• Sonuç bulunamadı

Seyahatnameler ve tarihî coğrafya eserlerinde beyşehir

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Seyahatnameler ve tarihî coğrafya eserlerinde beyşehir"

Copied!
27
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yıl 8, Sayı XXII, ss. 161-187. Year 8, Issue XXII, pp. 161-187. DOI No: http://dx.doi.org/10.14225/Joh716

SEYAHATNAMELER VE TARİHÎ COĞRAFYA ESERLERİNDE BEYŞEHİR⃰

Hüseyin MUŞMAL

Özet

Beyşehir ve Göller Bölgesi, tarihî, coğrafî ve stratejik yönleriyle, özellikle Anadolu’nun tarihi, jeolojisi ve coğrafyası ile uğraşanların dikkatini çekmiştir. Bu da, bölgenin XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya akın eden coğrafyacılar, jeolog ve biyologlar tarafından araştırılmasına yol açmıştır. Böylece, tarih boyunca birçok farklı devletin hâkimiyeti altına girmiş olan bölgede, özellikle Hititlerden kalma Eflatun Pınar ve Fasıllar Anıtı XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa bilim âleminde şöhret kazanmaya başlamıştır. Bu tarihten itibaren de birçok yerli ve yabancı seyyah, başta Beyşehir’in bu antik dönemi eserleri olmak üzere, Eşrefoğulları dönemine ait tarihi eserleri incelemek amacıyla Beyşehir ve çevresine araştırma seyahatleri gerçekleştirmeye artırmışlardır. Özellikle XIX. yüzyıldan sonra seyyah ve araştırmacılar Beyşehir ve çevresini daha sık ziyaret etmeye ve eserlerinde daha detaylı bilgiler vermeye başlamışlardır. Bu çalışmada, Tarihi coğrafya eserlerinde ve seyahatnamelerde yer alan Beyşehir ve çevresi hakkındaki bilgiler ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Beyşehir, Seyahatname, Tarihî Coğrafya

Beyşehir in Travelogues and Historical Geography Artifacts

Abstract

With their historical, geographical and strategic aspects, Beyşehir and Lakes Region have always attracted attention of ones, who deal especially with the history,

Bu makale 17-18 Nisan 2014 tarihlerinde Selçuk Üniversitesi Beyşehir Ali Akkanat Turizm Fakültesi’nde düzenlenen Turizm Haftası Etkinlikleri çerçevesinde 17 Nisan 2014 tarihinde “Seyehatnamelerde Beyşehir” isimli panelde sunulmuş olan tebliğin geliştirilmesi ile oluşturulmuştur. Çalışmanın hazırlanmasında 2005 yılında tamamladığım, XIX. yüzyılın İlk Yarısında Beyşehir ve Çevresinin Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1790-1864) isimli Doktora Tezimden de yararlanılmıştır.

(2)

geology and geography of Anatolia. That led the region to be investigated by geographers, geologists and biologists, who have flocked to Anatolia since 13th century. Therefore, in the region that came under the rule of many different states throughout history, especially the Monuments of Eflatun Pınar and Fasıllar of Hittite have started to gain reputation in the European science world since the middle of the 19th century. From that time on, most domestic and foreign travelers have increased their investigation travels to Beyşehir and its surroundings in order to examine the artifacts of Eşrefoğulları period and mainly Beyşehir’s ancient artifacts. Especially after 19th century, travelers and investigators began to visit Beyşehir and its surroundings more often and give more detailed information in their works. In this study, the information about Beyşehir and its surroundings in historical geography artifacts and travelogues will be handled.

Key Words: Beyşehir, Travelogue, Historical Geography

Anadolu’da bilinen en erken yerleşimlerin günümüzden yaklaşık 10.000 yıl kadar önceye gittiği bilinmektedir. Yapılan araştırmalara göre, Anadolu’da ilk köy tipi yerleşimlerin ortaya çıkışı da bu döneme rastlamaktadır.1

IV. Jeolojik zamanda sıcaklığın artması ile Anadolu’daki kapalı havzalarda bulunan göllerin suları yavaş yavaş azalmaya başlamış, buna bağlı olarak çevrelerinde tarıma uygun geniş alanlar ortaya çıkmıştır. Böylece göllerin çevrelerini uygun bulan insanlar, buralarda ilk yerleşimleri kurmaya başlamıştır. Neolitik Dönem’e ait bu yerleşimler, çoğunlukla İç Anadolu’da göller yöresinde kurulmuş2

ve bu sahalarda ilk olarak tarım yapılmaya başlanmıştır. Beyşehir Gölü Havzası’nda dönemi temsil eden en önemli yerleşimler Çatalhöyük, Suberde ve Erbaba yerleşimleridir.3

Erbaba yerleşimi Beyşehir Gölü’nün doğu kısmında yer almaktadır. Yine Beyşehir Gölü’nün kuzeyinde bulunan Çukurkent yerleşimi4

de bu döneme aittir.5

1

Bu konuda bkz. J. Mellaart, Earliest Civilisations of the Near East, London 1965; J. Mellaart,

Çatal Hüyük: a Neolithic Town in Anatolia, London 1967; H. Hauptmann, “Recent

Archaeological Research in Turkey: Nevali Çori”, Anatolian Studies, S.37, London 1987, s. 206-207.

2

Ali Rıza Çetik, Türkiye Vejetasyonu 1: İç Anadolu’nun Vejetasyonu ve Ekolojisi, Konya 1985, s.40; İbrahim Atalay, “Pleistosen Sonu ve Holosen Başlarında Anadolu’nun Paleoğrafya Şartlarına Genel Bir Bakış”, Coğrafya Araştırmaları, S. 4, 1996, s. 11-14; İbrahim Atalay,

Türkiye Coğrafyası, İzmir 1994, s. 302.

3

J. Bordaz, “Suberde”, Anatolian Studies, 15, 1965, s. 30-32; J. Bordaz, “The Suberde Excavations South West Turkey. An Interium Report”, Türk Arkeoloji Dergisi, XVII-2, 1968, s. 43-71; J. Mellaart, “Preliminary Report on a Survey of Pre-Classical Remains in Southern Turkey”, Anatolian Studies, 4, 1954, s. 175-240.

4

Çukurkent Höyük, bugün Konya ili Hüyük İlçesi Çukurkent Kasabası’nın kuzeyinde su deposunun bulunduğu yamaç üzerinde yer alır. Hasan Bahar, “1998-1999 Yılı Konya-Karaman

(3)

Beyşehir Gölü Havzası hakkında yapılan araştırmalar, bölgenin Neolitik Çağ sonrası da iskâna tâbi tutulduğunu göstermektedir. Bu çalışmalarda Kalkolitik, Tunç ve Demir Çağı’na ait çok sayıda yerleşmenin varlığı, bölgenin binlerce yıllık bir sürede kesintisiz olarak kullanıldığını göstermektedir.6

Beyşehir Gölü Havzası, Hitit İmparatorluğu döneminde de büyük bir öneme sahip olmuştur. Bölge, Hititler Devrine ait, günümüz arkeoloji ve tarih dünyasının yakından tanıdığı Eflatun Pınar ve Fasıllar Anıtı adıyla anılan iki önemli eseri, asırlardır muhafaza etmektedir.7Nitekim bazı araştırmacılara göre,

bu anıtlar sebebiyle Beyşehir ve çevresi, XIX. yüzyılın ortasından itibaren gittikçe ün kazanmaya başlamıştır.8

Osmanlı Dönemine ait Konya Vilâyet Salnamelerinde bu abidelerden bahsedilmekte, anıtların yabancılar tarafından sürekli ziyaret edildiği belirtilerek en iyi şekilde muhafaza olunduğu ifade edilmektedir. Ayrıca, Eflatun Pınarı Abidesi’nin İskender’in bu bölgeyi istilasında veziri yahut muallimi olan Eflatun tarafından yaptırılmış olduğu ve

İlleri Yüzey Araştırmaları”, XVIII. Araştırma Sonuçları Toplantısı, (22-26 Mayıs 2000), II, Ankara 2001, s.191.

5

Beyşehir ve çevresindeki eskiçağ yerleşmelerini ele alan başlıca çalışmalar için bkz J. Bordaz, “Erbaba The 1977 and 1978 Seasons in Perspective” Türk Arkeoloji Dergisi, XXVI/1, 1982, s.86-94; J. Mellaart, “Early Cultures of the South Anatolian Pleteau”, Anatolian Studies, XI, 1961, s. 159 vd; S. Lyoyd Pelimanry, J.Mellaart, Beycesultan I, The Chalcolithic and Early

Bronze Age Levels, London 1962; J. Bordaz, “A Report of the 1969 Excavations at Erbaba a

Neolitic Site Near Beyşehir Turkey”, Türk Arkeoloji Dergisi, XVIII/2, 1969, s. 59-64; M. Özsait, Helenistik ve Roma Devrinde Pisidya Tarihi, İstanbul 1985; M. Özsait, o İlk Çağ

Tarihinde Pisidya, İstanbul 1980; Hasan Bahar, Özdemir Koçak, Eskiçağ Konya Araştırmaları

2, (NeolitikÇağdan Roma Dönemi sonuna Kadar), Konya 2004.

6 Bahar, Koçak, Konya, s. 13 vd; Yurt Ansiklopedisi, “Konya”, C.7, İstanbul 1982-1983, s. 5147, Daha geniş bilgi için bkz. Hasan Bahar, Demir Çağı’nda Konya ve Çevresi, Konya 1999. 7 Anıtın resim ve çizimleri için bkz. Rudolf Naumann, Eski Anadolu Mimarlığı, Ankara 1998, s.

451-452; Bölgenin Hitit dönemi ve abidelerini ele alan bazı kaynaklar için bkz. W. Hamilton,

Researches in Asia Minor, Pontus and Armenia II, London 1842; Eduard Meyer, Reich und Kultur der Chjetiter, Karl Curtius Berlin Verlag Karl Curtius in Berlin 1914, s.114-115; Naci

Fikret Baştak, “Konya Vilâyetindeki Hitit Abideleri ve Hititlerin Dinleri”, Konya Dergisi, Mart 1937, s. 399-408; H.Güterbek, “Alte und New Hethitische Denkmaler”, Halil Ethem Hatıra

Kitabı, Ankara 1947, s. 48-51; K.Bittel, “Beitrag un Eflatun-Pınar”, Bior, X, 1/2, 1953; E.

