Eski gravürlere, fotoğraflara baktığımızda, Boğaziçi'nin güzelliğine hayran olmamak elde değil. Melling'in bir başka gravüründe ise, Bebek Koyu 'nun güzelliği içine yerleştirilmiş Bebek Köşkü de bu güzellikleri tamamlıyor.
Avrupa'dan Asya'ya, Asya'dan Avrupa'ya
M itolojinin B osfor’u, bizim Boğaziçi’miz, koca bir ırmak
yatağıym ış aslında... Dördüncü çağda denizler yükselince
sular altında kalmış... Kuzeyde Karadeniz’e, güneyde
kendisi gibi eski bir ırmak yatağı olan Haliç’i koluna takıp
Marmara’ya kavuşan bu yatağa, sağından solundan
koyaklar açılmış.
CENGİZ BEKTAŞ
---itolojinin en “ muzır” tan rısı Zeus biliyorsunuz... Göz koymadığı, birlikte ol maya kalkışmadığı dişi yok.. Karısı H era’dan da ödü kopuyor... Ondan, olmuşu olacağı gizle yebilmek için, kimi kez kendi “ tebdil” gezi yor, kimi kez göz koyduğunu kılıktan kılığa sokuyor.
Argos Kralı İnakhos’un kızı, Hera tapına ğının sahibesi Io öyle güzel ki, Zeus’un onu görüp de uslu durması olanaksız. Kıskançlık tan kızgın demire dönen Hera’dan kızcağızı koruyabilmek için de, onu ak bir inek (Boos) kılığına sokar.
Hera bu... Kocasını tanıyor... Deneyli mi deneyli...
Ak ineğin başına bin gözlü Argos’u çoban diker. Zeus, Hermes’i yollayıp Argos’u öldür- tür. Hera, bu kez de ak ineğe bir atsineği te belleş eder. Sinek ısırdıkça İo oradan oraya atar kendini... İo şöyle anlatır bunu Aisk- hylos’un ağzından:
Bir anda değişiverdi içim dışım, Birden şu boynuzlar çıktı başımdan, Keskin dişli bir atsineği de ısırınca beni, Çılgınca bir atılışla fırladım gittim Kerkhne’nin, Lerna’nın tatlı sularına doğru.
Argos adında birini taktılar peşime. Bu, Toprağın oğlu asık suratlı çoban
adım adım izliyordu beni, sayısız gözlerini dikerek üstüme.
Beklenmedik bir anda can verdi bu çoban, bense hep o belalı iğnenin zoruyla Bu topraktan o toprağa koştum durdum.
(A sra E rhal. M itoloji sözlüğü 2 0 1 -2 0 2 R em zi
K itabevi. 1972)
İo’nun o topraktan o toprağa dediği, Av rupa’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya...
Asya ile Avrupa’nın, Mikelanj’ın resmin deki İsa ile pederinin parmaklarının birbirine değdi değecek gibi olduğu yer... Geçit... Pho- ros... Boss/phoros -inek geçidi- ya da bizim dememizle Bosfor... Boğaziçi’nin ilk adı böyle konmuş işte...
Roma’nm temelinde kardeş kanı var ya, Bo ğaziçi’nin temelinde de “ muzır” bir şey var... Mitolojinin Bosfor’u, bizim Boğaziçi’miz, koca bir ırmak yatağıymış aslında... Dördün cü çağda denizler yükselince sular altında kal mış... Kuzeyde Karadeniz’e, güneyde kendisi gibi eski bir ırmak yatağı olan Haliç’i koluna takıp M arm ara’ya kavuşan bu yatağa, sağın dan solundan koyaklar açılır.
Avrupa yakasında Ortaköy Deresi, Kuru çeşme, Arnavutköy Deresi, Bebek, Baltalima- nı Deresi, İstinye, Büyükdere, Sarıyer, Rume- likavağı koyakları; Asya yakasında, Kuzgun cuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Göksu-Küçüksu, Beykoz ve Keçiler Koyakları...
