• Sonuç bulunamadı

ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU"

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ULUSLARARASI

BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU

— V —

Rîsale- Nur'a Göre Kur'ân'ın İnsana Bakışı

24-26 Eylül 2000 - İstanbul - TÜRKİYE

(2)

Risale-i N u r ’da İlim K avram ı

Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç*

Bilim siz bir kültürün m edeniyet özelliği kazanm ası m üm kün değildir. A slında tek başına bu gerçek bilim in ne kadar toplum açısından önem li olduğunu vurgula­

m akta yeterlidir. Ancak bu vurguyu Örneklerle artırabiliriz; fakat bilim denen insan olgusunun günüm üzde çok önemli bir insan faaliyeti olarak karşım ıza çıktığım b e ­ lirtm ekle yetinebiliriz. Risaie-İ N ur olarak bilinen Bedİüzzam an Said N u rsi’nin eserlerinde de bu yüzdendir ki, ‘ilim ’ ve ‘fen ’ kavram ları önem li bir yer tu tm ak ­ tadır. İlk önce, Bedİüzzam an ilmin günüm üz toplum u için çok önem li bir faaliyet olduğunu kabul ederek bu asrın bilim asrı olduğunu belirtm iştir. G erçekten, bu bağ lam d a B edİüzzam an: “E lbette nev-i b eşer â h ir vakitte ulûm ve fu n u n a dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. H üküm ve kuvvet ise ilmin eline

Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, 1952 yıîıncfa Erzurum'da doğdu. 1974 yılında Ankara Üniversitesi lisansını tamamladı. 1978 yılında M.A.Universiîy of Wisconsin-Milwaukee Ünsversitesi'nde master yaptı. 1983 yılında Chicago Universîtesi'nde doktorasını yaptı.

1983-1987 ytimda O.D.T.Ü.'de öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1985 yılında Chicago Üniversitesinde görevii olarak bulundu. 1992-1993 yıiında Maiezya Uluslar arası İslâmî Düşünce ve Medeniyeti Enştifüsü’nde Prof, Dr. olarak görev yaptı. Çeşitli idari görevlerde bulundu. Halen Fatih Üniversitesi'ne öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Yayınlanmış eserlerinden bazıları:

Bilgi Felsefesi (İstanbukİnsan Yayınlan, 1992).

Being and Existence in Sadra and Heidegger: A Comperative Ontology (Kuala Lumpur, 1992}

Scientific Thought and its Burdens (Istanbul: Fatih University, 2000).

Çok sayıda yayınlanmış eserleri vardır.

(3)

PROF, DR, ALPARSLAN AÇIKGENÇ S 273

geçecektir."1 diyerek ilm in özellikle günüm üzde ne kadar önem li olduğunu be­

lirtm iştir, İkinci o larak, aşağıda göreceğim iz gibi, eğ e r ilim le r d ayandıkları manâdan koparıhrsa, insanlığa faydalı değil zararlı olacağını belirm iş olm asıdır.

Diğer bir İfadeyle, eğer İlimler hakiki mahiyetlerinden koparıhrlarsa, yanlışları ve hurafeleri yansıtırlar. Bu da insanlığı yanlış yola iterek tehlikeli din dışı birtakım İnançlara yol açar. O zaman günümüzde bu kadar hayatî önem taşıyan bir faaliyetin ele alınıp Îslam î açıdan gerçek m ahiyetinin ne olduğu ortaya konm alıdır ki ilim adam larım ız bilim sel faaliyetlerini bu anlayış çerçevesinde y ürütebilsinler. Bu açıdan Beşinci M ektup'ta şöyle denmektedir:

"Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. F akat dalâlet f e n ­ den ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir b u lu ­ nuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, Öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."2

Konuyu ayrıntılı olarak ele alm adan önce kavram larım ızı tam tesbit etm ek zo­

rundayız, çünkü bugün T ü rk çe’de “bilim ” ve “ ilim ” gibi iki ayrı kavram da aynı o lguyu ifade e d iy o r gib i g ö zü k m ek te d ir. B azan ‘bilim* k av ra m ı sadece B ediüzzam an’ın “ ulum -u tekvîniye” dediği tabiat bilim leri için kullanılm aktadır.

A ncak aynı durum da Bediüzzam an ‘ilim* kavramını kullanm aktadır. Bu da İslam bilim geleneğinde devam etm ekte olan bir tutum u, yani ilim ler arasında ayırım gözetm ediğini gösterm ektedir. Zaten ‘bilim* kavramı sonradan kavram kargaşasına yol açm a pahasına T ü rk ç e’deki ‘ilim* kavram ını karşılam ak için uydurulm uştur.

B ediüzzam an ayrıca ‘fen* kavram ım kullanm aktadır.3 Bu kavram ların çok kısa

1 Sözler, Ri$ate~i Nur Külliyatı ( Külliyat olarak kısaltıldı) içerisinde (İstanbul: Nesil Basım Yayın, 1996). 1:

107.

2 Külliyât, { Mektuba!). 355. Ayrıca bk. (Beşinci Şuâ): “Bu asırda ikinci dehşetti hak'Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu, küfr-ü meşkûkü çabuk îzaie ederlerdi. Allah'a îman umumî olduğundan, Allah'ı tanıttırmakla ve Cehennem azabım ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mütiak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalâiete girip inat ve temerrüd ile hakaîk-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş.

8

u mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ite ve dehşetli dalâletleriyle hakaik-ı İmaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, eibette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-İ kudsiye lâzımdır kİ, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin." Külliyât, {Şuâlar), 1150.

