• Sonuç bulunamadı

DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER R U S K L Â S İK L E R İ : 2 HARB VE SULH. V. C i l t

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER R U S K L Â S İK L E R İ : 2 HARB VE SULH. V. C i l t"

Copied!
176
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

D ÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER

R U S K L Â S İ K L E R İ : 2

HARB VE SULH

V . C i l t

(3)

L. T O L S T O Y

H A R B VE S U L H

Bu

e s e r i Z e k i B A Ş T IM A R d i l i m i z e ç e v i r m i ş t i r .

İSTANBUL 1949 — MÎLLÎ EĞÎTÎM BASIMEVİ

(4)

E ski Y u n anlılardan b eri m il­

letlerin sanat v e fik ir haya­

tında m eyd an a g etird ik ler i şa h eserleri d ilim ize ç e v ir ­ m e k , T ü rk m illetin in k ü ltü ­ rü n d e y e r tu tm ak v e h izm et e tm e k is tiy en le re en k ıy m etli vasıtayı hazırlam aktır. E de­

biyatım ızda, sanatlarım ızda v e fik ir le r im iz d e isted iğim iz y ü k sek liğ i v e g en işliğ i b ol ya rd ım cı vasıtalar için d e y e ­ tişm iş olanlardan b e k le m e k , tabiî y o ld u r. Bu s e b e p le ter­

c ü m e kü lliyatın ın k ü ltü rü ­ m ü ze b ü yü k h iz m etler yapa­

cağına in a n ıyoru z.

1

-

8-1941

İSM ET İN Ö N Ü

(5)

HARB ve SULH

V

(6)

D Ö R D Ü N C Ü K I S I M

I

İnsan can çekişen bir hayvan görünce dehşete düşer: sanki kendisinden bir şey — kendi aslı — gözlerinin önünde yok olmakta, sona ermektedir. Fakat can çekişen bir insansa, sevilen bir insansa yok olan hayat karşısında dehşetten başka bir acı, bir yürek yarası da hisseder ki, bu yara bir beden yarası gibi bazan öldürür, bazan kapanır, fakat her zam an sızlar, irkiltici dış temaslardan sakınır.

Prens A n d rey ’ in ölüm ünden sonra N ataşa ile prenses M ariya bunu aynı derecede hissetmişlerdi. M a n en sinmişler, tepelerinde duran korkunç ölü m bulutunun altında gözlerini kırpıştırıyor, haya­

tın yüzüne bakam ıyorlardı. Kapanm ış yaralanın dokunaklı, acı temaslardan dikkatle koruyorlardı. H e r şey: sokaktan hızla geçen bir araba, yem ek zamanının hatırlatılması, hazırlanacak bir elbise hakkında hizm etçi kızın sorduğu b ir sual; d a h a fenası, içten gelm iyen bir söz, zayıf b ir ilgi, yarayı acı acı sızlatıyor, onlara bir saygısız­

lık gibi geliyordu, m uhayyilelerinde hâlâ devam eden korkunç, sert koroyu dinlem ek için gerekli sükûtu bozu yor ve karşılarında bir an açılan esrarlı, sonsuz uzaklıklara bakm alarına engel oluyordu.

A n ca k ikisi bir arada yalnız oldukları zam an bir üzgünlük ve acı duym uyorlardı. Birbirleriyle az konuşuyorlardı. Konuşunca da önem siz şeylerden bahsediyorlardı. İkisi d e gelecekle münasebeti olan herhangi b ir şeyi hatırlam aktan ay n ı derecede çekiniyordu.

Bir geleceği m üm kün görm ek, onu n hâtırasına bir saygısızlık gibi geliyordu. Konuşm alarında, ö lü ile m ünasebeti olabilecek her şeyi pek ihtiyatlı bir sükûtla geçiştiriyorlardı. H ayatta çektikleri, duydukları onlara sözle anlatılm az gib i geliyordu. O n u n hayatının ayrıntılarını her hatırlatma, onlara gözleri önünde dönen esrarın azametini, kutsallığını bozu yor gib i geliyordu.

(7)

4 HARB ve SULH

Sözlerinde daim a ihtiyatlı davranm a, sözü ona dökebilecek her şeyden biteviye ve dikkatle kaçınm a: söylenem iyecek şeylerin sınırı üzerinde her tarafta görülen duralam alar, hissettikleri şeyleri m uhayyileleri önüne daha berrak, daha açık olarak sermekteydi.

Fakat saf ve tam bir sevinç gib i saf ve tam bir keder de im­

kânsızdır. K en di m ukadderatının tek bağımsız hâkim i, yeğeninin vasisi ve m ürebbiyesi durum unda olan prenses M a riy a, iki hafta yaşadığı keder âleminden kendisini hayatın çağırdığını ilk olarak duydu. A krabalarından m ektuplar almıştı, onlara cevap vermek lâzım dı; N ikoluşka’ ya verilen od a rutubetliydi, çocu k öksürmeye başlamıştı. A ip a tiç, işlerin hesabını vermek ve sağlam kalan, sadece küçük bir tamir istiyen V zdvijen ski’d ek i eve, M osk ov a ’ ya gitm e)!

teklif ve tavsiye etmek için Y a rosla vl 'a gelm işti. H a y a t, durm uyordu;

yaşamak lâzım dı. Ş im diye kadar yaşadığı m ünzevi m ürakabe âlemin­

den çıkmak prenses M a riya ’ ya ne kadar zor gelirse gelsin, N ataşa’ yı yalnız bırakmak, onu n için ne kadar acı, âdeta azap verici olursa olsun, hayat k aygılan ondan alâka istiyordu, o da elinde olm ıyarak kendini teslim etti. A lpatiç’ le birlikte hesaplan kontrol etti, yeğeni hakkında Dessalles’ e danıştı, kendisinin M osk ova ’ ya gitmesi için hazırlık yapılmasını emretti.

N ataşa yalnız kalmıştı, prenses M ariya gitm e hazırlıklariyle uğraşmaya başlıyalı beri on da n da kaçıyordu.

Prenses M a riya, kendisiyle M osk ova ’ ya gitmesi için N ataşa’ ya m üsaade etmesini Kontese teklif etti. A n n e d e, baba da bu teklifi m emnunlukla kabul ettiler, çünkü kızlarının günden güne kuvvet­

ten düştüğünü fark ediyor, hava değiştirmesinin de, M osk ova d ok ­ torlarının da onun için fa yda lı olacağını düşünüyorlardı.

B u teklifi kendisine bildirdikleri zam an N ataşa:

— H iç b ir yere gitm iyeceğim , — diye cevap verdi, — bırakın beni rica ederim.

K ederden ziyade güceniklik ve öfkeden gelen göz yaşlarını güç­

lükle tutarak odadan fırlayıp çıktı.

N ataşa, kendisini prenses M a riy a tarafından terk edilm iş, kederi ile başbaşa bırakılm ış hissedeli beri vaktinin büyük bir kıs­

mını odasında tek başına geçiriyor, divanın bir köşesine çöm elip oturuyor, ince, sinirli parm aklariyle bir şeyl eri yolarak veya mın- cıklıyarak gözlerinin rastgele durdu ğu bir yere, dik, hareketsiz

(8)

HARB ve SULH 5

bakışlarla bakıyordu. Bu ya ln ızlık on u eziyor, bitiriyordu; fakat onun için zaruri idi. Birisi yanına girince hem en kalkar, durum unu, ba­

kışlarının ifadesini değiştirir, kitabını veya dikişini eline alarak ona engel olan kimsenin çıkmasını sabırsızlıkla beklerdi.

O n a hep, can gözünün korkunç, çetin bir sorgu ile dikildiği şeyi nerdeyse hem en anlayıverecek, kavrayıverecekmiş g ib i gelirdi.

A ra lık ayının sonlarında, zayıf ve solgu n N ataşa, sıranda siyah yün bir elbise, başında itinasız bir şekilde top yapılm ış saç örgüsiyle divanın bir köşesine ayaklarını altına alıp oturm uş, ke­

merinin uçlarını sinirli sinirli buruşturup sarkıtarak kapının köşe­

sine bakıyordu.

O n u n gittiği yere, hayatın öb ü r tarafına bak ıyordu. H a ya tın evvelce hiç düşünm ediği, ço k uzak ve ihtimal dışı görd ü ğü öb ü r tarafı, şim di onun için, boşluktan, haraplıktan, a a ve ıstıraptan başka bir şeyi olm ıyan b u tarafından daha yakın, daha sıcak, daha anlaşlır görülüyordu.

O n u n yaşam ış olduğu nu bildiği bir yere bakıyordu; fakat onu ancak burada old u ğu zatmanki şekliyle görebiliyor, başka türlü görem iyordu. M itişçiM e, T roy tsa ’d a , Y a rosla vl’ da nasılsa onu yine öyle görüyordu.

Y ü zü n ü görüyor, sesini duyuyor, sözlerinii ve kendisinin ona söylemiş oldu ğu sözleri tekrarlıyor; bazan kendi adına, onun adına o zalman söylenebilecek yeni sözler düşünüyordu.

İşte o, başını zayıf, solgun eline dayam ış, k a d ife kürkiyle koltukta uzanıyor. G öğ sü korkunç şekilde çökük, om u zlan 'kalkık.

D u dakları sıkıca kapanmış, gözleri parıldıyor, solgun alnında buru­

şuklar belirip kayboluyor. B ir ayajğı ha fifçe, hızlı h ızlı titriyor. N ataşa onun şiddetli bir ağrı ile savaştığını biliyor. “ B u ağrı nedir? A ğ rı niye? N e hissediyor? N a sıl bir ağrısı var.” diye düşünüyordu. O , N ataşa’ nm kendisine baktığını fark etti, gözlerini kaldırdı, gülüm ­ semeden konuşmaya başladı.

“ K orkunç olan yalnız şu, dedi: Istırap çeken bir insana ebedî olarak bağlanm ak. Bu ebedî bir azap” — dikkatle N ataşa’ ya baktı. N ataşa, her zam an oldu ğu gibi, yine ne söyliyeceğini d ü ­ şünm eye vakit kalmamdan cevap verdi, dedi ki: “ B u b öyle devam edem ez, olm az, siz iyileşeceksiniz, tam am iyle iyi olacaksınız.”

(9)

6 HARB ve SULH

Ş im d i Nataşa onu yeniden görüyor, o zam an bütün hisset­

tiklerini yeniden yaşıyordu. Bu sözleri söylerken kendisine dikilm iş sürekli, kederli, sert bakışlarım hatırladı, bu sürekli bakışlardaki sitemin ve ümitsizliğin manasım anladı.

N ataşa, şim di kendi kendine söyleniyordu: “ B iliyorum , o her zam an ıstırap çekecek bir hialdie kalsaydı, korkunç bir şey olurdu . Bu sözleri o zam an sadece, bu kendisi için korkunç bir şey olu r diye söyledim , halbuki o başka türlü anladı. Benim için korkunç bir şey olurdu sandı. O zam an henüz yaşamak istiyordu, ölüm den korkuyordu. H e m o kadar sersemce, kabaca söyledim ki.

Bunu düşünm edim . Büstübün başka bir şey düşünmüştüm. D ü şü n ­ düğüm ü söyleseydim şöiyle derdim : varsa ölseydi, gözlerim in önünde daim a ölsefydi, şim diki halim e nispetle bahtiyar olurdu m . Ş im di...

hiçbir şey yok, hiç kjmse yok. O bunu b iliy or 'm u y d u ? H a y ır.

B ilm iyordu , hiçbir zam an d a bilem iyecek. Ş im di artık bunu hiçbir zam an, hiçbir zam an düzeltm eye imkân yok .” O yine kendisine aynı sözleri söyledi, fakat şim di N ataşa hayalinde ona başka türlü cevap verdi. O n u durdurdu ve dedi k i: “ S izin için korkunç bir şey, ama benim için değil. Biliyorsunuz ki sizsiz benim için haya­

tın bir değeri yok , sizinle birlikte ıstırap çekmek benim için en büyük saadettir” . Sonra o, N ataşa’nın elini tuttu, ölüm ünden dört gün ön­

ceki o korkunç akşam sıktığı gib i sıktı. H a y a lin d e ona tatlı, sev­

da lı daha başka sözler söyledi ki bunları o zam an söyliyebilirdi.

“ Seni seviyorum ... Seni... Seviyorum , seviyorum ...” diye ellerini sıkıp ezerek, dişlerini var kuvvetiyle sıkarak tekrarladı.

T a tlı bir keder onu sardı, gözleri yaşla dolm uştu, fakat bir­

denbire kendi kendine sordu: bunları kime söylüyordu? O nerdedir ve şim di kim dir? H e r şey yine soğuk, ağır bir kararsızlıkla kap­

landı, yine kaşlarını gergin gergin çatarak gözlerini onun bulun­

duğu yere dikti. O n a, nerdeyse sırra nü fuz ediyor gibi geldi...

Fakat m uamm a ona çözülür gibi geldiği b ir anda kapı tokmağının gürültülü sesi şiddetle kulaklarma çarptı. O d a hizmetçisi D unyaşa, hızla ve ihtiyatsızca, ürkmüş, şaşkın bir yü zle odaya girdi. Ç ok heyecanlı bir ifadeyle:

— Lütfen babanızın yanına buyrun, çabuk, dedi. Bir felâket, Piyotr İliç’ e daıir... B ir m ektup, diyerek hıçkırmaya başladı.

(10)

HARB ve SULH 7

II

N ataşa bu sıralarda bütün insanlardan uzaklaşma gibi genel b ir histen baş ka, özel bir his, kendi aalesinden ola n kimselerden uzaklaşma hissi d e duym aktaydı. Bütün yakınflan: babası, annesi, S on ya , o kadar yakın, o kadar alışılmış ve her günkü kimselerdi ki onların bütün sözleri, d uygula n ona, son zam anlarda yaşadığı âleme karşı bir saygısızlık gib i geliyordu; onlara karlşı yalnız ka­

yıtsız davranm ıyor, düşm an gibi d e bakıyordu. D ü nyaşa’ nın P iotr İliç’ e, felâkete dair söylediği sözleri duym uş, fakat anlamamıştı.

N ataşa içinden: “ N e felâketi, nasıl bir felâket ola bilir? H e r şey eskisi gibi, her zamanki gib i sakin” , d iy e düşündü.

O salona girerken babası hızla Kontesin odasından çıkıyordu.

Y ü z ü buruşmuş, g ö z yaşlarLyLe ıslanm ıştı. B elliydi ki bastıran hıçkırıklarına y ol verm ek için od a d a n kaçıyordu. N ataşa’yı g ö ­ rünce ümitsizlik ifade eden bir hareketle ellerini salladı, ablak, yumuşak yüzünü biçimsizleştiren acı, ihtilâçlı hıçkırıklarla sarsıl­

maya başladı:

— P e... Petya... G it, git, seni... seni.:, ça ğ ın y or...

S onra biir çocuk gibi h ıçk ın p takatten kesilen bacaklariyle kısa ve hızlı adım lar atarak sandalyeye yaklaştı, düşer gibi ken­

dini üstüne bıraktı, yüzünü elleriyle kapadı

Birdenbire, sanki b ir elektrik cereyanı, N ataşa’ nın bütün var­

lığını dola/ştı. M ü th iş bir s a n a ile kalbine bir şey inmişti. D e h ­ şetli bir sızı hissediyordu; içinden bir şey koptu, ölü y or gibi geldi ona. Fakat sızının arkasından, üzerine çökm üş olan hayat yasağından kurtulduğunu bir anda hissetti. Babasını görüp de annesinin ka­

pının ötesinden gelen müthiş, kaba çığlığını duyunca bir anda kendini ve kederini unuttu. Babasına doğru kor.tu, fakat o bitkin bir halde elini sallıyarak annesinin kapısını gösterdi. Prenses M ariya sarar­

m ış, alt çenesi titrer bir halde kapıdan çıktı, N ataşa’ ya bir şeyler söyliyerek elini tuttu. N ataşa onu görm ü yor, duym u yordu . H ız lı adım larla kapıdan girdi, nefsiyle m ücadele ediyorm uş gib i, bir an d urdu ; annesine d oğru koçtu.

Kontes koltuğa uzanmış, acayip bir şekilde, beceriksizce çırpı- pınıyor, başını duvara çarpıyordu. S onya ile hizmetçi kızlar başını tutuyorlardı:

(11)

8

HARB ve SULH

— Nataşa’ yı» N ataşa’ yı çağırın... — diye Kontes bağırıyor­

du. — Y a la n , yalan... Y a la n söylü yor... N ered e Naıtaşa! — diye etrafındakileri iterek haykırıyordu. — Ç ekilin hepiniz, yalan! ö l ­ dürdü ler!... H a-ha-ha! Y a la n !

N ataşa koltuğa d iz çöktü, annesine doğru eğildi, on u kucak­

ladı, um ulm adık bir kuvvetle kaldırdı, yüzünü kendine çevirdi ve bağrına bastı:

— A n n eciğ im !... K u zu m !... Ben şuradaydım , canım . A nneciğim , diye bir saniye susmadan fısıldayıp duruyordu.

Annesini bırakm ıyordu, incitm eden onunla savaşıyor, yastık istiyor, su istiyor, annesinin üstündeki elbiselerin düğm elerini çözü ­ yor, elbiselerini paralıyordu. — Şeklerim, kuzum ... A n n eciğ im ...

canım , — diye başını, ellerini, yü zü nü öperek ve g öz yaşlarının, burnunu, yanaklarını gıcıklayıp zaptolunm az sejler gibi akışım his­

sederek, durm adan fısıldıyordu.

Prenses kızının elini sıktı, gözlerini kapadı ve bir an sakinleşti.

B irdenbire um ulm adık b ir çabuklukla kalktı, manasız manasız bakındı, N ataşa’yı görünce var kuvvetiyle başım sıkmaya başladı.

S onra onun acıdan buruşmuş yüzünü kendine doğru ç e v i r i " - u n m üddet baktı.

Y a v aş, güvenli bir fısıltı ile:

— N ataşa, sen beni seversin, d ed i. N ataşa, sen beni aldat- m azsın, değil m i? Bana bütün hakikati söylersin değil m i?

N ataşa yaşlı gözlerle ona baktı, gözlerinde de, yü zü nde de sadece a f diliyen bir yalvarış ve sevgi vardı.

A nnesini bitiren ıstırabın fazlasını bir şey yapıp kendisi almak için sevgisinin bütün kuvvetini toparlıyarak:

— C anım , anneciğim, diye tekrarladı»

A n n e, realite ile zayıf m ücadelesinde, sevgili ojğlu genç ya­

şında vurulup ölm üşken kendisinin yaşıyabileceğine inanmayı reddederek realiteden kaçıp tekrar çılgınlık âlemine sığındı.

Nataşa o günün, o gecenin, ertesi günün, ertesi gecenin nasıl geçtiğini anlam adı. U y u m u y or, annesinin yanından ayrılm ıyordu.

O n u n yenilm ez, sabırlı sevgisi, bîr izah, bir teselli olarak değil, hayata bir çağırış olarak her an sanki Kontesi her tarafından sarı­

yordu. Ü çü n cü gün K ontes birkaç dakika sakinleşti; N ataşa da başını koltuğun koluna dayayıp gözlerini kapadı. K aryola gıcırdadı.

(12)

HARB ve SULH

9

N ataşa gözlerini açtı. Kontes karyolada oturuyor, yavaşça konu­

şuyordu:

— G eldiğine ne kadar m em nun oldu m . Y o r u ld u n , ça y ister misin? — N ataşa ona yaklaştı. — Güzelleştin, geliştin sen. — diye Kontes kızının elini tutarak devam ediyordu.

— A nneciğim , neler söylüyorsun!...

•— N ataşa, o artık yok, yok!

Kontes kızını kucakladı, ilk defa olarak ağlamaya başladı.

I I I

Prenses M a riy a hareketini geri bırakm ışa. S on ya ile K on t, N ataşa’ nın nöbetini değiştirm eye çalışıyor, fakat m uvaffak olam ı­

yorlardı. A nnesini çılgınca ye’ se kapılm aktan ancak onu n alıkoya­

bileceğim görüyorlardı. N ataşa üç hafta, h iç ara vermeden anne­

sinin yanında kaldı; onun odasında koltukta uyuyordu; onu yedi­

riyor, içiriyor, durm adan onunla konuşuyordu, konuşuyordu, çünkü Kontesi yalnız onun tatlı, okşayıcı sesi teselli ediyordu.

Annesinin ruh yarası iyileşm iyordu. Petya’nın ölüm ü, hayatının yarısını koparıp almıştı. Petya’ nın, elli yaşm da, taze, d in ç bir kadın­

ken kendisine ulaşan bu ölü m haberinden bir ay sonra, odasındna yarı ölü , hayatla ilgisi kalmamış bir kocakarı olarak çıktı. Fakat Kontesi ya n yarıya öldü ren aynı yara, bu yeni yara, N a ta ş a y ı hayata çağırıyordu.

R uh varlığının parçalanmasiyle açılan ruh yarası — garip de görünse — tıpkı beden yarası gib i yavaş yavaş kapanır. D erin yara sağaldıktan, kenarlan birleşir gibi olduktan sonra ruh yarası da onun gjibi, ancaık içerden dlışarı vuran hayat kuvveti ile sağalır.

N ataşa’ nın yarası da böyle kapandı. O , hayatımn sona erdiğini sanmıştı. Fakat birdenbire annesine karşı olan sevgisi, hayatının Özünün — sevginin — henüz içinde yaşadığını ona gösterdi. Sevgi uyanmış, hayat d a uyanmıştı.

Prens A n d rey ’ in son günleri N ataşa’ yı prenses M ariya’ ya bağla­

mıştı. Y e n i felâket on la n birbirine daha çok yaklaştırdı. Prenses M a riya, hareketini geri bırakmış, üç hafta hasta bir çocuğa bakar gibi N ataşa’ ya bakmıştı. A nnesinin yanında geçirdiği son haftalar N ataşa’ nın beden kuvvetini tüketmişti.

(13)

10

HARB ve SULH

Bir gün ö ğ le üstü prenses M a n y a , N ataşa’ run sıtma nöbetiyle titrediğini görerek on u kendi odasına götürdü, yaltağına yatırdı.

N ataşa yattı, fakat prenses M ariya istorları indirerek oda dan çık­

mak isteyince N ataşa onu yanm a çağırdı:

— U yk u m yok M a ri, otur benim le.

— Y orgu nsu n, uyum aya çalış.

— H a y ır, hayır. N için beni getirdin? Beni arar.

— O çok iyi. B ugün o kadar iyi konuştu ki, d e d i prenses M a riya.

N ataşa yatağa uzanmış, odanın alacakaranlığı içinde prenses M ariya’ nın yüzüne bakıyordu.

“ O n a benziyor m u? diye düşündü. E vet hem benziyor, hem benzem iyor. Fakat bunda benim bilm ediğim a yn , y a b a n a , büsbütün yeni bir şey var. Beni de seviyor. K albin de ne var acaba? H e r şeysi iyi. Fakat nasıl? N e düşünüyor? Bana ne gözle bakıyor? Evet, o, çok ¿yi” .

Prensesin elini ürkek ürkek kendine doğru çekerek:

— M a şa, dedi. Beni fena bir kız sanma. Sanm azsın değil m i? M a şa, kuzum . Seni ne kadar seviyorubn. iy i, çok iyi dost olacağız.

N ataşa, prenses M ariya’ yı kucakladı, ellerini, yüzünü öpm eye banladı. Prenses M ariya utandı, Naıtaşa’ run bu sevgi gösterisine sevindi.

O günden sonra prenses M ariya ile N ataşa arasında, ancak kadınlar arasında görülen ihtiraslı, şefkatli bir dostluk başladı.

D u rm adan öpüşüyor, birbirlerine tatlı sözler söylüyorlar, zam anla­

rının büyük bir kısmını bir arada geçiriyorlardı. Biri çıkınca öbürü üzülür, onun yanma gitm eye can atardı. Bir aradayken kendilerini ayrı ayrı olduklarından daha büyük bir huzur içinde hissediyorlar­

dı. A raların da dostluk hissinden da h a kuvvetli bir his belirmişti:

bu hiis, yanşamanın onlar için ancak bıir arada kabil olabileceği inancından d oğm a , olağanüstü bir histi.

Bazan saatlerce susarlardı; bazan yataklarında konuşmaya başlarlar ve sabaha kadar konuşurlardı. Ç oğu zam an çoktan geçmiş şeylerden bahsederlerdi. Prenses M ariya kendi çocukluğunu, annesini,

(14)

HARB ve SULH

11

babasını, kendi hülyalarını anlatırdı; evvelce bu fedakârlık, bu tevek­

kül hayatından, Hıristiyanlık feragatinin şiirinden sakin bir kayıtsız*

lıkla yüz çeviren N ataşa, şimdi kalbiyle kendini prenses M ariya’ ya bağlı hissediyor, onun geçirmişini de seviyor, hayatın eskiden anla­

madığı tarafını şimdi anlıyordu. T evekkülü ve fedakârlığı hayatına tatbik etmeyi düşünm üyordu, çünkü o başka hazlar aramaya alış­

mıştı, fakat eskiden anladığı bu faziletleri, başkasında görünce anlıyor ve seviyordu. N ataşa’ nın çocukluk ve ilk gençlik hikâyelerini dini iyen prenses M a riya için de hayatın evvelce anlam adığı bir tarafı, hayat in a n a , hayat zevki ortaya çıkmıştı.

İçlerindeki hissin yüceliğini bozm am ak için — onlara öyle ge­

liyordu — ondan hâlâ bahsetm iyorlardı; bu sükût ise, inanm ıyor­

lardı ama, o ’ nu yavaş yavaş unutturuyordu.

N ataşa zayıflam ış, sararmış, vücutça öyle bitkin bir hale gel­

mişti ki, herkes hep onun sağlığından bahsediyor, bu onun hoşuna gidiyordu. Fakat bazan birdenbire içine bir korku, yalnız ölüm korkusu değil, hastalık, zayıflık korkusu, güzelliğini kaybetme kor­

kusu düşüyor, elimde olm ıyarak bazan dikkatle çıplak koluna bakı­

yor, zayıflığına şaşıyor yahut sabahlan aynada uzamış, perişan görünen yüzünü seyrediyordu. O n a, böyle olması lâzımmış gibi geliyor, bununla beraber içine bir korku, bir hüzün çöküyordu.

Bir gün çabuk çabuk yukan kata çıktı, nefesi tıkanmıştı. H e ­ men o anda, elinde olm ıyarak, bir bahane b ulup aşağıya, oradan tekrar yukanya koştu, böylece kuvvetini denedi, kendini yokladı.

Başka bir defa D unyaşa’yı çağırdı; sesi titrek çıkm aya başladı.

H izm etçi 'kızın ayak seslerini duylduğu h alde ona bir defa daha seslendi, şıarkı söylerken çıkardığı o göğüsten geilen sesle seslendi, kulak kabarttı.

B ilm iyordu, inanm ıyordu, fakat ruhunu ö n e n geçilm ez balçık tabakasının altından ince, narin, taze ot iğneleri baş vermişti, bun­

ların kökleşmesi ve on u ezen ıstırabı görünm ez, fark edilm ez şekilde hayat filizleriyle çok geçm eden örtmesi lâzım dı. Y a ra içten iyileş­

mişti.

O cak ayının sonunda prenses M a riya, M osk ova ’ya hareket etti;

K on t, doktorlara danışm ak üzere Nrataşa’nın da onunla beraber gitmesinde ayak diremişti.

(15)

12

HARB ve SULH I V

KutuzoPun düşmanı tepelemek, ricat hattını kesmek v.s. gibi arzularla yanıp tutuşan kıtalarını zaptedem ediği V y a z m a çarpışma­

sından sonra kaçan Fransızların ve arkalarından kovalıyan Rusların devam eden hareketi, Krasnoye’ ye kadar savaş vermeden geçti.

K açış o kadar hızlı oluyordu ki Fransızlan kovalıyan R u ordusu, onlara yetişemiyor, süvarilerin, topçuların atlan duru yor, Fransız­

ların harekâtı hakkında gelen haberler hep yanlış çıkıyordu.

R us askerleri, yirmi d ört saatte 40 verst gitm ek suretiyle yap­

tıkları bu arasız yürüyüşlerden o kadar bitkin bir hale gelm işlerdi ki daha hızlı gidem iyorlardı.

R us ordusunun bitkinlik derecesini anlamak için sadece şu olayın mânasını iyi anlamak lâzım dır: T arutino’ d a n itibaren bütün harekât sırasında yaralı ve ölü kaybı beş binden fazla olm adığı, es’ r kaybı yü z kişiye varm adığı halde T a ru tin o’ dan yü z b in kişi olarak çıkan R us ordusu Kransnoye’ ye elli bin kişi olarak gelmişti.

Süratli kovalam a harekâtı R us ordusu üzerine, kaçışan Fransızlar üzerine yaptığı aynı yıkıcı tesiri yapmıştı. Fark yalnız şuradaydı ki, R us ordusu kendi ihtiyariyle, Fransız ordusunun tehdideden m ahvolm a tehlikesiyle karşılaşmadan ilerliyor, Fransızlarda geri kalan hastalar düşman eline düşüyor, geri kalan R uslar ise kendi topraklarında kalıyorlardı- N a p o ly o n ordusunun azalmasına baş­

lıca sebep, hareketindeki süratti; R us ordusunun azalmasının şüphe götürm ez sebebi de budur.

K u tu z o f un bütün gayreti sadece, T a ru tin o ve V ya zm a önle­

rinde oldu ğu gibi, Fransızlar için öldürücü olan bu ileri hareketi (Petersburg’ dakilerin ve ordudaki Rus generallerinin istedikleri şekilde) elinden geldiği kadar durdurm am ak, ona yardım etmek, kendi kıtalarının hareketini kolaylaştırm ak işine yöneltilmişti.

Fakat K u tu zof, orduda kendini gösteren yorgunluktan ve sü­

ratli hareketten d oğa n büyük kayıptan başka, kıtaların hareketini yavaşlatmak ve beklemek için bir sebep daha görüyordu. R us kıta­

larının hedefi Fransızları takipti. Fransızların gittikleri y ol belli değild i; onun için, kıtalarım ız Fransızların izini ne kadar yakından takibederlerse o kadar fazla y ol alıyorlardı. A n ca k b elli bir mesa­

feden takibederek Fransızların yaptığı zigzakları en kısa yoldan

(16)

HARB ve SULH 13

vkesmek mümükürfdü. G enerallerin teklif ettikleri bütün ustaca manevralar, kotaların yer değiştirmesinden, yürüyüş mesafelerinin Artın İmasından ibaretti, biricik akla uygun h e d e f ise b u mesafeleri azaltmaktı. M osk ov a ’da n V iln a ’ ya kadar, bütün sefer m üddetince K utuzoPun gayreti b u h edefe yönelm işti; tesadüfi, geçici olarak d ig il, ö y le sebatlı bir şekilde yönelm işti ki, on u bir defa b ile de­

ğiştirmemişti. 1

\ K u tu zof, her R us askerinin hissettiğini, Fransızların yenildiğini, düşm anların kaçtığını, onları savmak gerektiğini zekâsiyle veya bilgisiyle değil, bir R us olarak bütün benliğiyle b iliyordu , biliyor ve hissediyordu; fakat aynı zam anda sürati ve mevsimi bakım ından bu işitilmemiş seferin bütün ağırlığını da askerlerle beraber his­

sediyordu.

Fakat generallere, bilhassa R u s olm ıyan, sivrilmek, hayranlık yaratmak, bir dük veya bir kıral esir etmek istiyen generallere, şimdi, her türlü savaşın hem çirkin hem salçma bir şey olduğu bir sırada, savaş vermenin ve bir zafer kazanmanın tam zam anıdır gib i geli­

y ordu. SaVaş verm eden bir ay içinde ya n y a n ya eriyen ve en iyi şartlar içinde hududa kadar aştıklan m esafeden daha fazla mesafe aşm alan gereken alyakkapsız, kaputsuz, yan aç askerlerle manevra yapm ak için birbiri peşinden kendisine projeler sunulduğu zaman K u tozu f om uzlarını silkmekle yeltiniyordu.

Bu sivrilmek, manevra yapm ak, düşmanı tepelemek ve ricat hattını kesmek gayreti bilhassa R us kıtalan Fransız ordusiyle kar­

şılaştığı zam an beliriyordu.

Ü ç Fransız kolundan birinin yakalanacağı sanıldığı halde 16 bin kişilik kuvvetiyle N a p oly on ’ a raslandığı zaman Krasnoye önlerinde b öy le olm uştu. Bu tehlikeli 'karşılaşmadan sakınmak ve askerlerini' harcam am ak için K u tuzoP un bütün vasi ta la n kullanm a­

sına rağm en KtfasnoJyeMeki dağınık Fransız gu ruplanm n bitkin R us askerleri tarafından yok edilm esi işi üç gün sürdü.

T o l l tertibatı kaleme almıştı: d ie erite C olon n e marschırt1 v.s.

H e r zaman old u ğu gibi hiçbir şey tertibata göre yapılm ıyordu.

Prens E ugene d e W ü rtem berg kaçan Fransızlara bir tepeden ateş

; ediyor ve bir türlü gelm iyen takviyeleri istiyordu. Fransızlar gece-

_____________

1 Birinci kol ilerliyor.

(17)

14 HARB ve SULH

leri Rusların etrafından dolafrp kaçarak öteye beriye dağılıyor, orm anlarda saklamıyor, herkes kendi b ildiği gibi aradan süzülüp,

geçerek ilerliyordu. /

M ü frezenin levazım işleri hakkında hiçbir şey bilm ek isteme­

diğini söyli^en, gerektiği zamian asla builunmıyan, kendi kendine

“ chevalier sans peur et sans reproche*” diyen, Fransızca konuşm aya meraklı M ilora d oviç, teslim olm ak teklifiyle müzakereci gönderip vakit kaybediyor, kendisine em redileni yapm ıyor, başka türlü hareket ediyor.

Kıtalara yaklaşıp süvarilere Fransızlan göstererek:

— Bu kolu size veriyorum , çocuklar, dedi.

Süvariler güçlükle hareket eden atlarını m ahm uzlarla, kılıç­

larla sürerek büyük bir gayretten sonra tırısla, kendilerine bağışla­

nan kola, yani soğuktan donm uş, uyuşmuş ve aç Fransız kalabalı­

ğına yaklaştılar; bağışlanan k ol, silâhlarını atarak teslim oldu , zaten çoktandır bunu yapm ak istiyordu.

Krasnoye dolaylarında 2 6 bin esir, yüzlerce top, mareşal asâsı diye adlandırılan bir sopa aldılar; orada kimiin yararlık gösterdiği üzerinde münakaşa ettiler; bundan m em nundular, fakat N a poly on u veya bir kahram an, bir mareşal olsun esilr edem ediklerine çok ha­

yıflanıyorlar ve kabahati birbiHerinde, bilhassa K u tuzoPta bulu­

yorlardı.

K endilerini ihtiraslarına kaptırmış ola n b u adam lar, zaruretin en acıklı kanununun kör bir aletinden başka b ir şey değillerdi; ama onlar kendilerini birer kahram an sayıyor ve yaptıkları şeyin çok değerli ve asıl bir iş olduğu nu tahayyül ediyorlardı. K u tu zof’ u suç­

landırıyorlar, seferin ta başından beri N a p o ly o n ’u yenmelerine engel olduğu nu, yalnız kendi ihtiraslarını tatmin etmeyi düşündü­

ğünü, Polotniyaniye Z a v o d ı’ dan çıkm ak istemediğini, çünkü orada rahatı yerinde olduğunu, Krasnoya dolaylarında ileri hareketi durdur­

duğunu, çünkü N a p o ly o n ’ un orada olduğu nu öğrenince büsbütün şaşır­

dığını, N a p o ly o n ’ la elbirliği ettiğine, ona satıldığına v.s., v.s. ihtimal verilebileceğini falan söylüyorlardı.

ihtiraslarına kapılm ış çağdaşlarının bu söyledikleri yetm iyor­

muş gibi, sonraki nesiller ve tarih, N a p o ly o n ’ u grand, K u tu zof’ u

1 Korkusuz ve kusursuz şövalye.

(18)

HARB ve SULH 15

ı ise — yabancı tarihçiler — kurnaz, sefih, zay ıf bir ihtiyar saraylı

\ olarak tanıdılar; Ruslarsa, belirsiz, sadece bir R us adı taşıdığı için İfaydalı bir kukla olarak...

1 v

\ 1812-13 yıllarında K u tu zof, açıktan açığa, hata işlemekle suçlandırılıyordu. H ü k ü m d a r ondan m em nun değildi. Y ü ksek bir emirle geçenlerde yazılan Bir tarih kitabında K u tu zof’ tan bahsedi­

lirden, N a poly ori’ un adından korkan, Krasnoye ve Berezina dolay- ları^ıdadaki hatalariyle R us ordusunu şan ve şereften, Fransızlara karşı tam bir zaferden m ahrum eden kurnaz ve yalancı bir saraylı idi, deniyor1.

R us kafasının kabul etmediiği büyük adam ların, grand-homme*

un dçğil de, kaderin iradesini anlayıp kendi iradesini ona tâbi kılan sererek ve her zam an tek olan insanların nasibi budur. Yığınların nefreti, hor görüşü b u adam lara yüksek kanunları kavramalarının bir cezasıdır.

R us tarihçileri için (söylem esi garip ve korkunçtur) N a p oly on ,

— hiçbir zaman, hiçbir yerde, sürgünde bile insani bir meziyet göstermemiş olan tarihin bu değersiz aleti — bir hayranlık ve heyecan konusudur; grand dır. K u tu zof, 1812 yılındaki faaliyetinin başından sonuna kadar, B orodin o’ dan V iln a ’ya kadar hiçbir harekeityle, hiçbir söziyle kendini bir defa yalanlam adan tarihte görülm em iş bir fedakârlık, bir öngörü örneği veren K u tu zof ise onlara belirsiz, acınacak bir şey gib i görünür, ondan ve 1812 yılından bahsederken

■ her ¿am an biraz utanır gib i olurlar.

H a lb u k i, faaliyeti b öyle değişm ez şekilde, biteviye hep aynı h edefe yöneltilm iş tarihî bir şahsiyet tasavvur etmek zordur. D a h a asıl, bütün halkın iradesine daha uygun bir h ed ef tahayyül etmek zordur. T a rih i bir şahsiyet tarafından çizilmüş ve 1812 yılında K u tu zof’ un bütün faaliyetini yönelttiği hedef kadar mükemmel ulaşılmış bir h edefe tarihte başka b ir örnek bulm ak daha da zordur.

- 1 B ogda noviç’ in 1812 yılı tarihi: K u tu zof’ un portresi ve Krasnoye savaşı sonuçlarının tatmin edici olm ayışı üzerinde düşün­

celer (yazarın n o tu ).

2 BüyQk adam .

(19)

16 HARB ve SULH

K u tu zof, hiçbir zam an ehram lardan bakan 40 asırdan, vatan için yaptığı fedakârlıklardan, yapm ak niyetinde old u ğu ve yaptığı/

şeylerden bahsetm ezdi: um um iyetle kendisinden h iç bahsetm ezdi, hiçbir surette rol yapm az, her zam an çok basit ve alelâde bir ınsay olarak görünür, çok basift ve ailelâde şeyler konuşurdu. Kızlarına ve M m e Stael’ e m ektuplar yazar, rom an okur, güzel kadınların m eclisinden hohlanır, generallerle, subaylarla, erlerle şakalaşır, kendisline bir şey ispat etmek istiyen |insanalara h iç itiraz etmezdi.

K on t R astopçin, M osk ov a ’ m n kaybından suçlu bir kimseye Karşı kendisine sitemlerde bulunm ak üzere Y a u za köprüsünden dörtpaıa K u tu zof’ a doğru ilerleyip de: “ N a sıl olu r; hani M osk ov a ’ yı muha- rebesiz bırakmam ıya söz vermiştiniz?” d ed iği zam an, M oskova çoktan teslim edildiği halde K u tu zof: “ M osk ova ’ yı yine de muha- rebesiz bırakacak değilim ” diye cevap vermişti. H ükü m da rda n (gelen A ra kçeyef, Y e r m o lo f’ un topçu komutan» tâyin edilm esi lüzumunu ileri sürdüğü zam an K u tu zof, şu cevabı vermişti: “ Evet, ben de şündi bunu söylüyordum ” , halbuki bir dakika önce büsbütün başka bir şey söylemişti. Etrafını saran düşüncesiz kalabal.£;in içinde hâ­

diselerin m uazzam mânasını o zam an anlıyan bir o vardı: baş­

kentin felâketini kont R astopçin kendi üzerine alacakmış yahut ona yükliyecekm iş, onu m u düşünecekti? T o p ç u komutanı kimin tâyin edileceği meselesi onu daha da az ilgilendirebilirdi.

Y a ln ız bu vakalarda değil, hayat tecrübesiyle, fikirlerin ve onları ifadeye yarıyan sözlerin insanları yürüten kuvvet olm adığı kanaatine varan bu ihtiyar adam her zam an büsbütün manasız sözler söylerdi, akima ne gelirse söylerdi.

Fakat kendi sözlerine bu kadar ehemmiyet vermiyen bu ^dam , faaliyet hayatında hiçbir d efa , bütün harb m üddetince ulaşmaya çalıştığı biricik h edefe uygun olm ıyan bir tek söz söylememişti A nlaşılm ıyacağına istemiyerek kani bulunmasına rağm en, elinde olmıyarak, türlü şartlar içinde birçok defalar düşüncesini söylemişti.

E trafm dakilerle geçim sizliğinin başlangıcı ola n B orodin o savaşından başlıyarak bu savacın bir zafer olduğunu b ir tek o söylem iş, bunu ağızdan da, bildirim lerinde d e, raporlarında da ö lü n d y e kadar tekrar etmişti. M osk ov a nın kaybı R usya’ nın kaybı dem ek olm adığını yalnız o söylemişti. Lauriston’ un sulh teklifine karşı, buna imkân olm adığı, çünkü halkın arzusunun b öyle olduğu cevabını vermişti.

(20)

HARB ve SULH

17

Fransızların çekilişi sırasında bütün manevralarımızın lüzum suz ol­

duğunu, her şleyin kendiliğinden bizim ■' istediğim izden daha iyi olacağını, düşmana altın bir köprü yapm ak lâzım geldiğini, Taru- tino savaşının da, V yazm a savaşının da, K rasn oye savaşının da yersiz olduğunu, hududa yeter bir k uvvetle varmak gerektiğini, on Fransıza bir R us fed a etm iyeceğini yalnız o söylemişti.

Y a ln ız o , bize tasvir edildiği gibi, bu saraylı, hüküm dara yaranmak m aksadiyle A ra kça yef’e yalan söyliyen adam , yainz bu saraylı adam dır ki V iln a ’da hududun ötesinde harbe devamın za­

rarlı ve faydasız olduğunu söylüyor, bu söziyle de hüküm darın g ö ­ lü n d e n düşüyor.

O zam an olayların mânasını anladığım yalnız sözleri ispat fetmez. İstisnasız bütün fiil ve hareketleri, üç şeyden mürekkep tek

C^ir gayeye yöneltilm işti: 1) Fransızlarla çarpışm ak için bütün kuvvetleri toplam ak, 2 ) O n ları yenm ek Ve 3 ) R usya’ dan koğm ak, halkın ve ordun un ıstıraplarını m üm kün oldu ğu kadar hafifletm ek.

O , şiarı sabır ve zam an ola n kesin hareketler düşmanı o sayaşçı K u tu zof, hazırlığını emsalsiz bir tantanaya bürüyerek B oro- din o savaşım veriyor. O sterliç savaşına da h a başlam adan bunun kaybedileceğini evvelden söyliyen K u tu zof ve yalnız o , B orodin o’ da generaller, savaşın kaybedildiğini söyledikleri h alde ve kazanılmış bir savaştan sonra ordunun geri çekilmesi gerektiğine tarihte eşi görülm emiş bir misal teşkil etmesine rağmen herkesin aksine olarak ve ölünciye kadar B orodin o savaşımn bir zafer olduğunu iddia ediyor. Y a ln ız o, bütün çekiliş sırasında, o an için faydasız olduğunu ileri sürerek, savaş vermemekte, yeni bir harbe başlamamakta ve Rusya sınırlarını öteye aşmamakta ısrar ediyor.

Ş im d i bir avuç insanın kafasındaki bütün bu maksatlar bir tarafa bırakılırsa, olayların manasını anlamak kolaydır, çünkü bütün olaylar sonuçlariyle blirlikte önüm üzdedir.

Fakat nasıl bir ihtiyar adam , o zam an herkesin düşündüğünün aksine olarak, olayların bütün halkın kavrıyabildiği mânasını bu kadar doğru keşfedebildi de bütün faaliyeti m üddetince ona bir defa biyanet etm edi?

V u k u a gelen hâdiselerin ruhunu kavramaktaki bu görülm edik kuvvetin kaynağı, onun, ruhunda bütün saflığiyle ve sapasağlam taşıdığı halk duygusundaydı.

(21)

18 HARB ve SULH

A n ca k on da bu duyguyu bulm asıdır ki halkı böyle acayip yollardan, on u — gözden düşmüş bir ihtiyarı — Ç arın arzusuna rağm en, halk savaşının mümessili seçmeye zorladı. A n ca k bu du y­

gu d u r ki insanları öldürm ek, y o k etm ek için değil, kurtarmak, on ­ lara a am a k için onu — başkom utanı — bütün kuvvetlerini sevk ve idare ettiği o insani yüksekliğe çıkardı.

Bu basit, alçakgönüllü ve onun için gerçekten heybetli sima, tarihin icadettiği, insanları kenardan idare eden A vru p a kahram a­

nının yalancı kisvesine giremez.

U şa k için büyük adam olam az, çünkü uşağın kendine göre bir, büyüklük anlayışı vardır.

V I

5* kai^m, Krasnoye adiyle am lan savaşın ilk günüydü. Akşam a d o ğ ru ,, birçok tartışmalardan, kıtalarım gereken yere sevk etmiyen generallerin- hatalarından, birbirine aykırı emirlerle gelip giden y^ erlerden - sonra, düşm anın kaçtığı, savaş yapılamı'yacağı, yapılmı- m ıyacağı -artık belli olunca K u tu zof, Krasnoye’ den ayrıldı, o gün genel ' karargâhın taşındığı D o b ro y e ’ ye yollandı.

H a v a açık ve soğuktu. K u tu zof, kendisinden m em nun olm ıyan, arkasında fisıldaşan generallerden mürekkep kalabalık bir maiyetle semiz, beyaz atının üstünde D o b ro y e ’ye d oğru gidiyordu . Bütün yol boyunca, o gün alman Fransız esirleri ( o gün 7 bin esir alınmıştı) gurup gurup toplanm ışlar, çoban ateşlerinde ısınıyorlardı. D o b ro y e yakınlarında üstleri başları yırtık, ellerine ne geçirmişlerse vücut*

larına sarmış bir esir kalabalığının, y old a uzun bir sıra teşkil eden koşum lardan çözülm üş Fransız toplarının yanında uğultulu konuşmaları işitiliyordu. Başkom utanın yaklaşm asiyle konu lm a kesildi; bütün gözler kırmızı kenarlı beyaz kalpağiyle, kam burum su om uzlarının üzerine oturmuş pam uklu kaputiyle yolıda ağır ağır ilerHyen Kutu­

z o f a dikildi. Generallerden biri topların ve esirlerin nerde ele ge­

çirildiği hakkında K u tu zof’ a rapor veriyordu.

K u tu zof, kayjgılı görünüyor, generalin sözlerini dinlem iyordu.

M em nuniyetsizlik ifade eden bir eda ile gözlerini kırpıştırıyor, çok perişan bir m anzara gösteren esirlerin haline dikkatle, dik dik bakıyordu. Fransız askerlerinin çoğunu n yüzleri bozulm uş, burun­

(22)

HARB ve SULH

19

ları, yanaktan donm uştu; hemen hepsinin gözleri kızarmış, şiş ve çapaklıydı.

B ir yığın Fransız, yolun yakınında duru yor, iki asker — birinin yüzü çıbanlarla dolu yd u — elleriyle çiğ bir et parçasını parçalıyorlardı.

Geçenlere fırlattıklan bakışlarda korkunç ve hayvani bir şey vardı;

kinli bir ifade ile K u tu zof’ a bakan yüzü çıbanlı asker, birdenbire yüzünü ondan çevirdi, işine devam etti.

K u tu zof uzun m üddet dikkatle b u iki askere baktı; yüzünü daha çok buruşturup gözlerini kırpıştırdı ve düşünceli düşünceli başını salladı. Başka bir yerde bir Fransız askerine, gülerek ve cm uzuna vurarak dostça bir şeyler söyliyen bir R us askeri gördü.

K u tu zof yine aynı eda ile başını salladı.

Kendisine rapor vermekte devaim eden ve ona Preobrajeûekj!

alayının önündeki (e le geçirilm iş) Fransız bayrai^Iannı işajğgf e tf«ı generale:

— N e söylüyorsun sen? diye sordu.

Z ih n in i işgal eden şeyden, görünüşe göre, kendÜfc g ü cü k le ayırarak:

— A , bayraklar! diye ilâve etti. D a lgın ca etraflım '&âkıfc/&.

Binlerce g öz her taraftan ona dikilm iş, ne söyliyecek diye g e l i y o r , du . Preobrajenski alayının önü nde d u rd u , derin bir nefes IW ı gözlerini kapadı, maiyetinden biri, bayraklan tutan askerlerin yak- Iaşmalan ve on la n günderleriyle başkom utanın önü ne dikmeleri için bir işaret yaptı. K u tu zof birkaç dakika sustu, istemiye istemiye, durumunun zaruretine boyun eğerek, başını kaldırdı ve söze başladı.

B ir subay kalabalığı etrafını sardı. S u b ay çem berini dikkatli bir bakışla süzerek içlerinden bazılarını tanıdı.

— H ep in ize teşekkür ederim ! — diyerek askerlere, sonra yine subaylara dön d ü . A ğ ır ağır söylediği sözler etrafta hüküm süren sessizlik içinde açıkça d uyuluyordu: — Ç etin ve saldakatli hizm et­

lerinizden dolayı hepinize teşekkür ederim. Z a fe r tam dır ve Rusya stzi unutmıyacaktır. Şanınız ebedî olsun.

Sustu, etrafına bakındı. Bir Fransız kartalı tutan ve bilmiyerek onu Preoibrajenski alayının sancaldan önü ne doğru çıkaran bir askere:

— Eğiver, eğiver, dedi. D a h a aşalğı, daha aşağı, hah işte öyle,

— hızlı bir çene hareketiyle askerlere d ön d ü . — H u rra ! çoculdar.

(23)

- o HARB ve SULH

Binlerce ses birden gürledi:

— Hurra-hurra-hurra!

A skerler haykırırken eyerin üstünde bükülm üş duran K u tu zof başını eğdi; gözleri tatlı, âdeta alaycı bir ışıkla parıldıyordu:

— S im di bakın, kardeşler, diyerek sesler kesilince söze başladı...

Birdenbire sesi ve yüzünün ifadesi değişti: sanki başkomutan susmuş, arkadaşlarına, anlaşılan, çok önem li bir şey bildirm ek istiyen basit bir ihtiyar söze başlamıştı.

Ş im di ne söylryeceğİni iyi duym ak için subay kalabalığı içinde ve saflarda bir kım ıldanm a old u :

— Ş im di bakın kardeşler. B iliyorum ki sizin için zor ama ne yaparsın! Biraz sabredin; çok kalmadı-. M isafirleri savalım, ondan sonra dinleniriz. Ç ar hizmetinizi unutmayacaktır. Sizin için zor, ama ne de olsa siz kendi topraklarınızdasınız; on la r ise, görüyorsunuz ne hale geldiler, — diyerek esirleri gösterdi. — E n düşkün dilenciler­

den daha fena. Kuvvetli oldukları zaman onlara acım ıyorduk. A m a şim di acımak lâzım . O n la r da insan. D e ğ il m i çocuklar?

Etrafına baktı, kendisine dikilen keskin, saygılı, hayretli b a ­ kışlarda sözlerine karşı b ir duygudaşlık okudu : yüzü, dudaklarının ve gözlerinin köşelerini yıldız yıldız buruşturan tatlı bir ihtiyar gülüm ­ semesi ile gittikçe daha çok aydınlanıyordu. Sustu, şaşırmış gibi başını eğdi. B irdenbire başını kaldırarak:

— A m a onları kim davet etti diyeceksiniz? O h old u onlara, avratlarını... İşte öyle... d ed i. Kam çısını sallıyarak bütün sefer müd- d et’nce ilk defa atını dörtnala sürüp, neşeyle gülüşen, hurra diye gürliyen askerlerin bozulan saflarından uzaklaştı

K u tu z o fu n söylediği sözler askerlerce anlaşılmış olmaktan uzaktı. Kim se feldm areşalin, tantanalı bir eda ile başlayıp açık- kalbli bir ihtiyar ağziyle bitirdiği söylevin muhtevasını tekrar ede­

m ezdi. Fakat bu söylevin yürekten gelm e mânası sadece anlaşılmamış, o yüce ve muhteşem anın verdiği his düşm anlara karşı merhamet duygusiyle ve haklı olm anın, bilhassa bu ihtiyarca ve sam im î kü­

fürle ifade edilen şuuriyle birleşerek her askerin ruhunda yer etmiş, uzun m üddet dinm iyen neşeli haykırışlarda ifadesini bulmuştu.

Bundan sonra generallerden biri, araba ile gitm eyi arzu edip etme­

diğini başkom utandan sorunca K u tu zof, cevap verirken birdenbire hıçkırdı* cok heyecanlı olduğu belliydi.

(24)

HARB ve SULH 21

V I I

8 kasım da, Krasnoye savaşının sonuncu günü kıtalar geceliye- cekleri yere geldikleri zam an ortalık artık kararmıştı. Bütün gün sakin ve soğuk geçm iş, halfiften, seyrek bir kar yağmıştı; akşama doğru hava açmaya başladı. K a r taneleri arasından yıldızlı siyah-mor bir gökyüzü görünü yordu ; soğuk şiddetlenm eye başlamıştı.

T a ru tin o’ dan 3 .0 0 0 kişi olarak çıkan ve şim di m evcudu 9 0 0 e inen silâhendaz alayı, gecelemek için büyük yolu n üstündeki köyde tâyin edilen yere ilk gelenlerdendi. A la y ı karşılıyan konakçılar bütün köy evlerinin hastalar, Fransız ölüleri, süvariler ve kurm ay­

lar tarafından işgal edildiğin i söylediler. Y a ln ız alay komutanı için bir tek ev vardı.

A la y kclmutanı kendisine ayrılan kulübeye geldi. A la y , köyü geçip son evlerin yanında tüfek çattı.

A la y , birçok uzuvları olan kocam an bir hayvan gibi, inini, yemini hazırlam a işine koyuldu. A skerlerin bir kısmı dizlere kadar kara göm ülerek köyün sağındaki kayın ağacı orm anına d a ldı; o anda orm anda balta sesleri, kınlan dalların çatırdısı ve neşeli bağ- rışmalar d u y u ld u ; askerlerin diğer kısmı alay arabalariyle ve bir araya yığılm ış beygirlerin ortasında uğraşıp duru yor, arabalardan kazanılan çıkanyor, peksimet alıyor, beygirlere yem veriyorlardı.

Ü çü n cü bir kısım köye dağılm ış, karargâh binalarını düzenliyor, köy evlerinde yatan Fransız ölülerini kaldırıyor, ateş için dam lardan tahta, kuru odun , saman getiriyor, korunm a için çitleri söküp taşıyorlardı.

O n beş kadar asker k öy kenanndaki evlerin ötesinde neşeli haykınşlarla çatısı sökülmüş bir sam anlığın yüksek tahta perdesini sarsmakta idi:

— H a d i, hadi, hep birden dayanın! diye sesler yükseldi ve karla örtülü kocaknan tahta perde, gecenin karanlığı içinde bir buz çınrdısiyie yerinden ofynadı. A lt kazıklar gittikçe daha çok çatır­

d ıyordu ; nihayet tahta perde, ona dayanan askerlerle beraber dev­

rildi. G ürültülü, kaba ve neşeli kahkahalar duyuldu.

— ikişer kişi yapışın! V e r buraya m anivelayı! H a h , işte b öy ­ le. N ereye sokuluyorsun?

— H a d i, hep birden... A m a durun, çocuklar!... H eya m ola ile!

(25)

22 HARB ve SULH

H erkes sustu; hafiften, kadife gibi yumuşak bir ses şancıya başladı. Ü çü n cü kıtanın sonunlda, son sesin bitmesiyle beraber yirm i ses birden yükseldi: “ H a d i, dayan! G eliyor! H e p birden!

Y a tın , ço c u k la r !../’ fakat toplu gayretlere rağm en tahta perde pek az kım ıldadı; çöken sessizlik içinde sık sık solum alar duyuluyordu.

— H e y siz, altına bölük! Şeytanlar, iblisler! Y a rd ım etsenize...

Sizin d e işiniz düşer.

A ltın cı bölükten köye doğru giden yirmi kişi tahta perdeyi sürükliyenllere katıldı; beş saıjen1 boyun da, bir sajen enindeki tahta perde yana yatmış bir vaziyette, soluyan askerlerin om uzlarını baş­

a rıp tarazlıyarak k öy sokağından ileri d oğru yolla n dı.

— Y ü rü , hadi bakalım ... A ya ğın ı çarptı, bak h ele... N e dur­

dun? H a d i...

N eşeli, yakası açılmadık küfürlerin ardı arası gelm iyordu.

A nsızın, onlara doğru koşan bir askerin em reden sesi duyuldu:

— N e yapıyorsunuz burada?

Başçavuş:

— Baylar burada, anaralın2 kendisi de kulübede, sizi şeytanlar, iblisler, alçaklar. S ize gösteririm ben! — diye haykırdı, var kuvvetiyle önüne gelen bir askerin sırtına vurdu. — Sessiz yapam az mısınız?

A skerler sustular. Başçavuşun vurduğu er tahtaya çarpıp yır­

tılan ve kan içinde kalan yüzünü inliye inliye silmeye başladı.

Başçavuş gider gitmez korkakça bir fısıltıyla:

— Bak hele nasıl vuruyor, iblis! Suratım ı kan içinde bıraktı, dedi.

G ü len bir ses:

— H oşu n a gitm edi mi yoksa? dedi. A skerler seslerini alçal­

tarak yollarına devam ettiler. K öyü n ötesine ulaşınca aynı hedefsiz kü­

fürleri savurarak yine yüksek sesle konuşm aya başladılar.

A skerlerin önünden geçtiği kulübede yüksek komuta heyeti toplanm ıştı; çaydan sonra, geçen gün hakkında ve gelecekte yapılması düşünülen manevralar üzerinde hararetli bir konuşm a oluyordu.

S old a n bir yan hareketi yapm ak, kıral naibini tecridetmek ve ele geçirmek düşünülüyordu.

1 Sajen: 2 ,1 3 4 metre.

2 G eneral dem ek istiyor.

(26)

HARB ve SULH 23

A skerler tahta perdeyi getirdikleri zam an her tarafta m utfak ateşleri yanmıştı. O d u n lar çatırdıyor, karlar eriyor, askerlerin siyah gölgeleri işgal edilen, çiğnenmiş karla örtülü bütün alanda öteye beriye gidip geliyordu.

Baltalar, kasaturalar her tarafta işliyordu. H e r iş hiçbir emir verilm eden yapılıyordu. G ece için yedek od u n taşm ıyor, kom utan­

lar için barakacıklar kuruluyor, kazanlar kaynatılıyor, tüfekler ve teçhizat temizleniyordu.

Sekizinci b ölü ğü n getirdiği tahta perde, yarım daire şeklinde kuzey tarafına dikilm iş desteklerle sağlamlaştırılmış, önüne odunlar yığılm ıştı. Y a t borusu ça ldı, yoklam a yapıldı, akşam yem eği yendi, geceyi geçirmek için ateşlerin etrafına yerleşildi: kimi ayakkabısını tamir ediyor, kimi pipo içiyor, kimi çırçıplak soyunmuş bitleniyordu.

V I I I

ö y l e sanılırdı ki R us askerlerinin, o zam an bulundukları hemen hem en hayale sığmaz ağır hayat şartları içinde — kışlık ayakkabısız, gocuksuz, üstleri damsz 18° soğukta, karda, ordunun arkasından her zaman yetişemiyen erzaiklan noiksan bir h alde — ço k acıklı ve hazin bir m'anziara göstermeleri lâzım dı.

Tersine, ord u , hiçbir zam an en iyi m addi şartlar içinde, bun­

dan daha neşeli, daha canlı bir manzara göstermemişti. B u, sız- lanmaiya, takatten düşm eye başlıyan bütün unsurların atılmasından ilerigeliyordu. B edence ve mâneviyatça zayıf kim varsa çoktan geride bırakılmıştı.: m addi ve mânevi kuvvet bakım ından ordunun en iyi kısmı kalmıştı.

T a h ta perdeyi kuran sekizinci bölükte her yerden daha çok kalabalık toplanm ıştı. Yan larında tiki başçavuş oturuyordu; ateşleri başkalarınkilerden daha parlak yanıyordu. T a h ta perdenin altında oturmaya hak kazanmak için od u n getirmek şart koşulmuştu.

D u m a n da n gözlerini kırpıştıran, fakat ateşin yanından kıpır- dam ıyan kırmızı suradı, kızıl saçlı bir asker:

— H e y M a k ey ef, nerdesin, sen... Kayıplara mı karıştın? yok­

sa kurtlar m ı yedi seni? O d u n getirsene, diye bağırdı. — Sen git bari, karga, od u n getir, — diyerek başka birine d ön d ü .

(27)

2 4 HARB ve SULH

K ızıl saçlı, bir gedikli erbaş değildi, onbaşı da: değild i, ama sağlam yapılı bir askerdi; ontın için kendisinden zayıf olanlara em rederdi. Karga diye çağrılan zayıf, ufak tefek, küçücük sivri burunlu er, ita/atl i itaatli kalktı., emri yerine getirecekti; fakat bu sırada ateşin ışık sahasına bir kucak od u n taşıyan genç bir askerin ince, güzel endam ı girmişti:

— V e r buraya. Ö n em li kişi!

O du n ları kırdılar, parça laldılar, ateşe koydular, üflediler, ka­

putlarının etekleriyle yellediler; alev çızıldam aya, çıtırdam aya baş­

ladı. A skerler yanaştılar, pipolarını yakıp tüttürmeye koyuldular.

O d u n getiren genç, yakışıklı asker, ellerini kalçalarına dayadı, soğuktan donan ayaklariyle hızlı hızlı yerinde zıplajmaya başladı.

— A h , anacığım , soğuk, lara)ğı, ama iyi, silâhşor... diye sanki hıçkırığı tutmuş gibi her hecede duralıyarak bir şarkı tutturdu.

K ızıl saçlı asker dans eden askerin ayakkaplarının altı sark­

tığını görerek:

— H e y , ayakkaplarının tabanları sarkıyor! diye bağırdı.

Şuna bak hele, dans ediyor!

D a n s eden asker durdu, sarkan köseleyi koparıp ateşe attı:

— Y a , ya kardeş, — dedi; oturup çantasından bir parça mavi Fransız çuhası çıkardı, ayağını sarmaya başladı. Sonra ayak­

larını ateşe uzatarak ilâve etti: — İkisi de hapı yuttu.

• — Y akında yenilerim verecekler. İşlerini tam am iyle bitirelim, herkese ikişer takım, diyorlar.

— Bak şu P etrof köpoğlusuna, geri kaldı, dedi başçavuş.

Başka biri:

— Ben çoktandır bunun farkındaydım , dedi.

— Eli ne olacak, asker taslağı...

— Ü çü n cü bölükte dün dokuz kijşi yoklam ada yoktu, diyor­

lardı.

— A m a düşün, ayaklar donunca nasıl yürürsün?

— E, bırak gevezeliği! dedi başçavuş.

İhtiîyar bir asker, ayaklarının donduğunu söyliyen askere d ö ­ nerek, azarlayıcı bir eda ile:

— Y ok sa senin canın da öyle m i istiyor? dedi.

Karga diye çağrılan sivri burunlu asker birdenbire ateşin ya­

nından kalkarak ince ve titriyen bir sesle:

(28)

HARB ve SULH 25

— N e sanıyorsun ya ? dedi. Biraz şişman ola n b öy le zayıflıyor, zayıf da ölüyor. Bakın bana. T a k a tim kalm adı. — Birdenbire azim le başçavuşa dönerek ilâve etti: — B eni hastaneye gönder;

romatizma beni bitirdi. Y ok sa ben d e ötekiler gibi yolda kalacağım ...

Başçavuş sakin b ir eda ile:

— E , yeter, yeter, dedi.

Askercik sustu; konuşm a devam etti. A skerlerden biri:

— B ugün şu Fransızlardan az mı ele geçirdik; ama hiçbirinde adam akıllı bir çizm e ydk, adı çizme, diyerek sözü değiştirdi.

D a n s eden asker:

— H epsin i kazaklar çıkarıp aldı. A lb a y için evi temizlediler, onları dışarı çıkardılar. İnsan görünce acıyor, çocuklar, dedi. Perişan ettiler onları; henüz daha canlı olan bir tanesi, inanır m ısın, kendi dilinden bir şeyler m ırıldanıyordu.

Birinci asker:

— A m a , temiz insanlar ha, çocuklar, dedi. Beyaz, kayın ağacı gibi beyaz, yiğitleri de var, sonra soyluları da var.

— N e sanıyorsun ya ? H e r sınıftan almışlar.

D a n s eden asker hayret ifa d e eden bir gülüm sem eyle:

— R usça h iç bilm iyorlar, dedi. “ H a n g i kiralıktansın?"’ diye soruyorum ona, kendi dilin den bir şeyler m ırıldanıp duruyor.

H a yret edilecek insanlar!

Fransızların beyazlığına şaşan asker:

— Evet, kardeşler, garip şey bu, — diye devam etti. — M o - jaisk köylüleri, savaşın old u ğu yerde ölüleri toplam aktan nasıl yorulduklarını anlattılar. Ö lü ler, aşağı yukarı, bür ay yatmışlar orda. Kâğıt gib i bem beyaz, tertemizmişler, koku diye bir şey yokmuş.

— E, soğuktan mı acaba? diye birisi sordu.

— A k ıllıya bak hele! S oğuktan m ı, diyor! O rtalık sıcaktı be yahu! Soğuktan olsa bizim kiler d e kokm azlar. H a lb u k i bizimkiler hep çürüyüp kurtlanmışlar. Çenelerini m endillerle bağlayıp başlarını yana çevirerek sürüklemişler: insan dayanam ıyorm uş. A m a onların­

kiler kâğıt gib i beyazm ış; koku diye bir şey yokmuş.

H e p susmuşlardı. Başçavuş:

— Y em eklerden olacak herhalde, d e d i. Bey yem eği yiyorlardı.

K im se itiraz etmedi:

(29)

26 HARB ve SULH

— S ala şın geçtiği yerden olan bu M oja ısk köylüsü, on köyden on la n kovduklarım , yirmi gün ölü taşıdıkların, yine hepsini çıkara­

madıklarını söyledi, şu kurtların, d edi...

ihtiyar asker:

— O savaş tam savaştı, dedi. A n ılacak hâtıraları var; ama ondan sonrakilerin hepsi... M illete eziyetten başka bir şey değil.

— Ya,, ya, dayı. Evvelsi gün onları kovalayıp sıkıştırmıştık.

Y an larına bırakm ıyorlardı yalnız. H em en silâhlarını fırlatıp atıyor ve d iz çöküyorlardı. P ardon! diyorlardı. Bu yalnz bir misal. P olyon 1 un kendisini P la tof iki defa yaiclaşmış, diyorlar. S ö z bilm iyor ki söylesin. Y a k a lıyor, yakalıyor: ama o kendini torbada keklik gibi gösteriyor, uçup gidiyor. Y eri de değil ki, öldüresm .

— A m m a da palavra atıyorsun ha, K iselef; bakıyorum da sana.

— N e palavrası be, gerçeğin ta kendisi.

— Ben olsam onu yakaladıktan sonra diri diri toprağa g ö ­ m erdim . H e m de akçakavak kazığına vurarak. H a lk ı mahvetti.

İhtiyar asker esniyerek:

— H e p si b ir kapıya çıkar, kaçam ıyacak, dedi.

» Konuşm a kesildi, askerler yatmaya başladılar. B ir asker, saman- yolunu seyrederde:

— Y ıld ızla ra bak, uuu ne kadar çok , hep b öyle parıldıyorlar!

Bak, kadınlar yatak çarşaflarım sermıişler, dedi.

— Bereketli bir yıla işarettir, çocuklar.

— D a h a odun gerekecek.

— Sırtım ısıtıyorsun, karnın donu yor. T u h a f şey.

— H e y , Y a ra b b i!

— N e itiyorsun, ateş yalm z senin m i? B ak... D ev rild i.

Ç öken sessizlik içinde uyuyan birkaç kişinin horultusu duyul­

du; geri kalanlar sağa sola d ön ü p arasıra konuşarak ısınıyorlardı.

A teşin yüz adım kadar ötesinden coşkun ve neşeli kahkahalar ge­

liyordu.

Bir asker:

— Bak beşinci bölükte cüm büş var, d ed i. A m a n ne kalabalık!

Bir asker kalkıp beşinci b ölü ğe gitti. Biraz sonra dönerek:

1 N a p o ly o n dem ek istiyor.

(30)

HARB ve SULH 7

— A m a ne gülüyorlar, d ed i. İki hıransız1 getirdiler. B in büs­

bütün donm uş, ama öbürü öyle serbest ki sorm ayın! Şarkı söylüyor.

— V a y canına! Sahi m i? H a y d i gidip bakalım ...

Birkaç asker beşinci b ölü ğe doğru yollandı.

I X

Beşinci bölük tam orm anın kenarındaydı. K ocam an bir ateş, karın üstünde parlak bir alevle yamıyor, kırağıdan eğilm iş ağaç d a l­

larını aydınlatıyordu.

Beşinci bölük erleri, gecenin karanlığı içinde orm anda, karda ayak sesleri ve dal çıtırtıları duydular.

B ir asker:

— Ç ocuklar, ayiı, diye bağırdı.

H e p si kaşlarını kaldırıp, kulak kabarttılar; orm andan ateşin parlak ışığı içine birbirine tutunmuş acayip kıyafetli iki insan şekli girdi.

Bunlar orm anda saklanmış iki Fransızdı. Askerlerin bilm ediği bir dilde ve kısık bir sesle bir şeyler söyliyerek ateşe yaklaştılar.

Biri uzun boylu ydu , başında bir subay şapkası vardı, çok bitkin gö­

rünüyordu. A teşe yaklaşınca oturm ak istedi, fakat yere düştü. U - fak tefek, tıknaz, çenesi bağlı bir asker olan öbürü daha kuvvetliy­

di. A rkadaşını kaldırdı, ağzını göstererek bir şeyler söyledi. A sk er­

ler Fransızların etrafını sardılar, hastanın altına bir kaput serdiler, her ikisine de kaşa2 ve votka getirdiler.

H a sta Fransız subaıyı R am b a lle’d i; çenesi bağlı olan onun em ir etti M o r e l’ di.

M o re l votkayı içip bir karavana kaşayı yiyince birdenbire zo­

raki bir neşe ile neşelendi, kendisini anlamıyan askerlere durm adan bir şeyler anlatmağa başladı. R am b a lle yemeği reddetmişti, ateşin yanında dirseğine dayanm ış, manasız ve kızarmış gözlerle, sessizce R us askerlerine bakıyordu. A ra d a bir derin derin içini çeki­

yor, sonra yine susuyordu. M o r e l, om uzlarım işaret ederek, bir subay olduğunu, onu ısıtmak gerektiğini askerlere ahlatmağa çalış­

tı. A teşe yaklaşan bir R us subayı ısınması için Fransız subayını

1 Fransz dem ek istiyor.

2 Bir çeşit bulgur pilâvı.

(31)

28 HARB ve SULH

yanına kabul edip etmiyeceğini sormak üzere albaya adam y olla d ı;

gidenler geri gelipde albayın subayı getirmelerini emrettiğini söyle­

yince, bunu R am balle’ e anlattılar. R am b a lle kalktı, yürüm ek istedi, fakat sendeledi, yanında duran asker on u tutmasa düşecekti.

B ir asker, alaylı bir eda ile g öz kırparak R am balle’ e:

— N e o ? Gitm iyecek m isin? dedi.

— H e y , aptal! Patavatsız patavatsız ne maval okuyordun öyle!

K aba köylü , tam m ujik, diye alay eden askere karşı her taraftan tekdir sesleri yükseldi.

R am balle’ in etrafını sardılar, iki kişi on u tutup kollarının üzerine aldılar, kulübeye götürdüler. R am balle kollarını askerlerin boyunlarına sardı, onu götürürlerken a a k lı b ir sesle m ırıldanıyor­

du:

— O h , m es braves, oh , m es bons, m es bons amis! V oilà des hom m es! O h m es braves, m es bons amis1! B ir çoaıki g ib i başını eğip askerlerden birinin om uzuna dayadı.

B u sırada M o r e l askerlerin ortasında, en iyi btr yerde otu­

ruyordu.

M o r e l ufak tefek, tıknaz, kızarmış ve yaşarmış gözlü bir F ıansızdı, başını kasketinin üstünden kadınlar gibi m endille bağ­

lamış, bir kadın kürkü giymişti. Belli ki kafayı tütsülemiş, yanında oturan b ir askeri kolu ile sararak kısık ve kesik çıkan bir sesle bir Fransız şarkısı tutturmuştu. A skerler gülm ekten katılarak ona bakıyorlardı.

M o r e l’ in sarıldığı şarkı meraklısı şakaa asker:

— H a d i, h a di, öğret şunu, nasıldı o ? Ben çabuk kajparım.

N a sıl?... dedi.

V iv e H en ri quatre, V iv e ce roi vaillant*!

diye gözlerini kırparak şarkı söylemeye başladı.

C e diable à quatre...

A sker:

— V ivarika! V if seruvaru! S id yahlâka... diye tekrarladı; sa­

hiden de şarkının havasını kapmıştı.

1 A h , Çiğitler! A h benim iyi kalbli, iyfi yürekli dostlarım ! İşte insanlar! A h benim yiğit dostlarım , iyi yürekli dostlarım .

2 Yaşasın dördün cü H a n ri, yaşasın yiğit kıral!

(32)

HARB ve SULH 29

H e r taraftan kaba, neşeli kahkahalar yükseldi:

— E , aşkolsun! H o - h o - h o - h o - ho!

M o r e l de yüzünü buruşturup gülüyordu:

— H a d i, devam , daha, daha!

Q u i eut le triple talent.

D e hoir, d e battre.

E t d ’ être un vert galant...1

— Bu da iyi yahu. H a d i bakalım , Z a leta y ef!...

Z a leta y ef kendini zorlıyarak:

— K iu ... — diye özentiyle dudaklarını uzatarak şarkıyı söy­

lemeye başladı — K iu - yu - yu... Letriptala, d e bu d e ba ye d et- ravagala.

— A y , m ükem m el! T a m hıransuz! H o - h o - h o - h o ! E , daha yemek ister misin?

— D a h a kaşa ver ona; aç insan çabuk doym az

O n a tekrar kaşa verdiler; M o re l gülümsiyerek üçüncü karava­

nayı yemeye koyuldu. M o r e l’ e bakan bütün genç askerlerin yüzle­

rinde sevinçli bir gülüm sem e vardı. B öyle boş şeylerle uğraşmayı yakışıksız bulan yaşlı askerler ateşin öb ü r taraf m a uzanmışlar, arasıra gülümsiyerek M o r e l’e bakıyorlardı.

içlerinden biri kaputuna sanlarak:

— O n la r da insan, dedi. Pelin kendi kökleri üzerinde büyür2.

— U u u ! A lla h ım ! N e kadar yıldız var! D o n yapacağuıa alâmettir...

O rtalığa sessizlik çöktü. Y ıld ızla r, sanki şim di kendilerini kimsenin görm edigini biliyorlarm ış gibi, kapkara gökyüzünde pa­

rıldıyorlardı. K âh birden alevlenerek, kâh sönerek, kâh titriyerek telâşla birbirlerine sevinçli, faikat esrarlı bir şeyler fısıldıyorlardı.

X

Fransız kıtaları hendesi b ir nispede m untazam . bir surette eriyorlardı. H akkında çok şeyler yazılm ış olan Berezina geçişi,

1 Ü çü z lü bir marifeti vardı. İçm ek, döğüşm ek ve çapkınlık etmek.

2 Bir ata sözü.

Referanslar

Benzer Belgeler

Suriye Kamplarının bulunduğu iller de ki Yerel eğitim programlarının tamamlanmasının ardından Ġlki 2014 yılında Ankara‟da eğiticilere yönelik

[r]

Yıkılma kazalarının hepsinin ya fen memurlarının veya kalfaların, mesuliyetleri altında yapılan binalarda olması, nazarı dikkati çekmektedir!... Şehri berbat

If we agree that Becker’s view about how history works and what historical facts actually are makes more sense in the horizon of experience (because we are

Öğrencilerimiz yaşadıkları aile ve akraba çevresinden yapacakları araştırma sonucunda öğrenecekleri Şarkışla ilçesine özgü yemeklerle ilgili çalışmaları okul

Nefret söylem son üç yıllık dönemde kamu yetk l ler tarafından doğrudan üret ld ğ nden, toplum ve kamu görevl ler tarafından LGBTİ+’lara yönel k şlenen nefret suçları

Tıbbi-Aromatik bitki ihraç eden firmalar, baharat bitkileri üreten ve ihraç eden firmalar, Baharat bitkileri işleyen ve yurtiçi-yurtdışına pazarlayan firmalar, ilaç,

Yine oyun, çocukların sosyal uyum, zeka ve becerisini geliştiren, belirli bir yer ve zaman içerisinde, kendine özgü kurallarla yapılan, sadece1. eğlenme yolu ile