Ölümünün üzerinden
52
yıl geçti
Süleyman
Nazif,
SaitPaşa'nın
oğluydu...
Yıllarca
valiliklerde
bulundu,
yazılarıyla
büyük üne
kavuştu...
Geçim
sıkıntısına
düştüğü
son yıllardaki
bütün
serveti ise,
yehek cebinde
taşıdığı bozuk
paralardan
ibaretti...
Şemsettin KUTLUSevgisi de, nefreti de tehlikeliydi!
"Ortasfolmayan adam
v a lili 979 Süleyman Nazif’in ölümünün 52. yıldönümüdür. İlil Eserlerinin değerinden fazla heyecanları büyük olan,
II yazılarından fazla emsalsiz incelikteki espri ve hiciv leri ile hâlâ anılarda yaşayan Süleyman Nazif, 1927 yılı Ocak ayının 4’ünde bu dünyadan göçmüştü. Öl düğünde elli yedi yaşındaydı. Ünlü ve zengin vezirler den Sait Paşa gibi bir adamın oğlu olduğu, yurdun birçok büyük vilayetlerinde valilik yapmış bulunduğu halde, müte vazı bir kira evinin demir bir karyolasında son nefesini vermişti ve geride bıraktığı bütün serveti, yeleğinin cebinde ki bozuk paralardan ibaretti.
1870 yılında Diyarbakır’da doğmuş, özel öğrenimden son ra İstanbul’a gelmiş, yirmi yedi yaşlarındayken -istibdatla savaşmak için- Fransa’ya kaçmıştı. Bir yıl kadar sonra, çare siz kalarak yurda dönüşünde II. Abdülhamlt kendisini Bur- sa’ya sürgün etmişti. Ancak bu sürgünlük bir görev niteliğini de taşıyordu. Bursa valiliği mektupçusuydu. Mektupçuluk, o zamanlar, özel kalem küdürlüğüyle vali muavinliği arasında bir görevdi. İkinci Meşrutiyetken (1908) sonra Basra, Kasta monu, Trabzon, Musul ve Bağdat valiliklerinde bulunmuştu.
KÖMÜR TİCARETİ YAPMAK
İSTEMİŞTİ.
Katıksız bir yurtsever olduğu halde, Bağdat’ın son valisi olmak bahtsızlığına uğramıştı. 1918 yılında Irak, Ingiliz kuv vetleri tarafından işgal edilince: ’’Ne uğursuz ayağım varmış ki, bu aziz yurt köşesi benim zamanımda elimizden çıkıyor!”
diye ağlaya ağlaya Istanul’a dönmüştü. Bundan sonraki do kuz yılını gazete çıkarıp tutunduramayarak, kömür ticareti yapmaya kalkışıp elindeki avucundaki birkaç kuruşu da batı rarak, daha sonraları da gazete ve dergilere yazı yazarak, büyük sıkıntılar içinde geçirm işti.
Başlangıçta Ittihad ve Terakki Cemiyeti'ne ve onun men suplarına büyük ümitler bağlayan Süleyman Nazif, Birinci Dünya Savaşı içinde onlardan soğumuştu. Çok sevdiği Os manlI Devleti’nin çatır çatır çökmesinden ve parçalanmasın dan onları sorumlu tutuyordu. Hatta kömür ticaretine girişti ği günlerde:
-“ Hayrola Nazif; kömürcülük mü yapıyorsun?” diye soran yakın dostlarına:
-“ Ne yapalım birader; bu savaşın sonundan nasıl olsa yüz karasıyla çıkacağız. Bizimki hiç olmazsa kömür karasıdır..!’
cevabını vermişti.
Mütarekenin karanlık günlerinde İstanbul’un, durup du rurken, galip devletler tarafından işgali kendisini can evin den yaralamıştı. Fransız işgal ordusu kumandanı -sanki şeh ri savaşla ele geçirmiş gibi- Kabataş iskelesine çıkıp oradan beyaz bir ata binerek, azınlıkların çılgınca alkışları arasında, Beyoğlu’na doğru bir alay düzenleyince, Süleyman Nazif artık kendini kaybetmiş, “ Hâdisât” adlı gazetede simsiyah bir çerçeve içinde, (Kara Gün) başlıklı bir yazı yazmıştı. Şerefli bir mağlubun, şerefsiz bir galibe karşı soylu bir şahlanışı olan bu yazı,İnce fakat ağır hakaretlerle doluydu. Fransız kumandanı, bu yazı üzerine hemen onu kurşuna dizdirmek istemiş, fakat öteki işgal kuvvetleri
kumandanları-"Ortası" olmayan adam
mn işe karışmasıyla Nazif, Malta adasına sürülmek suretiy le, bu vartayı atlatmıştı.
DAMIZLIK ÎT AL YAN ERKEKLERİ
Süleyman Nazif’in ortası yoktu. Sevdiklerini ilahlaştırır, sevmediklerini yerin dibine geçirirdi. Abdülhak Hamit, sev diklerinin en başta gelenlerindendi. Onun güzel bir sözünü dinledikten sonra, başparmağıyla gökleri göstererek:
-“Yukarıdaki büyük biraderiniz de böyle düşünüyor!.” de mekten kendini alamazdı. Öte yandan önceleri çok sevişir ken, sonraları araları açılan Dr. Abdullah Cevdet için yapma dığı hakareti bırakmazdı. Bir seferinde Abdullah Cevdet: “ Italyan erkeklerinin mükemmel bir tip olduğunu, hatta da mızlık olarak kullanılabileceklerini” belki de şaka yollu ileri sürmüş, buna müthiş öfkelenen Süleyman Nazif:
-“ Buna çok eminse, önce kendi yakınları üzerinde dene s in !.” yollu bir haber göndermişti. Abdullah Cevdet'in çopur luğunu da şu sözlerle hicvederdi:
-“ Bir avuç leblebiyi suratına atacak olsan,emin ol bir tanesi bile yere düşmez!.”