3

Bu bağlamda kullanılan kavramları şöyie sıralayabiliriz (bütün sayfa numaraları 2 ciltlik Külliyat'a göre verilmiştir): “ulûm ve fünun", Sözler, 1: 107, Şuâlar, 841, İşarâtü’l-I’câz, 1228; "fünun-u acibe", “ulûm-u bedia", 1: 44 ve 260, 1388; "felsefe ulûmu", 56, ayrıca Lem'aiar, 674, 711; "ulûm-u hakikiye", 176; "ulûm-u kevniye”, 180, 202, 337, 1364; "ulûm-u arziye", 213; "ulûm-u kâinat", 332; “ulüm-u imaniye", Mektubât, 517 ve Lem'aiar, 674, 1516; "fünun ve ulûm-u beşeriye", 561; “fünun-u beşeriye", Sözler, 107; “fünun-u.ekvan", a.e., 331 ve Mesnevi-i Nûrlye, 1370, Muhakemat, 1987; "fünun-u nâfia", Lem'aiar, 643; “fünun-u hikmetten gelen zutümat-ı ruhiye", a.e,, 711; "fünun-u medeniye", Münazarâl, 1956; "ulûm-u maddiye", Muhakemât, 1988;

“Kur'ân-ı Azîmüşşan, bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı Âlâdan irad edilen İlâhî ve şümullü bir nutuk ve umumî, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi;

bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fertleri ve ilim le ri camidir." işârâtü’l-i'câz, 1157; “fünun-u hakikiye", Muhakemat,

(4)

274 B ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU - V

olarak ne anlam da bu çalışm ada kullanıldığını belirtm eliyiz. Bediüzzam an İslam bilim geleneğinde eserlerini telif ettiği için bu geleneğin ıstılahına sadık kalarak kavram ları kullanm am ız yerinde olacağından burada “ bilim ” ve “ İlim ” kavram ­ larını eş anlam lı olarak kullanacağız. A ncak şuna da işaret edelim ki İslam g e ­ leneğinde ‘ilim 1 kelim esi aynı zam anda ‘bilgi* ve ‘vahiyle gönderilen b ilgi’ anlam ­ larında da kullanılm aktadır.4 Bu bakım dan ‘ilim ’ kavram ının kapsam ı ‘b ilim ’ kavram ından daha geniştir. Burada bunun ayrıntılarını terkederek mümkün olduğu kadar “ ilim ” kelim esini “ bilim ” anlamında; ancak daha açıklık getirecekse ‘bilim ’ kavram ım da kullanacağım ızı belirtm ekle yetinelim . “F en” kavram ı ise daha çok teknik bilim ler için kullanılır. M esela “fünun-u kevniye” ve “fünun-u ekvan” gibi kullanım lar “ tabiat bilim leri” olarak anlaşılabilir. A ncak bu kullanım Risale-i N u r i arda pek açık değildir, çünkü “fen” kavram ı bu anlam a hasredilirse “fünun-u b eşeriye” olarak kullanılm ası m üm kün olm az. H albuki bütün bu kullanım lara rastlıyoruz (bk. dipnot 3). B ediüzzam an’ın kullandığı diün bir özelliği vurgu y a p ­ maya ayrı bîr önem verm ektedir. Bu yüzden bu tür kullanım ları vurgu olarak y o ­ rum larsak, “ fen” kavram ı “bilim ” anlam ında olm ayıp sadece “m addeyi” herhangi bir şekilde inceleyen bilim lere ve teknik bilim lere yönelik bir kullanım dır. A ncak

“ ilim ” kavramı daha genel bir kullanım la bütün bilim lere işaret etm ektedir.

K onumuza girm eden önce yöntem açısından İki hususu daha ele alm ak zo ru n ­ dayız; birincisi, insan olarak, bizler orijinal, yani tamam en yeni bir görüş sergile sek dahi, m evcut görüşlerin çok ilerisine gitm em iz zordur. Şunu unutm ayalım ki her yeni bir görüş, nazariye veya bilimse! buluş m utlaka önceden m evcut bir bilginin üzerine kurulm uştur. B ediüzzam an’nin ilim kavram ı hakkm daki anladığı da bu çerçevededir. Bediüzzam an kendisi bu konuya belagatle sem bolik olarak değinir;

M azide nazarî olan bir şey, müstakbelde bedîhî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir:

A lem de m eylü ’l-istikm al vardır. O nunla h ilk a ti âlem, kanun-u tekâm üle tâbidir, in sa n ise, âlem in sem era t ve eczasından olduğundan, onda dahi m e y lü ’l-is- tikm alden bir m eylü ’t-terakki mevcuttur. Bu m eyil ise telâhuk-u efkârdan istim ­ datla neşv ü nema bulur. Telâhuk-u efkâr İse, tekem m ül-ü m ebâdîyle inbisat eder, Tekem m ül-ü m ebâdi ise, fü n u n -u ekvânın (tabiat bilim lerinin) tohumlarını sulb-ü hilkatten zam anın terbiyegerdesi bir zem ine ilka ile telkih eder. O tohum lar İse tedricî tecrübelerle büyür ve neşvünema bulur. H albuki Ibn-i Sina ve em saline n a ­ za rî ve h a ß kalm ışlardır. H albuki hikmetin bir pederi hükm ünde olan Ibn-i Sina, Şİddet-i zekâ ve kuvvet-i fik ir ve kem al-i hikemiye ve vüs'at-i karîha noktasında bu zam anın yüzlerce hükem asıyla m uvazene olunsa, teveccüh edip ve ağır gelecektir.

1987 ve 2034; "fünun-u Kevniye'’, a.e., 1216; "fünun-u cedide" ve "fünun-u hâzıra", a.e., 1231; “ulûm-İ aklîye”, Mesnevi-/ Nûriye, 1304; "fen ilimleri", (Nur Çeşmesi) 2; 2327.

4

Ayrmiıh bilgi içîn bk. Alparslan Açıkgenç, "İlim Anlayışı ve İlimlerin Sınıflandırılması Açısından Risaie-i Nurların Bir Değerlendirilmesi", 3. Uluslararası Bediüzzaman Said- Nursi Sempozyumu (24-26 Eylül 1995), Bildiri Metinleri (İstanbul: Nesil Yayıncılık, 1997).