Laroche, “Eflatunpınar”, Anadolu/ Anotolia, III, 1958, s. 43-47; J. Mellaart, “The Late Bronze Age Monuments of Eflatun Pınar and Fasıllar Near Beyşehir”, Anatolian Studies, XII, 1962, s. 111-117; Naci Fikret Baştak, Konya 1, Konya 1945, s.40-45; İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleri

ve Kitabeleriyle Beyşehir Tarihi, (Haz. Ahmet Savran), Erzurum 1991, s.330-343.

8

Remzi Oğuz Arık, Ankara-Konya-Eskişehir, Yazılıkaya Gezileri, (Haz. Tahsin Özgüç), Ankara 1956, s.12.

(4)

set yapıldıktan hemen sonra Beyşehir Gölü’nün oluştuğu gibi ilginç bir düşünce de nakledilmektedir.9

Hitit hâkimiyetinden sonra Demir Çağı’nda bölgede Friglerin hâkim olduğu görülmektedir.10

Bölge M.Ö. VII. yüzyılda Lidya, M.Ö. 546’da Pers,

M.Ö. 333’te Makedonya ve M.Ö.120’de Roma egemenliğine girmiştir.11

Eski çağın önemli tarih ve coğrafyacılarından Strabon burası hakkında çok kısa bilgi vermiştir. Strabon, Konya platosunun soğuk ve ağaçsız bir bölge olarak yabani merkeplerin otlak yeri olduğunu ve suyun çok az bulunduğunu belirtmektedir. Strabon bu bölgede büyüğü Karalis (Beyşehir), küçüğü de Trogitis (Suğla) olmak üzere iki gölün bulunduğunu söyler.12

Bazı yabancı kaynaklarda Karalis’in eskiçağlarda daha büyük olduğu, sonradan küçüldüğü ve şehir merkezinin önemli bir kısmının eskiden su altında bulunduğu ifade edilmektedir.13 Beyşehir, bu dönemlerde Göller Bölgesi’nin büyük bir bölümünü kapsayan Pisidya sınırları içerisinde gösterilmektedir.14

Strabon,

9Bkz. H 1332 Malî 1330 (1914) Konya Vilâyeti Salnamesi, İstanbul Babıâli Cihan Matbaası, 1330/1914, s.604; 1947 yılında Beyşehir’e giden Halil İnalcık ve Halil Demircioğlu, “Eflatun Pınar emsaline nadir rastlanan büyük bir kaynaktır. Suları genişçe bir yer kaplayan fakat yeryüzüne pek çıkmamış olan kayalar arasından hemen hemen bir çay gibi teşkil edecek kadar çok kuvvetli çıkıyor. Bu hal, öyle görülüyor ki, insanları çok eskiden, burada tanrısal kudretlerin tecelli ve tezahür ettiği inancına götürmüştür. Filhakika daha M.Ö. 2.000’de Hititlerin buraya hususi bir önem verdikleri ve burasını mukaddes bir pınar telakki ettikleri artık anlaşılmış bulunuyor. Araştırmalar kaynaktan çıkan suların genişçe bir havuz halinde toplandığını su birikintisinin suni olduğunu ve Hititler tarafından daha aşağıda bir bent yapılma suretiyle vücuda getirildiğini göstermiş bulunuyor. Hatta bu havuzun dibinin dahi o zamanlar döşeli olması ihtimalini düşündürecek emareler bile mevcuttur.” demişlerdir. Halil Demircioğlu, Halil İnalcık, “Tarih Enstitüsünün Orta Anadolu Gezisi”, AÜDTCFD, V, Ankara 1947, s.173. 10

Bahar, Koçak, Konya, s.25; Besim Darkot, “Konya”, İA, VI, Eskişehir 1997, s. 842; Baştak,

Konya I, s. 229-231;Yurt Ansiklopedisi, “Konya” s. 5147.

11

Herodotos, Herodot Tarihi, (Çev. M. Ökmen), İstanbul 1982, I, s. 16.-74; Ksenophon,

Anabasis, (Çev.Tanju H. Gökçöl), İstanbul 1974, II, s. 1-19; Darkot, “Konya”, s.842; Konyalı, Beyşehir, s.11; Rüçhan Arık, Kubadabad Sarayı, İstanbul 2000, s.48.

12

Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, XII-XIII-XIV, (Çev. Adnan Pekman), İstanbul 1993, s.49-50; Strabon, XII. VI. 1.

13 M. Vıvıen De Saınt Martın, Descrrıptıon Hısterıque Et Geographıque De Lasıe Mıneure, Parıs 1852, s.463-46.

14

Pisidya bölgesi hakkında bilgi için bkz. Mehmet Özsait, İlk Çağ Tarihinde Pisidya, İstanbul 1980; Pisidya bölgesinin sınırları kesin olarak saptanamamış olsa da kuzey ve kuzeybatıda Phrygia, doğuda Lykaonia, batıda Milyas Kabalis, güneyde Pamphylia, güneydoğuda Isauria ve Kilikia bölgeleriyle komşudur. Bu konuda bkz. Hasan Bahar, Isauria Bölgesi Tarihi, (SÜSBE, Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya, 1991; Mehmet Özsait, Helenistik ve Roma Devrinde

Pisidya Tarihi, İstanbul 1985; Veli Sevin, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası 1, Ankara 2001,

(5)

Pisidyalılar hakkında, “Bu insanların çoğu Torosların tepesinde oturur, fakat bazıları da Pamfilya kentleri olan Side ve Aspendos’un üst tarafında, zeytin

ağaçlarıyla dolu tepelerde otururlar.” 15

Demektedir.

Beyşehir ve çevresinin uzun bir süre Bizans hâkimiyetinde kalmış olduğu, Türklerin Beyşehir bölgesinde görünmelerinin XI. yüzyılın sonlarına rastladığı bilinmektedir.16

Beyşehir henüz bir uç bölgesi iken göldeki adalarda yaşayan Rumların Türkler ile ticarî ilişkiler kurdukları ve bu münasebetler

neticesinde zamanla Türk âdet ve geleneklerini benimsedikleri

belirtilmektedir.17 Rumların Türklerle dostça ilişkilerde bulundukları sıralarda Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Mesut, Antalya bölgesini fethetmek istemekte, bu nedenle Selçuklu kuvvetleri Antalya yörelerine sürekli saldırılarda bulunmaktadır. Bizans İmparatoru Ioannes Komnenos 1142 yılında bu hareketleri durdurmak ve İstanbul–Antalya yolunu güven altına almak maksadıyla Selçuklular üzerine düzenlediği seferde Antalya’ya giderken, Beyşehir Gölü’ndeki adalarda yaşayan Hıristiyan halkın Selçuklulara tâbi olduğunu görünce, sal ve kayıklarla adalardaki kalelere saldırmış, adaları zapt etmiş ve burada Selçuklulara bağlı bulunan Hıristiyanları Konya’ya sürmüştür.18

Bu durum, Bizans kaynaklarında şu şekilde ifade edilmektedir: “İmparator Ioannes, Phrygia kenarından geçerek Attalos’un harika şehri Antalya’ya ulaştı. Civardaki bölge ve şehirlerde düzen ve asayişi kurmak için burada bir süre kalmak fikrindeydi. Çünkü bazı yöreler Türk boyunduruğuna boyun eğmişlerdi. Bunlar arasında hemen hemen bir deniz kadar büyük Pusguse (Karalis/Bugünkü Beyşehir) Gölü de vardı. Gölün içinde birçok yerden sudan fışkıran küçük fakat çok müstahkem adaların ahalisi Hıristiyan olmakla beraber, bunlar o sırada kayıkları aracılığı ile Konya Türkleriyle canlı ilişkiler sürdürmekteydiler. Böylece bunlarla Türkler arasında sadece kuvvetli bir dostluk kurulmakla kalmamış, bunlar adet ve gelenekleriyle hemen hemen Türkleşmişlerdi. Bu sebepten de sınır komşularının tarafını tutuyorlar ve Bizanslıları kendilerine düşman olarak görüyorlardı. Uzun bir alışkanlık işte

15

Pisidyalılar hakkında bilgi için bkz. Strabon, Anadolu, s.52-54; Strabon XII. VII. 1-3. 16

Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, s.1-44; Mükrimin Halil Yinanç,

Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, İstanbul 1944, s.19-85.

17

Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994, s.79; W. M. Ramsay, Anadolu’nun

Tarihi Coğrafyası, (Çev. M.Pektaş), İstanbul 1961, s.82.

18

Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Ankara 1993, s.142; Turan, Türkiye, s.177; Muharrem Kesik, “Sultan Melikşah ve Sultan I. Murat Dönemleri”, Türkler, VI, Ankara 2002, s.556.