Bu koca yatağın altı Karadeniz’e doğru 0.001 oranında eğimliymiş... Sular Karade niz’e doğru akarmış altta... Üsteyse, 40 cm. daha yüksek olan Karadeniz’in sularının Mar m ara’ya aktığını, hem de kimi yerlerde
ger-7 ger-7 IcU l
çek bir ırmak gibi aktığını (Anadoluhisarı’yla Rumelihisarı arasında, bir de, Arnavutköy’le Vaniköy arasında saatte 9-10 km.) gözle gö rüyoruz.
Kimilerine göre, bu eski ırmağın, şimdiler de radyasyon korkusundan yiyemediğimiz ba lıklarının bir başka tatda oluşları suların bu karışı klığındandır...
Suların ve kıtaların birbirleriyle tokalaşma ları öyle adım başı karşılaşılan bir şey mi?
İnsanoğlu boş bırakır mı böyle yeri? Paleolotik dönemden (İ.Ö. 100.000-35.000) başlıyor insan izi buralarda...
Sonrasında da kesintisiz sürüyor... Boğaz’ın alt ucunda, karşı kıyının güzelli ğini göremeyenlerin ülkesi -körler ülkesi- Kal- kedon (Kadıköy)’un kuruluşu İ.Ö. 680’de... Karşısında Byzantion’un kuruluşu da İ.Ö. 660’ta...
Özellikle MakedonyalIların Anadolu’ya göz koymasıyla, yol batıdan doğuya, doğudan ba tıya, İo gibi, buradan atlar durur...
1 ' ürkler Boğaz’a,
atlayıp geçmek için
değil, önce asker
olarak su başını
tutm ak için
geliyorlar.
Roma’yı doğululaştıran 19. yy.da tarihçi lerin koydukları adla -Bizans’laştıran Justini- anus’un başkenti, artık yeryüzünün de başken tidir. Ama Boğaz’ın alt ucundaki Bizans, yer yüzüne egemen olduğu dönemde bile Boğaz’a yerleşmemiş...
Bütün yolların -karaların, denizlerin- kav şağında ya..
' Her yere kolayca ulaşıyor, ama ona da ko lay ulaşılıyor... Karşıtları ha dediler mi bur nunun ucunda..
Ancak surlarla çevrelediği, Haliç’le Marma ra arasındaki yarımada içinde güvencesini bu luyor. Boğaz bir yana, Galata’ya bile uzan ması bir olay... Kısacası, Bizans döneminde, yukarıda saydığım koyakların ağızlarında ki mi balıkçı korunakları dışında Boğaziçi bomboş...
Türkler Boğaz’a, atlayıp geçmek için değil, önce asker olarak su başını tutmak için geli yorlar. Anadoluhisarı... Rumelihisarı... A r dından, bunların içinde evler..
16. yy. 17. yy. derken 18. yy. da Boğaziçi kıyılarında yalnızca İstanbul’a özgü, suya ve yeşile bağlı bir yaşama kültürü oluşur...
Osmanlı yaşama biçimi, kendinden önce va rolanları da içinde yoğurarak köşkleri, yalı ları, kışlık sarayları, sandal gezintileri, eğlen celeri, su oyunlarıyla, 16. yy.da önce Haliç’i doldurur... Haliç’ten Boğaziçi’ne atlamak da pek kolay olmaz... Haliç’te de öyledir öyle ol masına ya; Haliç deneyimiyle Boğaz’da büs bütün her şey Sultan’ın iznine bağlıdır. Onun bilgisi dışında çivi çakılamaz...
1717’de Lady Montagu demiş ki:
“Tümüyle 30 km. uzunluğundaki Boğaziçi’n de yol alırken en görkemli güzellikler gözler önüne serilir...”
Bütün yabancı gezginler anlata anlata biti remezler Boğaziçi’ni... Çiçeklerini, ağaçları nı, bülbüllerini...
“Öyle ya dal dal ötüşen kuşların sesi güzel dir, amma gönül yaylasını saran insan sesi, da ha güzeldir.
Burcu burcu kokan güller güzeldir, amma hiçbiri gül yanaklar gibi domur domur açıla maz. ■
Şu uçsuz bucaksız mavi su güzeldir, amma bir damla gözyaşının, yanan yüreklere verdi ği ferahlığı veremez... Su pırıl pırıl güzeldir, ama, hiç biri ayın ondördü Sultan gibi ay ile bahsedip gün ile doğam az...”