(5)

PROF. DR. ALPARSLAN AÇIKGENÇ 9 275

N oksaniyet Ibni S in a ’da değil; çünkü ibn-i zamandır. Onu nakıs bırakan zamanın noksaniyeti idi. Acaba bedihî değil m idir ki, Kolomb-u Zûfünûnun sebeb-i- iştiharı olan ye n i dünyanın keşfi, fa ra za hu zam ana kadar ka lm ış olsaydı, hiç kaptan arasında kıym eti olm ayan bir kayık sahibi de Yeni D ü n ya ’yı eski dünyaya komşu etm eye m uktedir olacaktı. E vvelki keşşafın tehahhur-u fik rin e ve m ehalik-i ikti- hamına bedel, bir küçük sefineyle bir pusula kifayet edecekti.5

Buradan anlaşılan şudur ki bir bilim adamı için kendisini önceki yerleşm iş tanım lardan kurtarm ası çok kolay değildir. Tabi bu hakikat insan olan herkes için g e ç e rlid ir. Y ani B e d .iü zza m a n ’ın ta b iriy le , h e r b ilim a d a m ı (âlim) uibnüzzam an”dır,

İkinci olarak belirtm ek istediğim iz husus, burada m üm kün olduğu kadar ele alınan konuda B edİüzzam an’m kendisini söyletmektir. Bu yöntem, temel olarak bir düşünürün herhangi bir konuda söylediklerinin mantıklı, tutarlılık ve bütünlük içerisinde toplanm asından ibarettir. Bu yönteme başvurunca tabiî olarak düşünürün eserlerin d e n y ap ılan alın tılar çok o lacaktır. Bu a lın tıla rın tu ta rlı bir fikir oluşturacak şekilde sıraya dizilm esi bizim bilimsel çabam ız olacaktır. D iğer bir İfadeyle, düşünürün bu konuda kendisinin konuşm asına fırsat tanınacaktır. Onun için uzun ve sıkça zikredilen alıntıların dikkatle okunm ası gerekm ektedir. Bu yola başvurm am ızın sebebi, düşünürüm üzün bu konuda nazariye geliştirecek şekilde bir çalışm asının bulunm am asıdır. Böyle bir çalışm ası olsaydı elbetteki o zam an doğrudan fikirlerinin tahliline yer verilmesi daha uygun olacaktı.

Bu durum da önce ş.u soruyla başlayabiliriz:

B ediüzzam an’m zam anında hangi tür bilim anlayışı bilim sel çevrelerde genel kabul görm ekte idi?

Bu soruyu cevaplam ak pek de o kadar zor değildir. Çünkü onun dönem inde po- zitivist bilim anlayışı geçerliydi ve yaygındı. Belki de August Com te (1798-1857) zam anından başlayarak yakın geçm işe kadar bu bilim aniayışı düşünce h a ­ yatım ızda çok etkin bir rol oynamıştır. Elbette, ihnüzzaman kaidesi bir insan olarak B ediüzzam an’a da uygulanacağı için onun bu bilim anlayışını hiç sayarak eser verm esi m üm kün değildir. Bu bilim anlayışına, bigane kalm adığını aksine bu a n ­ layışı belli sınırlar dahilinde kabullendiğine dair bazı ipuçlarını onun eserlerinde görebiliriz.

Ö ncelikle, onun çok nadir olm asına rağm en fü n u n -u m üsh ete veya ulûm-u m üsbete kavram larını kullanm ası pozitivist term inoloji kullandığının bir delilidir,6

8Külliyât (Muhâkemât),2:1987,

6 Külliyât (M ektûbât),

1

: 379 ve "Bir kısım düsturlarım, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, isiâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar." (t: 560}. Bediüzzaman’ın bir talebesinin bu kavramı Bedtüzzaman’a atfen kullanması çok ilginçtir:"... ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran..." Emirdağ Lahikası, Külliyat, 2: 1888. Risale-i Nurlarda bu şekildeki kuilanımiar sınırlıdır ve genellikle modern bilim aniayışı eleştirilirken kullanılmıştır. Fakat Bedİüzzaman, bu kullanıma açıkça itiraz etmemiştir. Bediüzzaman'ın bu kavramı (ulûm-u medeniye), Prof, Süleyman Hayri Bolay tarafından "pozitif

(6)

276 ta ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU - V

Bu başlı başına B edîüzzam an’m positivist bilim anlayışını en azından bazı yönleri itibariyle kullandığını gösterm ektedir. M esela, bilim leri p ozitif (m ü sb e t-fü n u n -u m edeniye) ve m eta-fizik bilim ler (utûm -u diniye) diye sınıflandırm ası g ib i.7 Bu sınıflandırm a bilim in pozitivist kavram a dayalı olarak yapıldığının bir tem silidir.

D iğer taraftan, B ediüzzam an’m bu sınıflandırm ayı yapm asını, G az alî’nin kendi dönem indeki yapm ış olduğu dinî İlimler ve aklî ilim le r sınıflandırm asını yaptığı dönem e kadar geri giden bir geleneğin yansıtılm ası olduğunu da iddia edebiliriz.

Fakat bütün bunlar çok dikkatli araştırm alar yapılm asını öngörür,

İkinci olarak, pozitivistîere göre, bilim sel gerçek tam ve ölçülebilirdir; Onun için bilim in verileri kesinlik arzettiklerinden m etafizik bilim lere ters düşm ektedir.

Halbuki B ediüzzam an’a göre eğer bilimsel yöntem m etafizik bilim lerde (dinî ilim ­ lerde) de doğru uygulandığı zaman aynı sonuca ulaşılabilir. Bediüzzam an Risale-i N u r ’da iman hakikatlerini isbaî ederken bunları “ bürhan-ı katı” suretinde ispat­

ladığım belirtm ektedir.8 M esela haşir konusundaki aklî d eliller İçin “ haşre dair bürhan-ı bâhiri ve hüccet-İ katıası” denm ektedir. A yrıca şöyle denm ektedir:

“Evet, istidatları ve m eslekleri m uhtelif olduğu halde usu l ve erkân-1 im aniyede , onların m üttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve ya k în î burhanlarına İsti- nadları öyle bir hüccettir ki, onların mecmuu kadar bir zekâvet ve d irayet sahibi olm ak ve burhanlarının umumu kadar bir bürhan bulm ak m üm kün ise, karşılarına ancak öyle çıktlahilir, Yoksa, o m ünkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve ispat olunm ayan m en fî m eselelerde inat ve göz- kapam ak*suretiyle karşılarına çıkabilirler. G özünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar." 9

Erkân-ı im aniyeye dair bütün m eseleler felsefede m etafizik ilm inin konusu olduğundan bu tür yaklaşım ları m etafizik açıdan değerlendirm ek durum undayız.