(6)

milliyet ve dinden daha güçlü oluyor, bunlar akıllarını yitirmişçesine davrandılar, imparatora küfürler savurdular ve adalarını koruyan su engeline güvenip onun emirlerine açıkça karşı koydular. İmparator her ne kadar bunlara, gölün eskiden beri Bizans’a ait olduğunu, eğer gerçekten istiyorlarsa, adaları boşaltıp açıkça Türklerin tarafına geçmelerini söyledi. Eğer böyle yapmayacak olurlarsa, imparator gölün belki de uzun bir süre Bizans Devleti için kaybedilmesine hiçbir surette tahammül etmeyecekti. Fakat sözlerinin bir yararı olmadı. Bu yüzden de imparator icraata geçti. Gezi ve balıkçı kayıklarını birbirine bağlayarak sallar yaptırdı. Surları yıkan koçbaşlarını bunların üzerine yükleyerek müstahkem adalara karşı sevk etti. Böylece bu adaları zapt edebildi. Ama bu arada Bizanslılarda bazı felaketlere uğramaktan kurtulamadılar. Birkaç kez, gölde patlayan fırtına salları sürükleyip parçaladı, bunların yükü ya suların derinliğine gömüldü ya da dalgalarla sürüklenip

kayıplara karıştı.”19

Beyşehir bölgesi bu dönemde İstanbul–Antalya yolu üzerinde stratejik bir öneme sahipti. Bölge Türk hâkimiyetine geçtikten sonra da önemini yitirmemiş, hatta Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat kendi adına Beyşehir Gölü kenarında bir saray inşa ettirmiştir.20

Kubadabad, Türkiye Selçuklularının 42 idarî biriminden biri olarak uzun yıllar mamur kalmış, XIV. yüzyıl başlarında Eşrefoğlu Süleyman Bey’in gölün, güneydoğu kıyısına Beyşehir’i kurması yüzünden yavaş yavaş terk edilmiştir.21

Kubadabad’ın ayakta olduğu dönemlerde; Anadolu Selçukluları tarafından çeşitli hizmetlerine mükâfat olarak kendilerine malikâne tarzında yerler verilmiş olan emirler siyasî durumdan faydalanarak merkezle olan bağlarını koparmak suretiyle müstakil

19

Niketas Hkoniates, Hıstorıa, (Çev. Fikret Işıltan), Ankara 1995, s.24-25. 20

Kubâdâbad Sarayı bulunduktan sonra sarayla ilgili birçok yayın yapılmıştır. Bazı örnekler için bkz. Uğur Tanyeli, Anadolu-Türk Kenti’nde Fiziksel Yapının Evrim Süreci XI.-XV. Yüzyıl, (İTÜFBE, Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 1987, s.175-176; M. Zeki Oral, “Kubâdâbad Bulundu”, Anıt, S. 10 Kasım 1949; Rüçhan Arık, Kubadabad Sarayı, İstanbul 2000, s.44; M. Zeki Oral, “Kubadabad Çinileri”, Belleten, S.66, Ankara 1953; M. Zeki Oral, “Kubadabad Yolunda”, Anıt, S. 26, Konya 1960; Mehmet Önder -Katherina Otto Dorn, “Kubâd-abad Kazıları, 1965 yılı Ön Raporu”, Türk Arkeoloji Dergisi, S. XIV, Ankara 1967, Mehmet Önder, “Kubadabad Sarayları Harpi ve Simurgları”, Türk Etnoğrafya Dergisi, S. X, Ankara 1968; Rüçhan Arık, Kubadabad Sarayı, İstanbul 2000.

21

(7)

beylikler kurmuşlardır.22

Bu emirlerden Seyfeddin Süleyman Bey de Beyşehir bölgesinde Eşrefoğlu Beyliği’ni kurmuştur.23

Buraya kadar söylenenlerin ışığında tarihi, coğrafi ve fiziki özellikleri nedeniyle Beyşehir ve Göller bölgesi özellikle Anadolu’nun tarihi, jeolojisi ve coğrafyası ile uğraşanların her zaman dikkatini çekmiş ve bu nedenle, özellikle Anadolu’ya XIII. yüzyıldan itibaren akın eden, coğrafyacılar, jeolog ve biyologlar tarafından araştırılmasına vesile olmuştur.24

Özellikle Eflatun Pınar ve Fasıllar Anıtı’nın XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa bilim âleminde şöhret kazanması, bu tarihten itibaren yerli ve yabancı seyyahların başta Beyşehir’in antik dönemi olmak üzere, Eşrefoğulları dönemine ait tarihi eserleri

incelemek amacıyla Beyşehir ve çevresine araştırma seyahatleri

gerçekleştirmelerine neden olmuştur.

Beyşehir hakkında bilgi veren seyahatnameler, XIII. yüzyıla kadar sessiz kalmışlarsa da bölgede Türk hâkimiyetin kurulduğu dönemlerden itibaren seyyahlar ve araştırmacılar Beyşehir ve çevresini ziyaret etmeye ve bölge hakkında bilgi vermeye devam etmişlerdir. Bu dönemde Beyşehir ve çevresi hakkında bilgi veren en önemli kaynak İbn Bibi’ye aittir. İbn Bîbî ya da tam adıyla Nâsırüddîn Hüseyn bin Muhammed bin Alî Ca'ferî er-Rugadî el-Münşî, XIII. yüzyıl boyunca Anadolu Selçuklu Devleti’nin tarihi birincil kaynak yazarıdır. Beyşehir Gölü’nün kıyısında bulunan Kubâdâbad Sarayı’nın kurulması, İbn Bibi tarafından ayrıntılı bir şekilde anlatılmakta ve bu vesile ile Beyşehir ve çevresinden bazı bilgiler de verilmektedir. İbn-i Bibi, “Kubadabad’ın güzelliği, Sultanın Orada Bir Saray (İmaret) Yapılmasını Buyurması” başlığı altında şu bilgileri verir:

“Sultan, soylu atının sırtında Kayseri’den Süleyman gibi mutlu ve neşeli menzilleri aşıp, başkenti (Dârü’l-mülk) geçince Ağırnas’a vardı. Karşısına öyle bir yer çıktı ki, eğer cennetin bekçisi görse, orayı cennetten ayırt edemez, oradaki meyve ağaçlarını alıp aşılamak için cennet bahçesine götürürdü.

Cennet gibi güzel bir dağ eteği, yoksa gök oranın toprağına amber mi saçmış?

Yeri yeşillikten firuze rengini almış. Laleden üzeri sanki kan lekelerine dönmüş.

22

Yaşar Yücel, Beylikler, XIII. XV. Yüzyıllar Kuzey Batı Anadolu Tarihi, Çobanoğulları,

Candaroğulları Beylikleri, Ankara 1980, s.78.

23

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1988, s.58; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, İA, X, Eskişehir 1997, s. 396-397.

24

(8)

Nesrinden, yasemenden ve nesterenden meydana gelen güzel bir çemen değil, sanki gökyüzü.

Her köşesinden gülsuyu akan bir çeşme, Oradan akan sanki su değil parlak bir kristal.

Hava misk kokulu, yer güzelliklerle dolu. İçinde her cins av hayvanı dolaşmakta.

Süt gibi tatlı, sulu, yeşil renkli bir gölü var. Üzeri kadifenin kıvrımları gibi dalgalarla dolu.

Oranın üzerinde 20 ada saydım. Hepsi meyve ve ağaçlarla dolu.

Göl tarafından bir çeşme akmaktadır. Ondan içen yaşlılar gençleşmektedir.

Oradan buz gibi soğuk ve şarap gibi lezzetli bir su akmakta. Kaynağı yeni yetme birinin yanağı gibi

Sultan, orda o sırada Emir-i Şikâr ve Mimar olan Sadettin Köpek’e güzellikte cennete benzeyecek, nezaket ve çekicilikte Seder ve Havarnak’ı (Sasani hükümdarı Yezdegird’in oğlu Behram Gur’un oturması için Fırat Sahilindeki Hira’da yapılan Kasr) geride bırakacak bir saray (İmaret) yapılmasını buyururken, parlak zekâsıyla binanın planını da çizerek onun üzerinde açıklamalar yaptı. Her taraftaki eyvanında Zöhre yıldızına gazel söyletecek, Keyvan’a çatısında kaşık oynatacak bir saray resmetti. Onun üzerine Sadedin Köpek, güzel görüntü yerleri, iç açıcı havuzları bulunan, kemerinin kavsi yüksek göğün çatısıyla yarışan, renkli ve kafesli duvarlarının güzelliği, kıskançlıktan gök kuşağının rengini dolduran, firuze ve lacivert renklerindeki döşemeleri, mavi göğün bekçisini hasetlikten renkten renge sokan, ayların ve günlerin rüzgârlarının, mavi ve yeşil arsalarının üzerinde dinlenmek için durduğu, alanında ve cennet bahçesine benzeyen arsasında gezinenlerin bitmeyen bir uzun ömre sahip oldukları yedinci gök kasırlarının ibadethanelerinde oturanların “in yekad” duası okuduğu, Bercis ile nahid yıldızlarının şerefelerine bakarak kıskançlık tozlarını yıkadığı, gönül alıcı, huzur verici.

Öyle yüksek saraylar ki parlak güneş orayı görünce göğün etrafında dönmeyi keserdi

Her yerinde zülâl gibi çay akardı. Orayı vasfetmekten aklın dili lal olurdu.

Önünde cennet gibi bir bahçesi vardı ki, göz öyle bir yeri hiç görmemişti.”

(9)

Şeklinde tasvir edilen, iffet sahiplerinin içlerinden daha süslü; kanaat sahrasından daha geniş ve daha çok eşyaya sahip olan köşkleri kısa zamanda padişahın emrine uygun olarak yaptı.25

Eşrefoğulları dönemi hakkında bilinen seyahatnamelerden en eski tarihlisi ise İbn-i Battuta’nın seyahatnamesidir. İbn-i Battuta H. 732/M. 1332 yılında Alanya üzerinden Anadolu’ya ayak basmış ve oradan Eğridir’e uğramıştır. Battuta eserinde Eğridir ile Beyşehir ve Akşehir’in gemiyle iki günlük mesafede bulunduğunu söylemiş, ancak anlaşıldığı kadarıyla Eğridir ve Beyşehir göllerini bir bütün zannettiği için yanılgıya düşmüştür.26

Diğer taraftan İbn Fazlullah, Katibiyyi Dımeşki diye şöhret bulan ve asıl adı Kirmanlı Şihabüddin İbn Yahya ibn-i Muhammed isimli tarihçinin XIII. yüzyılın sonunda yazdığı “Mesalikü’l-ebsar fi Memalikü’l-emsar” adındaki coğrafya kitabının Anadolu Beylikleri kısmında Beyşehir ve Eşrefoğulları için şu bilgiler nakledilmektedir: “Şeref-oğlu (Eşref) ili: Bu memleketin sınırı, Anadolu’nun kuzeyinde Dündaroğlu ilinin batısındaydı. Karamanoğlu ilinin de güneyine düşmekteydi. Kuzeyde bulunan Cengiz Han ailesine mensup memleketlerin doğusuna düşmekteydi. Bu il müstakildi. İdare merkezi Beyşehri’dir. Askerleri 70.000 atlı civarındadır. Bu ülke 65 şehre maliktir. 155’de köy vardır. Timurtaş bu ülkenin sahibini tuttu. Gözünü oymak ve kulağını kesmek gibi türlü işkence

yaparak öldürdü.”27

Meşhur Osmanlı bilim adamı ve aydını Kâtip Çelebi, ünlü Cihannüma isimli coğrafya kitabında ise Beyşehir’i şöyle tanımlamaktadır: “Bir gölün doğusunda bir kaza ve kasabadır. Düz yerde bir taştan bir kalesi vardır ki kapısı iki tarafa açılır. Sultan Alâeddin binasıdır. Şehirde 2 cami ve hamamı vardır. Hamamın biri kalededir. Kasaba çarşısı ve pazarı ayrı yerde

Alarga’dadır.”28

Kâtip Çelebi, Seydişehir ile ilgili bilgi verirken, “Burası Konya’ya bir buçuk menzildir. Bu kasabanın arkası meşelik dağdır. Beyşehir Gölü’nün ayağı Seydişehir altından geçip göle akar. Dağdan bir su iner. Kasaba halkı onu kullanırlar. Bağ ve bahçeleri dağ tarafına düşer. Beyşehri bahçelerinden bunun bahçeleri çoktur. Bu gölün ayağı Suğla’ya varup

mezraları sular ve Konya arasında kaybolur.”29 Demektedir.