(E fla tu n Cem G üney) Şöyle diyordu Lady Montagu Boğaziçi'ni anlatırken: “ Tümüyle 30 km. uzunluğundaki Bo
ğaziçi'nde yol alırken, en görkemli güzellikler gözler önüne serilir. ” Melling'in 1819'da
Elbette, en güzel yerler bile insansız bir ek sik kalır. Ancak bu “ insan” eksikliği “ insanca” giderilmelidir. Bütün yazarların, bugüne kalabilen kanıtların tanıklık ettikleri, Boğaziçi’nin doğal güzelliklerine katkının ger çekten “ insanca” olduğu yolunda...
Küçücük balıkçı köylerinin Boğaziçi’si, övü len kişiliğini 18. yy’da bulmaya başlıyor.
III. Ahmet ve sadrazamı İbrahim Paşa, Bo ğaziçi’ni usul usul kentleştirmeye koyulurlar. Ama her yapı girişimi, her şey, az önce de de ğindiğim gibi denetim altındadır.
Üçüncü Selim, ak giysili 28 bostancının çek tiği 14 çifte saltanat kayığıyla, Boğazı bir baş tan bir başa geçerken,
“ Bu kimin yalısı?” “ Bunu kim yaptı?”
gibi sorular sorar. Dümendeki Bostancıbaşı- nın hemen yanıtlaması gerek... Yanılmamak için bunları bir deftere yazmıştır. İşte bu Bos- tancıbaşı defterlerine göre, Üçüncü Selim’le İkinci Murat döneminde yalıların sayısı 245’i bulur.
“Türkler tarafından bayındır hale getirilen, dünyada eşi veya benzeri olmayan 20 km. uzunlukta ortalama 1-1.5 km. genişlikteki de nizyolu, olağanüstü genişlikte bir cadde gibi sıra ile birbirinden güzel yalılar ve saraylarla çevrili idi. Bunlar hemen kesintisiz bir dizi ha linde kıyı boyunca sıralanmıştı. Arkalarını kü çüklü büyüklü korular, çeşitli köşkler ve pav yonlar almaktaydı. Her taraf yeşilliklerle be zenmişti. Gene yer yer bazı tepelere fıstık ağaç ları dikilmiş, bunlar bir köşk veya bahçenin çevresini sarmıştı. Büyüklü küçüklü vadi ve dereler arazi içine gömülmekte ve Boğaz böl gesini genişletmekte, böylece çayırların ta di binden ve uzaktan Boğaz’ın sularını görmek m üm kün olmaktaydı.
Buraları İstanbul’un doğal parklarıdır. Dip lomasız Türk şehircileri burada da büyük bir yetenek ve anlayışla davranmışlar, doğayı zor
lamamışlar, aksine tüm güzelliklerini görün mez bir elle belirginleştirmeyi bilmişlerdir. ”
S e d a d H. E ldem . B oğaziçi A n ıla rı 1 9 7 9 Eski gravürlere, fotoğraflara baktığımızda bu betimlemeye katılmamak elde değil... Ne var ki, bakış açımızı azıcık değiştirince gör düğümüz bir başka gerçek de şu: Bütün bu gü zel evler, sahil saraylar, gelip kıyıya yerleştik lerinde, artık o kıyı parçası başka herkese ka- panıvermiş... Ne karadan (zaten yol yok), ne denizden kıyıya ulaşmamız olanaksız...
“Ara sıra birkaç yalı boyunca uzanan bir rıhtıma rastlansa da bunlar genellikle çok dar- olduğu için pek fazla sayıda insan alamazdı. Buralara, ancak hizmetkârlar biraz hava al maya gelir, balıkçılar ağlarını yayar, onarır lar ya da tuttukları balık vb. satarlardı. Çün kü -şaşılacak şey- kayıkçılar ve balıkçılar bu şaşaalı ikâmetgâhların rıhtımlarını mütevazi uğraşılarında kullanma haklarına sahiptiler. ”
S e d a d H. Eldem B oğaziçi A n ıla rı 1972
J E lb e tte en güzel
yerler bile insansız
eksik kalır. Ancak
bu “insan” eksikliği
“insanca”
giderilmelidir.