‘Bürhan-! katı’ doğruya ulaşabilm ek İçin kullanılan yollardan b irid ir.'0 Aşağıda bu noktayı onun m etafizik yöntem i olarak ta rtışac ağ ız ve böylece, bu noktada B ediüzzam an’m bu kavram ı kendi dönem inde kullandığının bir delili olarak s u ­ nacağız. Burhan-ı katı1 âdeta matem atiksel bir yöntem gibi uygulandığı her alanda kesin sonuç veren bir yoldur. Bu yaklaşım tabiat bilim lerine uygulandığında aynı m atem atiksel kesinliği verm ektedir ve bu yöntem genellikle pozitivistler tarafından savunulm aktadır.

Ü çüncü olarak, B ediüzzam an’ın günüm üzde olan bilim sel başarılara olan v u r­

gusu pozitivist anlayışın etkisinde olduğunun diğer bir delilidir. Bu vurgu gelişm e

bilimler" diye tercüme edilmiştir. Bk. “Bediüzzaman'm Felsefeye Bakışı", Uluslar arası Bediüzzaman Sempozyumu 3 {İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996), 241.

7

Bk. Külliyât (Münazarât), 2 : 1956.

8 Külliyât {Emirdağ Lâhıkası), 1715. Bu Külliyât'ta bir çok yerde ifade edilmiştir.

0 Külliyât {Şuâlar), 904. Ayrıca krş. “

8

u risaleyi Ankara ehi-i vukufu çok takdir ettikleri gibi, bu defa da beraetimize ehemmiyetli bir sebep ve küfr-ü mutfakı kıran en keskin ve yüksek ve kuvvetli bîr hüccet-i katıa ve bürhan-ı bahirdir, Asa-yı Musa, 2243.

10 Külliyât {Mesnevt-i N uriye, 'Şernme'), 2:1346.

(7)

PROF. DR, ALPARSLAN AÇIKGENÇ S 277

altındaki m eselelerinin bir tonu olarak görülerek ilahi k elim eîulîah’m “m addeten terakki”ye bağlı olduğu ve bunun da doğrudan m odem bilim ve teknolojiyle alakalı olduğu ifade e d ilir.11 Bundan başka, Bediüzzam an “ tasallut~u m edeniyetin z a ­ m anında alemin hüküm ranı, İlîm ve m arifet” 12 olduğunu savunur,

Bediüzzam an kendi dönem indeki ilim kavrarmm kabul etm esine rağm en bunu her yönüyle kabul etm em iştir. Aksine İlim kavram ı İslâm î içerikle doldurularak tam am en yeni bir anlayışla R isale-i /Vwr’larda sunulm uştur. Bu değişiklik için en önem li cüm le onun m edresede öğretilen din eğ itim i ile ta b iat b ilim le rin in u zla ştm lm a sın a d a ir söylem iş olduğu ifâde açık b ir şek ild e görülm ektedir.

Bediüzzam an “ fünun-u cedideyi, ulûm-u m edaris ile m eze ve dere” 13 etm enip z o ­ runlu olduğunu ifade ederek bize en iyi kanıtını verm iştir. Bu uzlaştırm a nazarî olarak da ifade edilmiştir:

Vicdanın ziyası, ulûm -u dînîyedir. A klın nuru, fü n u n -u m edeniyedir. İkisinin im tizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin him m eti perva z eder.

İftir ak ettikleri vakit, birincisinde taassup, İkincisinde h ile, şüphe tevellüd eder. 14 M üslüm anlar geçm işte benzer bir sorunla karşılaştıkları zam an bu m eseleleri çözm ekte başarılıydılar. Bunun bir Örneğini Yunan felsefesinde görm ekteyiz. Bu felsefe İslam düşüncesine göre şekillendirilerek çoğu alanlarda uygulandı. Fakat İbn S ina, F arabî ve İbn Rüşd gibi bazı M üslüm an felsefeciler bu bilgiler İşığı altında yeni bir dünya görüşü kurm aya çalıştılar. Bediüzzam an böyle yabancı fik ir­

lerin ulum -u im aniye diye adlandırdığı alana uygulanm asına açık bir şekilde karşıdır. A ncak diğer bilim sel faaliyetlerde diğer m edeniyetlerden istifade ed ilm e­

sine karşı değildir. Bu değişim ler yapıldığı zaman belli dini konulara bağlandığı için bilim sel bir teori bazen dinin bir parçası gibi algılanabilir. Bu bağlam da iki ayrı saha olan bu ilim leri uzlaştırm aya çalıştığ ım ızd a çok dikkatli olm alıyız, ö z e llik le , bilim sel teoriler dini konulan açıklam ada kullanıldığı zam an çok d ik ­ katli olunması gerektiğini ifade etmektedir.

O nlar fehm etm İşler ki, anasır dört oldukları İslâm iyettendir. Acaba?.. D örtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve m ü za h ref olan ulûm -u tah liye­

nin esaslarm dandır. H iç usu l-ü İslâ m iye ye ta a llû kla rı y o k tu r. B e lk i za h ir m üşahedede hükm oiunan bir kaziyedir. Evet, dine teması olan her şey, dinden ol-,.

m ası lâzım gelm iyor. Ve îslâ m iyetle im tizaç eden her bir m adde Islâmİyetİn anasırından olduğunu kabul etmek, unsur-u Islâm iyetin hâsiyetini bilm em ek d e ­ m ektir. Z ira kitap ve sünnet ve icm â've kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâm iye, böyle, m addeleri terkip ve tevlit etmez. 15

Buradaki vurgu ilmin bu dünyada ve ahirette mutluluk vereceği üzerinedir:

^ Külliyât {Hutbe-i Şâmiye), 2:1965.

12

Külliyât (Dîvan-ı Harb-I Örfî), 2:1934.

13

Külliyât (Münazarâl), 2:1956.

14

A.y.

18

Külliyât (Muhâkemât), 2:2010.

(8)

278 » ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEM PO ZYU M U -V

H em de ilim iki kısım dır: Bir nevi İlim var ki, bir defa bilinse ve bir-ikİ defa düşünülse kâfi gelir. D iğer bir kısm ı, ekm ek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye m uhtaç olur. Bir defa anladım , yeter diyem ez. İşte ulûm -u im aniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir. 16

D em ek, insan bu âlem e ilim ve dua vasıtasıyla tekem m ül etm ek için gelm iştir.

M ahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilm e bağlıdır. Ve bütün ulûm -u hakikiyenin esası ve m adeni ve nuru ve ruhu m arifetullahtır ve onun ü ssü ’ l-e sası da iman-t bİUâhnr. 17

Bundan dolayı Bedİüzzam an K u r’an epistem olojisine dayanarak bu m eseleyi şöyle dile getirm iştir: “İlim de iz’ân-ı kalb olm azsa cehildir. İltizam başka, itikad başkadır.” 18 Bu yüzden, bizim aklım ız ilahi bilgiler yardım ıyla dini gerçekleri içine çekm elidir. B urada ayna görevini bizim aklım ız veya fikrim iz değil kalbim iz yapar. Diğer bir ifadeyle aklım ız durağan bir durum da değildir, ancak kalbim izi dinleyerek ilahi vahye kulak verm elidir. Böylece Bedİüzzam an akıi-vahiy-im an ilşkisi çerçevesinde genel bir kaide ortaya koyarak dem iştir ki:

“Acaba akıllarına güvenen akılsız filo zo fla r gibi, 'Aklımız bize yeter' deyip sana İttibâdan istın kâ f mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittîbâı emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişem ez." 19

D olayısıyla kalbin idrak ettiği hakikatler K u r’an tarafından sağlanm ıştır. Fakat insan akim ın idraki diğer bilimler için rehber olarak nitelendirilm iştir. Bu sebepten d o la y ı öncek i M üslüm an a lim le r bu b ilim le ri u lû m -u a k liy e o la ra k a d ­ landırm ışlardır. Bunlar genelde tabiat bilim leridir. Burada, bu bilim lerin m ahiye­

tini araştırdığım ıza göre, Bedİüzzaman bu bilimleri nasıl algılam ıştır? diye bir soru sorabiliriz.

H erbİr kem âlin, herbir ilmin, herbir terakkiydim , herbir fe n n in bir hakikai-i âl iyesi var kİ, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve m ütenevvi tecellİyâtı ve m u h telif daireleri bulunan o isme dayanm akla, o fe n , o kem âlât, o san 'a t kem âlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yam alak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

M eselâ, hendese bir fe n d ir. Onun hakikati ve nokta-i m üntehâsı, C enâh-ı H akkın ism -i A di ve M ukaddİr'İne yetişip, hendese aynasında o ism in hakîmâne cilvelerini haşm etiyle müşahede etmektir. M eselâ, tıp bir fe n d ir, hem bir san'aiîır.

Onun da nihayeti ve hakikati, H akîm -i M ut la km Ş â fî ism ine dayanıp, ecza ha ne-i kübrâsı olan rû-yi zem inde R ahîm âne cilve le rin i ed v iy ele rd e görm ekle, tıp kem âlûnnı bulur, hakikat olur. Meselâ, hakikat-i m evcudattan bahseden hikmetü'l- eşya, C enâb-ı H akkın (celle celâlühü) ism -i H akîm 'inin tecelliyât-ı kührâsım

18

Külliyât (Barla Lahikası), 2 : 1516.

17

Külliyât (Sözler), 134, 18 Külliyât (Mektubât), 571.

19

Külliyât (Sözler), 171.

(9)

PROF. DR. ALPARSLAN AÇIKGENÇ a 279

m üdebbirâne, m ürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görm ekle ve o isme yetişm ekle ve ona dayanm akla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve m âlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye m isilli dalâlete yol açar.20

Bediüzzam an, gerçek bilginin kainatın özel bir şekilde incelenm esiyle elde edi­

leceği düşüncesindedir:

“Kezâlik, A lla h ’ın hesabına kâinata bakan adam her ne m üşahede ederse İlim­

dir. E ğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehil o l u r 21 söyleyerek, Allah adına elde edilen bilginin önemini İfade etm iştir. Bu bağlam da, bilim kainatın bir yorumu olarak algılanmıştır; kainat ise A llah’ın sem bolik bir y a ­ ratığı olup kendi varlıklarının ötesinde bir hakikata işaret etm ektedirler. Hakikat bu İken bilim lerin bu hakikatin zıttm a bir bulgu yapm aları m üm kün değildir. Ancak kâinata mana~yı ismi İle bakılırsa bu gerçeklik de ters döner:

"Ehl-i kelâm, fe ls e fi m eselelerde ve ulûm-u kevniyeye m ânâ-yı harfiyle, İstidlâl için tebeî bir nazarla bakıyor. H attâ şemsin sirac olması, arzın beşik, cibâlin evtad olması, ehl-i kelâmın m üddealannı ispata kâfidir. Hattâ ehl-i kelâm ın reyleri, hiss-i um um îye ve tearüf-ü âm m e m utabık olduktan sonra, vakıa m utabık olm asa bile onların müddeâsına zarar verm ez.” 22

Mana-yı ismi ve mana-yı harfi m eselesi konum uz açısından o kadar önem lidir ki burada bir kaç alıntı İle konuyu açm aya çalışm am ız yerinde olacaktır. Maddi âlemi İnceleyen bilim lerde özellikle bu bakış açısına dikkat edilm elidir, aksi halde çok kıym et ifade eden bir varlık bir anda sadece kendi maddi kıym etinden ibaret kalır:

İnsan-ı m ü ’m inin kıymeti, ihtiva ettiği sa n ’at-ı âliyeyle E sm â-i H üsnâdan in- 'ikâs eden cilvelerin nakışları nisbetindedir. Insan-ı kâfirin kıym eti ise, et, kem ik­

ten ibaret fâ n i ve sâkıt m addesinin kıym etiyle ölçülür. Kezâlik, bu âlem de, eğer K u r’â n ’tn ta rif ettiği gibi mânâ-yı harfiyle, yani Cenab-t H akkın azam etine bir âlet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıym ettar olur. Eğer felsefen in dediği gibi mânâ-yı ismiyle, yani hiçbir fâ il, Hâlıkla bağlı olmayıp müstakil-İ bizzat nazarıyla bakılırsa, kıym eti câm ide, m ütegayyir m addesinde m ünhasır kalır. K ur’ân'dan istifade edilen İlmîn fe lse fe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu m isalle t e bâr üz eder.23

K u r’ân-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın vücut, vahdet ve azam etine istidlâl suretiyle kâinattan bahsetm iştir. Yoksa, kâinatın bizzat keyfiyetini izah etm ek için değildir.

Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, coğrafya, kozmoğrafya gibi kasten kâinatın keyfiyetinden m ânâ-yı ism iyle bahseden bir fe n , bir kitap değildir. Ancak, kâinat sayfasında y a zıla n s a n 'a t-ı İlâ h iy e'n in n akışları ve ya ra tıla n k u d r e tin m u c iz e le ri ve kozmoğ rafy acıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, m ânâ-yı harfiyle S ân i ve

20 A,e., 106.

21

Külliyât {Mesnevi-i Nuriye), 1347.

22

A.e., 1364.

23

A.e., 1361.

(10)

280 81 ULUSLARARASI BEDİUZZAMAN SEMPOZYUMU ~ V

nizârri-ı h a kikîye istid la l ke yfiye tin i öğ retm ek için n â zil olan b ir k ita p tır . Binaenaleyh, sa n ’at, kasıt, nizam, kâinatın her zerresinde bulunur, m atlup hâsıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubum uza taallûku yoktur, 24

Cenab~ı Hakkın m âsivâsına, yani kâinata m ânâ-yı harfiyle ve Onun hesabına bakm ak lâzım dır. M ânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakm ak hatâdır.23

K ur’ân-ı Hakim arz ve semavattan bahsi Sani-i Zülceîâlİ sıfatıyla bildirm ek İçin bahsediyor. D olayısıyla ve mânâ-yı harfiyle bakıyor, kozm oğrafya, coğrafya dersi verm iyor. San'at ve. intizam, hikmet ve mizan ile Halikı bildiriyor. M ânâ-yı harfiyle o kitab-ı kebir-i kâinata bakıyor, okuyor. Ehl-i fen gibi m ânâ-yı ism iyle m adde ve tabiat hesabıyla bakm ıyor.26

M ânâ-yı ismi ve m ânâ-yı.harfi ayırımı, bilim anlayışı açısından Önemli bir bakış açısını temsil etm ektedir. Zira hangi bilim de olursa olsun ele alınan veya incelenen şeye m ânâ-yı ism i bakış açısından bakıldığında o varlık hiçtir; “ kendi zâtında m üstakil ve bizatihi sabit bir vücudu yoktur.” Felsefi açıdan değerlendirilince

“ yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati y o k tu r” sonucuna ulaşılabilir. “Fakat Cenâb-ı Hakka bakan vecihte ise, yani mânâ-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esm â-i bâkiye var. M âdum değil; çünkü se rm ed i bir vücudun gölgesini taşıyor. H akikati vardır, sabittir, hem yüksektir. Ç ünkü m azhar olduğu hâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir.“21 Bedİüzzaman bu açıklam ayı temsili, bir hikaye ile Örneklemiş ve kendi bilim kavram ına uygulamıştır. Biraz uzun dahi olsa bu temsili hikayeciği burada zikretmemiz çok yararlı olacaktır:

B ir zam an hem dindar, hem gayet s a n ’atkâr bir hâkim -i nam dar istedi ki, K u r’ân-ı Hakîmİ, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki. İ’câza şayeste bir yazı ile yazsın, o m uciznüm â kam ete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, K ur’ân ’ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıym ettar cevherleri yazısında istimal etti. H akaikının tenevvüüne İşaret için, bazı m ücessem h urufatım elm as ve züm rütle ve bir kısmını iü'lü' ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve m ercanla ve bir nev'ini altın ve güm üşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip m ünakkaş etti ki, okum ayı bilen ve bilm eyen herkes tem âşâsm dan hayran olup istİhsan ederdi.

B ahusus ehl-i hakikatin nazarına, o su n g üzellik, m ânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın İşârâtı olduğundan, pek kıym ettar bir antika olm uştur. Sonra o hâkim, şu musannâ ve m urassâ K u r’â n ’ı, bir ecnebi filozofa ve bir M üslüm an âlim e gösterdi. Hem te crü b e, hem m ü k â fa t İçin em retti ki,

“ Herbiriniz, bunun hikm etine dair bir eser yazınız.”

Evvelâ o filozof, sonra o âlim, ona dair birer kitap telif ettiler. Fakat filozofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve m ünasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve

24

Külliyât (İşârâtü'l-İ’câz), 1231.

23

Külliyât (Mesnevi-i Nuriye), 1297.

^ Külliyât (Nur Çeşmesi), 2324,

22

Külliyât (Mektubat/On Beşinci Mektup), 373,

(11)

PROF. DR. ALPARSLAN AÇIKGENÇ S 281

cev h erlerin in hasiy etlerin d en ve tarİfatm dan bahseder, m ânâsına hiç ilişmez.

Çünkü o ecnebi adam, A rabî hattı okumayı hiç bilmez. H attâ o m üzeyyen Kur'ân'ı, bilm iyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona m ünakkaş bir a n ­ tika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir m ühendistir, güzel bir îa sv ird d ir, m ahir bir kim yagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu :san'atlara göre eserini yazdı.

A m m a M üslüm an âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, o, K İtâb-ı M übîndır, K ur’ân-i H akim dir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-1 zahiriyesine ehem m iyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle m eşgul oldu ki, milyon m ertebe öteki adamın İştigal ettiği m eselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan ha- kaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif

yazdı. .

; Sonra, ikisi eserlerini götürüp o hâkim-i zîşâna takdim ettiler. O hâkim , evvelâ filozofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam , çok çalışm ış, fakat hiç hakikî hikm etini yazm am ış, hiçbir m ânâsını anlam am ış. Belki karıştırm ış.' Ö na karşı hürm etsizlik, belki edepsizlik etm iş. Çünkü, o menba-t ha- kaik olan.K ur'ân'ı, m ânâsız nukuş zannederek mânâ cihetinde kıym etsizlikle tahkir etm iş olduğundan, o hâkim -i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı..

Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı. Gördü ki, gayet güzel ve nâfi bir tefsir ve gayet hakîm âne, m ürşidâne bir teliftir. "A ferin, bârekâllah," dedi.

"İşte hikm et b udur ve âlim ve hakîm , bunun sahibine derler. Öteki adam ise h ad ­ dinden tecavüz etm iş bir san'atkârdır." Sonra, onun eserine bir m ükâfat olarak, her bir harfine m ukabil, tükenm ez hâzinesinden on altın verilsin irade etti.