25

İbn Bibi, El-Evamirü’l- Ala’iye Fi’l Umur’il Alai’ye, Selçukname I, (Haz: Mürsel Öztürk) Ankara 1996, s.362-363; Turan, Türkiye, s.397-398.

26

Ahmet Çaycı, Eşrefoğlu Beyliği Dönemi Mimari Eserleri, Ankara 2008, s. 16. 27

Yücel, Beylikler, s.188; Çaycı, Eşrefoğlu, s. 16. 28

Kâtip Çelebi, Cihannüma, İstanbul H.1145, s.618. 29

(10)

Osmanlı döneminde bazı yabancı gezginler de Beyşehir ve çevresinde seyahat etmişlerdir. Bunlar arasında coğrafi araştırmalar yapmak amacıyla Anadolu’ya gelen P. Lucas da vardır. Fransız Doktor P. Lucas, Anadolu’nun neredeyse tamamını dolaşmış bir seyyahtır. Gördüğü şeyleri aslını bozmadan aktarması ile dikkat çeken Lucas, ilk defa Avrupa’ya doğru bilgiler aktarmış olduğu söylenebilir. 1699-1717 yılları arasında, Yunanistan, Mısır, Afrika ve Anadolu’ya yaptığı üç ayrı seyahati, üç ayrı kitap halinde, Voyage du sieur Paul Lucas, fait par ordre du roy dans la Grêce, l’Aise-Mineurei, la Macêdoine et l’Afrique adıyla yayımlamıştır. Seyyah 1704-1708 yılları arasında Anadolu’ya yaptığı ikinci seyahatinde Beyşehir çevresine de uğramıştır. 1706 yılında Isparta’dan hareket etmiş, Eğridir üzerinden Beyşehir yakınlarında Sergisaray (Selki) Köyü’nden geçerek Konya’ya ulaşmıştır.30

1737 yılında Uluslu İbrahim Efendi tarafından yazıldığı düşünülen bir coğrafya kitabında ise Beyşehir’le ilgili şu bilgiler verilir: “Göl kenarında düz bir yer taştan iki kapılı bir kalesi, hamamı ve cami olup hamamın biri dâhili kalede ve esvak ve pazarı taşra mufassıl yerde bir kaza ve kasaba olup banisi

Sultan Alâeddin’dir.”31

XVI-XVIII. yüzyıllar arasında Beyşehir’e uğrayan seyyah sayısı nispeten az iken özellikle XIX. yüzyıldan itibaren artış yaşanmıştır. 1816 yılında Beyşehir Gölü’nün yakınlarında bulunan Kıreli Kasabası’na uğrayan Otto von Richter, buradaki insanların zenginliğini, evlerindeki konforu, halılarla kaplı divanlar ve şömineleri özellikle vurgulamaktadır.32

Charles Texier 1832 yılında gerçekleştirdiği Anadolu Seyahatinde Beyşehir’e de uğramış ve şehir hakkında çok kısa bilgi vermiştir. Ona göre “Karaman’ın batısındaki dağlıklar, makarr-ı hükümeti uzun müddet meçhul kalmış olan İsorya kıtasıdır. Bu kıtanın batı sınırları sonu Toros’a bitişen kalkerden sıradağlardır. Bu silsile Eğridir Gölü Havzası ile Beyşehri ve Seydişehir Gölleri havzasını birbirinden ayırır. Beyşehir iki gölü birbirine bağlayan derenin üzerindedir. Bir müsellim yâda valinin ikamet yeridir. Bir Türbe, bir medrese ve minareli birkaç cami bütün eserlerini oluşturur. Bu iki

30

Osman Eravşar, “Gezginlerin Gözüyle Konya”, Gez Dünyayı Gör Konya’yı, (Editör: Ahsen Erdoğan), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001, ss. 240–290, s. 251.

31

Talat Mümtaz Yaman, “200 Sene Evvel Konya, Uluslu İbrahim Hamdi Efendi’ye Göre”,

Konya Dergisi, 22-23, Konya 1938, s. 1216.

32

Otto Von Richter, Wallfahrten im Morgenlande, s. 354-357’den nakleden F. Sarre, Küçük Asya

Seyahati 1895 Yazı, Selçuklu Sanatı ve Ülkenin Coğrafyası Üzerine Araştırmalar, (Çev. Dârâ

(11)

küçük şehrin kurucuları, Selçukluların Alâeddin dönemindeki beyleridir. Beyşehir Gölü eski Trigotis ve Seydişehir Gölü de Karalitis (Caralitis)’tir. Bu ad bugün terkedilmiş olan ve Beyşehir’den 36 km mesafede bulunan Kereli

küçük şehrinin adından dolayıdır.”33

İngiliz Seyyah Hamilton ise Ağustos 1837 yılında Beyşehir Gölü’nün doğu kıyılarını araştırırken Beyşehir Gölü’nün doğu kısımlarının ve şehrin yarısının yıkılmış ve ıssız bulmuştu. Hamilton, hemen hemen hiçbir canlı varlığa rastlamadığını söylemekte, nüfusun çoğunun vebaya kurban gittiğini, hatta öyle ki ekini kaldırmak için gerekli iş gücünün bulunamadığını ifade etmektedir.34

Beyşehir ve çevresi hakkında en geniş bilgiyi veren yabancı seyyahların başında ise F. Sarre gelir. 1895 yılının Temmuz ayı başlarında (11 Temmuz 1895) Akşehir ve Doğanhisar üzerinden Fele’ye ve oradan Beyşehir’e ulaşan Sarre, Beyşehir hakkında uzun ve detaylı bilgiler verir. Sarre, seyahati sırasında Fele ve Kıyakdede köyleri üzerinden Beyşehir’e doğru ilerlerken Beyşehir Gölü ile karşılaşır. Göl hakkında:

“Ve aniden güney yönünde gölün yüzeyi karşımıza çıktı. Yüzeyde tek tek adalar görülüyor, gölün güneyinde de Anamas Dağı’nın karlarla kaplı zirvesi yükseliyordu. Beyşehir Gölü (Karalitis) kuzeybatıdan güneydoğu yönüne uzanıyor, ortalama olarak eni 1,5 boyu da 50 kilometredir. Doğu ve güney kıyıları düz ve kısmen bataklık, ama batı kıyısı suya dik indiği için bu tarafta göl boyunca giden yol bulunmuyor. Göl yatağı her yandan içine akan çaylarla besleniyor. Beyşehir Gölü’nün dışarıya akıttığı su ise güneydoğu köşesindeki Beyşehir şehrinden akan ve “ırmak” adı verilen geniş bir akarsudur. Bu akarsa daha güneydeki Suğla Gölü’ne karışıyor. Beyşehir Gölü suyu gri ve bulanık bu su içilmiyor çünkü özellikle yazın güneşin etkisiyle suyun sıcaklığı çok yükseldiğinden suyun insanın ateşini çıkardığı söyleniyor. Bize burada çok

sayıda balık yaşadığı söylendi.”35

Demektedir.

Sarre seyahatnamesinde Beyşehir Gölü’ndeki adalardan da

bahsetmektedir. Sarre bu konuda eserinde: “Bizim yaptığımız çekimlerle gölün batı ve güney kıyıları şeklinin şimdiye kadar sanılandan farklı olduğu ortaya çıktı. Örnek olarak, biz gölde daha fazla ada olduğunu tespit ettik. Beyşehir

33

Charles Texier, Küçük Asya Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi, (Çev. Ali Suat, Yayına Hazırlayan: Kazım Yaşar Kopraman, Musa Yıldız), Ankara 2002, s. 299.

34

Sarre, Küçük Asya, s.148. 35

(12)

Gölü’ndeki bu adaların tarihteki yeri hiç de önemsiz değil ve bu adalar şimdiye kadar hiç bir gezgin yapmamış olsa da daha yakından araştırılmayı hak ediyorlardı. Sıcak mevsim Beyşehir Gölü’nün havzasında uzun süre kalmayı, ateş açısından düşündürücü kıldığı için bu adalara gitmekten vazgeçtik. Bu adalara, Konya’ya çok yakın oldukları için -günü birlik gidip dönülüyor olması lazım- Müslümanlarla dost olan, adetlerini benimseyen ve Bizanslılara yabancılaşan Hristiyan’lar otururlardı. Bizans İmparatoru önceleri bu insanları tekrar tebaası haline getirmek istedi ve bu yüzden üzerinden araçların geçeceği köprüler kurdurdu, ama bütün bunlar işe yaramadı. Adaların karaya olan uzaklıkları yüzünden köprü yapılmış olması muhtemel görünmüyor.” demektedir.

Sarre Fele üzerinden Beyşehir’e doğru gelirken, yol üzerinde bulunan Kıreli’ye de uğramıştır. Eserinde Kıreli Kasabası’nın hazin halini detaylı bir şekilde tasvir etmiştir:

“Verimli ovayı kesen ve bazıları kurumuş olan su yatağından geçerek öğle saatlerinde, gerçekten de hazin görünen Kıreli Kasabası’na vardık. Fakir kerpiç kulübeler, yıkık ve terk edilmiş duruyordu ve sadece köyün orta yerinden geçen büyük sokakta, daha iyi görünümlü birkaç ahşap evle, haftalık pazar sırasında kullanılan barakalar vardı. Biz de bu nedenle geceyi sağlıksız bir ovada değil de doğudaki tepede yer alan Selki Köyü’nde geçirmeye karar verdik.” demektedir. Kıreli kasabasından gece için ayrılan Sarre, Kıreli kasabası’nın civarındaki sebze ve meyve bahçelerinin alçak toprak setlerle çevrili olduğunu söylemekte ve bu gözlemden hareketle, geniş yatağından geçtikleri ve şehrin güneyindeki dağlardan aşağıya inen nehrin yağış dönemlerinde taştığını düşünmektedir36

.

Selki’ye gitmek üzere Kıreli üzerinden Çukurkent’e geçiş yapan Sarre bu güzergahda yolculuğunu sürdürmüştür. Sarre eserinde bu yolculukla ilgili “Buradan güneydoğu yönünde, dağlardan göle inen bir dizi engebeli topraktan geçerek 30-40 hanelik Çukurkent Köyü’ne geldik. Ekin büyük ölçüde kaldırılmış ve tarlalar yeni sürülmüştü. Dağa tırmanırken gölün sunduğu ve güney kısımlarını da kapsayan geniş manzarayı gördük. Ve akşama doğru büyücek bir köy olan Selki’ye vardık. Öğle Sıcağı, kısa süreli gök gürültüsü ve yağmurun peşinden hafifledi ve güneydeki gölden sert ve soğuk rüzgâr esmeye başladı. Ama biz küçük misafirhanenin sıcak odasında kısa sürede rahata kavuştuk. Yaygın bir şekilde kurulmuş olan köyün ortasında bir tepe ve tepede bir okul

36

(13)

var. Selki’nin kuzeyinde uzanan dağ etekleri ile buraların korunaklı ve güneşli vadilerinde yer alan çok sayıda köy son derece verimli olup, Konya pazarına erik, kiraz ve şarap sağlıyordu, ama Sekli ve çevresi insanda hiç de bu izlenimi

uyandırmıyor. Selkiyüksekte yer alıyor ve ne bağı ne de bahçesi var, çevresinde

sadece tarlalar görülüyor.

Demektedir.

11 Temmuz 1895 gecesini Selki’de geçiren Sarre, ertesi gün yani 12 Temmuz’da Kıreli Kasabası’ndan Beyşehir’e giden yol üzerinde Eflatınpınar’ı aramak üzere yola koyulmuştur. Eserinde Eflatun Pınar’la ilgili şu bilgileri vermektedir: “Karşı yönde platodan aşağıya yöneldik ve Kıreli Kasabası’ndan Beyşehir’e giden direkt yol üzerindeki Eflatun Pınar’ı aradık. Kısa bir süre sonra tepelerden inen kurumuş çalıların arasındaki yolu kaybettik, ama nihayet küçük ve otların bürüdüğü bir vadinin çıkışında ana yolu bulduk. Yoldan hemen sonra karşımıza çıkan küçük gölün kıyısı inek ve keçi sürüleri tarafından istila edilmişti. Ve kıyıda bir duvar yükseliyordu. Aradığımız anıtı bulmuştuk.” Sarre Eflatun Pınar’ın şimdiye kadar birçok gezgin tarafından ziyaret edildiğini belirttikten sonra anıt hakkında ilmî bilgiler vermeyi sürdürmüştür.37 Sarre, anıtı detaylı bir şekilde anlattıktan sonra, Beyşehir seyahati hakkında bilgi vermeye devam etmiştir. Eserinin bu kısmında Eşrefoğlu Külliyesi’nin detaylı bir şekilde ele alacaktır: Bu konuda “Eflatunpınar’da birkaç saat kaldıktan, ölçümler yaptıktan ve fotoğraf çektikten sonra, Beyşehir’e varmak için üç saatlik yolumuz kalmıştı. Yolun ortasında bir adaya bakan kıyıda Kıstıfan Köyü görülüyor. Bu isimden burada bir zamanlar bir Hıristiyan yerleşim yerinin bulunduğunu tahmin edebiliriz. Göle yaklaştık ve gölün doğu köşesindeki akarsuyun her iki tarafında da Beyşehir (Beylerin Şehri) yer alıyor. Akarsuyun bu tarafındaki kısmına İçerişehir adı veriliyor. Şehrin her zamanki şehir surlarından burada bir kapısı bulunan az miktarda kalıntı görülüyor. Arkasında şimdi bir bölümü ekilmemiş bir alan uzanıyor. Bu alandaki bir dizi yoksul evin aralarında da Selçuklu döneminden kalma ilginç yapılar var. Eşrefoğlu bir başka deyişle Eski Cami Konya’nın aynı tarihi yapılarıyla olan benzerliğinden anlaşılacağı üzere XIII. yüzyıldan kalma bir yapı. Konya’daki Alâeddin Camisinin planıyla aynı plana sahip olması ve camilerin en eski tipini göstermesi açısından ilginç. Bu sekizgen bir yapı ve düz tavanı yukarıya doğru daralan 48 ahşap sütuna otuyor. Bu ahşap sütunlar Anamas Dağı’nın çok değerli sedir ağacından yapılmış ve her bir sütun kesme taştan bir kaide üzerine yerleştirilmiş. Ama sütunların başlıkları Selçuklu taş mimarisinde gördüğümüz

37

(14)

mukarnas hücrelere sahip. Bu yapının orijinal yanı kuzeydeki köşesinin kesik olmasıdır. Bu asimetrinin nedeni, caminin güneydoğuya, yani Mekke’ye bakmak zorunda olması ve bu durumda kuzeyden geçen yoldan camiye bir giriş açmak zorunda kalınmasıydı.” demektedir. Eserinin bu kısmında Eşrefoğlu Cami hakkında bilgi vermeyi sürdüren Sarre, Caminin taç kapısı, mihrabı ve minberini de anlattıktan sonra camiyle ilgili kısmı “Eşrefoğlu Camisi, Orta Anadolu’da gördüğümüz en ilginç ortaçağ eserlerinden biri. Zemini kaplayan o

eski ve güzel halılardan birini maalesef satın alamadık.”şeklinde hayıflanarak

tamamlamıştır.

Sarre, eserinde Eşrefoğlu Külliyesi hakkında da bilgi verdikten sonra, Beyşehir’in genel manzarası ve insanları hakkında da ilginç ve dikkat çekici tespitlerde bulunmayı sürdürmüştür. “Caminin karşısında ahşap kapısı ile ilgi çeken bir medreseyle, içinde payandalar yer alan eski bir muhteşem han bulunuyor. Handa şimdi bir çömlekçi atölyesi var. Bugünkü çevre ise geçmişin bu etkileyici kalıntılarıyla tam bir tezat içerisinde. Şehrin az sayıdaki acınası evinde, yüzlerinde ateşli bir hastalığın izi derhal görülen fakir bir halk oturuyor. Hemen hemen herkesin yüzü hastalıklı sarı bir renge bürünmüş, çocuklar alışılmadık ölçüde toplu görünse de yüz hatları yaşlı insanlarınki gibi. Yaşlı ve suyu çekilmiş yüz hatlarına sahip olan küçük bir oğlanın garip bakışlarını hala hatırlıyorum: Çocuk, Eşrefoğlu Camisi’nin giriş kapılarından birinin nişi içerisinde kıpırtısız ve yarı kapalı gözleri tek bir noktaya takılı olarak oturuyordu ve boynunda mavi boncuktan yapılmış halkasıyla bir karga omzuna tünemişti.”demektedir.

Sarre Beyşehir’in İçerişehir dışındaki bölümü hakkında da detaylı bilgiler vermektedir. Ona göre “Düzgün taş döşeli bir seti, çamurlu ve otların bürüdüğü bir alandan geçerek, gölün geniş ve hızlı akan kollarından biri olan ırmağa uzanıyordu. Kesme taşlardan yapılmış ve yedi kemerli ama şimdi neredeyse geçilemeyecek kadar yıkılmış olan güzel bir köprü, gölün üstünden geçerek 600 haneli olduğu söylenen Beyşehir’e ulaşıyor. Şehirde ilk göze çarpan güneyden yükselen şehrin görüntüsüne hâkim sade ve modern bir bina olan kışladır. Kaldığımız han geniş ve boş bir alana, karşı kıyısında yer alan bir sürü dar sokağa da pazarcıların ahşap kulübeleri sıkışmış. Burada, sokak üzerinde açık mekânda oturan ve yaşlı bir bey olan kaymakam tarafından

(15)

karşılandık. Şehrin eteklerinde yer alan İçerişehir’deki Selçuklu yapılarının

dışında Beyşehir özel bir şey sunmuyor.”38

12 Temmuz 1895 tarihinde Beyşehir’de geceleyen Sarre, ertesi günü Beyşehir’in hafta pazarının kuruluşuna da şahitlik etmiştir. Sarre hafta pazarını ise şu şekilde anlatmaktadır: “Ertesi sabah (13 Temmuz) hanımızın önündeki büyük meydanda haftalık Pazar kuruldu. Saz tentelerinin altında güneş ışınlarından korunan pazarcılar mallarının yanında oturuyorlar, civar köylerden gelen büyük kalabalık da alışveriş yapmak için itişip duruyordu. İnsanların bazıları pazar yerine arabalarla veya atla bir gün önceden gelmişlerdi. Bunların daha varlıklı olanları bizim hana inmişler ve böylece bütün odalar dolmuş, diğerleri ise açıkta gecelemişlerdi. Buradan ayrılmadan önce güzel camiyi bir kere daha gezmek istedik ama nafile, çünkü hoca camide değildi ve anahtarı da yanında götürmüştü.”

Sarre 12 Temmuz 1895 tarihinde Beyşehir’den ayrılarak Üzümlü ve Üskerles istikametinde yoluna devam etmiştir. Eserinde yol boyunca incelediği Beyşehir kırsalı hakkında uzun uzun bilgi vermeyi sürdürür: “Şehri batısındaki meyve bahçelerinden ve üzüm bağlarından geçtikten sonra, gölün güney kıyısı boyunca yol aldık. Bu yol yer yer dağlardan inen çaylar yüzünden bataklığa dönmüştü ve geçilmez durumdaydı. Koyun ve keçi sürüleri çayırlarda otlarken mandalar göl sularında yatmayı tercih ediyorlar, kuzey rüzgârının hararetlendirdiği ve içinde can sıkıcı haşarattan korundukları sudan başlarını çıkararak etrafa bakıyorlardı. Göl kıyısı boyunca üç saat yol aldıktan sonra, bir tepelikteki ulu sedir ağaçlarının koruyucu damının altında uzunca bir süre dinlendik. Buradan bakıldığında, batısındaki Anamas Dağı’nın dik yamaçlı ön sıralarıyla sınırlanan geniş göl yatağının kuzeyinde de küçük adaların canlandırdığı düzlüğün arkasından Kızıldağ ve Sultan Dağları’nın zirveleri görünüyordu.” Sarre molanın ardından 1,5 saatlik bir yolculuk yaptıktan sonra Üskerles’e ulaşmış ve kendilerine gösterilen büyük bir evin kuzeye bakan verandasında Anamas Dağları’nın arla kaplı zirvelerini izleyerek akşamlamış, gece burada konaklamış ve 14 Temmuz sabahı Manastır ve Zekeriya Köy’e gitmek üzere Üskerles’ten ayrılmıştır.39

Meşhur Osmanlı yazarı Şemseddin Sami, H. 1306 /M. 1888-1889 yılında yayımladığı ilk Türkçe Ansiklopedi olan “Kamusu’l-Alam” adlı eserinde Beyşehir’den de bahsetmektedir. Şemseddin Sami eserinin 2. cildinde Beyşehir

38

Sarre, Küçük Asya, s. 155-157. 39

(16)

bahsinde “Konya vilayet ve sancağında kaza merkezi bir kasaba olup Konya’nın 65 km garbi cenubisinde hem nâmı olan gölün şark cenubi kenarında ve mezkûr göle dökülen yine hem nâmı olan bir nehrin iki tarafında vakidir. Cümlesi Müslim olmak üzere 2.000 kadar ahalisi 3 camii, 7 mescidi, 4 medresesi, 1 Rüştiye ve 2 sıbyan mektebi, 3 hanı ve nehr-i mezkûr üzerinde bazı mahalleri harap 8-10 gözlü bir köprüsü vardır. İsorya şehr-i kadiminin mahallinde vaki olduğu maznundur. Beyşehir Kazası Konya Sancağı’nın cihet-i garbisinde vaki olup Kırili Nahiyesi ile beraber 74 karyeden mürekkep 35.000 ahaliyi camidir. Arazisi mümbit ve mahsuldar olup mahsulâtı hububat-ı mütenevvia ile afyon ve meyve ve sebzelerin envaisinden ibarettir. Hayvanatı ve ale’l-husus gölün kenarlarında mandaları pek çoktur. Beyşehir Çayı Konya vilayet ve sancağında bir nehirdir ki liva-yı mezkûrun garp cihetinde vaki hem nâmı olan gölün ayağı mesabesinde olup mezkûr gölün cenub-i şarki köşesinden bida ile Beyşehri Kasabası’nın içinden geçtikten sonra cenub-i şarkiye doğru cereyanla takriben 60 km’lik mesafe kat ettikten sonra Suğla nam-ı diğer Karaviran Gölü’ne dökülür. Cereyanında birçok değirmen çeviriyorsa da gölün suyu çekildiğinde kuruma derecesine gelir. Beyşehir Gölü Konya vilayet ve sancağına tabi hem nâmı olan kazada büyücek bir göl olup cenub-i şarkiden şimal-i garbiye doğru olan tûlu 60 arzı ve sathiyesi 15 km’dir. İçinde birkaç ada bulunup havaları ağır olmak cihetle meskûn değilseler de pek çok manda ve hayvanata mera ittihaz olunurlar. Gölün içinde birkaç nevi balık bulunup kesretle saydolunduğu gibi derisinden kürk imal olunur bir nevi su kuşu dahi vardır. Bu göle şimal ve garb ve şarktan birkaç çay dökülüp fazla meyahı ayağı hükmünde olan Beyşehri çayı vasıtasıya cenube doğru akıp Suğla Gölü’ne

dökülür.” 40

Demektedir.

Ali Cevad H. 1313/M. 1895-1896 yılında yayımladığı, “Memalik-i Osmaniye’nin Tarih ve Coğrafya Lügati” isimli eserinde Beyşehir ve çevresi hakkında uzun uzun bilgiler vermiştir: “Konya Vilayet Sancağı’nda kaza merkezi bir kasaba olup, Konya’nın 18 saat garbi cenubisinde ve hem nâmı olan gölün şark-i cenubisinde ve göle dökülen Beyşehir Çayı’nın iki sahilindedir. Kasaba iki kısım olup bir kısmına meydan diğer kısmına vaktiyle İçerişehir tesmiye kılınmıştır. Kasabanın sahilinde bulunduğu gölün devresi 20 saatte dolaşılabiliyor ve bundan 20-30 kadar değirmen tedvirine kâfi bir su çıkarak ve Sarıöz Boğazı’ndan gelen su ile birleşerek Seydişehri ovasından cereyan ile Karaviran Gölü’ne ve mezkûr göl dahi ziyadeleşerek Konya

40

(17)

Ovası’na yayılır. Derun-ı kasabada iki bin kadar nüfus ve biri Eşref Rumi’ye mensup 3 camii, 7 mescidi, 1 medresesi, 1 rüştiye 2 sıbyan mektebi, 3 hanı ve muhtaç-ı tamir 8-10 gözlü bir köprüsü vardır. Kasabada beher Cumartesi günleri kurulur bir pazarı vardır ki haftada 200.000 kuruşluktan ziyade ahzüita edilir. Kasaba göl kenarında olduğundan havası latif olduğu gibi derununda çıkan nehrin suyu dahi şurba gayr-i salih olmakla ahali içecekleri suyu gölden ahzetmektedir. Tarih-i kadimde mezkûr olan İsorya Şehri kasabanın mahallinde

olması ihtimali karibdir.”41

Ali Cevad eserinin Beyşehir Kazası bahsinde kaza geneli hakkında da bilgi vermektedir. “Beyşehir Kazası: Merkez livanın garp cihetinde vaki olup 49 kadar köyden mürekkeptir. Kazanın arazisi mümbit ve mahsuldardır. Garp cihetindeki gölden nefis balıklar çıkar. Ve her cins hububat ile afyon, meyve ve sebze kesretle yetiştirilir. Ve mamulâtı kilim çorap gibi şeylerdir. Dâhili kazada 7.732 hanede heman cümlesi İslam olmak üzere 32.375 nüfus, 38 mescid, 12 cami, 1 Mevlevi dergâhı, 354 debbağhane, 72 değirmen, 3 hamam, 16 fırın, 18 han, 12 kahvehane, 44 mağaza, 289 dükkân, 101 çeşme ve sebil, 2 selhhane, 1 hapishane, 71 türbe, 1 kütüphane, 1 Ermeni kilisesi, 1 Rum kilisesi, 60 İslam Mektebi, 16 medrese mevcuttur. Kazanın hayvanat-ı ehliyesi 344 manda, 1.548 inek, 1.852 öküz, 161 deve, 1.252 merkep, 14 ester, 437 bargir, 31.334 tiftik, 23.450 karakeçi, 35.628 koyun vesaireden mürekkeptir. Kazanın mahsulât-ı mütenevviası epeyce bir yekûn teşkil eder. Hâsılat-ı miktar-ı senevîsi 500 kile nohut, 2.000 kile çavdar, 1.000 kile yulaf, 100 kile mısır, 25.000 kile melez, 125.000 kile arpa, 400.000 kile buğday, 3.400 kıyye afyon, 4.000 kile fiğ, 100 kile fasulye, 200 kile mercimek ve 1308 sene-i maliyesi 26 karye 2773 hanede

11.673 nüfus ceman Kıreli nahiyesi dahi Beyşehri Kazası’na mülhaktır.”42

Ali Cevad eserinde Beyşehir Çayı ve Beyşehir Gölü hakkında da bir bahis açmış ve detaylı bilgi vermiştir: “Beyşehri Çayı: Zikrolunan Beyşehri Gölü’nün ayağı olup mezkûr gölün şark canibisinden çıktıktan sonra kasabanın içerisinden geçerek 60 km kadar temdid-i mecra ile Karaviran nam göle karışır. Mezkûr çay üzerinde birçok değirmenler var ise de gölün suyu azaldığı vakit bu da kurumak dercesine gelir. Beyşehir Gölü: Konya Vilayet ve sancağında hem nâmı olan kaza dâhilinde kâin bir göldür ki çevresi 27 fersah ve sathı 40 fersahtır. Suyu tatlı ve derununda etrafı 4-5 saatte dolaşılıyor. Birkaç adacıklar var ise de havası ağır olmakla ancak kaza hayvanına mera ittihaz olunmuştur.