Gerçekte şaşılacak bir şey yok... Çünkü ba lıkçılar da onlara hizmet ediyorlar. Yoksa yalı sakinleri nasıl balık yiyecekler. Ayrıca paşa hazretlerinin kafası kızarsa kullanıma da ka- patıverir.
“ Efendim, burası milletin malı değil mi?” diye sormak haddinize mi?
Kimse de soramazdı bunu... Çünkü sormak için oralara, örneğin o “ doğal park” denilen yerlere gelemezdi bile...
Evet!
Elçiliklerden, paşalardan, vezir vüzeradan,
Osmanh yaşama biçimi kendinden önce var olanları da içinde yoğurarak köşkleri, yalıları, kışlık sarayları, sandal gezintileri, eğlenceleri ve su oyunlarıyla Boğaziçi’ni doldurur. M. d ’Ohsson’un üstteki gravüründe de bunu görmek mümkün.
kısacası saray çevresinden olmayan kişiler bu radan . yararlanamazlardı.
Koskoca Boğaz’da, dillere sakız olan Kü- çüksu Çayırı, Göksu Deresi, Bentler, Sarıyer suları, Beykoz Çayırı gibi kıyıdan içerdeki bir iki yer de orta gelirlinin eğlenmesine bırakıl mıştı. O çağlarda sosyal denge bu kadarcıkla sağlanıyordu anlaşılan...
Bu açıdan bakılmasına kızanlar olabilir. Ama eğri oturup doğru soralım: Boğaz kimin di eskiden?
O durumu öylece korumak bugüne yakışır mı?
Belediye Başkam, Boğaz’da da Haliç gibi yıkıma girişeceğini söylediğinde kimileri için yer yerinden oynadı. Elbette oynayacak on lar için, bir kez bu yol açılırsa, yer ellerinin altından gidebilirdi... Olayda benim anlama dığım, bunlara halktan yana bilinenlerin de destek vermesiydi.
Ne olurdu Sayın Dalan, hiç de “ tarihi anıt” , “ kültür değeri” olmayanları, yalnızca kıyı ka patanları, halk için temizleyiverseydi? Kıyı azı cık halka açılamaz mıydı?
Bostancıbaşı defterinde yazılı 245 yalıdan bugün otuz kadarı kalabilmiş, kimi yanmış, kimi yakılmış; kimi yıkılmış, kimi yıktırılmış...
(Kimilerine de gemiler girdi anımsarsanız...) Bu da ayrı konu...
Ama koskoca Boğaz’da “ tarihi anıt” sayı labilecek otuz kadar yalı işte... Bir çağlarda
yalıları yaktırıp yıktıranlar şimdi onlara sığı nıp kıyıyı kapatıyorlar.
Oysa bütün Anadolu’nun eski kent kuru luşu geleneğinde olduğu gibi Boğaz’da da ko yakların denize ağızlandığı yer, kıyı; kamuya, topluma, halka bırakılabilirdi...
İstanbul’da örneği yok mu?
İşte Üsküdar’ın bir çağlardaki durum u... Türklerin Boğaz’da yerleştikleri en eski yer lerden biri olan Üsküdar, kent tasarımı açı sından ilginçtir. Kıyı ortak kullanımdadır... Camiler, çarşılar, kıyı gezinti yerleri kıyıda dır. Konutlar, koyaklardan içeri birbirine ve ortak oyluma dönük yüzler gibi yamaçlara yerleşmişlerdir. Böylece en gerilerdeki evler bi le koyağın açık ve ortak oylumundan denizi görürler.
Aslında Kuzguncuk’ta da, Vaniköy’de de, başka koyaklarda da, varlıkhların yalıları ge lip kıyıya perde çekmeselerdi, durum benzer olacaktı.