Eğer tem sili fe h m e ttİn se , bak, hakikatin yüzünü de gör: Am m a o m üzeyyen Kur ân ise, şu m usanna kâinattır. O hâkim ise, Hakîm d Ezelîdir. Ve o iki adam ise, birisi, ya n i ecnebisi, İlm-İ fe lse fe ve hükem âstdır. D iğeri Kur'ân ve şakirtleridir.

Evet, K u r’ân-ı H akîm, şu K u r’ân-ı Azîm -i K âinatın en âli bir m üfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır kİ, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem -i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyl cin ve İnse ders verir.

H em herbıri birer harf-i m ânidar olan m evcudata “m ânâ-yt harfî’’ nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. “Ne kadar güze! yapılm ış; ne kadar güzel bir surette S â n iin ih ’ cem âline d elâlet ed iyo r" der. Ve bununla kâinatın h a kikî güzelliğini gösteriyor.

A m m a, ilm -i hikm et dedikleri fe lse fe ise, hur uf-u m evcudatın tezyinatında ve münasebatırıda dalm ış ve sersem leşm iş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı k e b i­

rin hurufatına “mânâ-yt harjT’ ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etm eyip■ “m ânâ-yt ism î” ile, yani m evcudata m evcudat hesabına bakar, öyle b a h se­

der. “N e güzel yapılm ış" a bedel “Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı

(12)

282 « ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU - V

tahkir edip kendisine m üştekî eder. Evet, dinsiz fe lse fe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.28

U laştığım ız aşam a bilim lerde kullanılan dili gündem e getirm ektedir. G erçekten her hangi bir bilim de bir nazariye oluşturulurken o kadar dikkatli İfade edilm elidir kİ bu bilim anlayışı nakzedilm esin. A slında bilim adam ının zihni bu anlayışla şekillenirse, kendisi hiç dikkat etm ese dahi onun zihni bu anlayışla uyum halinde olan dili kendiliğinden oluşturur. Y ukarıda gördüğüm üz gibi, Bediüzzam an batı bilim inde kullanılan bilimsel dili ciddi bir şekilde eleştiriyor. Bu bağlam da K ur’an dilini Örnek bir m odel olarak ortaya sürüyor. Bu dil, bizim sosyal hayatım ızın her yönünde olduğu gibi bilimsel araştırmaların ve gerçeklerin ve de bilimsel teorilerin ifade edilm esinde rehberlik edebilir. O halde şu soruyu soralım : K ur’an tabii o la y ­ ları nasıl açıklar? Bediüzzam an bu soruyu şöyle ifade ederek sorm ak ister: “Niçin K ur’an varlıkları felsefe ve bilimin açıkladığı şekilde açıklam az?” .

Bediüzzam an bu soruya cevaben; K ur’an bilim deki bazı olayları basit ve suni bir şekilde açıklar, çünkü onun asıl amacı önüm üzde duran kainatın anlam ını A lla h ’ın âyeti olm ası hasebiyle açıklam aktır. Bu kainat onu yaratanı daha iyi tanıyabilm em iz için bizlere sunulm uştur. Bunun için K u r’an, insanların kainatta Y aratıcı’yı nazara veren bilim sel hakikatin böyle bir dille İfade edilm esi İçin g e ­ rekli zihni donanım ı verm eye gayret etm iştir. Halbuki pozitivist felsefe ve bilim anlayışında kullanılan dil, bizleri varlıklara sadece kendileri nam ına bakm am ızı sağlar. A yrıca bilimsel dil sadece bilim adam larıng hitap etm ektedir. Fakat K ur’an dili genel olarak toplum un her kesim ine hitap eder. Ö rneğin, güneş hakkında konuştuğu zaman şöyle söyler:

“ Döner bîr siracdtr, bir lâmbadır.” Zira, güneşten, güneş için, m ahiyeti için b a h ­ setmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın m erkezi olduğundan, inti­

zam ve nizam ise Sânİin âyİne-İ marifeti olduğundan bahsediyor. Evet, der: “Güneş d öner.” Bu ‘d ö n er’ tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deveranındaki m untazam ta- sarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. İşte, bu "dönm ek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem m eşhud olan intizam a tesir etmez.

Şu ‘s ira c ’ tabiriyle, âlem i bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilm iş m üzeyyenat ve m at’ûm at ve levazım at olduğunu ve güneş dahi m usahhar bir m um dar olduğunu ihtar ile, rahm et ve ihsan-ı H alikı ifham eder.29

Bu dilin bakış açısından kainata bakıldığında tüm kainat bir Y aratıcı’nm mülkü gibi algılanır; yeryüzü ise, mükemmel tefriş edilm iş bir saray, güneş bir lamba, ay gece gece lam bası o larak görülür. Y ıldızlar ise, yaratıcın ın büyüklüğünü ve haşm etini gösteren süsler gibi idrak edilir. Fakat felsefe ve bilim dünyasının k u l­

landığı dile bakarsak durum un böyle olm adığım anlarız: “ Şimdi bak, şu sersem ve

28

Külliyât (Sözler), 49-50.

29

A.e, 96.

(13)

PROF, DR. ALPARSLAN AÇİKGENÇ B 283

geveze felsefe ne der? Bak, diyor kİ: “Güneş bir kütle-ı azîm e-i m âyia-i nâriyedir.

O ndan fırlam ış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâm eti bu kadar, m ahiyeti böyledir, şöyîedir...” M ûhİş bir dehşetten, m üthiş bir hayretten başka, ruha bir kem âl-i iim î verm iyor. Bahs-i K ur’ân gibi etm iyor”. Bu şekilde kullanılan bilimsel dil güneşi ve diğer varlıkları kendi başlarına hareket eden ve sahipleri olm ayan varlıklar diye insan zihnine takdim eder. Bu yaklaşım tarzı bizim kalbim ize korku ve dehşet verici bir endişe saçıyor. Bunun için bu bilimsel dil, ne olum lu bir bilgi, ne de her hangi bir ahlâk dersi verir. Bediüzzam an’ın ne dem ek istediğini daha açık bir ö rnekle, ondan alınan uzun bir p arag rafla o rtay a k oyarak bu tartışmayı noktalam ak istiyorum . A şağıdaki paragraf belki de oluşturulm akta istenilen bilim ­ sel dile model olabilir:

Sâni-i H akim, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükm ünde yaratm ıştır.