41

Ali Cevad, Memalik–i Osmaniyenin Tarih ve Coğrafya Lügatı, Dersaadet H.1313, s.187. 42

(18)

İş bu adalardan Mada Adası’nda bundan 28 sene akdem birkaç hane kazak muhaciri iskân olunmuş ise de havasıyla imtizac edememişlerdir. Gölün ayağı olan Beyşehri Çayı Karaviran Gölü’ne dökülür. Ve Salur Karyesi’nde Eflatuna mensup bir seddin altından tuğyan eden su dahi mezkûr göle karışır ki seddin üzerinde gayet müsenna iki adet kız resimleri vardır. Gölde birkaç cins balık saydolunup Konya ve Niğde cihetlerine gönderilir. Ve Dalağan namında bir kuş dahi kesretle bulunup derisinden kürk imal olunduğu cihetle Avrupa’ya irsal

olunur. Gölün rüsum-ı saydiyesi senevî 25.000 kuruş raddesindedir.”43

10 Temmuz 1901 ve 7 Mart 1902 tarihleri arasında Anadolu’da özellikle Isaura ve Psidia bölgelerindeki modern ve antik yerleşmeleri gezerek eski çağlara ait kalıntıları, heykelleri ve yazıtları tespit eden 4 kişilik bir araştırma ekibi Beyşehir ve çevresinde inceleme gezisi yapmışlardır. Heyet araştırmaları sırasında Beyşehir Kenti’nde küçük bir kilisenin kalıntıları dışında hiç bir ize rastlamamışlar, İçerişehir Mezarlığı’nda ise eskiçağlara ait önemli bir şey bulamamışlardır.44

Onlara göre Beyşehir Hamidiye Mahallesi’nde Çeçenler için inşa edilmiş evler birbirine paralel ve aynı tipte yapılmıştır. Bu evler Avrupa’daki prefabrik evlerde yaşayan işçi kolonilerinin evlerini hatırlatır. Devlet tarafından yapılmış olan bu evlerin bir kısmı 1903 yılında boş durumdadır. Bu tarihlerde evlere şehir merkezinden gidip gelmek oldukça zahmetlidir. Eserde Beyşehir’de iskân edilmiş Kazaklar için “Bunların ataları Rus Çariçesi II. Katherina’nın imparatorluğu altında yaşarlarken Rostov’u terk ederek eski inanışlarını daha rahat sürdürebileceklerini düşündükleri için buraya göçmüşlerdir.” denilmektedir. Aynı seyahatnamede Beyşehir merkezde, at kullanımının yaygın olduğu bölgeyi gezen heyetin de dikkatini çekmiştir. Bu seyahatnamede Beyşehir’de seyahati seven enerjik bir halk bulunduğu, insanların atlarla dolaşmayı tercih ettiği ve bu yaşam tarzının halkın yadırgadığı bir şey olmadığı belirtilmektedir. Onlara göre Antik dönemde göl ile deniz kıyısının bağlantısı da tıpkı XIX. yüzyıldaki gibidir. Çünkü bu bölgede doğa ancak bu kadarına izin vermektedir. Ramsay buralarda mil taşları gördüğünü söylese de 1902 yılında burayı gezenler bu taşları görmediklerini belirtmişlerdir. Heyet eserinde, Beyşehir Gölü Havzası’nda özellikle Manastır (Üzümlü) ve Üskerles (Üstünler) Köylerinde Roma ve Bizans dönemlerinde de üzüm üretimi

43

Ali Cevad, Memalik–i Osmaniye, s. 187-189. 44

Buluntular için bkz. Julıus Jüthner, Frıtz Knoll, Karl Patsch, Heınrıch Swobboda, (Archaologısche Expedıtıon), Archaologısche Expedıtıon, Vorlaufıger Berıcht, Über Eıne Im Auftrage Der Gesellschaft Unternommene Archaologısche Expedıtıon Nach Kleınasıen (Sommer 1902), Prag 1903, s.28-40.

(19)

yapıldığı ve bu dönemde bölgede kaliteli ve güzel şaraplar üretildiğini ifade etmişlerdir.45

1909 yılında Anadolu’yu gezen Ahmet Şerif Anadolu’da Tanin isimli eserinde Beyşehir hakkında bazı bilgiler vermektedir. 14 Eylül 1909’da Beyşehir’e hareket eden Ahmet Şerif, eserinde bu yolculuğu hakkında “Beyşehri’ne doğru, Şarkîkaraağaç’tan Cuma sabahleyin hareket ettim. Bizi Beyşehri’ne götürecek olan patika, bu kazanın bir nahiye merkezi olan, Kıreli Köyü’nün içinden geçtiğinden, biraz dinlenmek için bu köyde bir iki saat kaldım. Dışarıdan Konya’dan gelen birkaç Rum, burada iki han yapmışlar, para kazanmaya çalışıyorlar. Çarşı denilen yerde, ikisi açık olan ve içlerinde beş-on kuruşluk eşya bulunan beş-altı dükkân… Kapıları haftada bir defa bile açılmayan hükümet dairesi. Çoğunlukla vaktini Beyşehri’nde ötede beride geçiren, nahiyenin müdürü ve tek memuru, Tahir Ağa adında bir kara cahil… Sonra sefil manzaralı ikiyüz-ikiyüzelli ev boynu bükük sarı benizli insanlar… Köyde ses seda, hayatı gösterecek bir hareket yok. Bu köy Beyşehri Gölü’nün kenarındadır. Göl bataklıklar yaptığından hava son derece bozuluyor. Hatta yerliler bu bölgeye Anadolu’nun Yemen’i adını veriyorlar. Köy bundan 10-15 yıl önce beş-altı yüz ev iken havanın vahameti sebebiyle bugün iki yüz ev kalmış diğerleri kapanmış. Buna karşılık, tabiat, bütün cömertliğini, bolluğunu buralarda bol bol veriyor. Arazi verimli, gözün alabildiği kadar geniş, fakat boş, kendi halinde bırakılmış. Çünkü işleyecek, tabiatın bu olağanüstü cömertliğinden, toprağın verimliliğinden faydalanacak adamlar yok, evet her şey var, fakat çalışacak, ekecek, biçecek, eller yok. İki saat oturduğum köyde, görüşecek, konuşacak bir adam bulamadığıma inanınız. Tabiatla insanlar arasında büyük bir zıtlık, her şeyde dikkate çarpan, acı elem verici gerçekler.

Köy ibret verici bir sahneyi gözler önüne seriyor.”Demektedir46.

Kıreli’den ayrıldığı gün 14 Eylül 1909’da saat 14.00 dolaylarında Beyşehir’e gelen Ahmet Şerif, Beyşehir hakkında da dikkat çekici bilgiler verir: “Şehir birbirinden ayrı iki mahalleden meydana gelmiştir. İçeri girerken bir hareket görülüyor, birçok adam çalışıyor, bir şeyler yapıyor. Alman şirketi, Beyşehir Gölü yakınlarında, çalışmalar yapıyor. Fakat şehrin içinde bu hareket duruyor, bildiğimiz o tekdüze, yavaş hayat başlıyor. Burada bulunduğum sürece, Alman şirketinin ne yaptığını, ne işle uğraştığını anlamak için çalıştım. Hiç kimsenin haberi yok, sanki kendilerinin değilmiş gibi ilgisiz bulunuyorlar.

45

Jüthner, Archaologısche Expedıtıon, s.27-30.

(20)

Hatta kaymakamın bile bilgisi yok. Söylendiğine göre, vilâyetten bilgi istemiş, nizamnamelerini istemiş, fakat hiçbir cevap gelmemiş… Bunun için, şirket, istediği gibi iş yapıyor, hareket ediyor, hiçbir taraftan denetime bağlı değil,

bilmem ki bu nasıl bir sırdır.”47

Ahmet Şerif 4 gün boyunca Beyşehir’de kalmış, şehir ve sakinleri hakkında da bazı gözlemler yapmıştır. “Beyşehri’nde oturduğum 4 gün içinde, öğrendiğim gördüğüm şeyler acı, elem verici gerçekler oldu. Eşraf adı verilip, köylüleri soymaktan başka ticaretleri, hükümetin çalışmalarını meşgul etmekten, işlerine yaramayan ve emellerine hizmet etmeyen memurların-ki pek azdır- aleyhinde bulunmaktan başka meşgaleleri olmayan sınıftan beş-on kişi burada da var. Hatta bunların zulüm ve yolsuzlukları, bu kazada, diğer gezdiğim yerlerden pek fazladır. Hepsinden önce yaltaklanan ve ikiyüzlü bir dil, sonra artık memurların birbirinin hakkındaki şikâyetleri. Çünkü bu adamlar, birbirinin son derece düşmanıdır. Bu düşmanlık memurları halkı da bölüyor. Hele bir memur yerli olursa, kesin olarak, bunlardan birinin esareti ve mahkûmiyeti altındadır. Kaymakam bu adamlardan şikâyetçi, hükümetin her şeyine burun soktukları, fakat elindeki yürütme araçları ile onların etkilerini

bütünüyle kırmayı başaramadığını söylüyor. Çünkü memurlardan

arkadaşlarından emin değil. Hükümetin bu eşraf zimmetinde pek çok alacağı vardır. Mesela Beyşehri’nde müftünün vergi dairesiyle diğer dairelere on bin kuruş borcu var. Zaten kasabanın seksen bin kuruş vergi bakayasının yarısı halen bu beş-on kişinin zimmetinde.” Demektedir.

Ahmet Şerif, Beyşehir Hükümet Konağının 1909 yılında harap vaziyette olduğunu içerisinde yer alan eşyaların da aynı halde bulunduğunu söylemektedir. Eserinde bu konuda “Pek harap olan hükümete girince, insan hızlı yürümeye, çok söz söylemeye korkuyor. Kaymakam odası yıpranmış, eskimiş, yırtılmış ve otları çıkmış minderleriyle, haklı olarak, ziyaretçilerin bakışlarını çekiyor. Karşıda, sol tarafta, önünde tahta parmaklıklarla çevrilmiş ufak bir bahçesi, gezinti yeri bulunan hapishane görünüyor. Burası Karaağaçtaki hapishane kadar yoksul görünüşlü değil, lamba ile oturmuyorlar. Fakat pislik, pis kokular ve rutubet var. Üçü tutuklu, ikisi mahkûm olduklarını söyleyen beş kişi bulunuyor. Bunları söyletirseniz, hepsi suçsuz olduklarından, mahkemenin haksız yere hüküm verdiğinden filan söz ederler ki pek doğaldır. Çünkü kabahat, samur kürk olsa kimse üstüne almaz derler. Bunun için bu

adamlara, o kadar kulak asmam.” demektedir. Ahmet Şerif bu bahiste

47

(21)

hapishanenin ve mahkemenin durumu hakkında detaylı bilgiler vermeyi sürdürmüştür48

.

