m ânâsı verilerek- “ okunma” sı lâzımdır. Bir manzu me, bilhassa bir bestedir; mânâsı, yani güfte, o besteyi bulmamıza yar dım eden bir vasıtadan başka bir şey değildir. Nâzım Hikmet’in şiirini o mânâda “ okumak” ise, itiraf ede lim ki pek kolay değildir. Çünkü klâsik nazım kalıplarını kullanma dığı için her manzumede ahengi ara maya mecburuz (Fakat bu zaruret, klâsik nazım kalıpları ile yazılmış, yani aruz veya hece vezinlerine uy gun manzumelerde de vardır; ancak onlarda bir de veznin ittiradı vardır ki, biz ekseriya “ beste” diye bunun la iktifa ederiz). Nâzım Hikmet’in şiiri için: “ Bu nazım değil, nesir!” diyenler var. Hayır; nesir ile nazım
arasındaki başlıca fark, birincisinin “ okunamamasıdır” . Halbuki Nâ zım Hikm et’in şiiri muhakkak “ okunulmak” ister. Bunun için onu şevseniz de, sevmeseniz de nazım ol duğunu, hiç olmazsa nesir olmadı ğını kabul etmeniz lâzım gelir.
Şeyh Bedreddin Destanı’nı oku yun, bestesini keşfe çalışın. Bulur sanız emeğinize acımazsınız; çünkü bulacağınız ahenk, gerçekten asil bir ahenktir (Şiirin bestesi bittabi musi ki değildir. “ Şiir okurken kulağımı za bir keman, bir tanbur veya bir pi yano sesi gelir” gibi sözlerin mânâ sı yoktu. Fakat bu ayrı ve uzun bir meseledir).
Emeksiz bulduğunuz bestelerin güzelliğine de pek inanmayın; onlar zaten bildiğiniz şeylerdir. Her yeni lik, yazan gibi okuyandan da -belki yazandan ziyade okuyandan- bir gayret ister.
Son Posta, 28.11.1936
Mihally Svetlav, Aleksay Sirkov, N .H ikm et, Moskova, 1962
Nâzım H ikm et 90 yaşında
Nâzım Hikm etin şiiri
Afşar Timuçin
1 y âzım Hikmet’in şiiri gerçek an
lamda bir arayışın şiiridir. Her sa nat arayıştır, her yapıt bir insan araştırmasıyla ilgilidir. Ancak bazı yapıtlar insanı daha genel açıdan, daha bildik, daha alışılmış görü nümleriyle ele ahrken, bazı yapıtlar insana daha köklü, daha köktenci bir tutumla yönelirler. Dehanın özelliği insanı ortaya çıkarmak adı na kılı kırk yarmasıdır. Şiir dehası Nâzım Hikmet insana kabataslak bakmakla yetinmez, insanı bilgece ele alır, filozofça tartışır. Bunun bir bilgi işi olduğu kesindir. Sanatçının gündelik bilgiyle yetinemeyeceği de kesindir. Nâzım Hikmet’in büyük lüğü, bütün bir insanlık kalıtından en yüksek düzeyde yararlanabilecek bir bilinç yüksekliğine ulaşmış olma sından gelir. Anlamak için bilmek, bilmek için anlamak gerekir. Sanat çı da bu zorunluluktan kaçamaz. Nâzım Hikmet bu zorunluluğu er kenden sezmiş, kendini her şeyden önce bir bilgi insanı olarak yetiştir menin yollarını aramıştır.
Nâzım Hikmet son derece bilgi
tutkunu bir sanatçı olduğu gibi, et kilenmelere son derece açık bir sa natçıdır. Onun sanatındaki etkiler den söz ederken domuzuna bıyık al tından gülmeye çalışan insanlar, sa natçının en yüksek düzeyde etkiler alabilen bir kişi olması gerektiğini bile bilmeyecek kadar boş insanlar dır. Herkes etki alamaz, herkes al dığı etkiyi sağlıklı bir biçimde özüm- leyemez. Bir Mayakovski’den, bir Baudelaire’den, bir Aragon’dan et kilenebilmek için onların bilinç dü zeyine ulaşmış olmak gerekir. Sana ta gerçek etkilenme, yüksek düzey de etkilenme alt düzeyde bir bilinç le, gündelik bilgilerden oluşmuş bir bilinçle sağlanamaz. Rahatça, çe kinmeden, hiçbir sinsi eğilim içinde olmadan şunu söyleyebiliriz: Nâzım Hikmet’in şiiri büyük etkilerle ku rulmuş bir şiirdir, bununla birlikte kendi kurallarını, kendi tadlarmı, kendi özelliklerini, kendi tutarlılık larını ve hatta kendi açmazlarını ya ratmış bir şiirdir. Onda her şey bil gece ya da bilgince düşünülmüştür, hiçbir şey raslantıya bırakılmamış
tır. Kimi sanatçı denize olta sarkı tır gibi kendi içine bir tarayıcı salar ve oradan sezgiler, duygular, düşün celer derleyerek yapıtını oluşturma ya girişir. Nâzım Hikmet’in şiiri böylesi bir gelişigüzellikten uzaktır. Nâzım Hikmet’in şiirinde her şey üst düzeyde bir kavrayış ve üst dü zeyde bir açıklama adına uzun uzun tartışılmıştır.
Kimi sanat tartışmaz, tartışır gi bi yapsa da tartışmaz. Kimi sanat insanı tartışırken kendini de tartışır. Dünyayı tartışmalar içinde anlarız, kendimizi tartışmalarla kurarız. Es tetik bu tartışmada varolur. Her sa natçının kendi estetiği vardır. Buna özel estetik de diyebiliriz. Bu özel es tetik genel anlamda estetiğin kural larıyla tersleşmez, ancak onun bel ki bir çırpıda açıklayamayacağı ba zı özel özellikler gösterir. Sanat ya pıtım sanat yapıtı yapan da bu özel likler değil midir? Ancak her este tik genel anlamda estetiğin bilgile rine bağlandığı ölçüde değer kaza- nacakır. En genel düzeyde, hatta
bi-limsel düzeyde bir estetik varsa, kendine kapalı özel estetikler yok tur. özel estetiklerden estetiğin uç suz bucaksız alanına çıkılır. Sanat çı estetiğini sanat deneyleriyle kurar. Estetik sanatsal çabadan giderek or taya konulan bir sonuçtur ki, gene sanatı aydınlatır. Estetiğin kuralla rı sanatın dışında bir yerlerden ge tirilemez. Her sanatçı sanatını, bu arada estetiğini kendi yaşam koşul ları içinde, kendi yaşam koşulları na göre geliştirir.
Sanatçının sanat deneyleri, baş ka sanatçıların sanat deneyleriyle güçlendiği ve bütünleştiği ölçüde önem kazanır. Bu, başka sanat ça balarının bize yol göstermesidir. İşte etkilenme bu noktada önemli olur, bu noktada kurucu bir anlam kaza nır. Sanatçı yalnızca sevip saydığı üç-beş sanatçının değil, bütün bir in sanlık tarihinin etkilerine açık olma yı bilen kişidir. Bir sanatçının bü yüklüğü, almış olduğu etkilerin bü yüklüğünden gelir. İnsanlığın güç lü kalıtından yararlanabilmek, bu nu ne kadar söylesek azdır, ancak
yüksek bir bilgi düzeyinde olmakla olasıdır. Bu yüksek bilgi düzeyi, Nâ zım Hikmet’te de gördüğümüz gi bi, aralıksız tartışmalar düzeyidir. Her şeyin yaşamsal zorunluluklar gereği enine boyuna tartışmalarla kurulduğu bir dünyada sanat da tar tışmalar içinde varolacaktır. Bu tar tışma yapıtın doğasına katılır, var lığına siner, her şeyinde yansır. Her yapıt bize daha ilk adımda tartışma sız bir insan yaşamı olmayacağı ger çeğini duyurur. Bu yüzden sanatçı bakışıyla tekçi bakış, sanatçı gözüy le bütüncü insan gözü bağdaşmalar dan uzak iki ayrı kutup oluşturur. Bir başka deyişle, her şeyi bir biçim görmek isteyen insan sanatla uzak yakın ilişkisi olmayan, olamayacak olan insandır.
Nâzım Hikmet bilen, bildiği için de iyi gören bir sanatçıdır. Bakışı kaygan değildir, tersine kesinlikli- dir. Ancak bu kesinlilik bir tekyan- lılıktan kaynaklanmaz. Kimi sanatçı bakışı neredeyse her şeye olur deme ye hazır çok geniş bir açıdan dün yaya salar. Bu tür sanatçılar bize ke
sinliklerden çok kayganlıkları duyu rurlar. Nâzım Hikmet gibi sanatçı lar ya da daha belirgin bir dünya gö rüşü içinde yer alan sanatçılar bu tür kayganlıklardan uzak kalırlar. Bir Apollinaire insancı bakış açısı için de son derece sereserpe bakar dün yaya.
Bir Aragon kendi yerini iyi den iyiye belirlemiştir, estetiğinin ge niş çerçeveli uzanımları bile bize bir kayganlığın izlenimlerini vermekten uzaktır. Burada katı bir tutumla bi rinciler bizden değil gibi bir duygu sallığın içine girmek yanlış olur. İyi sanat, ister bakış açıları açısından bir kayganlıkta kurulmuş olsun, is ter kesinliklerle belirgin olsun, ger çek anlamda bir insan araştırması olmakla bizi birinci plânda ilgilen direcektir.
Nâzım Hikmet’ten öğreneceği miz çok şey vardır. O hem bir sa natçı, hem gerçek anlamda bir dü şünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olma nın değerini öğretir. Şiiri tepeden
Asya • Afrika Yasarlarına
K a rd e ş le rim b a k m a y ın sarı saçlı o ld u ğ u m a b e n A s y a lIy ım b a k m a y ın m a v i g ö z lü o ld u ğ u m a b e n A fr ik a lıy ım a ğ aç la r k e n d i d ib in e g ö lg e v e r m e z b e n im o rd a sizin o r d a k lle r g ib i tıp k ı b e n im o rd a arstanın a ğ z ın d a d ır e k m e k e jd e r le r y a t a r b a şın d a ç e şm e le rin v e ö lü n ü r b e n im o r d a ellisine b a s ılm a d a n s izin o ra d a k i g ib i tıp k ı b a k m a y ın sarı saçlı o ld u ğ u m a b e n A s ya lIy ım b a k m a y ın m a v i g ö z lü o ld u ğ u m a b e n A fr ik a lıy ım
o k u y u p y a z m a b ilm e z y ü z d e sekseni b e n im k ile rin şiirle r g e z e r a ğ ız d a n a ğ ız a tü r k ü le ş e r e k
ş iirle r b a yra k ta ş a b iilr b e n im o rd a
sizin o r d a k i g ib i k a rd e ş le rim
sıska ö k ü z ü n y a n ın a k o ş u lu p ş iirle rim iz to p r a ğ ı sü re b ilm e li p irin ç ta r la la rın d a b a ta k lığ a g ire b ilm e li
d izle rin e k a d a r b ü tü n s o ru la rı so ra b ilm e li
b ü tü n ışıkları d e re b iim e ll y o l b a ş la rın d a d u ra b ilm e n
k ilo m e tr e taş ları g ib i ş iirle rim iz yaklaşan d ü ş m a n ı h e rk e s te n ö n c e g ö re b ilm e li
ç e n g e ld e ta m ta m la r a v u ra b ilm e n
v e y e r y ü z ü n d e te k esir y u r t te k e s ir insan
g ö k y ü z ü n d e a to m lu te k b u lu t k a lm a y ın c a y a k a d a r m alı m ü lk ü aklı fik r i canı n e y i va rs a v e re b ilm e n
b ü y ü k h ü r r iy e t ş iirle rim iz.
Knşocuğu
K ap ıla rı çalan b e n im ka p ıla rı b ir e r b ire r. G ö z ü n ü z e g ö r ü n e m e m g ö z e g ö r ü n m e z ö lü le r. H iro ş im a ’d a öleli o lu y o r b ir o n yıl k a d a r. Y e d i y a ş ın d a b ir k ız ım , b ü y ü m e z ö lü ç o c u k la r. S aç la rım t u t u ş t u ö n c e , g ö z le r im y a n d ı k a v ru ld u B ir a v u ç kül o lu v e r d im , k ü lü m h a v a y a s a v ru ld u . B e n im s izd e n k e n d im İçin h iç b ir şey İs te d iğ im y o k .Î
e k e r b ile y iy e m e z kİ â a t g ib i y a n a n ç o c u k . Ç a lıy o r u m , k a p ın ızı t e y z e , a m c a , b ir im z a v e r . ç o c u k la r ö ld ü rü lm e s in ş e k e r d e y iye b ils in le r.tırnağa insandır. Ondan öğrendiği miz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur. Nâzım Hik
m et’e baktığımızda şunu anlarız: Sanatçı neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin güzel ne yin çirkin olduğunu ayırdedebilecek bilinç düzeyinde olmalıdır; sanatta gelişigüzel yönelimden ancak gelişi güzel yapıtlar doğar, bu gelişigüzel yapıtlar çoğu ölü doğmuş yapıtlar dır. Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluş turmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bil giyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiş tir: Gerçek bilgi toplumun ve tari hin bilgisidir, insan yaşamı zorun lu olarak toplumsaldır ve tarihsel dir, buna göre gerçek insan kendi sini toplumsal bir varlık olarak du yan insandır. İnsan ancak başkala rıyla insandır.
Bu bakış açısı doğal olarak Nâ zım Hikmet’in estetiğine temel an lamım verir, ana özelliklerini kazan dırır. Onun şiiri tekbiçim, tekyan- h, tekdüze, öğretici, bildirici, kafa açıcı, adam edici, kandırıcı, insan ları doğru yola yöneltici bir şiir de ğildir, onun şiiri toplumda olduğu gibi, insan yaşamında olduğu gibi değişik öğelerin tam bir uyum için de, hatta tam bir çatışkıh uyum için de bir araya geldiği bir şiirdir. Onun bir yerinden baktınız mı koskoca bir dünyayı görürsünüz. Cılız ve dar açılı bir şiirle karşılaşan kişinin duy duğu sıkıntı Nâzım Hikmet’in şiirin de bir an bile duyulmaz. Nâzım Hikmet’in şiiriyle yüzyüze gelen ki şi, onun uyumlu çeşitliliğinden et kilenirken, bakış açısının genişliği karşısında şaşkınlığa düşecektir. Bu na göre Nâzım Hikmet gerçek an lamda çok yapılı bir bütünselliğin yaratıcısıdır. “ Bana göre büyük adam odur ki, sanattan politikaya kadar kendi işinde, en önde yürür, dönemeçleri önde geçer, olanı kav rar, olacağı sezer ve bu kavrayışla sezişe dayanarak yaratır.” Nâzım Hikmet bu tanımına uyan kişiliğiy le şiirimizin en büyük anıtı ve do ruk noktasıdır. Onda her zaman koskoca bir tarihin insani özünü, şimdinin bütün boyutlarıyla ve bü tün sancılarıyla kuruluşunu ve tam anlamında bir gelecek inancını buluruz.
Eylül 1990 “ Nâzım’dan Armağan” dan. Cem Yayınevi, 1990
SaHamsöğiit
A k ıy o r d u su
g ö s te rip a yn a s ın d a s ö ğ ü t a ğ a ç la rın ı: S a lk ım s ö ğ ü tle r y ık ıy o r d u s u d a saçlarını! Y a n a n y a lın kılıçları ç a rp a ra k s ö ğ ü tle re k o ş u y o rd u k ızıl a tlıla r g ü n e ş in b a ttığ ı y e re ! B ird e n b ire ku ş g ib i v u r u lm u ş g ib i k a n a d ın d a n , ya ra lı b ir a tlı y u v a rla n d ı a tın d a n ! B a ğ ırm a d ı, g id e n le ri g e ri ç a ğ ırm a d ı, b a k tı y a ln ız d o lu g ö zle rle u za k la ş a n a tlıla rın p a rıld a y a n n a lla rın a ! A h n e y a zık ) N e y a z ık ki o n a d ö r t n ala g id e n a tla rın k ö p ü k lü b o y n u n a b ir d a h a y a tm a y a c a k , b e y a z o r d u la r ın a rd ın d a kılıç o y n a tm a y a c a k i N a l sesleri s ö n ü y o r p e rd e p e r d e ... a tlıla r k a y b o lu y o r g ü n e ş in b a ttığ ı y e rd e ! A tlıla r a tlıla r k ızıl a tlıla r ,
a tla rı r ü z g â r k a n a tlıla rı A tla r ı r ü z g â r k a n a t ... A tla r ı r ü z g â r . A t l a r ı ... A t . .. R ü zg â r k a n a tlı a tlıla r g ib i g e ç ti h a y a t! A k a r s u y u n sesi d in d i. G ö lg e le r g ö lg e le n d i r e n k le r silind i. S iya h ö r t ü le r İndi m a v i g ö zle rin e s a rk tı s a lk ım s ö ğ ü tle r sarı saçlarının A ğ la m a s a lk ım s ö ğ ü t ü ze rin e ! a ğ la m a , k a ra s u y u n a yn a s ın d a el b a ğ la m a ! el b a ğ la m a ! a ğ la m a !
Memet
Karşı y a k a m e m le k e t, s e s le n iy o ru m V a r n a 'd a n , iş itiy o r m u s u n , M e m e t, M e m e t. K a r a d e n iz a k ıy o r d u r m a d a n , deli h a s re t deli h a s re t, o ğ lu m sana s e s le n iy o ru m , İş itiy o r m u s u n , M e m e t!..M e m e t !Nâzım H ikm et 90 yaşında
---
;---mm;# ■ ■ ■: ;■ • mıştı çünkü.
Nazmı Hikm etin
şiirinde yurt özlemi
Türkiye’den ayrılışıyla birlikte Nâzım Hikmet’in yaşantısında, dolayısıyla da şiirinde yeni bir ev de başlar. Şiirde dünyanın en bü yükleri arasında yer almaktadır. Bu na karşın anadilinden kopmamış, ülkesine dönme umudu taşıyan sür günde Türk şairi kimliğini özenle korumuştur.
Mustafa Öneş
ürkiye’deki son 13 yılının 12’sini (1938-1950) tutukevinde ge çiren Nâzım Hikmet, Genel A f Ka- nunu’ndan yararlanarak çıkabilmiş ti oradan. Ne var ki, polis gözeti minde bile olsa, kendi ülkesinde ya şama fırsatı verilmeyip, kısa süre sonra can güvenliği kaygısıyla Tür kiye’den ayrılmak zorunda bırakıl dı (Haziran 1951).
Gidişi yasal yollardan olmamıştı ama, avukatı Mehmet Ali Sebük’- ün belirttiği gibi, “ Nazım’m suçu pasaport yasasının. 33. maddesini çiğneyerek pasaportsuz yurt dışına
çıkma” ktı (1) yalnızca. Kamuoyu nu değişik biçimlerde etkilemişti. Ondan kurtulduğuna sevinen büyük bürokratlar da vardı, değerinin bi linmediğine üzülen gerçek aydınlar da. Tepkiler ise, ayrılış nedenlerini araştırma olanağı bulunmadığın dan, Sovyetler Birliği’ne kaçtığı söy lentilerine inanan halk kesiminden geliyordu çoğunlukla. Stalin’in Bo- ğazlar’a göz dikmesi, Kore Sava- şı’nda verilen şehitler, bir de Ame rikan kışkırtmasıyla, o yıllarda halk arasında Moskof düşmanlığı, ko münizm korkusu, doruğuna
ulaş-Geniş açıdan bakılınca, Nâzım Hikmet’te ‘özlem’in çok önemli bir işlevi olduğu görülüyor. Ne zaman imge dağarı yoksullaşmaya yüz tut sa yaşantısında hemen başlayan, bu sözcükle özetlenebilecek değişimler ona yeni devinim alanları açmıştır. Başlangıçtaki özlemi, insanlara top lumsal ve ekonomik eşitlik sağlaya bilecek tek yönetim biçimi saydığı sosyalizmin Türkiye’de de uygulan masıdır. Yasaklanan bir öğretinin savunuculuğunu yapmak ve askeri öğrencileri ayaklandırmaya çalış makla yargılanıp tutukevine gönde rilir. 12 yıl kalacağı bu ortamda şii ri ikinci özlem boyutunu kazanır. Ulaşılamadığı için mektuplaşmakla yetinilip şiirlerde idealleştirilen bir
I M H D H I 1
G ö ğ s ü m d e 1 5 y a ra v a r ı. S a p la n d ı g ö ğ s ü m e 1 5 k a ra saplı b ıç a k ). K a lb im y in e ç a r p ıy o r , k a lb im y in e ça rp a cak lt! G ö ğ s ü m d e 1 5 y a ra v a rı S arıldı 1 5 y a r a m akara k a y g a n y ıla n la r g ib i k a ra n lık sular! K a r a d e n iz b o ğ m a k İs tiy o r b e n i, b o ğ m a k is tiy o r b e n i kanlı k a ra n lık su ların S a p la n d ı g ö ğ s ü m e 1 5 ka ra saplı b ıç a k . K la b lm y in e ç a r p ıy o r , k a lb im y in e ç a rp a c a k !.. G ö ğ s ü m d e 1 5 y a r a v a r ı. D e ld ile r g ö ğ s ü m ü 1 5 y e r in d e n , s a n d ıla r kİ v u r m a z a r tık k a lb im k e d e rin d e n ! K a lb im y in e ç a rp ıy o r , k a lb im y in e ç a rp a c ak !!! Y a n d ı 1 5 y a r a m d a n 1 5 a le v , k ırıld ı g ö ğ s ü m d e 1 5 ka ra saplı b ıç a k .. K a lb im kanlı b ir b a y r a k g ib i ç a rp ıy o r , Ç A R -P A -C A K Ü
Vapur
Y ü r e k d e ğ il b e , ç a rık m ış b u , m a n d a g ö n ü n d e n , t e p e r ha b a b a m t e p e r p a ra la n m a z te p e r taşlı y o lla rı. B ir v a p u r g e ç e r V a r n a ö n ü n d e n , u y K a r a d e n iz'in g ü m ü ş te lle ri, b ir v a p u r g e ç e r B o ğ a z a d o ğ r u . N â z ım usu ilacık o k ş a r v a p u r u ,y a n a r e lle r i...
Yolcu Yolun Şarksa
Y o lc u , y o lu n ş a rk s a , a n s ızın ç ö k e n , H e r taşı m u k a d d e s h a ra b e y i s o r. O r a d a s o n d a m la k a n ın ı d ö k e n Y aralı y iğ itle r d ö ğ ü ş e d iy o r . Y o lc u , y o lu n ş a rk s a , b a h ç e le rin d e G ü lle rin ü s tü n e silah ç a tıla n , B a h arı k a n o la n illere İn d e , O y e ri ö zle y e n g ö n ü lle r i a n . Y o lc u , y o lu n şa rk a u ğ ra rs a y a r ın , E lin d e z a fe r d e n k o p a n çiçe kle , G ö k le re d a y a n a n karlı d a ğ la rın A r d ın d a n yü k s e le n g ü n e şi b e k le .
mm
sevgilinin özlemidir bu. Dört Hapi-
«aneden, Saat 21-22 Şiirleri, Ruba
iler adlı kitaplan söylediklerimize tanıklık edebilir.
Nâzım Hikmet’in idealleştireceği bir karısı ya da sevgilisi olmuştur her zaman: Piraye, Münevver An daç, Vera Tulyakova. Ama, Vera’- mn durumu öncekilerden değişiktir. Birleşmelerini engelleyen ne demir parmaklık vardır, ne de devlet sınır ları. Buradaki, yaş ayrımıyla ilgili doğal bir uzaklıktır:
“ Dün gece bavulumu hazırlıyor dun, / omuzların kederliydi, / bel ki değildiler de, bana öyle geldi, ke derli olmalarını istediğimden. / / Bu sabah kar aydınlığıyla uyandım. / Moskova uykudaydı, sen uykuday dın. / Saçların saman sarısı kirpik lerin mavi, / ak boynun uzundu, yuvarlaktı / ve kırmızı, kaim du daklarında keder, / belki değil de bana öyle geldi, kederli olmanı is tediğimden.” (2)
Yukarıdaki dizelerde görüldüğü gibi, birlikteyken aralarındaki uçu ruma sürekli köprüler kurarak ile tişimi canlı tutmaya, iki kişilik dü şünmeye, duymaya çalışan şair, uzun bir yolculuğa çıktığında onu idealleştirmekte güçlük çekmiyor:
“ Nasılsın Tulyakova, ne âlem lerdesin? / Saman sarısı saçlar na sılsınız! / Ne âlemlerdesiniz mavi kirpikler? / Mavi kirpikler yol ve rin, / gözlerinizin içini görmek isti yorum, / dolaşmak içinde gözleri nizin ve rastlamak kendime, / bel ki satırları arasında bir kitabın, / belki ikinci Pesçannaya’da otobüs durağında, / rastlamak kendime içinde gözlerinizin / ve ‘Merhaba Nâzım!’ demek, ‘Nicesin, mutlu musun?” (3)
Biraz sitem içeren bu dizeler, başkasının gözlerinde kendi kendi ne hatır sormakla, bile bile katlanı lan ilgisizliğin de çok güzel bir anla tımı oluyor.
Ülke dışına çıkışından ölümüne değin geçen ikinci 12 yıllık sürede, ‘yurt özlemi’ diye nitelenebilecek, 1951’den sonra yazdıklarına türlü biçimlerde yansıdığı algılanan yeni bir boyut daha eklenir şiirine. Dö nemin ürünlerinden bazıları koşma, türkü, destan havasındadır. Sesleri ni gezgin bir Anadolu halk ozanı - mnkinden ayıramazsınız:
“ Kapısından girer girmez / O dakka, o saniye / Gözlerini görür görmez / Birden sevdalandım Kiyef şehrine. / / Kat be kattır yamaçları / Gelinlerine benzer ağaçları / Ak topuklarını döğer saçları / Birden
Doktor Faust'un Evi
G e c e n in b ir g e ç v a k tın d a ,
k u le le rin d ib in d e , k e m e rle rin a ltın d a , d o la ş ıp d u r d u m P ira ğ 'ı. G ö k y ü z ü k a ra n lık ta a ltın çe k e n b ir im b ik , b ir s lm y a g e r İm b iğ i a le vi m a v i m a v i, şarl M e y d a n ı n a d o ğ r u İn d im y o k u ş aşağı, o r a d a , köşe b a ş ın d a , klin iğ e b itiş ik ,
b a h ç e iç in d e d o k t o r F a u s t’u n e v i. K ap ıyı ç a ld ım . D o k to r e v d e y o k . M a lû m : İki y ü z yıl k a d a r ö n c e . ta v a n d a k i d e lik te n , y in e b ö y le b ir g e c e , ç e k ip a ld ı o n u ş e y ta n . Kap ıyı ç a lıy o ru m .
Bu e v d e b e n d e s e n e t v e re c e ğ im ş e y ta n a , b e n d e k a n ım la İm za la d ım se n e d i. N e a ltın is tiy o r u m o n d a n , n e b ilim , n e d e g e n ç lik . H a s re tlik cana y e t t i , pest B en i İs ta n b u l'u m a g ö tü r s ü n b ir s a a tlik ... ç a lıy o ru m k a p ıy ı, ç a lıy o ru m .
Kapı a ç ılm ıy o r, a ç ılm ıy o r. N e d e n ?
is te d iğ im o lm a z İş m i M efis to fe ie s ? Y o k s a b u İlm e lim e ru h u m
sa tın a lın m a ğ a d e ğ m e z m İ? P ira ğ 'd a a y d o ğ u y o r lim o n sarısı. D o k to r F a u s t'u n evi ö n ü n d e d u r u y o r u m , ç a lıy o ru m a ç ılm a z k a p ıyı gece y a r ıs ı...
Ceviz A ğacı
Başım k ö p ü k k ö p ü k b u lu t , İçim d ış ım d e n iz , b e n b ir c e v iz a ğ a c ıy ım G ü lh a n e p a rk ı n d a , b u d a k b u d a k , ş e rh a m ş e rh a m İh tiy a r b ir c e v iz .. N e sen b u n u n fa rk ın d a s ın , n e p o lis fa r k ın d a . B e n b ir c e v iz a ğ a c ıy ım G ü lh a n e P a rk ı n d a . Y a p r a k la rım su d a b a lık g ib i kıvıl k ıv ıl. Y a p r a k la rım ip e k m e n d il g ib i tiril tir il, k o p a n v e r , g ö z le r in in , g ü lü m , yaş ın ı sü. Y a p r a k la rım e ile rH ü îM r, t a m y ü z j j l n e l l m v a r . Y ü z b in elle d o k u n u r u m s a n a, İs ta n b u l’a .. Y a p r a k la rım g ö z le r im d lr , şaşarak b a k a rım . Y ü z b in g ö z le 1 s e y re d e rim se n i, İs ta n b u l’u . Y ü z b in y ü r e k g ib i ç a rp a r, ç a rp a r y a p r a k la rım . B e n b ir c e v iz a ğ a c ıy ım G ü lh a n e P a r k ı’n d a . N e sen b u n u n fa rk ın d a s ın , n e polis fa r k ın d a .sevdalandım Kiyef şehrine.” (4) Aynı koşuk biçiminin üç yıl son ra sunulan yetkin bir örneğininse masa başında yazıldığı anlaşılıyor:
“ İnsan olan vatanını satar mı? / Suyun içip ekmeğini yediniz. / Dünyada vatandan aziz şey var mı? / Beyler bu vatana nasıl kıydınız?” (5)
Yurt özlemi, çoğu kez anıların yoğun olduğu bir kente, bölgesel ya da genel bir özelliğe yöneliktir. Şii rin tümünü kapsadığı olur. “ Ka vak” , “ Doktor Faust’un Evi” , “ Vapur” , “ Ceviz Ağacı” , “ Yine Memleketim Üstüne Söylenmiştir” bu türden şiirlerdir:
“ M emleketim, memleketim, memleketim, / ne kasketim kaldı se nin ora işi, / ne yollarını taşımış ayakkabım, / son mintanın da sır tımda paralandı çoktan, / Şile be- zindendi. / Sen şimdi yalnız saçımın akında, / enfarktmda yüreğimin, / alnımın çizgilerindesin memleketin, / memleketim, / memleketim...’ (6)
Bazen de birden apsıma, çağrı şım, benzetme yoluyla, şiire değişik oranlarda karıştırılarak iletilmekte dir:
“ Şair, memleketten uzak, / has retle delik deşik, / etrafına dalgın baktı. / Geldi indi salınarak / nazlı serin bir mavilik / meydanlığa öğle vakti.” (7)
Bir örnek daha:
“ önündeyim bir vitrinin / bü tün bir dünya oyuncak, / kurtlar, ayılar, şipşirin, / düşüp öldürmeyen uçak, / sarı bacalı vapurlar, / oto büsler pırıl pırıl. / / İstanbul’da bir Memet var / altısına bastı bu yıl.”
(8)
Nâzım Hikmet’in bazı şiirlerin de yurt özlemi, orada kalmış sevgi linin ya da sevgililerin özlemiyle bü tünleşmiştir. “ Sen” , “ Gözlerin” , “ Münevver’e Mektup Yazdım De- dimKi:” başlıklı şiirler bunun en so mut örnekleridir:
“ Sen esirliğim ve hürriyetimsin, / çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, / sen memleketimsin. / / Sen elâ gözlerinde yeşil hâreler, / sen büyük, güzel ve muzaffer / ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretim- sin...” (9)
Yurt özleminin Nâzım Hikmet’- te sıradan bir süs öğesi değil de yurt
sevgisinden kaynaklanan temel öğe olduğunu anlamak için şiirlerine şöyle bir göz atmak yeterlidir. De mokrat Parti başta kaldığı sürece Türkiye’ye dönemeyeceğini bilen şa ir, 50’li yılların sonlarına doğru bu iktidara karşı yurt içinde başlayan hoşnutsuzluğu desteklemiş, bir tür Amerikan yarı sömürgesi durumu na gelen ülkede Kuvâyi Milliye Ru- hu’nu uyandırmaya çalışan şiirler yazmıştır:
“ Şehitler, Kuvâyi Milliye şehit leri, / mezardan çıkmanın vakti dir!” (10)
Daha önce de alıntı yaptığımız “ Bu Vatana Nasıl Kıydılar” başlıklı şiirin son dörtlüğü:
“ Günü gelir çarh düzüne çevri lir, / günü gelir hesabınız görülür. / Günü gelir sualiniz sorulur: / Bey ler bu vatana nasıl kıydınız?”
ile “ Diyet” in son dizeleri “ Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, / göze göz, / ele el, / bacağa bacak, / diyetimi istiyorum, / ala
cağım d a.” (11)
Adnan Menderes’le arkadaşları nın geleceği üzerine bir önbili gibi dir.
Nâzım Hikmet’in yurt özlemi hâlâ sürüyor; çünkü, Türkiye’de simgesel bir mezan yok. ■
Dipnotları:
(1) “ Nazım Vatan Haini Değildi” , Yeni Gündem, 1986, sayı 33.
(2) “ Tanganika Röportajı” ndan, Son
Şiirleri, sayfa 157, Adam Yayınla
rı.
(3) “ Tanganika Röportajı” ndan, Son
Şiirleri, sayfa 167, Adam Yayınları. (4) “ Şevçenko’nun Kalemi” nden, Tüm
Eserleri 5, sayfa 74, Cem Yayınevi.
(5) “ Bu Vatana Nasıl Kıydılar” dan,
Son Şiirleri, sayfa 8.
(6) “ Yine Memleketim Üstüne Söylen miştir” , Tüm Eserleri 5, sayfa 130. (7) “ Hanuş Ustanın Saatı” ndan, Tüm
Eserleri 5, sayfa 92.
(8) “ Vatslav Caddesinin Vitrinleri” n- den, Tüm Eserleri 5, sayfa 55.
(9) “ Sen” , Tüm Eserleri 5, sayfa 79. (10) “ Şehitler” den, Son Şiirleri, sayfa
28.
(11) “ Diyet” ten, Son Şiirleri, sayfa 10.
Rubailer'den
S
ık y a k la ş ıy o r h e r g ü n b ir a z d a h a , H m d ü n y a y a e lv e d â , v e m e rh a b a k â i n a t . . . B e n , b ir in san , b e n , T ü r k şairi N â z ım H ik m e t b e n , te p e d e n t ım a â a im a n , te p e d e n tır n a ğ a k a vg a v e ü m it te n Ib â re t b e n .K im b ilir b e lk i b u k a d a r s e v m e zd ik b irb irim iz i u z a k ta n s e y re d e m e ş e y d ik ru h u n u b ir b ir im iz in . K im b ilir fe le k a yırm a s a y d ı b izi b ir b ir im iz d e n b e lk i b u k a d a r y a k ın o lm a z d ık b ir b ir im iz e ...