Sonra ilave ederdi:
-“ Sanki Allah, bu adamın suratından ar ve hayâyı tırnakla rıyla yırta yırta söküp alm ıştır!.”
Bir seferinde resmi bir ziyafette yan yana düşmüşlerdi. Boğazını çok seven Abdullah Cevdet, önündekilere çatalı bıçağı ile hırsla saldırmış, tabaktan fırlayan et Süleyman Nazif’in kucağına düşmüştü. Öfkeyle bir arkadaşına, bir de kucağındaki ete bakan Nazif, ete hitaben:
-“ Yahu; bu herifin şerrinden bana ne sığınıyorsun? Git de Allaha sığın!.” diye kükremişti.
Osmanlıca’nın ve eski belagatın eşsiz ve son ustalarından biri olan Nazif, inandığı kimseleri ve olayları yükseltmekte çok aşırı idi. Bu bakımdan, konuşmalarında olduğu gibi, yazılarında da mübalağa geniş yer tutardı. Bir seferinde Yahya Kemal, onun için:
-“Süleyman Nazif’in bazı bazı mübalağa etmediği zaman lar da vardır." demişti. Nazif, Yahya Kemal’in bu hicvine iyiden iyiye içerlemiş;fakat sevdiği kimselerden olduğu için bunu hazmetmişti.
N AM IK K E M A LE TOZ KONDURMAZDI
Abdülhak Hamit kadar aşırı sevdiği başka biri de Namık Kemal’di. Ona yetişememiş, fakat eserleriyle, hayranı ol muştu. Bir keresinde bir toplantıda Namık Kemal hakkında bir konferans veriyordu. Şairin hayatını anlatırken sıra onun Kıbrıs’a sürgün edilmesine gelmişti. Süleyman Nazif, sür güne dair çıkarılan padişah fermanını yerden yere vuruyordu. Salonda Yahya Kemal de bulunmaktaydı. İyice coşan Nazif, Yahya Kemal’i işaret ederek:
-“ Efendiler" diye haykırıyordu, “ Sevgili şairimiz benim için, bazı bazı mübalağa etmediği zamanlar da vardır, diyor. Evet, ben duygularımda biraz mübalağalıyım. Fakat bu daha çok sevgiye ait hislerimdedir. Çünkü bu bencil, bu aşağılık toprağın üzerinde bana hayvanlığımı en az ve insanlığımı en çok hissettiren şey sevgi ve muhabbettir. Kötülüklere karşı nefrette ise hiç mübalağa etmem. İşte efendiler, şu anda asla mübalağa etmediğime emin olarak söylüyorum ki: Bu
22
Abdülhak
Hamit'i yere, göğe
koyamaz, devrine
yetişmemiş olmasına
rağmen,
Namık Kem al e de
sonsuz hayranlık
beslerdi.
Y a nefret ettikleri?
Bunların
başında eski
arkadaşı Abdullah
Cevdet
geliyordu.
Bir devrin ünlii edebiyatçıları toplu halde yemek masasında. Soldan itibaren Şair Cenab Şehabettin, yanında, Abdttibak H am it, çiçeklerin arkasında Süleyman N a zif, ayakta, M ithat Cemal Kuntay, ününde M ehm et A k if, en sağda da Samipaşazade Süleyman Bey.
sürgün fermanını çıkarmakla yalnız o fermanın sahibi olan Abdülhamlt’e değil, yalnız onun müsveddesini yazıp temize çekenlere değil; bu fermanın yazıldığı kâğıdı Bâb-ı âlî kırtasi yecisine satmış olan tüccara da; hatta yalnız bunlara da değil, o kâğıdı imal eden fabrikaya da,hatta hatta o fabrikayı kurmuş olan mühendislere de kin duyuyorum ve duyacağım. İşte bu kadar!..’.’
Toplantı sonunda, birlikte salondan ayrılırlarken, yakın dostlarından biri Süleyman Nazif'in koluna girmiş, şöyle demişti:
-“ Üstat; bu silsilen kininiz, hani şu meşhur halk küfürbaz- larının “ Soyunu sopunu, gelmişini geçmişini, kızını kısrağı n ı...” şeklinde sürüp giden küfürlerine bir nazire oldu..’.’
Süleyman Nazif de kıs kıs gülerek şu cevabı vermişti: -“ Merak etme,onları da zaten içimden söyleyip tamamla dım !.”
HAZRET-İİSA ’YA AÇIK MEKTUP
Süleyman Nazif heyecan ve öfkelerinde her zaman beşeri ve yeryüzü ölçüsünde kalmazdı. Bazen daha uzun boyutlara ulaşırdı. Bir tarihte, Müslüman dünyasının; sömürgeci ve zalim Batı’nın elinde çektiği acılara ve haksızlıklara dayana mamış, onların peygamberlerine serzeniş ve sitemlerle dolu bir mektup yazmıştı. “ Hazret-i Isa’ya Açık Mektup” adlı bu yazısı, Türk edebiyatının nükte, espri ve incelik bakımından en seçkin örneklerinden biridir.
Ölümünden sonra, zamanının ünlü ve büyük şairi Ahmet Haşim, Süleyman Nazif için şu güzel ve anlamlı sözleri