Ahmet Şerif, eserinde Beyşehir’deki ilk ve orta öğretimin durumu hakkında da bilgiler vermektedir. “Beyşehri’nde üç-dört okul olduğunu haber verdiklerinden, onları da göreyim dedim. İlk olarak Rüşdiye Mektebi’ne gittim. Oldukça genç, güzel sözler söyleyen bir öğretmen efendi. Okullar bu sene daha geç açılacak iken, maarif müdürünün sözlü emri üzerine, üç-beş gün evvel açılmış. Öğretmen, bu sene İptidai Mektebi’nden pekiyi derece ile diploma alarak, buraya gelen üç yavruyu çağırdı. Bunlara imla yazdırdı, hiçbiri başarı gösteremedi. Her üçüne, vilayetlerinin, başşehirlerinin neresi olduğunu sordum, cevap veremediler. Buradan İptidai mektebine gittim. Dar, havasız bir yere, seksen-yüz kadar mini mini yavrucakları doldurmuşlar, hep bir ağızdan bağırıyorlar, güya okuyorlar. İki öğretmen var. Bunlardan birine çalışmalarını, memleketimizin geleceğinin ümidinin, şimdi terbiyeleri ellerine verilmiş olan bu çocuklar olduğunu, bunlara bu küçük beyinlere özellikle vatan, millet sevgisiyle ilgili fikirler vermek en kutsal görevleri bulunduğunu söyledim. Hoca garip, anlamaz bir bakışla bana bakıyordu. Buradan da yeni açılan Kız iptidai mektebine gitmek gerekti. İçeri girdim, ufak, etrafı açık bir sofa, iki tarafından rahlelere oturmuş kırk kadar hanım kızlar… Bu memleketin en garip, en zavallı okulu idi. Yeni gelen kadın öğretmene oturacak bir ev yok, o da burada

oturuyor.”49

Tarihi süreçte pek çok seyyah ve araştırmacının ziyaret ettiği Beyşehir ve çevresi, Cumhuriyet devrinde de çeşitli bilim adamlarının tetkik gezilerine konu olmuştur. Bunlardan birisi 1941 yılında Remzi Oğuz Arık başkanlığında Türk Tarih Kurumu Kazı Heyeti tarafından tertip edilmiştir. Türk Tarih Kurumu Kazı Heyeti, 5 Temmuz 1941 tarihinde yola çıkmış ve ilk olarak Konya Beyşehir Eflatun Pınar ve Fasıllar bölgesinde inceleme yapmışlardır. Bu inceleme gezisi Remzi Oğuz Arık tarafından Ankara Konya Eskişehir Yazılıkaya Gezileri adıyla yayımlanmıştır. Remzi Oğuz Arık eserinde Beyşehir gezisi hakkında şu bilgileri vermektedir. “Konya’dan 99. kilometrede Beyşehri’ne varılmıştır. Kendi adını taşıyan ve eski coğrafyacılar, tarihçilere Karalislacus yahut Caralitis veya Pasgouza veya Karalia denen gölün güneydoğu ucundaki Beyşehri suyunu geçince suyun öte geçesine kurulmuş olarak görülür. Beldenin ancak Selçuklular zamanında kurulup önemli bir

48

Şerif, Anadolu’da Tanin, s.43 vd. 49

(22)

uğrak derecesine yükseldiği anlaşılıyor. Bununla beraber gölün gerek kuzey kıyısında, gerek güney kıyısında, hem protohistorik, hem klasik çağların yerleşmeleri bulunduğu anlaşılıyor.” demektedir. Tetkik heyeti Beyşehir merkezde fazla oyalanmadan Öncelikle Fasıllar Köyü’ne giderek bir inceleme yapmış ve daha sonra da Eflatun Pınar’a yönelmişlerdir. Arık eserinde her iki anıt hakkında detaylı bilgiler vermektedir.50

Bu dönemlerde yapılan bir inceleme gezisi de Tarih Enstitüsü’nün Orta Anadolu Gezisi’dir. Bu teknik gezi bir rapor halinde A.Ü Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisinde 1947 yılında yayımlamıştır. Prof. Dr. B. Sıtkı Baykal’ın başkanlığında, Doç. Dr. H. Demircioğlu ve Doç. Dr. H. İnalcık’ın iştirakiyle 25 kişilik bir kafile Ankara’dan 23 Haziran 1947 yılında Konya’ya hareket etmişlerdir. Heyet Konya’dan 27 Haziran 1947 tarihinde otobüsle Beyşehir’e ulaşmıştır. Öncelikle Eflatunpınar’da inceleme yapan heyet daha sonra Beyşehir merkezine uğramış ve Eşrefoğlu Külliyesi’nde inceleme yapmışlardır. Söz konusu raporda Eflatunpınar ve Beyşehir hakkında detaylı bir bilgi verildikten sonra, “Bugün Eşrefoğlu Cami denilen ve Selçuk Sanatının güzel bir örneği olan cami, çok harap ve bakımsız olup resmi ellerin ihtimamını bekliyor. Caminin batı kısmında sütun ve taşlarından istifade edilmek üzere bir kaymakam tarafından yıktırılmış olan medresenin bugün yalnız taç kapısı kalmıştır. Bu bilgisizlik ve şuursuzluk karşısında üzülürken bir başkasını da anlattılar. Eşrefoğulları’nın vakıf kitapları cahil bir adamın eline düşerek araba ile Beyşehir Gölü’ne dökülmüş ve bunlardan ancak 670. H. tarihli Süleyman Bey Kütüphanesi’ne vakfedilmiş bir “Keşşaf” ile birkaç eser kurtarılabilmiş. Caminin etrafında bugün yalnız harabeleri bulunan Bezzazlar Hanı ve hâlihazırda kerpiçten yapılmış birkaç evle adeta bir köy manzarası arz eden bu iç şehrin ortasında bu muazzam eserlerin harabeleri büyük bir

geçmişin tercümanı olarak duruyorlar.”51

Denilmektedir.

SONUÇ

Beyşehir Gölü Havzası’nın Neolitik Çağ’dan itibaren yerleşime tabi tutulduğu çeşitli çalışmalarla ortaya konulmuştur. Bu bölgede Neolitik Çağ sonrası Hititler, Frigler, Lidya, Pers, Makedonya ve Romalılar hâkimiyet kurmuşlardır. Beyşehir bölgesi, Bizans hâkimiyetinde olduğu dönemde İstanbul–Antalya yolu üzerinde stratejik bir öneme sahipti. Bölge Türk

50

Arık, Yazılıkaya, s. 12-16. 51

(23)

hâkimiyetine geçtikten sonra da önemini yitirmemiş, hatta Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat kendi adına Beyşehir Gölü kenarında bir saray inşa ettirmiştir. Eşrefoğulları döneminde yeniden inşa ve imar edilen bölge, Karamanoğulları ve Osmanlı hâkimiyetinde de önemini korumuştur.

Tarihî, coğrafî ve fizikî özellikleri nedeniyle Beyşehir ve Göller Bölgesi özellikle Anadolu’nun tarihi, jeolojisi ve coğrafyası ile uğraşanların her zaman dikkatini çekmiş ve bu nedenle, Anadolu’ya özellikle XIII. yüzyıldan itibaren akın eden, coğrafyacılar, jeolog ve biyologlar tarafından araştırılmıştır. Beyşehir’de inşa edilen Eflatun Pınar ve Fasıllar anıtlarının XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa bilim âleminde şöhret kazanması, bu tarihten itibaren yerli ve yabancı seyyahların başta Beyşehir’in antik dönemi olmak üzere, Eşrefoğulları dönemine ait tarihi eserleri incelemek amacıyla Beyşehir ve çevresine araştırma seyahatleri gerçekleştirmelerine neden olmuştur.

Bölgede Türk hâkimiyetinin kurulduğu dönemlerde Beyşehir ve çevresi hakkında bilgi veren en önemli kaynak İbn Bibi’ye aittir. Daha sonraki yüzyıllarda meşhur Osmanlı bilim adamı ve aydını Kâtip Çelebi Beyşehir hakkında bilgiler vermiştir. Meşhur Osmanlı yazarı Şemseddin Sami, H. 1306 /M. 1888-1889 yılında yayımladığı ilk Türkçe Ansiklopedi olan “Kamusu’l-Alam” adlı eserinde ve Ali Cevad H. 1313/M. 1895-1896 yılında yayımladığı, “Memalik-i Osmaniye’nin Tarih ve Coğrafya Lügati” isimli eserinde Beyşehir ve çevresi hakkında uzun uzun bilgiler vermiştir.

Osmanlı döneminde bazı yabancı gezginler de Beyşehir ve çevresinde seyahat etmiş, Beyşehir’e uğrayan seyyah sayısı özellikle XIX. yüzyıldan itibaren artış göstermiştir. 1816 yılında Otto von Richter, 1832 yılında Charles Texier ve 1837 yılı Ağustos ayında Hamilton Beyşehir’e uğrayan gezginler arasında yer almaktadır. Beyşehir ve çevresi hakkında en geniş bilgiyi veren yabancı seyyahların başında ise F. Sarre gelmektedir. Sarre eserinde sayfalarca Beyşehir seyahatine yer vermiştir. Bunlardan başka tarihi süreçte pek çok seyyah ve araştırmacının ziyaret ettiği Beyşehir ve çevresi, Cumhuriyet devrinde de çeşitli bilim adamlarının tetkik gezilerine konu olmuştur.

Referanslar

Benzer Belgeler

Ama gelişmiş kapitalist ülkelerde hükümetler, çokuluslu şirketlerin istihdamı, ihracat ve teknolojiyi geliştirme ile elde edecekleri faydaların ulusla

Örneğin, doğa bilimlerinin genelleyici olma özelliği varken, aynı özelliği sosyal bilimler için varsayamayız (Aynı sosyal olayların ortaya çıkmasına sebep olduğu

Bu çalışmada özel sektörün finansal enstrüman ve işlemlerine ilişkin olarak 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nda yapılan değişiklik ile 6802 sayılı Gider Vergileri

Yani öğrencilerin matematik okuryazarlık inançları ile okudukları programlar arasında bir fark olduğu, ancak bu farkın anlamlığını belirlemek için yapılan Scheffe

expression of oocytes/embryos and their fertilizability in unfertilized oocytes, arrested embryos, and tripronucleate zygotes, because both nuclear and cytoplasmic factors

Daha sonra, Yaşar Nabi, yeni bir anlayışı getiren Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rifat’a derginin orta sayfasını ayırmaya başladı.. 1941’de tek kitap

Araştırma sonuçlarına göre ilkokulda Sosyal Bilgiler eğitiminde yapılan çalışmaların konu alanlarına ilişkin sonuçlar incelendiğinde, program değerlendirmesi,

Bu tez çalışması giriş bölümü ile birlikte altı bölümden oluşmaktadır. Bu bölümde tez çalışması kapsamında literatür çalışması yapılmıştır ve arıza