D am arların bir kısmı telg ra f ve telefon vazifesini görür. B ir kısm ı da çeşm elerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelamna medardırlar.

Kan ise. içinde iki kısım kür ey vat halk edilmiş. B ir kısmı “küreyvât-ı hamrâ"

tabir edilir ki, bedenin hücrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâ h î ile hücrelere erzak y e tiş tiriy o r (tüccar ve erzak m em urları gibi). D iğ e r kısm ı kü reyva t-ı b ey zâ d ırla r ki, ö te kilere nisbeten ekalliyetted irler, V a zifeleri, ha sta lık gibi düşm anlara karşı asker gibi m üdafaadır ki, ne vakit m üdafaaya girseler, M evlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atlı bir vaziyet-i acibe alırlar.

K anın h ey et-i m ecm uası ise, İki vazife-i um um iyesi var: B iri bedendeki hüceyrâtın tahribatını tamir etmek, diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp bedeni tem izlem ektir. Evride ve şer âyin namında iki kısım dam arlar var ki, biri sâfi kanı getirir, dağıtır, sâfi kanın mecrâlarıdır. D iğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın m ecrâsıdır ki, şu İkinci ise, kanı “re e” (A kciğer) denilen, nefesin geldiği yere g eti­

rirler.

Sâni-i Hakîm, havada İki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidülhumuza.

M üvellidülhum uza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis ■eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi im tizaç eder. B uharî ham ız-ı karbon denilen, semli havaî bir maddeye İnkılâb ettirir. H em harar e t-i gariziyeyi temin eder; hem kant tasfiye eder. Çünkü, Sâni-i H akîm , fe n n -i kim ya da aşk-ı kim yevî tabir edilen bir m ünasebet-i şedideyi, m üvellidülhum uza ile karbona vermiş ki, o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâ h î ile o iki unsur imtizaç ederler. Fennen sabittir ki, imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizaç bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki:

O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İm tizaç v a k ­ tinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizaç eder, birtek hareketle hareket eder, bir hareket m uallâk kalır. Çünkü im tizaçtan evvel iki hareket idi.

Şim di iki zerre bir oldu; her iki zerre; bir zerre hükm ünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i H akim in bir kanunuyla hararete inkılâb eder. Zaten “H areket h a ra ­ reti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.

(14)

284 & ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SEMPOZYUMU - V

İşte bu sırra binaen, beden-i İnsanîdeki hararet-i gariziye, bu im tizac-ı kim y e­

viye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur, İşte ne­

fe s dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını tem izliyor, hem n a r-1 hayatı iş 'â l ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, m ucizat-ı kudret-i İlâhiye olan kelim e m eyvele­

rini veriyor, Fesübhane men tehayyere f i sun' ihi' l-u ku lP ö

B uradaki yaklaşım bize R isa le -i /Var’latdaki bilim k avram ının mahiyeti hakkında yeterince bilgi verm ektedir. A ncak bunu tahlil ile İnceleyip tam olarak' ifade edebilm em iz için yapılan incelem eler yeterlidir, diyem eyiz. Ö zellikle yine B ediüzzam an’a göre İlmin hakikatinin Esmâ-i H üsna’ya dayandığını da göz önüne alırsak bu konuda uzun bir yolda olduğumuzu söyleyebiliriz.

H er bir kem âlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fe n n in bir hakikat-ı âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve m u h telif daireleri bulunan o isme dayanm akla, o fe n , o kem âlât, o sa n ’at kem âlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yam a la k bir surette, nâkıs bir g ö lg e d ir21

T abiat bilim lerinin bu yönü B ediüzzam an’m “T abiat R isalesi”nde ayrıntılı bir şekilde an latılm ıştır.32 Bu çalışm am ız bu konuda bir başlangıç olur üm idindeyiz.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Bediüzzam an kendi zam anında kullanılan bilim kavramını şiddetle eleştirmektedir. Her ne kadar Risale-i /V«r Marda bu pozitivist bi­

lim anlayışının bazı silik izlerine rastlasak dahi Bediüzzam an bu anlayışı'tam am en d eğ iştirerek yeni bir İslam bilim anlayışı g e liştirm iştir. Bu anlayışı sadece geliştirm ekle kalm am ış aynı zam anda çeşitli bilim lerden buna örnekler vererek İslam bilim anlayışını zenginleştirm iştir. Bu değişiklikler, onun K u r’a n ’daki ‘Um kavram ından kaynaklanmaktadır. Diğer taraftan bu yolla B ediüzzam an İslam ’daki bilim kavram ının ahlaki yönünü de ortaya çıkarm aktadır.

39

Külliyât, ( SÖzlet) 270, "Haşiye".

31

Külliyat (Sözler), 1:106.

32

Külliyat (Şuâlar), 677-686.

Referanslar

Benzer Belgeler

Böyle dü¸sün- memizin sebebi, denklem sisteminde verilen ifadelerin kökler toplamı kökler çarpımı ve kökler kareleri toplamları gibi ifadelere benzer olmasıdır2. Buna

Dış yan duvarlarının, şimdi yerleri sıvanmış olan kısımları vak- tile bütün çini kaplı imiş, Bu çiniler Bursadaki (Yeşil cami)- nin renk ve tertibinde olup o devreye

Her bakımdan kıymeti çok yüksek olan Ege bölgesinde Arsıulusal İzmir Panayırı ekonomik kazançlarla bugün Avrupalıların endüstri ola- rak kabul ettikleri turizm için de

Bina iki kattan ibaret olup zemin katı şömineli bir ka- bul salonu, oturma köşesi ve çalışma odasile yemek salonu ve servisi ihtiva etmekte, birinci katta ise yatak odaları

Bu imtizaç ve ahenk ise, artık hem teknik, hem konstrüksiyon ve hem de fonksiyon unutulur: artık mimarî vardır, artık san'at vardır ve bu, diğer iptidaî şeylerden

Zemin katında plânından anlaşılacağı veçhile kabul dai- resi ve servis kısmı vardır, üst kat doğrudan doğruya yatak odalarını ve banyoyu ihtiva edip ailenin hususî

Burada dört tane yatak odası, bir banyo, ayrıca hizmetçiler için servis merdiveni vardır.. Binanın etrafı kâmilen

Kış bahçesini teşkil eden kısma bütün evin cephesi imtida- dınca demir sürme pencere yapılmıştır.. Bu