Mavi Uman
ç o k y o r g u n u m , b e n i b e k le m e k a p ta n . S e yir d e fte r in i başkası y a z s ın ,
ç ın a rlı, k u b b e li, m a v i b ir lim a n . B e n i o lim a n a ç ık a ra m a zs ın ...
m m m
mmmmmmmmmm
Nâzım H ikm et 90 yaşında
Tiyatrodaki Nâzım
Ayşegül Yüksel
“ Sahneye konacak, sahnede tutacak bir piyes için söz ve ak siyon aynı kudrette olmalıdır kanaatindeyim. Bence hfllâ en büyük tiyatro müellifi Şeks- pir’dir. Üstatta söz kuvvetinin yanında ve aynı kudrette aksi yon, hareket kudreti vardır. Yani yazarken gözünün önüne sahneyi, sahnede geçen hadise yi getireceksin. İnsanlar yalnız karşılıklı, güzel, parlak, büyük laf etmeyecekler, aynı zaman da hareket edecekler, aksiyon halinde bulunacaklar. “ İlk ön ce kelam değil, ilk önce fiil vardı” sözü, tiyatro için de bi çilmiş kaftandır” (1>.
Temmuz 1948’de Kemal Ta- hir’e Çorum Cezaevi’nden yazdığı mektupta dile gelen bu tiyatro an
layışı, Nâzım’ın, yaşamının ve sana tının her cephesinde olduğu gibi, ti yatro yazarlığı bağlamında da görü len olağanüstü duyarlığının bir ka nıtıdır. Bu satırları yazdığında yal nız şiirleriyle değil, oyunlarıyla da ün kazanmış bir sanat insanıydı Nâ zım. Ozan yanının ağır basmasına karşın, tiyatro yazarlığı ile ozanlık uğraşını hiç bir zaman karıştırma yacak derecede disiplinli bir sanat anlayışına sahip oluşu, bir yandan onun çok sayıda oyun yazmasını en gellemiş, bir yandan da -tiyatrodaki başyapıtı saydığım “ Ferhat ile Şirin” aşamasına geldiğinde- tiyat roya özgü şiiri yakalamasını sağla mıştır. Shakespeare’e duyduğu hay ranlık, onu, yer yer söyleşim biçimi ne dönüşen, bu nedenle de sahneye çıkarılmaya yatkın olan şiir söyle mini tiyatronun buyruğuna verme sine yol açabilirdi. Oysa Nâzım ti
yatro yazarlığına, tiyatronun ‘abe- ce’sinden yola çıkarak başlamıştır (Nâzım’in şiirinin sahneye yatkınlığı ise, ozanın ölümünden sonra, tiyat ro sanatçıları tarafından değerlen dirilmiştir.)
Nâzım Rusya’daki öğrencilik yıllarında Stanislavski ve Meyerhold gibi ünlü yönetmenlerin çalışmala rından e tk ile n m iş i, dram atik- benzetmeci türde tiyatroyu benim semekle birlikte, oyunlarım öncü ti yatro akımlarına da açık tutmuştur. Bu nedenle de Nâzım’ın oyunları, bir bakıma, sahne anlatımı açısın dan yeni yaklaşımlar içeren ve yö netmene ipuçları veren deneysel ça lışmalardır. Nâzım’ın talihsizliği, sahnelenen ilk Uç yapıtından sonra yaşadığı uzun tutukluluk yıllarında, canlı tiyatro olayından uzak kalma sı, bu nedenle de yazar olarak en do ğurgan olduğu çağda, yapıtlarını sahne üstünde sınama olanağından yoksun bırakılmış olmasıdır. Nâ- zım’a tanınmayan bu olanağı yarat mak, onun oyunlarını sahneye ha zırlayacak dramaturgların ve yo rumlayacak olan yönetmenlerin gö- revidir artık...____________
İLK OYUNU: “KAFATASI”
toplumuna çağdaş anlamda tiyatro olayları sunan ilk oyun yazarları- mızdandır. Cumhuriyet döneminde yetişen ilk tiyatro yazarları kuşağın dan olan sanatçı 1923-40 yılları ara sında genellikle İstanbul Şehir Ti yatrosu çevresinde toplanan genç yazarlardan biriydi. Muhsin Ertuğ- rul’un Türk tiyatrosuna yerli oyun kazandırmak için yazarları yürek lendirdiği bu aşamada, Nâzım 1931-32 döneminde sahnelenen “ Kafatası” oyunuyla ilk tiyatro de neyimini yaşadı. Oyun, ilk gecesin de, özellikle Dram Tiyatrosu’nun balkonunu dolduran genç seyirciden coşkulu bir tepki almış, yazar omuz larda taşınmıştı. “ Kafatası” oyu nunda toplumu, Türk tiyatro tari hinde ilkkez diyalektik materyelist bakış açısından inceleyen Nâzım, ekonomik olgulara dayalı sınıfsal çı kar ilişkilerinin, kurumlara nasıl egemen olduğunu, insanlığı maddi ve manevi bir yıkıma nasıl yöneltti ğini gösteriyordu. “ Kafatası” , düş sel bir ülkede, verem serumunu bu lan bir bilim adamının kapitalist güçler tarafından zavallı bir kurba na dönüştürülüşüntyj öyküsüdür (Dürrenmatt’ın, tröstlere dayalı, baskıcı bir düzende bilim adamının konumunu politik-ekonomik bir ba kış açısından irdelediği ünlü “ Fizikçiler” oyununun yazılmasına en az yirmi yıl vardır daha!) On dört ayn sahneden oluşan oyunun her bölümünün başında, o bölümde olup bitecekleri özetleyen ve yorum layan birer tümce bulunur. (Böyle- ce Nâzım Hikmet seyirciyi duygu landırmaktan çok düşündürmeye yönelten Brechtçe bir yadırgatma yöntemi kullanarak, Türkiye’de otuz yıl sonra gündeme gelecek bir sahneleme ve oyunculuk tekniğine ışık yakmıştır. Bu nedenle de “ Kafatası” bugünün yönetmenleri ne görsel-işitsel yönden büyük ola- n a k la r sa ğ la m a k ta d ır.)