Bu gözle Boğaz’a, insan için insanca yak laşılırsa, hiç olmazsa başlangıçta saydığım tüm koyakların ağızları ve kıyıları elden geldiğin ce topluma, kamuya bırakılsa, içerilere doğ ru deniz ve komşuluk görüntülü, hemşehrilik duygulu yerleşilse, bugün bile çok daha sayı da kişi gevşek bir doku içinde o cennet güzel liklerden yararlanabilir.
Gerçekte benim söylediklerim bile ayrıntı... İstanbul son döneme dek milyon kişiyi aşma mıştı. Ve milyon için bile yeterli altyapısı, kül
tür kurumlan yoktu. 1950’de 1 milyondu. 1970’te 2.8, 1985’te 6.3 milyon...
Birçok Avrupa ülkesinden daha kalabalık. Tepesi Sarıyer’de, tabanının bir ucu Küçük- çekmece’de, bir ucu Maltepe’de olan üçgen de yaşayan bu bir ülkelik insanın, solunum bo rusu olarak görebiliriz Haliç’le Boğaziçi’ni... Buralar varlıkhların bencil kullanımlarına bı rakılırsa solunum borusu tıkanacaktır... Oy sa İstanbul’un, bunca insanı “ kentli” yapa bilmek için yalnız ortak kültür alanları düşü nüldüğünde bile, Boğaz ve Haliç’in her santi- metrekaresine gereksinmesi vardır. Kapital; Şişli, Mecidiyeköy, Zincirlikuyu, Levent, Mas lak derken Boğaz’ı arkadan kuşatmanın yo lunu bulmuştur. Bir yandan da her türlü ko ruya el atılmıştır. Bırakılsa Boğaziçi Hong Kong kıyılarına dönecektir. Sonra gelsin köp rüler: 3, 4, 5...
“ Olmaz” demeyin... Örnek ortada... İşte Haliç...
Haliç’e bakarsanız Boğaz’ın geleceğini gö rürsünüz.
O günlere gelmemek için uyanık olmak ge rekiyor, kültür adına, kamu adına, toplum adına...
Ne var ki bunların bekçiliğini yapacak ki şiler bile aymazlık içinde görünüyorlar bu gün...
Denizin kıyısında park ım olmalı yol mu tar tışmasına girip; yol olmalı sonucuna varanlar çıkıyor... Yol olacakmış da kıyıdan otomobille geçerken deniz görülebilecekmiş... Şaşıp ka lıyorsunuz...
Bir meslek odasında, dönemin koşulların dan oluşan boşluktan yararlanıp kimi olanak ları sorumsuzca kullanan kişiler, Haliç’in çö zümünü üç beş kişiye iki üç günde çiziktirt- meye kalkışıyorlar.
Sayın Dalan gülüyordur... Haklı olarak gülüyordur... Ama konu burada bitmiyor ki...
Gülmenin ardından “ yabancı plancıların çağrılması” na girişiliyor.
İngiliz plancılar devreye sokuluyor... Mimar-Kent Tasarımcısı Burhan Arif, tam yarım yüzyıl önce bir mimarlık dergimizde (Arkitekt 5. sayı) İstanbul planlamasının, an cak yerli kent tasarımcıları ve mimarlarca yapılabileceğini” savunuyor.
1954 yılında danışman olarak çağrılan ün lü İngiliz Sir Patric Abercombie de, İstanbul planlamasının bir yabancı tarafından yönlen- dirilemeyeceği görüşündeydi; bunu da bir ra porla kendisini çağıranlara bildirmişti. Plan lama işini yalnızca teknoloji sanan kişilere, İs tanbul uluslararası kapital ve işbirlikçileri ara cılığıyla, Beyrut’a, Hong Kong’a dönüştürül meye çalışılırken, Boğaz’ın bir Türk kültür ya ratması olduğunu ve bu kültürün içindeki ki şilerce planlanması gerektiğini nasıl anlataca ğız? □
İstanbul Boğazı’nm doğal uzantılarından biri olan Haliç bir zamanlar insanların seyrine doyamadıklan köşklerle doluydu. Gouffier’nin Aynalıkavak Sarayı 'ndan köşkleri gösteren gravürü şimdi yerinde yeller esen bu köşkleri gösteriyor.
11
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi