• Sonuç bulunamadı

(1)2009 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen Dünya Su Forumu’nun hemen ardından, Türkiye’nin dört bir yanında su özelleştirmeleri hızlandı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "(1)2009 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen Dünya Su Forumu’nun hemen ardından, Türkiye’nin dört bir yanında su özelleştirmeleri hızlandı"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

2009 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen Dünya Su Forumu’nun hemen ardından, Türkiye’nin dört bir yanında su özelleştirmeleri hızlandı. Bu süreç ardından Madencilik Kanunu’nda değişikliği doğurdu. Sonra Gıda Yasası,

devamında nükleer santral anlaşmaları, Biyogüvenlik Kanunu derken devletin yeniden inşası süreci hızlandı. Bunlarla birlikte sermaye, gıda, enerji, su alanlarına sökün etmeye başladı.

Sabancı, Sanko, Çalık, Afken…gibi şirketler hızlıca enerji ve su alanına girecek adımlar attılar. Son bir yıl içinde binlerce maden ruhsatı alındı, piyasada dolaşıma sokulan bu ruhsatlar Madencilik Kanunu çıkınca yeniden değerlendi.

Su devir sözleşmesi alan şirketler, yerel yönetimler mevzuatında, Köy Kanunu’nda köklü değişikliklerin önünü açacak lobiciliğe başladı. Bütün bu hızlanan pazarları birbirine bağlayacak üçüncü köprü İstanbul’da yeniden üretim

süreçlerini hızlandırdı. çimento, petrol sektöründe finansal değerlenme biçimlerinin olanakları doğmaya başladı.

Sömürünün bu yeni evrensel karakteri aynı zamanda kırın ve kentin yoksullarının kaderini daha fazla birbirine bağladı. Toplumsal çözülme ise, yaşanan dönüşümün niteliğine dair ilk ipuçları veriyor.

Ekolojik kriz üzerinden büyüyen sermaye, bölgesel bir savaşa adım adım hazırlanıyor. Yeni pazarlar ancak bu şekilde yaratılabilir durumda. Kırı ve kenti kuşatan ekolojik kriz karşısında, emeğin yeniden dizildiğinin farkına varmak zorundayız. Kırsalda ve kentte yaşanan yeni proleterleştirme ve yeni direniş biçimleri 21. yüzyılda nasıl bir yaşam inşa edileceğinin praksisini yaratacak.

Kırsal Dönüşüm Projeleri

Sermaye birikiminin zorunlu uğrağı olan kentlerde, emeğin ve doğanın yeniden değersizleştirilme biçimini örgütleyen devlet ve sermaye, “ketsel dönüşüm” uygulamalarına paralel “kırsal dönüşüm” rejimini de bir süredir hayata geçirmiş durumda. Kırsal dönüşüm uygulamaları, suyun, gıdanın, tohumun, toprağın ve enerjinin yeniden sermaye elinde temellüküne olanak tanıyacak hukuki, iktisadi ve sosyal bir toplumsal proje olarak işliyor. Kırsal dönüşüm süreci ile birlikte, bugüne kadar kapitalizmin kapısını çalmadığı köy kalmıyor. Sermayenin insan yaşamını ve doğayı hiçe sayan yağmacı politikaları bir yandan tüm kültürlerin, dillerin, yaşam biçimlerinin, inançların tek tipleşmesine yol açarken diğer yandan da yaşam alanlarının yok olmasına, suyun, havanın, toprağın finansal bir değere kavuşturulmasına neden oluyor. Türkiye kırsalında yürütülen madencilik, su devir sözleşmelerine dayalı özelleştirmeler, enerji projeleri en temelde, şirketlerin finansal olarak kendilerini yeniden değerlendirmesine yönelik bir amaçla gelişiyor. Bu süreç, topyekun emeğin ve doğanın değersizleşmesi sürecini örgütlüyor. Kesilen her ağaç, yapılan her baraj, yaşanan her göç, ele geçirilen her tohum doğaya yıkım olarak dönerken diğer yandan da kırsal nüfusunun giderek proleter bir karakter kazanmasına yol açıyor. Kırsalın proleterleşmesi, kentlerde de daha niteliksiz gıda, su, hava anlamına geliyor. Bu da kentlerde ki emekçi sınıfların yaşam tarzını sarsacak düzeyde. Tarımın çökmesi, yaşanan iç göç ve savaş konjonktürü kırın ve kentin kaderini ayrılmaz biçimde birbirine bağlıyor. Kırsaldaki her çimento fabrikası, her termik santral, hes, taşocağı..daha niteliksiz konut, daha fazla kara taşımacılığı, daha kirli hava, daha fazla niteliksiz gıda ve su, daha fazla iklim değişikliği, daha fazla göç, daha fazla kapitalizm ve daha az demokrasi olarak kente geri dönüyor.

Üretim dışına itilen, kendi ürettikleri ile geçinemez hale gelen giderek pazarla dolayımlanarak yaşamak zorunda kalan geniş kırsal kitle, yeni bir emekçi sınıf olarak açığa çıkıyor. Bu sınıfın ortaya çıkarmaya başladığı hareketlenme ise söylem düzeyinde farklı referanslarla toplumsal alana girmeye çalışsa da en temelde kendilerini ve doğayı

özgürleştirerek bu sürecin içinden çıkabilecek. Bunun yolu ise, kır emekçilerinin sınıfsal konumlarının farkına varmaları, bu konuma dayatılan iktidar anlayışının çözülüşüne yönelik örgütsel tarzların inşası ve kendilerini proleterleştiren sermaye ve devlet yapılanması ile mücadele biçimlerinin geliştirilmesinden geçiyor.

Bolivya’dan Ulukışla’ya

Bu bağlamda iki hareket üzerinde öncelikli olarak durmak gerekiyor. Bunlardan birincisi Bolivya’da madencilik, su, enerjinin şirketlerin tam kontrolü altına geçmesinden sonra, Bolivya Koçabamba’da şirketlerin tarımsal sulamadan, kentsel su hizmetlerine kadar yaptığı fahiş fiyat artışları ile başlayan “su savaşlarının” izleğinin nasıl olup da yerli halkların kendi iktidarlarını inşa sürecine yönelmek zorunda kaldıkları deneyimdir. Koçabamba’da 2000’li yıllarda suların özelleştirilmesi, nehirlerin şirketlerin kontrolü altına geçmesi, tüm madencilik sektörünün halka yoksulluk ve doğanın yıkımını bırakması karşısında yükselen direnişin, siyasal iktidarı ele alarak bu zulümden kurtulmaya

başlamasını iyi değerlendirmek zorundayız. Yüzyıllarca kölelik toplumuna razı edilmiş bir halkın, iktidarı alarak kendi kendilerini yönetmeye başlaması, Türkiye’deki kır ve kent mücadeleleri için de biricik sıçrama eşiklerinden birisi olarak görülmelidir. Bir toplum geçim araçlarını yitirmişse, bu geçim araçlarına zorla el konulmuşsa, o ülkede yargı kararları uygulanmaz hale gelmişse, sermaye tam bir dikta rejimi kurmuşsa toplum için tek bir seçenek

(2)

kalmaktadır: Kendi kendini yönetebilir kılmak. Bolivya bu yolda ilk adımlarını atıyor. Şimdi de 22 Nisan tarihinde Bolivya Koçabamba’da gerçekleşen Halkların İklim Değişikliği Konferansı ile kapitalizme karşı doğanın haklarını savunacak bir mücadele için tüm dünya halklarını birlikte mücadeleye çağırıyor. Bu sürecin başarısı ancak

antikapitalist deneyimlerin çoğalması ile zenginleşecek. Aynı zamanda, kır ve kent proletaryasının farklılaşan birliğini temsil açısından da zengin bir örnek sunuyor bu süreç. Bolivya Anayasa ile garanti altına alınan kültürel, etnik, sosyal eşitlik emek mücadelesinin gelişmesi ile karşılığını bulacak ve iklim değişikliği konusunda yerlilerin umudunu diri tutacak. Bu bağlamda da su, madencilik, enerji konusunda savaşa dayalı sermaye siyaseti Türkiye’de de emekçilerin kendi iktidarlarını örgütlemeleri gerektiğini işaret ediyor. İlgilenenler, Koçabamba zirvesi ile ilgili özel sayı

niteliğindeki, Kolektif ekososyalist derginin beşinci sayısına bu bağlamda bakabilirler.

Diğer bir örnek ise Niğde Ulukışla’daki altın madeni karşıtı hareketten vermek mümkündür. Bu bölgede altın madeni şirketinin yaklaşık üç yıldır yürüttüğü madencilik faaliyeti karşında geleneksel çevreci örgütlenme anlayışı dışında, platform tarzı birliktelikler yerine ikili iktidar ufkuyla geliştirilen “köy meclisleri” deneyimi de mücadelenin nasıl örgütlenmesi gerektiğine ışık tutabilir. Bölgede maden şirketinin yürütmek istediği faaliyetler karşısında, sorunu

“siyanürlü altın madeninin riskleri” düzeyine indirgemeden madencilik faaliyetinin bugünkü endüstriyel ve kapitalist tarzının kendilerini sömürgeleştirdiği tezi üzerinden hareket ederek, doğayı ve emeklerini özgürleştirecek bir öz örgüt arayışının adı olarak köy meclisleri üzerinde durmak gerekir.

Altın madeni kurulması düşünülen köylerde kurulan dört adet köy meclisi, yerel iktidar odakları karşısında kendi kararlarını alan, kendi yöneticilerini gerektiği zaman geri çekebilen bir demokrasi beşiği olarak altın madenciliğine karşı bir yılı aşkın süredir direniyor. Bu süreçte bir dolu dava, gözaltı, tehdit ve baskı ile karşı karşıya kalınmış olsa da yapılmaya çalışılan şey en temelde kendi kendini yönetecek bir mekanizmanın nasıl inşa edileceği üzerine odaklanmakta. Madencilik sektörünü elinde bulunduran uluslararası şirketlerin, gerektiği zaman ülkelerde iç kargaşalara neden olabilecek, ülke ekonomilerini ters yüz edebilecek, toplumsal zenginliğin parasal olarak

değersizleşmesine yol açabilecek finansal operasyonlarının yaratacağı yıkıma karşı halkı bilinçlendiriyorlar. Altın madenciliğini elinde bulunduran şirketlerin, kapitalist devlete bile cimri davranarak çıkardıkları madenden beyana dayalı olarak bir vergi ödediklerini bunun da yoksullaşmanın kendisi olduğunu vurguluyorlar. Doğayı ve yaşamı hiçe sayarak tek amaçları yerin altındaki altınları kasalarında depolamak olan bu şirketlerin, neden mesela bu gelirlerinin yarısını olsun, topluma vermedikleri üzerinde duruyorlar. Tabi bu soruların yanıtlarını bilmedikleri için değil bu sorular, ya da altın madenlerinin yarısını istiyor olduklarından da değil. Sadece şirketlerin asıl amaçlarını açığa çıkartmak için yapıyorlar bunu. Ama onların fazla bir şey yapmasına gerek kalmadan, parlamento her şeyi zaten açık etti ve birkaç gün önce meclis tarafından kabul edilen Madencilik Kanunu ile şirketlerin mülkiyet hakkını her şeyin üstünde görüverdi. Ama bu kadar yoğun bir yeniden yıkım süreci karşısında toplumun örgütlü gücünü oluşturmak nasıl mümkün olacak?

Köy meclislerinin mücadelesi sonucunda şirket bugüne kadar, bir yıl içinde iki kez maden işletmesinin yerini değiştirmek zorunda kaldı. Bugüne kadar Türkiye’de bir maden şirketini iki kez yerinden etmek kolay iş değil. Köy meclisleri kadın erkek eşitliği yolunda ciddi adımlar atmışken, kadın meclisleri oluşturmuşken, muhtarlıkları

karşısında köyün temsil organı haline gelmişken, bir statü örgütü olmaktan sıyrılacak bakış açısını kazanmışken yine de örgütsel model olma iddiası etrafında daha yoğun düşünmek gerekiyor. Köy meclisleri, altın madenciliği sorununu uluslararası sömürü sistemi ile ilişkilendirmişken, Avrupa Sosyal Forumu’nda hem yerel hem de küresel muadilleriyle ortak bir süreç tarif etmeye hazırlanırken, yerel bir örgütlenmenin deneyimlerini nasıl değerlendirmek gerekir? Köy meclisleri, işsizlik karşısında gençlere yönelik tarımsal iş olanakları örgütlemişken, yoksul çocukların okuması için burs olanakları yaratmışken, kendi tarım ve ormancılıklarını geliştirecek politikalara meyletmişken, imeceyi kolektif bir sürece bükmüşken, bir yereli fetişleştirmeden nesnelliği içinde nasıl algılamalıyız?

Belki bu noktada deneyimleri çoğaltmanın önemi üzerinde durmak gerekir. Belki de direnerek kazanmanın, gerçek bir kazanım olduğunu bir kez daha vurgulamak. Ama belki de en temelde şunu belirtmek gerekiyor, bir kırsal mücadele kent emekçileriyle ve diğer emek mücadele formlarıyla ortaklaşa yürütülürse başarı şansı bulabilir. Bir mücadele, sermaye yağmasına karşı verilirse kendi özgücünü açığa çıkartabilir. Bir mücadele, toplumun kendi kendini yönetebilir olmasına yönelik bir deneyim olarak ilerlerse kendini geliştirebilir. Bir mücadele, Bolivya’dan ders çıkartabilirse özgürleştirebilir. Bugün kırsal emekçilerinin yarattığı bu özgün deneyim, Türkiye’de meşru, militan, demokratik, özyönetime dayalı ve kolektivist bir siyasete de göz kırpan deneyimlerle doludur. Bu deneyimleri çoğaltmak ise ekososyalistlerin bugün güncel bir sorumluluk alanıdır. Kır ve kent diye ayırmadan, bu hareketlerin ortaklaştırılmasını esas alarak.

Belki de köy meclislerinin aşağıda alıntıladığımız programına atıfla mücadelenin geliştirilmesi için Avrupa Sosyal Forumu’nda bir kez daha emeğin ekoloji mücadelesi için şu başlıkların nasıl geliştirilebileceğini konuşabiliriz:

“Yıkım politikasının karşısında emeğin ve doğanın sömürüsüne karşı her türlü direniş politikasının geliştirilmesi ve

(3)

toplumun kendi kendini yönetebilir ve üretebilir kılınması için birlikte mücadele zeminlerimizi geliştirmemiz gerekiyor. Kriz karşısında işten çıkartmaların yasaklanması, işyerlerinin toplumsallaştırılması, doğanın ve emeğin haklarının tanınması temel bir eksen olarak kabul edilmelidir. Su, enerji ve gıdayı ücretsiz olarak işsiz ve yoksullara temin edecek mekanizmaları geliştirmek zorundayız. Tüketici kredilerinin ve çiftçi borçlarının silinerek, tarımsal üretimin ekolojik tarzlarda geliştirecek şekilde desteklenmesi sağlanmalıdır. Türkiye’de devletin ve özel kişilerin elindeki konut stoğu evsizlerin ve kiracıların hizmetine sunulmalıdır. Sermaye vergilendirilerek, gıda, su ve enerji açığı yaşayan kişiler desteklenmelidir. Savaş ve silah alımları için ayrılan bütçe, sağlık, eğitim fonlarına

aktarılmalıdır. Ulaşımda karayolu ve hava taşımacılığına ayrılan bütçe derhal doğa varlıklarımızın geliştirilmesine aktarılmalıdır. Sulak alanlarda, Orman ekosistemlerinde, tarımsal bölgelerde ve savaş coğrafyasında yeni bir göç dalgası yaşanmaması, ekolojik krizin sonuçlarının derinleşmemesi için, su, orman ve kıyı ekosistemlerine şirketlerin müdahalesi engellenmelidir.” Bu bağlamda 1-4 Temmuz 2010’da İstanbul’da gerçekleşecek Avrupa Ekosoyalist Forumu da kır ve kent emekçilerinin nisyandan isyana bir çağrısıdır.

Fevzi Özlüer Ekoloji Kolektifi

not: Bu yazı Birgün Gazetesinin 25.6.2010 tarihli sayısında da yayımlandı.

Referanslar

Benzer Belgeler

Türkiye'nin Suriyeli sığınmacılar için Şanlıurfa, Kilis ve diğer kentlerde yaptığı işlere de değinen Bakan Prof.. Eroğlu, sadece Orman ve Su İşleri Bakanlığının

olacaktır. lcra Direktörü baş yürütme görevlisidir. Heyet Başkanı tarafından Heyet kararı ile belirlen en koşullar çerçevesinde beş yıl süre ile

Ancak, günümüz teknik ve ekonomik şartları çerçevesinde, çeşitli amaçlara yönelik olarak tüketilebilecek yerüstü suyu potansiyeli yurt içindeki akarsulardan 95

Halkın Su Forumu'nda konuşan Barlow "Dünya Su Forumu iflas etti"; DTP'li Tuncel "Barajlar güvenlik politikaları için kullan ılıyor"; Manahan "Suya erişim

Türkiye, 2009 yılında yapılacak "Beşinci Dünya Su Forumu ve Bakanlar Konferansı" için ev sahibi ülke seçildi.. D ışişleri Bakanlığı'ndan yapılan duyuruya

Özellikle az gelişmiş ülkelerde yoksul kesimin sa ğlıklı suya erişememesi ve bunun çözümü için hangi ölçekte nasıl bir planlama yapmak gerektiğini

Türkiye dünya milletleri arasında baş sıraları alırken fert başına olan yıllık balık istihlaki yönünden son. Aşağıdaki

Bu yazıda, yenilenebilir su rezervleri, su kullanımı ve kişi başına su miktarı ile ilgili rakamsal veriler yukarıda sözü edilen kap ­ samlı araştırmayı kaleme alan