“BİR ÖLÜ EVİ”
1932-33 döneminde sahnelenen “ Bir ö lü Evi” , melodram ve fars öğelerinin içiçe geçtiği, gerçekçi an latımla yazılmış, ancak bu kez ka pitalizm gibi uluslararası bir siste min eleştirisine açılmak yerine, bir ailenin Türk ve Müslüman bireyle ri üstünde yoğunlaşan bir toplum sal yergidir. Oyunda parasal çıkar kaygılarının getirdiği ahlâk çökün tüsü üstünde durulur, ölen babanın ardından uygulanan dinsel ve top lumsal törelerin gerisinden sırıtan sevgisizliğin, çıkarcılığın taşlandığı
" F trh a t He Şirin”
oyunda “ söz” den çok -Nâzım’ın deyişiyle- “ mizansen” e ağırlık veril miş, kişilerdeki “ haleti ruhiye deği şiklikleri ve inkişafları muhavere ile değil, hareketle gösterilmeye çalışıl- mıştır” (3).
“UNUTULAN ADAM”
1934-35 döneminde şahnelenen “ Unutulan Adam” ise yalnız Nâ- zım’ın değil, İstanbul Şehir Tiyat rosu’nun da büyük başarısı olarak pek çok eleştirmen tarafından övül- müştür<4). Uluslararası düzeyde ka zandığı ünün sarhoşluğu içinde ai
lesinin kadın bireylerinin durumla rının bilincine varamayan bir dok torun, kendi sorumsuz tutumu ne deniyle yuvarlandığı uçurumda unu tulup gidişini dile getiren oyunda, bir değerler değişiminden geçen top lumun, terkedilen değerler yerine yenilerinin konamadığı bir aşama da bireyler düzeyinde yaşanan çö küntüsü sergilenir. Nâzım’ın, sah ne dilini o dönemde sık sık görülen yapmacıkhktan tümüyle arındırarak biçimlendirdiği bu oyunda Muhsin Ertuğrul gerçekçi ve doğal bir sah ne anlatımı oluşturmuş, bu yönde
il-“ Yaictı” - Fatih Şehir Tiyatrosu
ginç sahneleme buluşları yap- mıştır<5).
Bir “ melodram” olarak nitele diği oyunun sahnelenişi üstüne yaz dığı “ Unutulan Adam’ı Niçin ve Nasıl Yazdım?” başlıklı bir yazısın da Nâzım şöyle diyordu:
Toprağı, dostlarımı, karımı sev diğim kadar tiyatroyu severim.
Sevgilerimin hiç birinde platonik olmadığım gibi tiyatro sevgimde de platonik değilim... Tiyatroyu, seyir ci, dinleyici okuyucu gibi değil; yal nız böyle değil, onun içine karışa rak, ona birşeyer katarak, onun için
yazarak sevmeyi anlarım.
Yalnız kendim, yalnız bir kişi için hiç bir iş yapmadım bugüne deks... Şiir yazdım; mümkün oldu ğu kadar çok okuyucu okusun di ye; tiyatro yazdım; mümkün oldu ğu kadar çok seyirci dinlesin diye...” <6)
Seyircilere (bilmeden yazılmış) bir “ veda” yazısıydı bu sanki. Çün kü Nâzım bir dördüncü oyunun coş kusunu Türk seyircisiyle hiçbir za man paylaşamayacaktı...”
“ ivan ivanoviç Var mıydı Yok muydu” - İstanbul Bakırköy Belediye Tiyatrosu
Nâzım’ın daha sonra yazdığı oyunların çoğu önce yurt dışında sahnelendi. Türkiye’de ise Nâzım Hikmet Tiyatrosu ancak onun ölü münden sonra, 1960’larm ikinci ya rısında gündeme gelebildi. Doğru ları savunan dürüst bir avukatın başkalarının çıkar hesapları karşı sındaki savaşımını anlatan “ Enayi” (basılışı 1957), sahipsiz, cahil bir işçi kızın emeğinin ve cinselliğinin kapi talist çevreler tarafından sömürülü- şünü dile getiren “ Sabahat” , (bası lışı 1965), 1948’de Bursa Cezaevi’- nde yazılan ve bireysel aşkın toplum sevgisine dönüşmesini anlatan “ Fer hat ile Şirin” (basılışı 1965), geçim kaynağı olan bir ineğin zorunlu ba kımından aile bireylerini nasıl koşul landırdığını dile getiren “ İnek” (ba sılışı 1965), “ Ocak Başında” ve “ Yolcu” (basılışları 1965), “ Yusuf ile Menofis” (basılışı 1967), “ De- m o k les’in K ılıcı” ve “ İvan İvanoviç” . Türkiye’de okunduğun da ya da sahnelendiğinde Nâzım coşkusunu seyircisi ve okuruyla paylaşam ayacağı dek u zak lardaydı...
Yıllarca süren bir “ Nâzım T yasaklama” döneminden sonra ilk Nâzım Hikmet oyunu 1965’te Gül- riz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından sahnelendi. Nâzım’ın ge rek Piraye Hanım’a, gerekse Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda önemli bir yer tutan “ Ferhat ile Şirin” , amansız ayrılıklardan çiçeklenen uç suz bucaksız özlemlerin masalıdır. Nâzım tutuklu olarak geçen yılların yüreğinde biriktirdiklerini, Mehme- ne Banu’nun Ferhat’a, Ferhat’ın Şi- rin’e, Aren halkının Demirdağ pı narına duyduğu özleme, Mehmene Banu’nun “ Ferhat...” , Ferhat’ın “ Şirin...” , Arzen halkının “ Vur Ferhat Usta’nın gürzü, vur...” hay kırışlarına aktarır. Yalnız söz bağ lamında değil, görsel-işitsel düzey de de şiirsel bir devinim gerektiren oyun 1979-80 döneminde de Anka ra Sanat Tiyatrosu’nca sahnelen mişti. “ Yolcu” ilk kez Gen-Ar’da (1967), daha sonra da İstanbul Be lediyesi Şehir Tiyatroları (1977) ta rafından sunuldu. “ lnek” i sahneye getiren ise Bulvar Tiyatrosu (1969) oldu.
“ Yusuf ile Menofis” ilk kez 1975’te Çağdaş Sahne’de ikinci kez de 1989-90 döneminde AST tarafın dan sunuldu. Nâzım’ın, Tevrat’tan aldığı “ Yusuf ile Zeliha” öyküsü nü sömüren azmlık-sömürülen ço ğunluk ilişkisini uzak açıdan irdele mek için kullandığı bu oyundaki